Ana Sayfa Blog Sayfa 1025

İPM-İKV-TEPAV ortak çağrısı: Türkiye en geç 2035’te kömürden çıkmalı!

Bugün Konya’da başlayacak İklim Şurası öncesinde İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), Türkiye’yi 2053 hedefine en hızlı şekilde ulaştırabilecek en öncelikli adım olarak en geç 2035’e kadar kömürden kademeli çıkmak gerektiğini duyurdu.

Paris Anlaşması’nın onaylanması ve 2053 net- sıfır gibi iddialı bir azaltım hedefinin belirlenmesi yönündeki gelişmelerin memnuniyetle karşılandığı belirtilen açıklamada, Ulusal Katkı Beyanı’nın güncellenmesi ve sanayi, enerji, tarım ve ticaret politikalarının bu doğrultuda yeniden tasarlanması
sürecinin yakından takip edildiği kaydedildi.

Türkiye’nin düşük karbonlu ekonomiye geçişi için üç kurumun değerlendirmeleri şöyle:

Türkiye, küresel iklim hedefleriyle uyumlu olarak açıkladığı 2053 net-sıfır hedefine erişebilmek için acil ve somut adımlar atmalıdır: Küresel ısınmayı 1,50C ile sınırlandırabilmek için yüzyıl ortası itibarıyla net-sıfır emisyona ulaşılması gerekliliği IPCC’nin 1,50C Özel Raporu başta olmak üzere pek çok bilimsel raporda da vurgulanmıştır. Türkiye’nin bu gereklilikle uyumlu 2053 hedefine varabilmesi, 2030’lu yıllara yönelik daha yakın erimli hedeflerin tasarlanması ve hızla uygulamaya konulması ile mümkün olabilecektir.

Türkiye, 2017’de açıkladığı Milli Enerji Politikası çerçevesinde yenilenebilir kaynakların yanında yerli kömür kullanımını da hala önceliklendirmektedir: Türkiye’de faaliyette bulunan 34 adet kömürlü termik santral, 20GW ile toplam kurulu gücün %20’sini, elektrik üretiminin ise yaklaşık olarak %34’ünü oluşturmaktadır. 2000’li yılların başından bu yana yerli kömür çıkarılması ve kullanımı farklı mekanizmalarla teşvik edilmiş olsa da ithal kömür kullanımı yaygınlaşmış, birincil enerji kaynağı olarak toplam kömür arzı içinde ithalatın payı %40’tan %60’lara kadar tırmanmıştır.
Kömür başta olmak üzere fosil yakıtlardan elektrik üretimi Türkiye’nin en önemli karbondioksit emisyon kaynağını oluşturmaktadır: Kömürlü termik santral kaynaklı karbondioksit emisyonlarının toplam içindeki payı 2018 itibarıyla %27 seviyesinde bulunmaktadır. Termik santrallerden kaynaklanan emisyonlar, hâlihazırda sanayi ve ulaştırma kaynaklı emisyonları geride bırakmaktadır.
Türkiye, kömür başta olmak üzere fosil yakıtlara önemli miktarda teşvikler sağlamaktadır: Türkiye’de kömür madenciliği ve kömürlü termik santraller için sağlanan doğrudan teşvikler, kapasite mekanizması ödemeleri ve alım garantileri hesaplandığında 2018 ve 2019 yılları için toplam kömür teşvik bedelinin GSYH’ye oranı %0,5 olmaktadır. Bu tutarın, kömürden çıkılması durumunda kömürü ikame etmek üzere ihtiyaç duyulacak yenilenebilir enerji yatırımlarını ve sistem esnekliğini artıracak altyapı yatırımlarını karşılayacak büyüklükte olduğu hesaplanmaktadır.

Türkiye’de yakın zamanda açılmayı bekleyen bir adet ithal kömürlü termik santralle birlikte 22 adet planlanan termik santral bulunmaktadır: Yeni termik santral planlarının iptal edilmemesi Türkiye’nin henüz kömür yatırımlarına ilişkin bir hedef alma konusunda isteksiz olduğuna işaret ederken, yakın zamanda kömür portföyüne katılması beklenen 1,3 GW kapasiteli Hunutlu Termik Santrali, 30 yıllık
ekonomik ömrü göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin kömürden çıkış takvimini etkileyebilecek, Türkiye’yi yüksek karbonlu bir elektrik tedariki patikasına zorunlu kılacaktır. Türkiye’nin karbon salımını düşürme çabalarını uzun vadede de sekteye uğratacak bu tür yeni kömür yatırımlarından vazgeçilmesi elzemdir.
Yapılan çalışmalar Türkiye’nin en geç 2035 yılına kadar elektrik üretiminde kömürden çıkabileceğini göstermektedir: Son bir yıl içerisinde iklim hedefleriyle uyumlu bir enerji dönüşümünün gerektirdiği kömürden çıkış senaryosunu analiz eden iki adet çalışma yayımlanmıştır. İstanbul Politikalar Merkezi tarafından yayımlanan “TÜRKİYE EN GEÇ 2035’TE KÖMÜRDEN ÇIKMALI!” başlıklı çalışma  Türkiye’nin 2035’e kadar elektrik sektörü ve binalarda kömürden çıkabileceğini ve böylelikle, ulaşım ve sanayi alanındaki diğer önlemlerle birlikte 2050 yılına kadar net-sıfır hedefine yakınsayabileceğini göstermektedir. İklim alanında çalışan STK’lar tarafından yayımlanan bir diğer çalışma ise kömür teşviklerinin kaldırılması ve santrallere karbon emisyonları üzerinden maliyet yüklenmesi durumunda 2030’a kadar kömürden çıkışın mümkün olabileceğini göstermektedir.

Çin’in finanse ettiği Adana’daki ENBA Hunutlu Termik Santrali inşaatı.

Küresel gelişmeler, kömürün finansmanını zorlaştırmaktadır: Küresel seviyede kömürün son ulusal finansörü pozisyonundaki Çin’in bu sene Glasgow’da düzenlenen 26. Taraflar Konferansı (COP26) öncesinde yurtdışındaki kömür yatırımlarını finanse etmeyeceğini duyurması önemli bir oyun değiştirici olmuş, Çin’in yurtdışında bulunan ve inşaatı henüz başlamamış kömür yatırımları iptal edilmiştir. Bu açıklamayı, yine COP26 sırasında 30 ülke ve yatırım bankasının 2022 yılı sonuna kadar enerji sektöründe fosil yakıtlara sağlanan uluslararası kamu finansmanını sonlandıracaklarını taahhüt ettikleri “Temiz Enerji Geçişi için Uluslararası Kamu Desteği Beyanı” izlemiştir. Ulusal hükümetler benzer deklarasyonların önünü çekerken, 2050 yılı itibarıyla net-sıfır olma hedefi özel finans kuruluşları arasında da hızla yaygınlaşmaktadır. Tüm bu gelişmeler kömür finansmanının küresel olarak azalacağına, erişilebilecek finansmanın da yüksek maliyetli olacağına işaret etmektedir.
Kömür finansman imkanları azalırken kömürden çıkışı destekleyecek mekanizmaların sayısı da artmaktadır: COP26 sırasında yapılan önemli açıklamalardan bir tanesi Güney Afrika’nın kömürden çıkışını desteklemek üzere ABD, AB, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’nın ortaklığında tasarlanmış olan 8,5 milyar ABD Doları tutarındaki Adil Enerji Geçişi İş Birliği’dir. Benzer mekanizmalar Dünya Bankası tarafından kullandırılan, Türkiye’nin de başvurabilir ülkeler arasında olduğu, “İklim Yatırım Fonu – Kömürden Çıkışın Hızlandırılması Programı” ya da diğer uluslararası iş birlikleri yoluyla sağlanmakta, bu yönde yeni fon hazırlıkları da yapılmaktadır.
Türkiye’nin kömürden çıkış stratejisi planlanırken, bir AB adayı ve gümrük birliği ortağı olarak AB’deki gelişmeleri yakından izlemesi büyük önem taşımaktadır: Avrupa Komisyonunun hazırladığı ve 2030’a kadar emisyonları %55 azaltmayı hedefleyen “55’e Uyum” paketinde, bu tarihe kadar enerjinin %40 oranında yenilenebilir kaynaklardan elde edilmesi hedeflenmektedir. Bu kapsamda birçok AB üyesi ülke kömürden çıkış tarihleri açıklamıştır. On ülke 2021’de kömürden çıktığını açıklarken, diğer Üye Devletler en geç 2033 olmak üzere, kömürden çıkış yükümlülüğü altına girmiştir. Dört ülke ise çıkış planlarını oluşturma aşamasındadır. Polonya gibi bazı Üye Devletler kömürden çıkmaya karşı direnç gösterse de, AB özellikle “Adil Dönüşüm” mekanizması kapsamında kömürden çıkışı teşvik etmekte ve üyeleri üzerinde baskı oluşturmaktadır. Türkiye’nin üye adayı olmasının yanında, başlıca ticaret ortağı olan AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi uygulamalarından da önemli ölçüde etkileneceği bilinmektedir. Bu kapsamda, iklim hedeflerine ulaşma ve karbonsuzlaşma sürecinde kömürden çıkış tarihinin makul bir sürede belirlenmesi, AB süreci ve AB ile ilişkilerin geliştirilmesi açısından da kritik önemdedir.

Atılması gereken adımlar

IPM, IKV ve TEPAV kapsayıcı bir çözüm tasarımında iş birliği yapacaklarını açıklarken Türkiye’nin kendi geleceği için ve kendi tercihiyle öncelikli olarak atması gereken adımları şöyle sıraladı:

  • 1) Türkiye en geç 2035 yılına dek elektrik üretiminde kömürü bir enerji kaynağı olarak tamamen terk edeceğine dair siyasi niyetini ve bunu gerçekleştirmek için eylem planını vakit kaybetmeksizin ilan etmelidir.
  • 2) Hükümet ve ilgili düzenleyici kurumlar, yeni kömürlü termik santral yapılmayacağına ilişkin resmi bir karar açıklamalı, yeni kömürlü termik santral lisans ve planlarını iptal etmeli, yeni kömür madeni ve maden genişletme yatırımlarını durdurmalıdır.
  • 3) Mevcut kömürlü termik santraller, hazırlanacak bir takvim doğrultusunda, en yaşlı ve görece daha yüksek oranda kirliliğe neden olan santrallerden başlamak üzere, en geç 2035’e kadar kapatılmalıdır.
  • 4) Kömürlü termik santrallerin kapatılmasıyla birlikte ortaya çıkacak enerji arz açığının kapatılması için yeni teknolojileri de hesaba katan bir kademeli geçiş planı hazırlanmalı ve bu sayede enerji arz güvenliği korunmalıdır.
  • 5) Kömürden çıkış süreci ve sürdürülebilir enerji dönüşümü katılımcı bir biçimde planlanmalı, toplumun dönüşümden olumsuz etkilenmesi muhtemel kesimlerinin desteklenmesinin yanında, mevcut sosyal ve ekonomik adaletsizlikleri de giderecek adil bir geçiş süreci olarak tasarlanmalıdır.

 

Aliağa gemi söküm işçilerinin eylemi devam ediyor: Gemileri yaktık, geri dönüş yok

Aliağa Gemi Söküm işçilerinin zam ve iyileştirilmiş çalışma koşulları talebiyle başlattığı iş bırakma eylemi onuncu gününde devam ediyor.

Aliağa Demokrasi Meydanı‘nda bir araya gelen gemi söküm işçileri taleplerini duyurdu. Bakırçay havzasında yaşamını yitiren işçiler için saygı duruşuyla başlayan basın açıklamasında gemi söküm işçileri çalışma koşullarını anlattı.

‘Gemileri yaktık geri dönüş yok’

İşçiler “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Gemileri yaktık geri dönüş yok”, “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” ve “Zafer direnen emekçinin olacak” şeklinde sloganlar attı. Bir işçi “Bugün biz burada kaybedebiliriz ama yarın evlatlarımız kazanacak. Dolayısıyla burada hak hukuk mücadelesi veriyoruz. Hakkını almak isteyenler burada, başını eğmek isteyenler orada” dedi.

Açıklamaya İzmir ve Aliağa Emek ve Demokrasi Güçleri, ÇHD, Genel-İş, KESK, EMEP, TİP, Halkevleri, CHP, TKP gibi siyasi partiler, sendikalar ve dernekler destek verdi.

‘Gemi söküm cehennem, işçiler köle kalmayacak’

Aliağa Gemi Söküm işçileri adına basın açıklamasını okuyan Erdem Pektaş, “Bizler günlerdir insanca çalışma ve yaşam koşulları talebiyle direnen Aliağa Gemi Söküm işçileriyiz. Haklarımızı, alın terimizin karşılığını istiyoruz. Yıllardır tersane patronlarının bizlere reva gördüğü yaşamı, çalışma koşullarını kabul etmiyoruz. Günlerdir taleplerimizi tek tek sıraladık. Ancak görmeyen gözler, duymayan kulaklar için bir kez daha buradan haykırmak için toplandık” dedi.

Fotoğraf: Evrensel

‘İnsanca yaşanabilecek bir ücret istiyoruz’

Basın açıklamasında “Kardeşler diyoruz ki; Gemi söküm cehennem, işçiler köle kalmayacak! Dünya’nın üçüncü büyük, Avrupa’nın ise tek gemi söküm tersanesi olduğumuz ifade ediliyor. Yıllık 200 milyon dolarlık iş hacminden söz ediliyor. Tersane patronları kâr rekorları kırıyor. Ama biz, tersanede tüm değerleri yaratan işçiler olarak emeğimizin, alınterimizin karşılığını alamıyoruz. Her gün artan enflasyon karşısında biraz daha eziliyoruz. İnsanca yaşanabilecek bir ücret istiyoruz” ifadeleri kullanıldı. Ağır şartlarda çalışma koşullarının söz konusu olduğuna vurgu yapılan açıklamada, şu sözlere yer verildi:

“Ağır sanayi olmamıza rağmen, bu iş kolunda sayılmıyoruz. Uzayıp giden mesailer, sadece kağıt üzerinde kalan denetimler, alınmayan önlemler hemen her gün ölüme ya da sakatlanmalara davetiye çıkartıyor. Çoğu durumda işverenler Kişisel Koruyucu Donanımı ya kendimizin almasını istiyor ya da zamanında ve tam olarak dağıtmıyor. Sosyal tesisler neredeyse kullanılamaz durumda. Güvenli ve insanca çalışma koşulları istiyoruz.”

‘Güvencesiz çalışıyoruz’

İşçilerin güvencesiz çalıştığının belirtildiği açıklamada “Yağmur yağdığında ya da hava şartları kötü olduğunda çalışmıyoruz ve ücretlerimiz kesiliyor. SGK’larımız çalıştığımız gün kadar yatırılıyor. Mesai ücretlerimiz kesiliyor. Çoğu durumda maaşlarımızın bir kısmı bankaya bir kısmı elden veriliyor. Burada kuralsızlık kural haline gelmiş bulunuyor” denildi. “Düşünün ki, her bir işçinin en doğal ve temel hakkı olan yıllık izin için biz Gemi Söküm işçisinin direnmesi, talep etmesi gerekiyor” ifadelerini kullanıldığı açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Mazeret izinlerinin ücretlerden kesilmemesi, resmi tatillerin ek mesai ücretleri üzerinden hesaplanması zaten olması gereken başlıklarken, biz Gemi Söküm işçileri için mücadele konusu durumunda. Bu liste daha da uzatılabilir. Arkadaşlar; Tersanelerde birileri hukuksuzluk arıyorsa, tersane patronlarının bizlere dayattığı çalışma koşullarına, kuralsızlıklara baksın! Ancak bizler artık yeter diyoruz!”

‘Haklarımızı istiyor, bunun için direniyoruz’

“Artık haklarımızı istiyoruz. Artık yan yana geldik, birlik olduk ve taleplerimizin bir an önce karşılanmasını istiyoruz. Bunun için direniyoruz” diyen işçilerin talepleri şöyle:

“Biz ne mi istiyoruz? Öncelikle üç maddelik kırmızı çizgimiz var. Bunlar;
1- Ücretlerimize zam yapılmasını istiyoruz.
2-Haklı taleplerimizden kaynaklı gerçekleştirdiğimiz eylemlerimizden kaynaklı kimsenin işten atılmayacağına dair güvence istiyoruz. Açılan davanın geri çekilmesini bekliyoruz.
3- Taleplerimiz ve temsilcilerimiz protokol altına alınarak tanınsın istiyoruz.”

İşçilerin eylemin ilk gününde belirlediği talepler ise şunlar:

“1-Maaşların alınan ücret üzerinden bankaya yatırılması istiyoruz.
2-Mesai saat ücretlerinin 4 saatinin 1 yevmiye olması istiyoruz.
3-Hava olumsuz koşullarında çalışılmaması durumunda yevmiyelerin kesilmemesini istiyoruz.
4-KKD’lerin (Kişisel Koruyucu Donanım) zamanında eksiksiz dağıtılmasını istiyoruz.
5-Oksijen lambalarının bakımı ve eksikliklerinin giderilmesini istiyoruz.
6-Sigortaların kesilmemesini istiyoruz.
7-Sosyal tesislerin düzeltilmesini istiyoruz.
8- Mazeret izinlerinin yevmiyeden kesilmemesini istiyoruz.
9-Resmi tatillerin ekstra mesai olarak verilmesini istiyoruz.
10-Yıllık izinlerin verilmesini istiyoruz.
11-Mevcut sertifikanın bütün şantiyelerde geçerli olmasını istiyoruz.
12-İşe giriş kısmında sağlık raporu ücretinin işveren tarafından karşılanmasını istiyoruz.
13- Zamların 6 ayda bir yapılmasını istiyoruz.
14- Gemi sökümün ağır sanayi olarak tanınmasını istiyoruz.

‘Direne direne kazanacağız’

Talepleri sürdürülene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirten işçiler son olarak şu ifadeleri kullandı:

“İlk günden bu tarafa, ‘direne direne kazanacağız’ sloganını haykırıyoruz. Haklı ve meşru mücadelemizin karşısında olanlar, kazanacağımızı yaşayarak görecekler, buna inanıyoruz. Sadece kendimiz için değil işçi sınıfı için direniyoruz. Bugün ülkenin dört bir tarafından hakkına, emeğine, alınterine ve geleceğine sahip çıkan kardeşlerimiz mücadele ediyor. Onları ve hak mücadelelerini selamlıyoruz. Onların bizlere gönderdiği dayanışma mesajlarının mücadelemizde bizlere güç verdiğini ifade etmek istiyoruz. Yaşasın sınıf dayanışması diyoruz. Birleşe birleşe kazanacağız!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”

BM Çevre Konferansı’nda ne konuşulacak?

Önümüzdeki hafta pandemi ve diğer uluslararası krizlerin etkisi ile kamuoyunun gözünden kaçan önemli bir toplantı var. 193 ülkenin temsilcileri ve kuruluşları Kenya’nın başkenti Nairobi’de Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nın beşincisi için (UNEA-5) 28 Şubat-2 Mart tarihlerinde bir araya gelecek. BM Çevre Programı (UNEP) tarafından düzenlenen konferansın ana teması ise “Sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için doğanın güçlendirilmesi eylemleri” (Strengthening Actions for Nature to Achieve the Sustainable Development Goals). Pandemi nedeniyle programı önemli ölçüde değiştirilen konferansın aslında ilk aşaması çevrim içi olarak geçtiğimiz yıl UNEA-5.1 toplantıları olarak 21-22 Şubat’ta çevrim içi olarak yapılmıştı. O nedenle Nairobi’de yapılacak toplantı UNEA-5.2 olarak isimlendiriliyor.

Bu toplantı başlamadan önce BM’nin bir başka raporu geçtiğimiz hafta içinde kamuoyuna yansıdı ve hemen tartışılmaya başlandı. BM İnsan Hakları ve Çevre özel raportörü Profesör David Boyd tarafından hazırlanan ve 10 Mart’ta Cenevre’deki İnsan Hakları Konseyi’nde tartışılacak raporda önemli bilgiler ve öneriler var. Byod’un raporunun tartışılacağı BM İnsan Hakları Konseyi, 8 Ekim 2021’de “temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre için insan hakkını” kabul ederek, tanımıştı. Konseyin bu kararı evrensel insan hakları mücadelesinde bir dönüm noktası olmuş ve küresel çevre krizine yönelik eylemleri hızlandırabilecek bir adım olarak yorumlanmıştı.

Profesör David Boyd tarafından hazırlanan raporda ülkeler ve şirketler tarafından meydana getirilen çevre kirliliği küresel olarak Covid-19’dan daha fazla ölüme neden olduğunun altı çiziliyor. Raporda, pestisitler, plastikler ve elektronik atıklardan kaynaklanan kirliliğin yaygın insan hakları ihlallerine ve yılda en az 9 milyon erken ölüme neden olduğu yazıyor. BM raporu, özellikle son pandeminin etkisiyle konunun büyük ölçüde göz ardı edildiğinin altını da çiziyor. Worldometer verilerine göre koronavirüs küresel çapta bugüne kadar 5,9 milyona yakın ölüme neden oldu. Başka bir anlatımla çevre kirliliği nedeniyle her yıl; son iki yıl içinde pandemide kaybettiğimiz toplam insan sayısının %50’inden daha fazlasını yitiriyoruz ve bu büyük kayıp rapora göre gözlerden saklanıyor. Boyd’un raporunda yeni tanımlamalar da var. 1950’li yıllardan bu yana nükleer deneme bölgelerini tanımlamak için kullanılan ‘kurban bölgeleri’ teriminin sınırları bu son raporda, iklim değişikliği nedeniyle yaşanamaz hale gelen, aşırı derecede toksik kimyasallarla kirlenmiş veya kuraklık nedeniyle çölleşmiş bölgeleri içerecek şekilde genişletilmiş. Profesör Byod, kirli bölgelerin temizlenmesi ve/veya bu bölgelerde yaşayan dezavantajlı, yoksul toplulukların farklı bölgelere taşınması gerektiğini  vurguluyor.

IPCC benzeri panel beklentisi

Raporun talepler bölümünde ise bazı zehirli kimyasalların yasaklanması için ‘derhal ve iddialı hareket’ çağrısında bulunuluyor. Raporun diğer önerileri arasında insanlar arasında ayrımcılık yapmama, ‘kirleten öder’ ilkesinin tavizsiz uygulanması, bilgi edinme hakkına saygı gösterilmesi, uluslararası çevre koruma işbirliğinin geliştirilmesi, çocukların iyi korunması için ülkelerin daha çok çaba göstermesi de yer alıyor.  Raporun görüşüleceği BM İnsan Hakları Komisyonu’nun temsilcilerinden Michelle Bachelet, 8 Ekim 2021’de temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevrede yaşamanın bir insan hakkı olduğunu kabul ettiklerini hatırlatarak, bu karardan önce çevresel tehditlerin en büyük küresel hak sorunu olduğunu vurguluyor. Bachelet giderek artan sayıda iklim ve çevre adaleti davalarının söz konusu insan hakları ihlallerini başarıyla gündeme getirdiğini de belirtiyor.

Yeniden Nairobi’de UNEA-5.2’ye dönecek olursak toplantının en önemli maddelerinden biri Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) benzer sürekli çalışacak bilim insanlarından oluşan bir panel kurulması önerisinin karara bağlanması… Bu önerinin çevresel kaynakları ekonomik çıkarları için sömüren bazı büyük ülkelerle, fosil yakıt ve kimya sektörü şirketlerinin karşı çıkışına takılmasından korkuluyor. UNEA-5,2’den hemen sonra, yine UNEP tarafından 3 – 4 Mart 2022 tarihlerinde, 1972’de (UNEP@50) BM Çevre Programı’nın oluşturulmasının 50. Özel oturumu ‘2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nin çevresel boyutunun uygulanması için UNEP’in Güçlendirilmesi’ teması altında gerçekleştirilecek.

Ancak BM İnsan Hakları Konseyi’ne sunulan ve Profesör David Boyd tarafından hazırlanan rapor temiz ve güvenli bir çevrede yaşam hakkı mücadelesi açısından 50 yılda geldiğimiz noktanın tam bir başarısızlık olduğunu gösteriyor. Günümüzde her yıl 9 milyon insanın çevre kirliliği sonucu erken ölümü BM Çevre Programı’nın (UNEP) 50 yıldan bu yana çevre korunması ve kirliliğin önlenmesi için uyguladığı politikaların çöktüğünü ispatlıyor. UNEP artık  ‘Sürdürülebilir Kalkınma’  politikalarının değil; ‘Sürdürülebilir Yaşam’ politikalarının dünyayı kurtaracağını ve temiz, güvenli bir çevrede yaşamanın her insan için temel bir insan hakkı olduğunu görebilmeli… Nairobi’de kurulması düşünülen panelin önündeki yanıtlanması gereken ilk soru bu yapılması gereken bu politika değişikliği olmalı… Bunun için de çok uzağa da bakması gerekmiyor, BM İnsan Hakları Konseyi’nin 10 Mart’ta Cenevre’de yapacağı toplantıyı izlemesi UNEP açısından ‘yaşamın sürdürülebilirliğine’ doğru atılmış ilk adım olabilir…

 

Migros çalışanları geri döndü

Migros’un İstanbul Esenyurt’taki deposunda çalışan Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD-SEN) üyesi işçilerin daha insanca koşullarda yaşamak için başlattıkları iş bırakma eylemi Haluk Levent’in arabuluculuğuyla son buldu. DGD-SEN’in bugün gerçekleştirilmesi planlanan eylemi arabuluculuk sağlanınca iptal edildi. İşçiler bunun yerine bugün 12.00’da depo önünde ‘zafer açıklaması’ yapacaklarını duyurdu.

İşçiler 257 kişinin işten çıkarılmasının ardından Migros Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ı protesto etmiş, yüze yakın işçi gözaltına alınmıştı. Olayın ardından Haluk Levent, dün akşam işçiler ile yönetim arasında anlaşmanın sağlandığını duyurdu:

‘Direnişin kazananı işçiler, halkımız ve dostlarımızdır’

DGD-SEN tarafından yapılan açıklamada ise “Bu direnişin kazananı birliğine ve haklılığına inanmış Migros Esenyurt depo işçileri ve her türlü yaratıcı dayanışmayı sergileyen halkımız ve dostlarımızdır” arabuluculuğu şu ifadelerle duyurdu:

Migros Türkiye ve taşeron firma US Group Twitter hesabından işçilerin kazanımlarını şöyle duyurdu:

Ne olmuştu?

Migros’un İstanbul Esenyurt’taki deposunda çalışan Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası üyesi işçiler 3 Şubat’ta daha insanca koşullarda yaşamak için eylem başlattılar. 450 işçinin katıldığı eylemde “Hakkımızı istiyoruz” şeklinde sloganlar atılmıştı. İşçiler Twitter’da da #MigrosDepoyaSesVer ve #MigrosDepoAyakta etiketleriyle taleplerini paylaşmışlardı. Migros Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ı protesto etmiş ve gözaltına alınmış ardından serbest bırakılmıştı.

Silahlı saldırıya uğrayan gazeteci Güngör Arslan son yolculuğuna uğurlandı

Silahlı saldırı sonucunda dün hayatını kaybeden Ses Kocaeli Gazetesi İmtiyaz Sahibi Güngör Arslan bugün son yolculuğuna uğurlandı. İzmit Fevziye Cami’ndeki cenazeye Arslan’ın ailesi, meslektaşlarının dışında TBMM Başkanvekili Haydar Akar, Vali Seddar Yavuz, Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın ve milletvekilleri de katıldı.

Ses Kocaeli Gazetesi İmtiyaz Sahibi Güngör Arslan, İzmit’te bulunan işyerinde dün silahlı saldırıya uğramıştı. İki merminin sağ bacağına, bir merminin de sağ koltuk altına isabet ettiği öğrenilen Güngör Arslan, Kocaeli Devlet Hastanesi‘ne kaldırıldı. Ağır yaralı olan Arslan, hastanede yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

60 yaşındaki Gazeteci Arslan’ın cenazesi İzmit’te bulunan Fevziye Cami’nde kılındı. Birçok seveni bulunan Güngör Arslan’ı son yolculuğunda yalnız bırakmayan dostları, eşi Suna Arslan ve çocukları Nazlıcan Arslan ile Özgün Arslan’a sabır diledi. Cenaze törenine TBMM Başkanvekili Haydar Akar, Vali Seddar Yavuz, Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın, CHP milletvekili Tahsin Tarhan, İzmit Belediye Başkanı Fatma Kaplan Hürriyet ile siyaset, iş, basın dünyasından birçok isim katıldı. Güngör Arslan’ın naaşı cenaze namazının ardından kent mezarlığına defnedildi.

Fotoğraf: Kocaeli Denge

‘Katilleri bulursanız başsağlığı dileyin’

Demokrat Kocaeli’nin aktardığına göre; cenaze namazı öncesi Arslan’ın eşi Suna Arslan’ın yanına giden Vali Yavuz baş sağlığı dileklerini iletti.Vali Yavuz’dan katillerin yakalanmasını isteyen Suna Arslan ise şu ifadeleri kullandı:

“21 yaşındaki bir çocuğun eline silah verip öldürttüler. Ben buna inanamıyorum. Lütfen adaleti sağlayın ve katilleri bulursanız bana baş sağlığı dileyin.”

Fotoğraf: Kocaeli Denge

‘Ustamı kaybettim’

Ses Kocaeli’nden Tuğrul Kırankaya bugün kaleme aldığı ‘Ustamı Kaybettim’ başlıklı yazısında Arslan’ın yıllarca susturulmak istendiğini söyleyerek “Bundan sonra haksızlıkların karşısında hepimiz birer Güngör Arslan’ız” dedi.

‘Öldürülen ne ilk gazeteciyim ne de son’

Hain saldırıda öldürülen Güngör Arslan, dört yıl önce de saldırıya uğramıştı. Arslan saldırıyı sonrası şu ifadeleri kullanmıştı:

“Bu ülkede Abdi İpekçi’ler Uğur Mumcu’lar öldürüldü. Öldürülen ne ilk gazeteciyim ne de son gazeteci olacağım. Bu ilk değil, bundan sonra da mutlaka bunlar başıma gelecek.”

Tetikçi: Güngör Arslan’ı vuracağız. Seni çok rahat ettireceğiz.

Evrensel’den Meltem Akyol’un aktardığına göre; 20’li yaşlarında olan tetikçi R.Ö. ilk ifadesinde cinayetten 1 gün önce 2 kişinin kendisine ulaştığını söyledi. Mahalleden de tanıdığı bu 2 kişi ile önce telefonla irtibat kurduğunu anlatan R.Ö. aynı kişilerin daha sonra kendisini arabayla aldığını belirtti. İfadesinde bu kişilerin kendisine “Güngör Arslan’ı vuracağız. Bunu da sen yapacaksın. Seni çok rahat ettireceğiz. Bir daha hiçbir sorun yaşamayacaksın, ailen de böyle bir sorun yaşamayacak” dediğini anlatan R.Ö., daha sonra Derince bölgesinde boş bir araziye götürülerek atış talimi yaptıklarını anlattı.

Daha sonra gazeteye gittiğini ve bir haberle ilgili Güngör Arslan ile görüşmek istediğini belirttiğini anlatan tetikçi R.Ö. odasına gittiği Arslan’la tartıştığını, ardından Arslan’ın ayağına 2 el ateş ettiğini söyledi. Bahsi geçen 2 kişinin kendine “Öldüreceksin” demesine rağmen Arslan’ı öldürmek istemediğini savunan R.Ö., Arslan’ın üzerine geldiğini düşünerek 4-5 el havaya ateş açtığını, o kurşunlardan birinin Arslan’a isabet etmiş olabileceğini iddia etti.
Azmettiricilerin kendisine bir avukat da gönderdiğini söyleyen R.Ö., “Ben sizin gönderdiğiniz avukatı istemiyorum” diyerek bunu reddettiğini de ifadesinde anlattı.

Daha önce de çeşitli suç kayıtları olan ve “suça süreklenen bir çocuk” olan R.Ö.’nün bugün Sulh Ceza Hakimliğine sevk edilmesi bekleniyor.

Şair Sina Akyol vefat etti

Şair ve gazeteci Sina Akyol 72 yaşında vefat etti. Sina Akyol’un vefat haberini duyuran şair Gökhan Arslan “Ölüm bir kez yola çıktı mı önüne kim gelirse alıp götürüyor. Şiirimizin en az sözcükle en çok şey anlatan şairi Sina Akyol’u da kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun” dedi.
https://twitter.com/garslan79/status/1494930172344213504?s=20&t=Lr5m28eWNYlW–6FGrzhag

Sina Akyol kimdir?

Hasan Sina Akyol, şair Sevim Hanım ile Mehmet Orhan Akyol’un oğlu olarak Ankara’da dünyaya geldi. Öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1972’de Gazetecilik ve Halka İlişkiler Meslek Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1979’da Ankara’da TRT’de program yapımcısı olarak çalışmaya başladı. 1981’de TRT’den ayrılarak İstanbul’a yerleşti. İstanbul ve İzmir’de reklâm şirketlerinde metin yazarlığı yaptı.

Akyol, 1988’de TRT İzmir Radyosu’nda prodüktör olarak çalışmaya başladı. Şiirleri Dost, Forum, Güney, Meltem, Varlık, Yansıma, Yazko Edebiyat gibi dergilerde yayınlandı.

Eserleri; 1995 Halil Kocagöz Şiir Ödülü, 1996 Yunus Nadi Şiir Ödülü, 1997 Cemal Süreya Şiir Ödülü ve 1997 Altın Portakal Şiir Ödülü gibi çeşitli ödüllere değer görüldü. Sina Akyol, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü seçici kurulunda jürilik, Cumalı-Seferis Gökyüzü Kültür ve Sanat Derneği’nde kurucu başkanlık yaptı.

Sina Akyol’un ‘Ölmek‘ başlıklı ilk şiiri 1967’de Çağrı dergisinde yayımlandı. İlk kitabı Su Tadında adıyla 1972’de yayımlandı. Dördüncü şiir kitabı Ayda Tümör İzler‘nden itibaren kısa şiire yönelen şair, bu dönüşümünü şu şekilde anlatır:

“Benim ilk üç kitabım uzun, çok uzun şiirlerden oluşur… Biraz da o dönemin modasıydı diyeceğim. 70’li yıllarda çok uzun şiirler yazılırdı. Sonrasında dördüncü kitabımda birdenbire şiirlerimin değişmekte olduğunu fark ettim. Ben şiirin çok fazla söz kaldırabilecek bir edebiyat türü olduğuna katiyen inanmıyorum. Arınmış, duru bir şiirden, imgesi yeterince var olan bir şiirden yanayım…” (Kankaytsın 2016).

Deneme yazarlığı da yapmış olan Sina Akyol, 1988’den beri yazdığı düz yazılarını Düz Yazdım, Kâh Sevinçli, Kâh Hüznü Hazin Altmış Üç Mürekkep adlı kitabında toplamıştır. Akyol, “Esas itibarıyla kendim için yazarım. İhtiyaç duyduğum için yazmaktır bu. Dolayısıyla dertleşir, konuşur, işaret ederim. Bir çırpıda yazmam, yazamam. Kalkıp dolanırım. Beni güldürecek bir şeyler yazmayı becermişsem onun tadını çıkarırım. Okur o anda gelir aklıma, onu da güldüreceğimi düşünüp sevinirim… Yazıyı, diyebilirim ki içinde yaşayarak yazıyorum” cümleleriyle düzyazı yazma sürecini anlatmıştır.

52 yıllık edebiyat geçmişi ve 19 eseri ile çağdaş edebiyata önemli ölçüde tanıklık eden ve katkıda bulunan Sina Akyol, yalın bir dil ile yazılmış yoğun anlamlar içeren şiirleri ile edebiyat dünyasında kendine bir yer edinmiştir.

Bernard Kato Ewekia Taomia: Tuvalu is our home and I don’t want to lose it [Climate Generation-25]

Bernard Kato Ewekia Taomia is a 25-year-old youth climate activist from Funafuti, the capital of Tuvalu. Kato made history as the first young Tuvaluan delegate to attend COP26.

I met Kato at the Saving Tuvalu Global Campaign where he is the national leader of this non-governmental organization where we are focused on amplifying the voices and demands of the collective society, and planning sustainable strategies to address Tuvalu’s environmental and humanitarian crisis. Kato is also  active in the Fridays for Future MAPA (Most Affected Places and Areas). 

I would like to tell you very briefly about Tuvalu as I have been working on Tuvalu a lot.

Located in the Pacific Ocean between Hawaii Island and Australia, with its neighboring countries Kiribati, Samoa and Fiji has a surface area of ​​26 square kilometers and a population of 11,000, Tuvalu is the smallest country in the world after the Vatican, Monaco and Nauru. It is one of the first island nations to sink due to the rising seas caused by the climate crisis because its highest point is 4.5 meters.

Atlas Sarrafoğlu: Can you please tell us about your daily life on your island Tuvalu?

Bernard Kato Ewekia Taomia: My daily life in Tuvalu. I would go to work every morning between 8am to 4 pm  Whenever I have free time during work, I work with my climate activist colleagues in Saving  Tuvalu. We are running campaigns and try to build awareness about the effects of the climate crisis on Tuvalu.  After work I go training, Rugby and boxing, prepare dinner for the night and spend time with my family before bed.

How is the climate crisis affecting people’s everyday lives in general in Tuvalu? 

I can see the big difference between when I was a very young boy and now, with the climate that’s been happening in Tuvalu. My island nation was a paradise then and I hardly saw sea water entering my land from underneath. Today, I’m seeing sea water taking a lot of land because of sand erosion and floods of sea water rising everyday which is affecting our plants. Tuvalu’s temperature has risen and this affects the weather  as drought, dry land, and sometimes our health because it’s too hot. We have adapted to drought by having gutters on roofs to collect rainwater. Also farming has become impossible due to rising sea water, leaving our soil barren.
Two of our islands have been affected by Cyclone Pam back in 2015 and our ancestors’ graveyards were on one of the islands, Nui and their bodies have been taken away by the waves. 

How do you and other fellow island habitants feel about migration when your island nation becomes uninhabitable? 

I would be very sad. Taking us away from our country means it will take everything away from us about being a Tuvaluan.  I believe that our generations want their kids to grow up here in Tuvalu, and also learn the culture in our forefathers land. It wouldn’t be the same if I learn fishing in Australia or some foreign country. Our culture, art and soul would be lost forever. 

Then what is the perception of your government regarding the climate crisis?

The government has built some sea walls to reduce the amount of erosion, but we see it’s not enough to really stop the sand erosion since just very small sea walls were built by adding sand to extend land by sucking sand from the ocean to the land. Still the government is looking for a long term solution to survive and maintain Tuvalu as before. We realize there is not much to be done unless the world takes a stance to stop the use of fossil fuels and the heating of our planet.

If you had a microphone to address the world leaders, what would you say to them about the climate crisis? 

I wish I could bring all the leaders that caused climate change to my country, not just to see the climate crisis that has been going on here, but to feel this crisis for themselves, the suffering that my people have to go through every day.  This is our home and I don’t want to lose it, and I do believe also that nobody would want to lose theirs as well. I don’t only seek solidarity but also seek for us to all work together because if we can save low lying countries like Tuvalu, we can save the world. Regardless of our race, skin color, economic status or age, the climate crisis doesn’t have any boundaries and it will affect every single one of us eventually if we don’t act now.

You have been to COP26 in Glasgow and voiced out the crisis you are facing as your island nation. How did Glasgow make you feel? (you can talk about how you felt meeting with the activists and also how you feel about the leaders decisions?) 

COP26 started 26 years ago and it breaks my heart that the climate crisis is still getting worse and worse. So it kinda makes me think that why are there any meetings and plans and pledges like these if the problem that the leaders are trying to solve has not been solved or even improved.  I’m hoping that the leaders can take this situation into deep thought and act on it while there’s still time. 

What is your perception of the future in regards to the climate crisis? How do you envision yourself in 2030? 

To be honest. I really don’t know. I hope that tomorrow can be improved. By the looks of it this matter can be only reduced if the leaders will act now.

(twitter): https://twitter.com/katoewekia
(instagram): https://www.instagram.com/katoewekia/

 

Bernard Kato Ewekia Taomia: Tuvalu bizim evimiz, onu kaybetmek istemiyorum [İklim Kuşağı-25]

Bernard Kato Ewekia Taomia, Tuvalu‘nun başkenti Funafuti‘den 25 yaşında bir genç iklim aktivisti. Kato, COP26′ya katılan ilk genç Tuvalu delegesi olarak tarihe geçti.

Ülkenin yerli halkından olan Kato ile, kolektif toplumun seslerini ve taleplerini yükseltmeye ve Tuvalu’nun çevresel ve insani krizini ele almak için dünyanın farklı noktalarından iklim aktivistleri olarak bir araya geldiğimiz ve sürdürülebilir stratejiler planlamaya odaklandığımız bu sivil toplum kuruluşunun ulusal lideri olduğu Saving Tuvalu Küresel Kampanyası’nda tanıştım. Kato ayrıca Fridays for Future MAPA‘da (En Çok Etkilenen Kişiler ve Bölgeler) da aktif.

Tuvalu üzerine çok çalıştığım için size Tuvalu’dan çok kısaca bahsetmek istiyorum. Hawaii Adası ile Avustralya arasında Pasifik Okyanusu’nda yer alıyor. Komşu ülkeleri Kiribati, Samoa ve Fiji Adaları olan Tuvalu, 26 kilometre karelik bir yüzölçümüne ve 11,000 nüfusa sahip. Tuvalu; dünyada Vatikan, Monako ve Nauru‘dan sonra en küçük ülke. İklim krizi kaynaklı denizlerin yükselmesi sebebiyle ilk batacak bölgelerden biri, çünkü en yüksek noktası 4,5 metre. 

Atlas Sarrafoğlu: Bize doğup büyüdüğün ada Tuvalu’daki günlük yaşantından kısaca bahseder misin?

Bernard Kato Ewekia Taomia: Her sabah 8’den öğleden sonra 4’e kadar işte oluyorum. İş sırasında boş vaktim olduğunda, Saving Tuvalu ekibindeki iklim aktivisti arkadaşlarımla birlikte çalışıyorum. Kampanyalar yürütüyor ve iklim krizinin Tuvalu üzerindeki etkileri hakkında farkındalık oluşturmaya çalışıyoruz. İşten sonra antrenmana, rugby ve boksa gidiyorum, gece için akşam yemeğini ben hazırlıyorum ve yatmadan önce ailemle vakit geçiriyorum. 

İklim krizi, Tuvalu’da genel olarak sizlerin günlük yaşamını nasıl etkiliyor?

Daha çok genç bir çocukken ve şimdi arasındaki  Tuvalu’da yaşanan iklimdeki büyük farkı görebiliyorum. Bir takım adası olan ülkem o zamanlar bir cennetti ve topraklarımıza yükselen deniz suyunun sızdığını pek görmezdik. Bugün deniz suyunun, erozyon sebebiyle çok fazla toprak kaybına sebep olduğunu ve her gün taşarak bitkilerimizi olumsuz etkilediğini görüyorum. Tuvalu’da ısı da yükseliyor ve bu hava durumunu kuraklık, toprak verimsizleşmesi ve bazen çok sıcak olduğu için halk sağlığını etkiliyor. Yağmur suyu toplamak için çatılara oluklar yaptırarak kuraklığa uyum sağladık. Ayrıca yükselen deniz suyu nedeniyle tarım yapmak da imkansız hale geldi ve topraklarımızı çorak bıraktı.

2015 yılında iki farklı küçük adamız Pam kasırgasından etkilendi ve atalarımızın mezarlıkları adalardan biri olan Nui‘deydi ve bedenleri dalgalar tarafından sulara gömüldü.

Ülken yaşanmaz hale geldiğinde, siz ve diğer ada sakinleri olarak genelde göç konusuna nasıl bakıyorsunuz ?

Göç etmek zorunda kalsam, çok üzülürdüm. Bizi ülkemizden uzaklaştırmak, demek Tuvalulu olmaktan uzaklaştırmak demek olur. Nesillerimizin çocuklarını burada Tuvalu’da büyümesini ve atalarımızın topraklarında kültürlerini öğrenmesini istediğine inanıyorum. Avustralya’da veya yabancı bir ülkede balık tutmayı öğrenmek aynı olmazdı. Kültürümüz, sanatımız ve ruhumuz sonsuza kadar yok olacaktır.

Peki hükümetinin ülkende yaşanan iklim krizine karşı yaklaşımı nedir?

Hükümet erozyon miktarını azaltmak için bazı noktalara deniz duvarları inşa etti, ancak kum erozyonunu gerçekten durdurmak için yeterli olmadığını görüyoruz, çünkü okyanustan karaya kum emerek toprağı genişletmek için yeterli büyüklükte olmayan deniz duvarları inşa edilmişti.  Hükümetimiz hala, Tuvalu’yu eskisi gibi yaşatmak ve sürdürmek için uzun vadeli bir çözüm arıyor. Dünya, fosil yakıtların kullanımını ve gezegenimizin ısınmasını durdurmak için bir tavır almadıkça yapılacak pek bir şey olmadığının da farkındayız.

Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylemek isterdin?

Keşke iklim değişikliğine neden olan tüm liderleri ülkeme getirebilsem, sadece burada yaşanan iklim krizini görmeleri için değil, bu krizi kendilerinin birebir hissetmeleri ve halkımın her gün yaşamak zorunda olduğu ıstırabı hissetmeleri için. Burası bizim evimiz ve onu kaybetmek istemiyorum ve kimsenin de kendi evini kaybetmek istemeyeceğine de inanıyorum. Sadece dayanışma değil, aynı zamanda hepimizin birlikte çalışmasını da istiyorum çünkü Tuvalu gibi düşük seviyeli ülkeleri kurtarabilirsek, dünyayı da kurtarabiliriz. Irkımız, ten rengimiz, ekonomik durumumuz veya yaşımız ne olursa olsun, iklim krizinin sınırları yok ve şimdi harekete geçmezsek eninde sonunda her birimizi etkileyecek.

Glasgow’daki COP26’ya katıldın ve ada ülkeni temsilen karşı karşıya olduğunuz krizi dile getirdin. Glasgow sana ne hissettirdi? 

COP26, 26 yıl önce başlamış ama iklim krizinin hala giderek daha da kötüleşiyor olması kalbimi kırıcı. Bu yüzden, liderlerin çözmeye çalıştığı sorun çözülmedi ise, hatta düzelmediyse neden bu tür toplantılar, planlar ve taahhütler var diye düşündürüyor. Liderlerin bu durumu derinlemesine düşünüp, hala zaman varken üzerinde hareket etmelerini umuyorum.

Instagram:  https://www.instagram.com/katoewekia/
Twitter: https://twitter.com/katoewekia

En geri dönüştürülebilir olanın ‘dönüşememe’ hikayesi

Gelin geri dönüşüm ekonomisinin nasıl bir aldatmaca ve dezenformasyon üzerine kurulu olduğunu konuşalım. Hemen herkes bilir ki plastiklerin içerisinde en ‘geri dönüştürülebilir’ olarak nitelenen plastik türü PET şişelerdir. Ne zaman bir geri dönüşüm temalı reklam ile karşılaşsak ana tema hep suda yüzen PET şişe olur. Büyük bir kot markası çevreci olduğunu PET şişe fotosu ve videosu üzerinden anlatır. Depozito iade sistemi kurulduğunda ana hedef “PET şişelerin geri dönüşüm ekonomisine kazandırılması” olarak belirlenir. Çöp dersin “haho” der, geri dönüşüm der, allem eder kellem eder PET şişeyi gözümüze altından kıymetli malzeme olarak sokarlar.

Oysa yeni yayınlanan bir rapor bu dezenformasyon ekonomisinin de gerçekte ne anlama geldiğini ortaya koyuyor dersek yeridir. Avrupa Sıfır Atık girişiminin (Zero Waste Europe) yayınladığı raporda, uzun süredir plastik endüstrinin PET şişelerin döngüselliğe en uygun ürün olduğu üzerinden gerçekleştirdiği yeşil yıkamaya nasıl maruz kaldığımıza detaylıca yer verilmiş.

Bu köşede uzun zaman önce geri dönüştürülmüş PET şişe plastiğinin özellikle tekstil sektöründe ham madde olarak kullanılmasının ne derece riskli olabileceğini gerek ham madde bağımlılığını arttırması gerekse de mikrofiber kirliliğini katlaması açısından değerlendirmiştik. ZWE tarafından yayınlanan rapor ile birlikte okuduğumuzda da bu durumun ne düzeyde bir kandırmacaya evirildiğini de daha iyi anlamış oluyoruz.

PET şişeler sahteciliğe en uygun malzeme

Raporun en çarpıcı noktası piyasadaki PET şişeler içerisinde geri dönüştürülmüş ham madde kullanımının sadece %17 olduğunun belirlenmiş olması. Yani “çevreci”, “döngüsel” vs etiketlerle piyasaya sürülen PET şişelerde geri dönüştürülmüş ham madde oranı oldukça düşük. Peki neden? Çünkü geri dönüştürülmüş plastiğin dâhil edildiği ambalajlar, yine aynı endüstrinin parlatarak yerleşik hale getirdiği pazarlama stratejisine uygun değil. Çünkü geri dönüşümden elde edilen ham maddeyi eklediğinizde artık o şişe eskisi kadar şeffaf ve parlak olmuyor. Bu da dolayısıyla pazarlama açısından sıkıntılı bir durum.

Sadece o da değil! Geri dönüştürülmüş ham madde ile öyle sağlam yeni şişeler üretmeniz neredeyse imkânsız. Dolayısıyla içerisine mutlaka sıfır ham madde eklemek zorundasınız. Peki, kandırmaca bunun neresinde? Bu PET şişelerin üreticileri %17 oranında geri dönüşüm malzeme içeren şişeler için bile %50 içeriyor gibi bir oran iddia etmeleri. Ortada bir denetim ya da yaptırım olmadığı için de bu alan sahteciliğe en uygun alan olmuş oluyor. Peki, toplanan bu şişelere ne oluyor?  Onlar da geri dönüşümü zor olan ve yakma, çöplüğe gömülme ya da başka ülkelere ihraç edilme gibi kadere sahip olan daha düşük kalite ve kötü uygulama örnekleri olan ambalaj öğelerine dönüştürülüyor. Yani Döngüsellik adı altında pazarlanan PET şişeler gerçekte hiç de döngüsel değil!

Aslında PET şişelerin döngüsel olmasının yegâne yolu onların tekrar kullanılabilir şekilde tasarlanmasıdır. Aksi takdirde geri dönüşüme dâhil edilse bile nihayetinde ortaya çıkan ürün çöplükten hallice olacağı için geri dönüşüm döngüsellik ile birlikte anılamaz. Dolayısıyla sürekli tekrar ettiğimiz gibi plastik krizine çözüm için geri dönüşümün ötesine geçmemiz gerektiğini tekrar etmekte fayda var.

Peki, bu gerçekliğe rağmen endüstrini yaptığı neydi? Onlarca yıllık kandırmaca ve yeşil yıkama! Çözüm geri dönüşümde olsaydı ya da bu sürekli bozulan polimerler gerçekten de çok kıymetli bir değer olsaydı o zaman devasa kullanıcılar (Coca Cola, PepsiCo, Procter & Gamble, Nestlé, Unilever) bu plastikler için bir sistem inşa eder ve bu “kıymetli” malzemeyi kimseye kaptırmazlardı. Emin olun böyle yaparlardı. Ancak bunu yapmak yerine çeşitli aparatları (STK, isminde çevre olan basın yayın kuruluşları ya da organizasyonlar, yerel yönetimler ya da merkezi otoritelerin taşra teşkilatları) da kullanarak herkesi kandırmayı ve yanıltmayı tercih etmiş ve bizi plastik çöp sorunuyla, mikroplastikle ve hormon bozan ve kanser eden kimyasallarla baş başa bırakmışlardır. Çünkü böylesi daha karlı!

Unutmayalım plastik ne döngüsel ne de sıradan bir malzeme! Plastik, çoğunluğu zehirli olan kimyasalların bir karışımından başka bir şey değil! Dolayısıyla plastik kirliliğini durdurmanın tek gerçek yolu, plastik musluğunu kapatmaktan geçmektedir. Bu musluk da ne geri dönüşümle ne de plastik çöplere odaklanmış çözüm önerileriyle kapatılabilir! Musluk ancak plastiği destekleyen yatırım ve planlamaların rafa kaldırılmasıyla ancak kapatılabilir.

Ormancılıkta 150 yıllık gerileme: Devlet ormancılığından mültezim ormancılığına U dönüşü-1

Tarihi bilmek bugünü sağlıklı değerlendirebilmek açısından önemlidir. Geçmişte denenenleri, yapılan yanlışları ve doğruları biliyorsanız bugün aynı hatalara tekrar tekrar düşmezsiniz. Tarih, adeta pek çok deney sonucunun birikmiş olduğu çok değerli bir kütüphane ya da arşiv gibidir.

Ormancılık Türkiye’de üç günlük geçmişi olan bir uğraşı değil. 200 yıla yakın bir tarihsel birikim var ormancılığımızın dününde. Bu birikimin içerisine girip geçmişte yapılanları ve sonuçlarını öğrenmek, bugün karar alma süreçlerinde rolü olduğunu düşünen her aktörün öncelikli görevi.

Ormancılık tarihi konusunda hem araştırmalar yapan hem de lisans düzeyinde ders veren bir akademisyen olarak bugünün politika belirleyicilerinin geçmişte yapılan hatalardan hiç ders alamamış olduklarını görmekten büyük üzüntü duyuyorum. Bu üzüntümü ve nedenlerini kısaca aktarmaya çalışacağım. Fakat konu o kadar kapsamlı ki, ne kadar özetlersem özetleyeyim bir köşe yazısının ideal hacmini çok aşacak. Bu yüzden, yazılarımı okuyanların alışık olduğu üzere iki bölüme ayıracağım anlatacaklarımı.

Cibal-i mubahadan mültezim ormancılığına

Osmanlı İmparatorluğu’nda 1870 yılına kadar, yalnızca tersane ve tophane gibi kurumlar ile sarayın odun ihtiyacının sağlandığı ormanlar ve devlet erkânının avlandığı ormanlık alanlar korunmuş, bunun dışındaki devlet ormanları cibal-i mubaha[1] sayılmış, bu ormanlardan serbestçe yararlanılmıştır.

Osmanlı’nın Batı karşısında hemen her açıdan geride kalması yenilik arayışlarını ortaya çıkarmış, Tanzimat Fermanı’ndan itibaren yabancı uzmanlar ülkeye çağrılarak onların görüşleri alınmaya başlanmıştır. Ormancılık alanında da, özellikle Fransa’dan gelen uzmanların kapsamlı çalışmaları dikkat çekmektedir. Örneğin, bugün benim de görev yaptığım ve yalnızca ormancılık alanında değil hemen tüm alanlarda ülkenin en köklü eğitim ve araştırma kurumlarından biri olan İÜ-C Orman Fakültesinin temeli olan ilk orman okulu, 1857 yılında Fransız uzman Lois Tassy tarafından kurulmuştur.

İlk Orman Okulu’nda görev yapan Fransız orman uzmanları.

1870 yılında ulusal ormancılık tarihimizin ormancılığa mahsus ilk yasal düzenlemesi olan Orman Nizamnamesi yürürlüğe girmiştir. O zamana kadar cibal-i mubaha sayılan devlet ormanlarından serbest yararlanma dönemi sona erdirilmiş, orman içinde ve civarında yaşayan köy ve kasaba halkına bazı yararlanma hakları tanınmış ve orman işletmeciliğinin kiralama yoluyla mültezimler tarafından yapılması benimsenmiştir. Mültezimler, yani devletle imzaladığı sözleşmeye dayanarak ormandan yararlanma haklarına sahip olan işletmeler, ormanlardan en yüksek kârı elde etmek üzere ekosistemin dengelerini ve sürdürülebilirliğini gözetmeden işletmecilik yapmış, üretim, nakliye, depolama ve pazarlama olanaklarının en yüksek olduğu en verimli orman alanlarındaki en çok ürün verecek ağaçları keserek yüksek kârlar elde etmiştir. Bu işletmelerin çoğu yabancı işletmelerdir, çünkü ülkede böylesine büyük işleri yürütebilecek nitelikte bilgi ve sermaye birikimi olan yerli işletmeler bulunmamaktadır. Bu işletmecilik şekli ulaşılabilir yerlerdeki ormanları bütünüyle tahrip etmiş, bütün ülkede orman olarak yalnızca erişilmesi ve üretim yapılıp pazarlanması çok zor olan yüksek ve eğimli arazilerdeki alanlar kalmıştır.

 Mültezim ormancılığından devlet ormancılığına

Cumhuriyet’in ilk yıllarında ormancılık konusunda bazı adımlar atılmaya çalışılmış olsa da köklü değişiklikler yapılamamış ve hem Orman Nizamnamesi hem de mültezim ormancılığı yürürlükte kalmıştır. Bu dönemde farklılaşan, olsa olsa, orman işletmeciliğine eskisine göre daha fazla yerli işletmenin el atmış olmasıdır. Ne yazık ki onların da ormanları sömürmek konusunda yabancı şirketlerden geri kaldıklarına dair bir işaret göremiyoruz.

Özel sektör işletmeciliğini önde tutan ekonomi anlayışı 1929 ekonomik buhranı ile kökünden sarsılınca, devletçi ekonomiye doğru dönen rota ormancılığı da etkilemiştir. Tabii mültezim ormancılığının yarattığı tahribatın etkileri de iyice hissedilir hale gelmiştir. Muhtemelen, 1926-1937 yılları arasında üç kez ülkemize gelip toplam altı buçuk yıl görev yapan Prof. Robert Bernhard’ın Atatürk’e yazdığı mektup da mültezim ormancılığından vazgeçilmesinde çok etkili olmuştur.  Gelin bu mektuptan alıntıladığım aşağıdaki satırlara birlikte göz atalım:

“Türkiye’nin hemen her tarafında ormanların müteahhitler tarafından işletilmesi için imtiyazlar verilmiştir. Bu türlü işletmelerin orman için olan kötü sonuçlarını en iyi bir şekilde Bozüyük ormanlarında görmek olanaklıdır. Buradaki durum kısaca “orman tahribi” sözcükleriyle ifade edilebilir. Yerli Türk şirketleri bu şekilde hareket ederlerse, Türk ormanlarının korunması konusunda yabancı şirketlerden ne beklenebilir? Zira bunlar için tek amaç orman işletmesinden olabildiğince fazla para kazanmak ve bu amaçla ormanda var olan ve kıymetlendirilmesi olanaklı olan odunu, hemen ve en kısa sürede hızara indirmekten ibarettir. Hiç kimse, hatta bir kısım Türk ormancıları bile düşünmüyorlar ki, bazı yaşlı ağaçların daima ormanda kalması gerekir. Eğer ormanların korunması ve ekonomik olarak yaşaması isteniyorsa bu takdirde mukaveleli şirketlerin yaptıkları gibi, ormandan değerlendirilmesi olanaklı olan bütün ağaç varlığının kısa bir zamanda ve bir defada çıkarılmasına izin vermemek gerekmektedir. Durum, başka yönden değerlendirildiğinde, ormanın odun üreten bir fabrika olmadığı görülür.”

1937 yılı hem ülke tarihi açısından hem de ormancılık tarihi açısından çok önemli bir yıl olarak kayıtlara geçer. 5 Şubat 1937 tarihinde TBMM’de kabul edilen ve 13 Şubat 1937 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 3115 Sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun (Anayasa) Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun ile Anayasa’nın 2’nci maddesi değiştirilmiş ve Atatürk İlkeleri olarak bilinen altı ilke Anayasa’ya girmiştir. Bu ilkelerden biri de devletçilik ilkesidir. Meclis’te kabul edilen bu kanundan sonra görüşmeleri yapılıp kabul edilen bir sonraki kanun ise, kaderin cilvesine bakın ki Türkiye tarihinin ilk Orman Yasasıdır. Bu yasa, yani 3116 Sayılı Orman Yasası 8 Şubat 1937 tarihinde TBMM’de kabul edilmiş ve 18 Şubat 1937 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Bu yasanın 31 ve 32’inci maddeleri şu şekildedir:

“Madde 31: Devlet ormanları, Devlet tarafından işletilir.
Madde 32: Orman işleri ve her türlü işletmeler Ziraat Vekâletine bağlı hükmî şahsiyeti haiz ve mülhak bütçe ile idare olunan Orman Umum Müdürlüğü tarafından yapılır. Bu müdürlüğün teşkilâtı ve vazifelerini ifa tarzı ayrı bir kanun ile tesbit olunur.”

Yasanın 32’inci maddesinde sözü edilen umum müdürlüğü (genel müdürlük) de aynı yıl çıkarılan 3204 sayılı yasa ile kurulmuş ve yine 1937 yılında ilki Karabük, ikincisi Bahçeköy (Büyükdere)’de kurulan devlet orman işletmeleri ile ülkemizde fiilen devlet ormancılığı başlamıştır. Hem 3116 Sayılı Orman Yasası hem de bu yasa doğrultusunda kurulan devlet orman işletmeleri Türkiye ormancılığı açısından devrimsel bir dönüşüme işaret eder. Belki de, tarih kitaplarında pek yazmasa da, Cumhuriyet devrimlerinin sonuncusu bu yolla gerçekleştirilen ormancılık devrimidir.[2]

Türkiye’de bugün hâlâ orman varsa, dahası 1937 yılına kadar süren yoğun ormansızlaşma ve orman bozulması durdurulup tersine çevrilebilmişse, bu açık bir şekilde ormancılık devriminin sonucudur. Devrimi takip eden yıllar kolay geçememiştir doğal olarak. Devlet ormancılığıyla birlikte ormanlardan parasız yararlanma da bütünüyle kaldırılmıştır. Ormanları korumak ve geleceğe taşımak için alınmak zorunda olan bu önlemler özellikle ormanla sıkı ilişki içerisindeki kırsal kesimde derin hoşnutsuzluklara yol açmıştır. Bu hoşnutsuzluklar 1946 yılında başlayan çok partili demokrasi serüveninde oy tuzağı olarak sömürülmüştür de. Hatta karşı devrim sayılabilecek bazı adımlar da atılmıştır.  Ancak 1980’li yıllara kadar devlet ormancılığına ve kalan sınırlı miktardaki ormanı koruyup alan ve kalite olarak geliştirmeye dayalı süreç, çeşitli tökezleme ve kesintilere rağmen ana hattını korumayı başarmıştır.

1980’li yıllarda yavaş yavaş başlayıp 2000’li yıllarda zirveye ulaşan tersine süreç ise hakkında kitaplar yazmayı gerektirecek kadar kapsamlı ve derin. Bu kitaplar kısım kısım yazılıyor da. Ama dilerseniz özetini olsun aktarmayı bu yazının bir sonraki bölümüne bırakalım. Bakalım karşı ormancılık devrimi nasıl işliyormuş.

*

[1] Mübah dağlar, serbest dağlar, sahipsiz topraklar
[2] KTÜ Orman Fakültesinde görev yapan değerli hocamız Prof. Dr. Cantürk Gümüş özellikle 3116 sayılı yasayı Türk Orman Devrimi şeklinde adlandırmayı tercih etmektedir. Bu adlandırmanın kullanıldığı kitaba ulaşmak için tıklayın.