Mevcut siyasi atmosferde “istenmeyen hayatların” görmezden gelindiği bir eğilim var. Çocukluğumda yayınlanmış dizi ve filmleri izlediğim zaman gördüğüm sahnelere şaşırıyorum: İçki içilmesi, farklı hayatlar, farklı insanlar, farklı dertler. Ekranlarda Huysuz Virjin ve Azize vardı. Hatta yalnızca eğlence olarak değil, haber olarak karalama için dahi olsa gazetelerde translar yer alırdı. Şimdi ise yalnızca muhalifliği ile ön plana çıkan lubunyaların ve LGBTİ+ hareketine karşı itibar suikasti adına yanlı gazetelerde haberler görüyoruz, bunlarda da bizim hayatlarımıza dair hiç bir veri yok, yalnızca bir korkuluk olarak hedef gösteriliyoruz.
Görünür bir trans kadın olarak endişelerim olmasının en büyük sebebi, ne noktada arı kovanına çomak sokacağım korkusu.
Görünürlüğümüzün böylesine bir kuşatma altında silinmeye ve sansürlenmeye çalışıldığı günümüzde herhangi bir mecrada sesimizi duyurmak, derdimizi anlatmak inanılmaz kıymetli. Velakin ne kadar çok kendimizi, kimliğimizle ortaya çıkarırsak o kadar da hedef olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Her kadın düşmanı, diğerlerinin davranışlarından mesul!
Sosyal medyada aktif olmaya, her alanda trans sesleri duyurmaya çabalıyorum. Bu süreç içerisinde maruz kaldığım söylemler zorbaca beni ve benim gibi kadınları susturmak adına arttı. Ya da artmadı da işte… ben öne çıktım.
Hak mücadelesi alanında dezavantajlı bir kimliğin öznesi olarak mücadele vermek kendi üstüne bir hedef tahtası çizmek gibi. Bırakın Türkiye’de olan translarla alakalı konuları, bana İngiltere’de ya da Birleşik Devletler’de olan olayların hesabı soruluyor. Oysa, her cis, yani natrans kadın, nasıl ki diğer tüm kadınlardan mesul değilse ben de bir trans kadın olarak her trans kadından mesul değilim.
Velakin, bence her kadın düşmanı diğer kadın düşmanlarının davranışlarından mesuldür.
Çünkü kadın düşmanlığı ya da mesela transfobi, transmizojini bunlar bir kimlik değildir. Bunlar bir fikirdir, bir görüştür. Nafaka hakkına karşı çıktığın zaman burada bir kimlik değildir, bu bir eylemdir ve nafakanın kaldırılmasına karşı, aynı fikirde olduğunuz insanlarla kadınların uğrayacağı zarardan mesulsünüzdür. Fikir ortaklığında aynı şeyi, aynı yerden savunduğunuz insanlarla berabersiniz demektir bu.
‘Timsah gözyaşları’ndan fazlası gerek
Bugün sosyal medyada zorbalayıp feminist dayanışma mekanizmalarından uzaklaştırmak istedikleri trans kadınlar, sonra kendi canlarına kıydıklarında “vah vah” diye timsah gözyaşı dökerek hatırlıyorlar. Günümüzde Twitter üzerinden bir çok mağdur sesini duyurabiliyor, ancak sosyal medya üzerinden sürekli trans kadınların söylemlerine saldırarak, onları çarpıtarak ulaşabilecekleri destekten onları mahrum bırakmak da transfobik bir şiddettir.
Yine İngiltere’de olan trans düşmanı tutumlar içerisinde, sık görülen bir trend olarak, trans olmanın kendisi, kadın düşmanı olarak konumlandırılmakta. Böylelikle bu bir kimliktense, “ideolojik” olarak mizojin bir birliktelik olarak ele alınacak ve insan hakları konusunda değerlendirilmeyecektir.
Trans olmak bir kimlik tecrübesidir ve bu tecrübeyi yaşayan herkes eşit haklara sahip olmalıdır. Geçen haftaki yazılarda da bahsettiğim gibi, beden mahremiyeti başta olmak üzere önemli haklarımız çiğnenmektedir. Transların eşit haklara ulaşmasını istemek bir yaşam ve adalet mücadelesidir.
Bunların ışığında, görünür ve söz üreten bir trans kadın olarak bir “günah keçisi”, trans bireylerin her dediği ve söylediğinin hesabının sorulabileceği nihai kişi olmak gibi bir durum söz konusu. Yıllar içerisinde aktivist çevrelerde benim söylediklerimi söyleyen, yaşadıklarımı yaşayan ve anlatan bir çok trans kadın oldu, velakin zamanla hepsinin yorulup kendilerini güvende hissettikleri alanlara çekildiğini de gözlemleyebiliyoruz.
Bir yanda görünürlüğümüz sansürlenirken diğer yanda da açtığımız her alandan yeniden dışlanmamız isteniyor. Dayanışmanın önemi işte tam da burada saklı: Etrafınızdaki trans sesleri yükseltmek, haksızlıklara karşı konuşmak gerek.
Bizler translar olarak sadece görünür olmak için bile savaş veriyor, sert kabuklar oluşturup gerek sosyal medyada gerek hak mücadelesi alanında zorbalığa göğüs geriyoruz. Natrans dostlarımız bir kez daha soruyorum, neden susuyorsunuz?
Arjantin denilince dünyanın birçok yerinde yaşayan futbolseverlerin aklına efsane futbolcu Diego Maradona ve onun 1986 Dünya Kupası finalinde İngiltere’ye eli ile attığı gol gelir. Daha sonraları attığı bu gol için “Tanrı’nın Eli” idi diyen Maradona’nın, aynı maçta orta sahadan topu alıp dört İngiliz oyuncuyu çalımlayarak attığı gol ise “Asrın Golü” olarak tarif edilir.
Müzik ve dans severler için ise Arjantin, tango denilince ilk akla gelen ülkedir. Ekonomiyi yakından takip edenler de bu ülkeyi yüksek enflasyon şampiyonu olarak hatırlar. Ekonomik istikrarsızlık konusunda Türkiye’yi epeyi geride bırakan Arjantin’in siyasi geçmişi de askeri darbelerle doludur ve bu konularda iki ülkenin benzerlik gösterdiği söylenebilir.
1996 yılında çevrilen Evita filminde, Arjantin tarihindeki önemli bir dönem, tarihi gerçeklerden kısmen saparak, müzikal bir formatta dramatize edilmiş olsa da bir çoğumuzun gözünde Peron dönemi ve Madonna’nın canlandırdığı Eva Peron figürü, filmdeki anlatımla hafızalarımızda yer etmiştir.
Arjantin burjuvazisine rağmen…
Müzikalin esin kaynağı olan Eva Duarte Peron, Arjantin’li siyasetçi ve eski devlet başkanı Juan Peron’un ikinci karısı idi. Fakir bir ailenin kızı olarak taşrada dünyaya gelen Eva Duarte, neredeyse çocuk denecek yaşta iken başkent Buenos Aires’e göçmüş ve kısa sürede basamakları tırmanarak sunucu, radyo sanatçısı ve aktris olarak ün yapmıştı.
Arjantin’de seçilmiş yönetimi devirerek başa geçen askeri cuntanın üyelerinden biri olan General Juan Peron, hükümette çalışma bakanı ve başkan yardımcısı olarak görev almıştı ve ülkeyi yasa boğan 1944 San Juan depreminden sonraki çabaları ile halkın gözünde popülaritesi gittikçe artan bir kişilikti. Depremde ölenler yararına düzenlediği bir etkinlikte Eva Duarte ile tanışmışlar ve bir yıl sonra da evlenmişlerdi.
1946 yılında Juan Peron başkan seçilince eşi Eva da First Lady olmuştu. İşçi hakları konusunda konuşmaları ile dikkati çeken Eva Peron, kendi ismi ile hayırsever faaliyetler gösteren bir vakıf kurmuş ve Arjantin’de kadınların oy kullanma hakkı için mücadele etmişti. Kendisi de alt tabakadan geldiği için çalışan kesimle arası hep çok iyi olmuştu ama Arjantin burjuvazisi onu kibirli, Makyavelist ve basit buluyordu.
Ulusun Ruhani Lideri: Evita
“Peronizm”, ne sağ ne de sol olarak tanımlanabilecek popülist bir hareketti. Siyaset bilimcilerinin bir kısmı, bu akımı “İtalyan faşizminin Latin Amerikan versiyonu” olarak tanımlayacaklardı. Peronist Kadın Partisi’ni de kuran First Lady, halkın sevgisini kazanarak “Evita” lakabını almıştı. 33 yaşında iken kanserden vefat eden Evita’ya ölümünden kısa bir süre önce kongre tarafından “Ulusun Ruhani Lideri” ünvanı verilmiş ve cenazesi Devlet Töreni ile kaldırılmıştı.
1976 yılında Tim Rice adında İngiliz bir kompozitör BBC‘de Eva Peron’un hayatını konu alan bir programı dinleyince, Arjantin halkı tarafından çok sevilen, ülkenin popüler kültürünün önemli bir figürü olan, uluslararası şöhrete sahip bu kadın hakkında bir müzikal yazmaya karar verdi. Müziklerini Andrew Lloyd Webber’in yazdığı “Evita”, bir rock operasının konsept albümü olarak yayınlandı. Operada “Evita” rolü için seçilen Julie Covington, First Lady’nin Başkanlık Sarayı’nın balkonundan halka yaptığı ve kendisi için yas tutulmamasını istediği son konuşmasının anlatıldığı “Don’t Cry For Me Argentina” şarkısını single olarak yayınladı ve plak 1 milyon satarak İngiltere listelerinde 1 numaraya yükselmeyi başardı.
Albüm yayınlandığı andan itibaren oyun yazarı Webber, bir Nazi sempatizanını idolleştirdiği için eleştirildi. Ancak 2.Dünya Savaşı‘ndan sonra Juan Peron’un Nazi subaylarının Arjantin üzerinden Paraguay’a kaçmalarına yardım ettiği doğru olsa bile, gerek kendisinin gerek Eva Peron’un Nazi sempatizanı olduğuna dair somut deliller yoktu. Peron döneminde Arjantin çok sayıda Musevi göçmeni de kabul etmişti ve 1949 yılında kurulan İsrail Devleti ile ilk ilişki kuran Güney Amerika ülkesi Arjantin olmuştu.
Fakat Juan Peron’un Nazilerle geçmişi ile ilgili tartışmalardan etkilenen Julie Covington, operada Evita rolünü oynamaktan vazgeçti. Tim Rice bir söyleşide: ”Biraz da abartarak söylüyorum ama Julie operayı işçi haklarını sömüren faşist bir komplo olarak tanımladı ve giderek oyundan uzaklaştı.” demişti. Julie Covington yerine “Evita “ rolünü 1978 yılında Elaine Page oynadı.
‘Che’ anlatıyor
Evita müzikali, asıl uluslararası başarısına 1996 yılında Alan Parker tarafından sinemaya uyarlanınca ulaştı. Parker, ”Evita” rolü için Michelle Pfeiffer’ı seçmişti ancak aktris ikinci çocuğuna hamile kalınca prodüksiyonu terk etmek zorunda kaldı. Parker, Glenn Close ve Meryl Streep gibi önemli aktrisleri bu rol için düşünürken Madonna yönetmene, “Evita”rolü için kendisinin uygun olduğunu anlatan dört sayfalık bir mektup yazarak onu ikna etti.
Filmde anlatıcı “Che” rolünü Antonio Banderas oynamıştı. Müzikalin sahneye uygulanan birçok versiyonunda “Che” karakteri, Ernesto Che Guevara ile özdeşleştirilirken filmde bu karakter sadece anlatıcı olarak pek çok karede rol aldı.
Gerçekte Eva Peron, kendisi de Arjantinli olan Ernesto Che Guevara ile hiç karşılaşmamıştı ancak eşi Juan Peron ile Che Guevara arasında, sürgünde olduğu 60’lı yıllarda dostane bir ilişki kurulmuştu. Che Guevara’nın Marksist Leninist siyasi kişiliği konusunda bir şüphe olmadığına göre, Juan Peron’u bir diktatör olarak gören birçok siyaset tarihçisinin aksine Guevara’nın, Peronizmi sola daha yakın gördüğü düşünülebilir
Madonna’nın filmdeki yorumu çok başarılı oldu ve İngiltere listelerinde 3’üncü sıraya, Amerika listelerinde ise 8’inci sıraya kadar yükseldi. Fransa’da ise bir ay boyunca liste başında kaldı.
“Evita” “Benim için ağlama Arjantin” diyerek ardından yas tutulmamasını istemişti, ancak sevenleri camdan şeffaf bir kapağı olan tabutundaki naaşını, kilometrelerce kuyruklar oluşturarak 16 gün boyunca ziyaret etti. Arjantin’in ilk kadın başkanı olan Cristina Fernandez de Kirchner kendi jenerasyonun kadınlarının Eva Peron’a “tutkusu ve mücadeleciliği” için çok şey borçlu olduğunu söylemiştir.
Kaynakça
O’Higgins S., The Untold Story Behind the Song “Don’t Cry For Me Argentina”, 20.03.2018
Queenan J., The Origin of Don’t Cry For Me Argentina, 07.09.2007
Beviglia J., “Don’t Cry For Me Argentina” American Songwriter, 2017
Songfacts, “Don’t Cry For Me Argentina”
Wikipedia, Eva Peron, Juan Peron, Evita, Don’t Cry For Me Argentina.
Yeşil Gazete’de hafta içinde çıkan bir haberde şunlar söyleniyordu: “Dünya Bankası’na göre, 1 milyardan fazla kişi, iklim krizine bağlantılı nedenlerden dolayı yaşadıkları yerlerden ayrılma tehdidiyle karşı karşıya. (…) Kolombiya Üniversitesi ve New York Şehir Üniversitesi araştırmacıları, iklim krizinin şehirleşmeyi nasıl etkileyeceğini inceledi. (…) ‘İklim kriziyle göçe zorlanan yüz milyonlarca insanın kurtarıcısı kentler olabilir’ dedi.”
Bu iletideki gerçekliği görmemek ya da bu tür öngörülerin ne kadar gerçekçi olduğunu anlamamak nerdeyse olanaksız. Artık dünya nüfusunun yarıdan fazlası kentlerde yaşıyor ve bu oran giderek artıyor. İklim krizinin bütün gezegeni etkilemekte olduğunu bildiğimiz gibi, özellikle çok büyük kentlerde krizin etkilerinin daha yoğun olması olasılığı da bugünden, hatta on yıllar öncesinden net bir biçimde görülmüştü. Bu nedenle dünyada iklim krizine karşı kent yönetimlerinin ne yapacağı, nasıl yapabileceği, kentler arası dayanışma mekanizmalarının nasıl çalışacağı vb. üzerinde epey bir birikim ve örgütlenme oluştu.
Türkiye’nin, Akdeniz Havzası’ndaki bir ülke olarak, iklim krizinden güçlü bir biçimde etkileneceğini, etkilenmeye başladığını biliyoruz. Türkiye’deki büyük kentler hatta metropollerdeki bazı ilçe belediyeleri, iklim değişikliğine karşı eylem planları hazırlamaya başladılar, onlarca İklim Değişikliği Eylem Planı (İDEP) belgesi hazırlandı, yayımlandı. Böyle baktığımızda, Türkiye büyük kent yönetimlerinin iklim değişikliğine karşı hazır olmak bakımından oldukça avantajlı/ donanımlı hale gelmeye başladığı gibi bir izlenim de doğmuyor değil. Bu çok iyi bir şey. Bunu hem övgüyle karşılamak hem de belediyelere bu doğrultudaki çalışmaları için nasıl yardımcı/ destek olabileceğimizi aramak konumundayız.
Vatandaşın katılımı olmadan ‘katılımcı’ olmak
Kentlerde yaşamakta olan yurttaşlar olarak, biz hemşehrilerin yapabileceği ilk iş, yaşadığımız yerin belediyesinin (belki hem büyük kent hem de ilçe belediyelerinin) hazırlamış ve yayınlamış olduğu İDEP’lere bakmak, incelemek, varsa eleştiriler ve bunlar üzerinden açılabilecek tartışmalarla birlikte İDEP’in bir parçası, uygulayan öznelerden bir bölümü/ bireyi olmak için çaba göstermek olabilir.
Daha ilk gazete yazısından başlayarak, kentlerdeki İDEP’lere karşı eleştirel bir konum almak pek doğru olmasa da, “İDEP’lerle neden yayınlandıktan sonra tanışmış olduğumuzu” sormak kaçınılmaz gibi… Eylem planlarını anlamaya çalışırken, baştan dışarıda bırakılmış bir pozisyon zorlayıcı olabiliyor. Oysa İDEP’lerini hazırlamış ve yayınlamış olan belediyelerin, kent yönetimine/ yerel demokrasilerin önemine dair söylediklerine baktığımızda “katılımcı belediye” olmak istediklerini de görüyoruz.
Şimdilik şöyle kabul edelim: Katılımcı belediyeler, kentlerinin toplumlarına/ hemşerilerine danışmadan/ sormadan birer İDEP hazırlamışlar ve yayınlamışlar. Ama katılımı arzuluyorlar. Hatta örneğin, İstanbul İDEP’ini okuduğunuzda, yönetimin katılıma ne kadar önem verdiğini ve katılımcılığı sağlamak bakımından ne kadar çok düşünce geliştirmiş olduğunu da görüyorsunuz.
Öncelikle şunu görmek gerekiyor: Nüfusu milyonları, bazı durumlarda onlarca milyonu bulan bir kent yönetiminin katılımcı bir demokrasiyle, hızla/ etkin bir uygulamaya yönelecek bir İDEP hazırlaması hiç kolay bir iş değil. İkinci olarak, nerdeyse her belediye, bunu kendi coğrafyası, kendi kentli toplumu ve toplumsal kültürü için, keşfetmek/ bulmak durumunda. Hazır bir şablon-çözüm yok. Herhangi bir düzeyde/ kapsamda ve ölçekteki katılımcı yerel demokratik işleyiş, çok emek ve kaynak gerektirebilecek, özgün çabalar gerektiriyor. Bu nedenle İDEP eleştirilerinde ölçüsüz davranmak, acımasız eleştiriler geleceği birlikte kurmak arayışı bakımından yapıcı bir başlangıç olmayabilir.
Yeşil Gazete haberinin en ilgi çekici bölümlerinden biri, önümüzdeki çeyrek yüzyıl içinde (ya da biraz daha uzun bir sürede) bir milyar insanın göç edeceği/ yer değiştirmek zorunda kalacağı ve bunun da çok büyük bir bölümünün kentlere doğru olacağıyla ilgiliydi.
Göçün getirdikleri
Aynı önerme Türkiye için de doğru. Türkiye zaten yaklaşık 80-70 yıldır, kentlere doğru büyük bir göç hareketi yaşıyor. Kentlere doğru olan göç (buna iç göç diyelim) büyüklük, hız ve nitelik olarak değişimler gösterse de halen sürüyor. Büyük kentler, göç almaya/ göçlerle demografik olarak büyümeye devam ediyor. Suriye Savaşı’ndan beri, ancak ondan çok daha önce başlamış ve giderek yoğunlaşmış olan bir de dış göç var. Türkiye, doğusundan, Ortadoğu’dan ve Afrika’dan göç alan bir ülke. Bu göçlerin önemli bir bölümü de kentlerle/ büyük kentlerle ilgili (çok gözde olan “Afgan Çobanlar” haberleri, göç demografisi bakımından “marjinal” sayılabilir).
Ancak sorun şu ki, büyük kentler, kendi demografik durumları ve yapıları, aldıkları göçün (iç ve dış) nitelikleri ve demografik gelecekleri ile hiç ilgilenmiyorlar. Her tür planın öncesindeki bir aşamada nüfus projeksiyonu yapıyorlar, ama bunu oldukça sıradan ve geleceğin yaratıcı bir biçimde öngörülebilmesi için parlak bir bilimsel arayıştan oldukça uzak bir biçimde, ele alıyorlar. Hiçbir belediyenin demografik konularda araştırma yaptırmamış (yaptırmışsa yayınlamamış) olması, bunu gösteriyor. Oysa nüfus çalışmaları, özellikle projeksiyon çalışmaları hem çok keşfedici ve hem de çok yararlı ve heyecan verici çalışmalardır.
Nüfus bilgisi, nüfusun niceliği ve nitelikleri, yaş yapısı ve kent mekanına dağılımı, dinamikleri ve değişme eğilimleri/ biçimleri vb. yapılacak her türlü planlama çalışmasının en yaşamsal temelidir. Bu temelin gerçekten titizlenilmiş bir öngörü olması için hiçbir özen yoksa plan kararları da o kadar güdük ve kör olacaktır. Bu eleştirileri hem Ankara, hem de İstanbul için hazırlanmış olan İDEP’lere bakarak rahatça söyleyebiliriz.
Haberi yeniden anımsayalım: “Kolombiya Üniversitesi ve New York Şehir Üniversitesi araştırmacıları, iklim krizinin şehirleşmeyi nasıl etkileyeceğini inceledi.”
Türkiye metropollerinin de ilk yapması gereken, tam olarak böyle bir çalışma… Özellikle oldukça az çalışılmış ve öngörü yapmanın güç olabileceği (iklim değişikliğinden de kaynaklanacak olan) dış göçlerin kentler üzerindeki etkilerini, dikkatlice öngörebilmek/ hesaplayabilmek gerekir. Eğer göçler, (ne yazık ki yerel yönetimlerin pek de kendilerini görevli görmedikleri yabancı düşmanlığı, çeşitli nedenlerle geliştirilen ayrımcılıklar/ ötekileştirmeler ve sonuç olarak kentteki yabancılaşmalar bakımından hak ettiği gibi) önceden çalışılmaz ve bu alanda politikalar geliştirilmezse, İDEP’lerin demografi yönü aksayacaktır.
Üstelik Türkiye bu alanda gerçekten çok saygıdeğer bir kapasite geliştirmiş, yarım yüzyıldan daha uzun bir zamandır Türkiye’nin en iyi, güvenilir ve kapsamlı alan araştırmalarını gerçekleştirmiş bir akademik kuruma sahipken… Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etüdleri Enstitüsü (HÜNEE) gerçekten Türkiye’nin yüz akı kurumlarından biri olarak kalmayı başarmış bir akademik araştırma kuruluşuyken, diyelim İBB’nin ya da ABB’nin, İDEP’lerinin demografi bölümünü bu kadar savruk bir biçimde kurmuş olması, her şeye rağmen, kabul edilebilir olmaktan çıkıyor.
Dünyada 1 milyar insan, önümüzdeki bir çeyrek yüzyılda, dünya ısındıkça/ kuraklaştıkça/ sellere kapıldıkça ve ormanlar yandıkça, tarım arazileri çölleştikçe vb. kentlere doğru akacak… Metropol belediyeleri olarak iklim değişikliği ile yapmak istediğimiz her şeyi, bulmak istediğimiz iklim adaletini, ancak bu akımı doğru olarak görebilir ve ele alabilirsek/ ona göre planlayabilirsek başarırız…
Son iki yıldır koronavirüs ve pandemi gündemimizden düşmüyor. Onun sayesinde sosyal yaşamdan alıkonmanın, dünyaya pencereden bakmanın, mevsimleri en iyi ihtimalle balkonda yaşamanın ne demek olduğunu hep beraber gördük, yaşadık. Hâlâ da etkisinden kurtulamadık. Belki de bu dönemi en ağır geçirenler yaşıtlarından, serbest oyun alanlarından, seyahat özgürlüklerinden, okullarından mahrum kalan çocuklar oldu. Hayatın çeşitli alanlarını yeni yeni deneyimledikleri, duygusal ve fiziksel gelişimleri için önemli olan bazı adımları ilk defa atacakları bir yaşta evde kapalı ve çevrelerine yabancı kaldılar.
Yetişkinler, görece uzun yaşam tecrübelerinden hareketle kısıtlanmış, hayattan koparılmış hissederken onlar yaşamı büyük oranda böyle bildiler. Sosyal mesafe, maske, dezenfektanlar normalleri oldu. Tıpkı sınıf arkadaşına sarılmamak, beslenmedeki keki kimseyle paylaşmamak, mümkün olduğunca canlı cansız herhangi bir şeye dokunmamak normalleri olduğu kadar.
‘Yaşamak nefes almaktan daha fazlası’
Gelinen yerde kısıtlamalar gevşedi ya da kalktı. Kalkmayanlara da riayet eden sokaktaki insan sayısı bir hayli azaldı. Sosyal yaşam ağları yeniden kurulmaya çalışılıyor. Denebilir ki eskisi gibi arkadaşlarımızla görüşmüyor, etkinliklere katılmıyor, davetler buluşmalar düzenlemiyorsak bunda hız kesmeyen pandemiden ziyade ne yazık ki enflasyonun ümüğümüzü sıkmasının payı var.
Dünyanın ve ülkemizin üzerine karanlık gölgeler düşüren Covid bulutları henüz dağılmamışken birçok aile yoksulluk ve onun da sınırının altına düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Yine en çok çocukları etkileyen, onların yaşamı deneyimleme ihtiyaç ve haklarını elinden alan bir durum bu.
Okuryazar Yayınevi’nden çıkan, Nermin Ferhan Karamuti’nin çocuk ve gençler için yazdığı 21 Adımda Yaşamı Fark Etme Rehberi’ni sayfalarını karıştırmaya başladığımda aklımda bunlar vardı doğrusu.
“Yaşamak nefes almaktan çok daha fazlasıdır. Gezmek, görmek, sağlıklı yemek yemek, sanatı ve doğayı keşfetmek yaşamın odak noktasıdır. O halde neden hep yerimizde sayalım? Hadi, harekete geçme zamanı…” diyordu arka kapakta.
Evet, gerçekten de öyle. Ve bugün harekete geçme olanağı bulamayan çocuklar, en hafif deyimiyle yaşama geç kalacaklar…
Hayata dair reçetelere şüpheyle yaklaşan biriyim. Sihirli sayılara da inanmıyorum. Ama bazen harekete geçmek için dürtülmeye, yeni fikirlere ve farklı perspektiflere ihtiyaç duyarsınız. “21 Adımda Yaşamı Fark Etme Rehberi”ni bu gözle okuduğumda, çocuk ve gençler için tam da bugün verimli bir ilham kaynağı olabileceği sonucuna vardım.
Bir not defteri, bir kalem, biraz da merak
Birincisi, etkinliklerin çoğu neredeyse maliyetsizdi. Ağırlıklı olarak bir not defteri ve bir kalemden daha fazla teçhizat gerektirmiyordu. Mesela “birinci adımda yeni keşifler yap, hiç görmediğin bir yeri ziyaret et” diyordu yazar. Ve seçenekler arasında bir marangozhaneyi, bir tasarım atölyesini ya da bir cam ocağı sayıyordu. Kuş gözlemcisi olmak, sanat müzesi gezmek, sahafları ve oradaki kitapları keşfetmek, bilim dünyasındaki yenilikleri takip etmek, duruma göre nostaljik bir müzik listesi ya da podcast hazırlamak, kendi mizah dergini yapmak… Tüm bunlar kolaylıkla gerçekleştirilebilecek ama bir çocuğun ilgisini yaşamın farklı alanlarına çekebilecek adımlardı. Her şeyden önce de çocuğun kendi ilgi alanlarını keşfetmesini teşvik ediyordu.
Tabii yaşam sadece kendimizden ibaret değil. Karamuti’nin rehberinde doğa, çevre ve toplum sorunları ile ilgili farkındalık yaratan etkinlikler de es geçilmemiş. Örneğin sürdürülebilir bir yaşam için enerji kaynaklarından nasıl tasarruf edebileceğimizi öğreten, minimum çöp ve su ayak izi kavramlarıyla ilgili bilgi veren rehber, genç okuru tohum ekmeye, sokakta yaşayan hayvanlar için yuva inşa etmeye, çevre konularında farkındalık yaratmak için okullarda sunumlar yapmaya davet ediyor.
Hiçbir sayı yaşamın çeşitliliğini kapsayamaz kuşkusuz, yaşamı kaç adımda fark edeceğimizi ön görmek de mümkün değil. Bunun bilincinde olan yazar 21 önerisinde belli bir dengeyi yakalayarak bilimden sanata, hayal gücünden toplumsal duyarlılığa, yaratıcılıktan bilgi kaynaklarına uzanıyor ve bunlar arasında köprüler kuruyor.
Önerilen her etkinliğin sonunda, genç okuru kendi düşüncelerini yazmaya, özgün fikirler geliştirmeye ya da belli ödevler yerine getirmeye davet eden bir “Senin Sayfan” bölümü var.
Yazarın, doğrudan okura seslenen samimi ve akıcı dili, eserin bir diğer artı puanı. Bilgi verirken karmaşık ifadelerden, bilgiç bir üsluptan kaçınan Karamuti, duru ve açıklayıcı olmayı başarıyor. Neslihan Özceylan’ın sempatik illüstrasyonlarının yanı sıra metin-görsel dengesi, punto-satır aralığı gibi ayrıntılar da okuma kolaylığına ve göz zevkine hizmet ediyor.
Kısacası, “21 Adımda Yaşamı Fark Etme Rehberi”ne çocuklarla düşük bütçeyle gerçekleştirilebilecek, farkındalık uyandıran yaratıcı etkinlikler için bir ilham kaynağı gözüyle yaklaşırsanız hayal kırıklığına uğramazsınız. Eser, etkinliklerin çoğunun altından bağımsız da kalkabileceği, onun farklı farklı ilgi alanlarına hitap edip yepyeni konulara merak uyandırdığı ve bizzat kendisine alan açtığı için genç okura gerçekten adım attırma potansiyeli taşıyor.
Yazar: Nermin Ferhan Karamuti
İstanbul doğumlu yazar, uzun yıllar yayınevleri ve gazetelerde çalıştı. Birçok çocuk ve yetişkin kitabının redaksiyon ve editörlüğünü yaptı. Çeşitli dergi ve gazetelerde kitap tanıtımları, okuma önerileri hazırladı. Kent Üniversitesi Çocuk Gelişimi mezunu ve kitaplarla çocukların eşsiz dünyasında olmayı hedefliyor. Eğitmenlik, farklı yaş gruplarına öğrenci koçluğu, yaratıcı yazarlık eğitimi veren yazar çocukların zamansız hayallerinden beslenmeye ve her yaş çocuğa hayal dolu kitaplar yazmaya devam ediyor.
Sürdürülebilirlik, hiç olmadığı kadar moda bir kavram oldu. Hemen hemen herkesin dilinde artık. Bu kelimeyi kullanmadan günümüz geçmiyor sanırım. Diğer taraftan, amacına hizmet edemeden içi boşaltılmış bir kavram haline de gelmiş olabilir. Kanımca bu konuyu çalışan akademisyenler olarak bizler de konuya çok dar bir açıdan yaklaşıyoruz.
En basit tanımı ile sürdürülebilirlik, şimdiki neslin ihtiyaçlarını, gelecek neslin ihtiyaçlarından ödün vermeden karşılayabilmek anlamına geliyor. Bu tanım, sadece kaynak kullanımını yani üretim ve tüketimi dikkate alan bir tanımdır. Belki biraz da çevre sorunlarının insan hayatının kalitesini nasıl etkilediğine değinen tanımdır. Halbuki insanlığı ve insan hayatını önemli kılan bir de bellek var. Hayatın sürdürülebilirliğine dair en temel şeylerden biri de bellek ve mekandır. Hem kişisel hem toplumsal bellek ve mekanlar bizim geçmişte yaşadıklarımız ile bağlarımız. Bu kavramlar, sürdürülebilirliğe dair konular tartışılırken mutlaka tartışmalara dahil edilmesi gereken kavramlar. Yıllarca yaşanılanların bir ürünü olarak ortaya çıkan kültürlerin korunması da belleğin korunması ile mümkün olabilir.
Serhan Ada, Bengi Oya ve Mert Erarslan’ın Türkçeye kazandırdığı “Sonun Fenomenolojisi”ni okurken, bellek konusunun ne kadar önemli olduğunu bir daha düşündüm. Franco “Bifo” Berardi’nin yazdığı, çok güzel bir kitap. Bir taraftan keyifle okunan, diğer taraftan okurlarını derin düşüncelere salan bir kitap. Kitabın birçok yerini okuduktan sonra uzun uzun düşündüm. Ama bazı yerler, özellikle ilgimi çekti. Bunlardan biri de “Blade Runner” filmi ve esinlendiği roman. Filmi tekrar izleyip ardından “Blade Runner 2049”u izledim. Çarpıcı gerçek karşımda idi. Replikantların daha fazla insan gibi hissetmeleri için onların belleğine yüklenen anılar, gerçek insan olmayı ayrıcalık gibi hissetmeleri, gerçekten insan olmayı dilemeleri… Belleğimiz ve anılarımızın, bizi replikantlardan ayıran en önemli özellik olması… Onların, biz insanlara özenmesi…
Çukurova’nın belleği: Yaşar Kemal
Bana göre, bellek hakkında en iyi yazan yazarlardan biri Yaşar Kemal’dir. Romanları roman değil, onun ötesinde birer destandır; insanı ve doğayı olağanüstü bir güzellikte anlatırlar. İnsanın en karanlık yerlerine ustaca iner Yaşar Kemal. Okuduğum romanlarını hüzünle karışık bir keyifle okudum. Sıfatları, tanımlamaları, Çukurova’da geçen olaylar, haksızlığa kafa tutan mert ve adil insanlar, toprak, ağalık, mülkiyetin el değiştirmesi, göçebe obalar. Okuyucuyu elinden tutar, adım adım dolaştırır, anlatır börtü böceği, yağan yağmuru, rengini, kokusunu. Hiç görmemiş olsanız bile, yıllardır Çukurova’da yaşamışsınız gibi hissettirir. Yaşar Kemal, böyle güzel ve büyülü anlatır insanları, doğayı, olup biteni. Okuduklarım içinde, “Binboğalar Efsanesi”, gönlümde başka bir yer edindi. Belki konar göçer aşiretlerin geleneklerinin, hayat tarzlarının nasıl zamana yenik düştüğünü yürekleri yakarak anlatması, belki de büyüklerimden dinlediğim kadarı ile atalarımın da bir zamanlar konup göçmesidir bunun nedeni.
Romanı çok kısaca anlatacak olursam; obalar, yazın Çukurova’nın dayanılmaz sıcağından, sivrisineğinden kaçmak için yaylalara çıkar. Kışın havalar soğuduğunda da Çukurova’ya inerler. Yüzyıllardır böyle yaşarlar, taaa Horasan’dan sökün edip geldiklerinden beri. Gel zaman, git zaman bu konar, göçer obalar padişah fermanı ile iskana zorlanır. Dadaloğlu, dayanamaz bu ferman karşısında. “Ferman padişahın ise, dağlar bizimdir”, diyerek ağıt yakar. Dadaloğlu, böyle der demesine, lakin değişen düzene çare değildir bu ağıt. Obalardan çoğu iskanı tercih ederken, bazıları eski geleneklerini yaşatmak için bu düzeni reddeder. Direnenler, hayat memat meselesi ile karşı karşıya kalır. Kışın Çukurova’da konacak tek bir karış toprak bulamazlar. Buldukları yerleri de eşkıya kılıklı insanlar haraca bağlamıştır.
Horzumlu Beyi ile Süleyman Kahya’nın, kışı geçirmek için konacak bir yer ararken karşılaşmaları, eski günler, Horzumlu Obası’nın Çukurova’yı titrettiği zamanlar. “Horzumlu Beyi, bin yepyeni kara çadırla Çukurovaya bir kartal sürüsü gibi inerdi eskiden. Koyununu, keçisini, kırmızı yakut gözlü atlarını, develerini Çukurova alamazdı… Baş döndürücü bir tattı eski günleri düşünmek bu dar, ölümlü zamanda… Horzumlu Beyini görünce eski anılar başına bir çağlayan gibi dökülmüştü.” Yaşar Kemal, Süleyman Kahya’nın, eski büyük obalardan birinin kahyasının, Horzumlu Obası hakkında düşündüklerini böyle anlatır.
Sürdürülebilirlik, sadece gelecek için mi?
Haydar Ağa, romanın baş kahramanlarından, iyi kılıç döven bir ustadır. Obaları koskoca Çukurova’da konacak bir yer bulamayınca, eskiden tanıdığı beylerden yardım istemek için Adana’ya iner. Elinde özenle yaptığı kılıcı, kendi atının üstünde, dimdik. Bir bildik bey arar, derdini anlatmak için. Umutludur; eski günleri bilen bir bey, kılıcın ne kadar değerli olduğunu ve özenle yapıldığını kılıcı görür görmez hemen anlayacak, hediyeyi kabul edecek ve onlara kışı geçirmeleri için bir yer verecek. İşte böyle düşünür, umutlanır Haydar Ağa… Ancak her şey, zaman içinde tarumar olmuştur. Kimi bey eskiyi anmak istemez, kimi yardım etmek istemez. İskan ve değişen zaman ile adetler de değişmiştir. Konup, göçmek aptal insan işidir onlara göre. Aklı başında insan yapar mı böyle şeyler bu devirde! Bir karış toprak sahibi olur, yerleşik düzene geçer ve yaşar gider. Ama Haydar Ağa ve obası öyle düşünmez. Nice yıllardır süregelen kültüre, geleneğe indirilen bir darbedir bu iskan dedikleri. Haydar Ağa, isyan eder bu olup bitene. Böylesine unutulmak, hiç bir şeyin hatırının olmaması. Ne acı! Obaya kötü haber ile döner dönmez o güzelim kılıcı, alın teri dökerek, nice zaman harcayarak yaptığı kılıcı ateşte eritir. Onun, bu dünyaya veda etmeden yaptığı son iştir bu.
Unutulan gelenek, görenek bizi biraz daha eksiltirken, biraz daha kendimize yabancılaştırırken, replikantlar bizim yaşanmışlıklarımıza özenir. Gerçekten de sürdürülebilirlik derken gelecek nesillerin hakkından çalmadan sürekli üretimi mi tartışmalıyız sadece, yoksa yaşadıklarımıza ve geçmişimize de sahip çıkan daha geniş bir yoruma mı ihtiyacımız var?
İstanbul Esenyurt’taki deposunda çalışan Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası (DGD) üyesi işçiler daha insanca koşullarda yaşamak için başlattıkları iş bırakma eylemini sürdürüyor. Migros işçileri yüzde 8’lik ücret artışı protestosuna 16’ıncı gününde Migros Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın evi önünde devam etti.
Özilhan’ın evi önünde insanca çalışma koşulları için taleplerini seslendiren işçiler, polisler tarafından gözaltına alındı. DGD-SEN tarafından yapılan açıklamaya göre; yüze yakın işçinin, DGD-SEN Genel Başkanı Neslihan Acar’ın ve sendika yöneticilerinin gözaltına alındı. DGD-SEN tarafından yapılan açıklamaya göre protesto gerçekleştiren işçiler polisler tarafından darp edildi.
Saatlik 1 ekmek parası zam istediği için işten atılan 257 Migros depo işçisi bugün Tuncay Özilhan’ın evinin önünde de polis saldırısına uğradı.
Migros’un İstanbul Esenyurt’taki deposunda çalışan Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası üyesi işçiler 3 Şubat’ta daha insanca koşullarda yaşamak için eylem başlattılar. 450 işçinin katıldığı eylemde “Hakkımızı istiyoruz” şeklinde sloganlar atıldı. İşçiler Twitter’da da #MigrosDepoyaSesVer ve #MigrosDepoAyakta etiketleriyle taleplerini paylaştılar.
Tarkan’ın dün paylaştığı ve dakikalar içerisinde milyonlarca kişi tarafından izlenen Geççek şarkısının gündem olmasının ardından Megastar şarkısı hakkında açıklama yaptı. Tarkan, “Belki bu şarkı bizi biraz teselli eder, bize moral verir, umut olur diye düşündüm” dedi.
Tarkan’ın yayınladığı Geççek şarkısı, Twitter’da binlerce kişi tarafından beğenildi ve paylaşıldı. Megastarın şarkısında yer alan “Gitçek gitçek geldiği gibi gitçek. Her şeyin sonu var, bu çile de bitçek. Oh oh zilleri takıp oynıycaz o zaman” ifadeleri, birçok kişi tarafından paylaşıldı. 5,5 milyona ulaşan izlenmesiyle Tarkan, Youtube trendlerine birinci sıradan girdi.
Tarkan’ın şarkıya ilişkin açıklamalarını Radyocu Mehmet Gezegen Twitter hesabı üzerinden paylaştı:
“Bundan bir yıl kadar önce ruh halimin hiç de iyi olmadığı bir dönemden geçtim. Dünyada olup biten üzücü olaylar, insanların endişe verici gidişatı, doğanın yok edilişi, pandemi gibi şeyler beni çok olumsuz etkilemişti” açıklamasında bulunan Tarkan, herkese iyi gelecek bir şarkı yazmak istediğini söyledi.
Tarkan’ın şarkısı sosyal medyada birçok isim tarafından şu yorumlarla paylaşıldı:
Tarkan’ı isyanında haklı buluyorum, bence, çok iyi etmiş hissettiklerini şarkıya dökerek. Pop müziğin Megastarı, ülkesine, halkına sahip çıkan sözleri sağolsun içinden geldiğince dökmüş. Milyonlarca genç insanımıza bu ülkede güzel ve umut dolu bir gelecek hazırlamalıyız. Devam.
“Hep köşeye sıkıştırmadı mı?
Daha önce de sanki
Sırtımızdan vurmadı mı?
Bu kaçıncı darbe ilk değil ki
Düştük evet ama kalkmadık mı?
Biz hep hayata meydan okumadık mı?
Sen ferah tut içini
Biz neleri atlatmadık ki
Geççek geççek elbet bu da geççek
Gör bak umudun gününü gün etçek
Oh oh zilleri takıp oynıycaz o zaman
O çiçekten günler çok yakın inan
Gitçek gitçek geldiği gibi gitçek
Her şeyin sonu var, bu çile de bitçek
Oh oh zilleri takıp oynıycaz o zaman
O çiçekten günler çok yakın inan
Dayan, çoğu gitti azı kaldı
Yapma! Güze, kışa boğma yazını
Yakındır sabrın zaferi
Düştük evet ama kalkmadık mı?
Biz hep hayata meydan okumadık mı?
Sen ferah tut içini
Biz neleri atlatmadık ki
Geççek geççek elbet bu da geççek
Gör bak umudun gününü gün etçek
Oh oh zilleri takıp oynıycaz o zaman
O çiçekten günler çok yakın inan
Gitçek gitçek geldiği gibi gitçek
Her şeyin sonu var bu çile de bitçek
Oh oh zilleri takıp oynıycaz o zaman
O çiçekten günler çok yakın inan
Çok uzattın vallahi bıktık
Bi durmadın vermedin ki aman
Hadi yeter artık fena bunaldık
Düş babam artık düş yakamızdan
Var bir hayır her şerde dedik
Oturduk bir dolu ders de çıkarttık
Ama yeter artık, anladık tamam
Düş babam artık düş yakamızdan
Beni sorarsan
Ben de iyi değilim pek
Kalmadı eski neşem hiç
Tadım tuzum yok pek
Dar dar dar geliyor
Ruhuma bedenim
Har har yanıyorum
Küle dönmek üzereyim
Bi suyun akışındayım
Bi gidiyorum tersine
Bi arkadaşım ümitle
Bi aram açık kaderle
Lakin sabrın sonu selamettir beklerim
Gün doğmadan neler doğar bilirim”
Covid-19 pandemisinin dünya genelinde sonu görünüyor gibi, ancak virüsün sonuçları gelecekte uzun yıllar boyunca hissedilmeye devam edecek.
Salgın şimdi dünya çapında 5.9 milyon can aldı, uzmanlar ise ölüm oranının aslında çok daha yüksek olduğunu belirtiyor. Gerçek sayı ne olursa olsun, Covid-19 ile ilgili ölümler, dünya çapında cesetlerin ve toplu mezarlıkların aşırı artmasına yol açtı ve mezarlık alanlarını adeta “boğdu.”
Yeni yapılan bir çalışma ise, bu normalin üzerindeki ölümlerin sonucu ortaya çıkan ekstra bedenlerin çevresel etkisinin canlıları da tehdit ettiğini gösteriyor.
Cesetlerin oluşturduğu riskler
Çevre Bilimi ve Kirlilik Araştırması’nda yayımlanan araştırmaya göre, pandemi sırasında çok daha yüksek sayıda insan kaybından kaynaklanan mezarlık kirliliği, çevredeki kentsel çevreyi de etkileyebilir.
Bir beden çürümeye başladığında, ayrışma sürecinde mezarlık sızıntı suyu olarak bilinen bir sıvı üretiyor. Çalışmada “canlılar için son derece toksik olan ve ayrıca kanser gibi hastalıklarla ilişkili olabilecek” söz konusu sıvının “mineral tuzları ve organik maddeler açısından zengin” olduğunu belirtiliyor.
Geçmişte, kentlerden ve insanlardan uzakta inşa edilen mezarlıklar artık şehirlerin ortasında kaldı ve insan yerleşimlerinin hemen yanında ya da içinde yer alıyor.
Çalışmada, cesetlerdeki kalp pillerinden çıkan metaller, kişinin gömüldüğü herhangi bir mücevher ve hatta tabutun kendisinden gelen cilalar ve metallerin bile toprağa sızabileceğine dikkat çekiliyor. Ancak bu süreç bir gecede gerçekleşmiyor. Mezarlık sızıntı suyunun birikmesi zaman alıyor ve genellikle ortalama üç yıldan sonra ayrışan vücuttan salınmaya başlıyor.
Süreç aynı zamanda mezarlığın iklimine de bağlı. Daha yüksek sıcaklıklara ve yağışa sahip bölgelerde, diğerlerine göre daha yüksek seviyelerde ağır metal kirliliği görülmesi de daha muhtemel.
Euronews‘in aktardığına göre, Güney Brezilya’daki kentsel mezarlıkların topraklarındaki metalleri inceleyen Alcindo Neckel, Popular Science’e şunları söylüyor:
“70 kg ağırlığındaki bir ceset, çürürken 13 kg mezarlık sızıntı suyu salacaktır. Yüzlerce cesedin gömülü olduğu ve toprağın ve yeraltı suyunun ne kadar kötü bir şekilde kirleneceği bir mezarlığı düşünün. Bu sadece bir halk sağlığı sorunu değil, aynı zamanda büyüyen şehirlerin ekonomik bir sorunudur. Bu gidişle ölüler yaşayanları yavaş yavaş zehirleyecek.”
Ülkelerde alınan önlemler neler?
Yeraltı suyunun kirlenme riskini azaltmak için birçok ülkede cesetlerin gömülmesi için katı kurallar bulunuyor.
Birleşik Krallık‘ta gerekli olan minimum yeraltı suyu koruması; bir cesedi “insan tüketimi için su sağlayan herhangi bir kuyudan, sondaj kuyusundan veya kaynaktan en az 250 metre uzağa ve nsan tüketimi için kullanılmayan herhangi bir kaynak veya su yolundan en az 30 metre uzakta”” gömmeyi içerior.
Mezarlar ayrıca zeminin doygun olduğu derinliğe de dikkat ederek kurgulanıyor. Bu, mezarın kazıldıktan sonra içinde durgun su olmaması gerektiği anlamına geliyor.
Japonya’da ise yaşlanan nüfus ve yer darlığı nedeniyle, cesetlerin yüzde 99,9’u yakılıyor. Bu yöntem, mezarlıklar nedeniyle yeraltı suyu kirlenmesi sorununu tamamen ortadan kaldırıyor.
Türkiye‘de ise Belediye Mezarlıkları Nizamnamesi‘ne göre, “beldenin nüfusuna ve senelik umumi vefiyatına göre tesis edilecek olan mezarlıkların genişliği, mevkii ve meskenlere mesafesi, toprağının vasıfları, su menbalarına ve mecralarına zararı olup olmadığı; bu gün mevcut olup belediyece istimaline muvakkaten müsaade edilen mezarlıkların fenni ve sıhhi şartları haiz olup olmadığı ve tamamen veya kısmen terki veya istimalde devam icap edip etmediği” Bakanlar Kurulu’nca belediye yetkililerinin tasarrufuna bırakılmış.
Ayrıca, mezarlıklarda kar ve yağmur sularının birikmesinde meydan verilmeyecek surette sel yolları veya mecraları yapılması ve bu sular umumi mecra varsa oraya yok ise üstü kapalı derin bir çukura akıtılacağı da hükme bağlanmış durumda.
Ancak, çoğu ülkede bu tür katı önlemlere uyulmuyor. Hindistan’da, ikinci Covid dalgası sırasında birçok ceset Ganj Nehri yakınında sığ toplu mezarlara gömülmüştü ve bunların çoğu mevsimsel selden sonra yeniden ortaya çıkmıştı.
Cesetler yeterince gömülmezse kolera gibi hastalıklar su yollarına yayılabileceğinden, bu durum yerel halk arasında sağlıkla ilgili endişeleri artırmıştı.
Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesine bağlı Burunören Köyü’nde yarım yüzyıldan daha uzun süredir var olan kum ocakları çevrede toz bulutuna neden olurken köylüler için bölgeyi yaşanmaz bir hale getirdi.
1970’li yıllardan bu yana işletilen kum ocaklarının sahibi şirketler ise süreç içerisinde değişti. Köylülerin yaşam standartlarını olumsuz yönde etkileyen kum ocaklarının etkileri ise saymakla bitmiyor. Söz konusu ocaklar alanın ekolojik yapısına, bitki örtüsüne, tarıma ve insan sağlığına tehdit oluşturuyor. Tehdit bununla da bitmiyor. Sorunun en uzun soluklu mücadelecilerinden biri Burunören Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Mahmut Graf-Doğan. Bir diğeri ise Burunören Muhtarı Eren Özel. Doğan ve Özel de kum ocakları şirketleri tarafından tehdit ediliyorlar.
‘Halk nefes darlığı çekiyor’
Konuyla ilgili Yeşil Gazete’ye konuşan Dernek Başkanı Mahmut Graf-Doğan, kum ocaklarından dolayı yerli halkın nefes darlığı çektiğini, her gün hasta sayısının arttığını belirtiyor. Doğan “Bugüne kadar kum ocaklarına karşı yapılan pek bir şey yok, tam aksine eski muhtarlar bu şirketlerle talana ortak oldular, köyümüzü kişisel menfaatleri için bu şirketlere peşkeş çektiler” diyor. Burunören Köyü’nün isyanı:
Musa Eroğlu Burunören için "Bu dünya bizim kirletmeyelim, birbirimize zehir etmeyelim" diye sesleniyor! Kayseri valiliğinin ÇED raporuna gerek yok diye, araştırmasız, usulsüz ve hukuksuz bir şekilde çalışma ruhsatı verdiği şirketin çalışma ruhsatını iptal etmesini talep ediyoruz. pic.twitter.com/7iSieqlIqp
Kum ocakları için 2021’de Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu’na gerek olmadığına karar veren Kayseri Valiliği’ne söz konusu kararla verilen ruhsatların iptal edilmesi için talepte bulunduklarını ancak sonuç alamadıklarını belirten Doğan, Valiliğin red kararına itiraz ederek mahkeme kararıyla iptal ettirdiklerini belirtiyor.
Ruhsat iptali için açtığı beş ayrı davaya köyden de 17 kişinin müdahil olduğu Burunören Muhtarı Eren Özel ise mahalle sakinleri olarak kum ocaklarından şikayetçi olduklarını söylüyor. Köye çok yakın olan kum ocaklarının şehirden köye gelen insanları 24 saat kamyon, kepçe ve elek makinası sesine maruz bıraktığına değinen Özel, “Kronik rahatsızlığı olanlar var ve toz dumanlarından dolayı çok sorun yaşıyorlar. Bahçemize ektiğimiz domates bile tozdan yetişmiyor. Sürekli yerin altından kum aldıkları, gittikçe derinleştirdikleri için sularımız da çekildi ve şu an suyumuz yok” diyor.
Önceden yeşil olan köyün şimdi kum yığını olduğuna dikkat çeken Eren Özel, “Oldukça çok şikayet var. Köylülerimiz de bir buçuk yıllık bir sürece yayılan davamızda bize destek oluyor. Davamızdan bir kişiyi satın aldılar. O da davasını geri çekti, bu nedenle bazı işlemleri yeniden başlatmak zorunda kaldık ve davada üç aylık bir gerileme oldu” ifadelerini kullanıyor.
Kum ocağı şirketi ev ve para teklifinden sonra tehditleri sıraladı: Muhtarlığın biter, döveriz
Kum ocakları şirketinin kendisini tehdit ettiğini söyleyen Özel, “Şirketten bana ’Kayseri merkezden bir ev beğen ya da beş yüz bin verelim bizle uğraşma, köyü oyala’ dediler. Kabul etmedim. Beni ‘muhtarlığın biter’ diye tehdit ediyorlar. Döveceklerini söylediler. Keşif sırasında tehdit ettiler. Beni savcılığa şikayet etmişler; ‘baskı yapıyor’, ‘psikolojimizi bozuyor’, ‘bizimle uğraşıyor’ diye. Ben de şahsi olarak uğraşmadığımı belirttim. Bilirkişi keşfi gelecekti ve o da bizim yanımızda davaya müdahil olan kişiydi, o da davasını çekince keşif gelmedi. Keşif gelse her şeyi görecek ve hakkımızı almış olacaktık” diyor.
Köyde ‘muhalif olma’ etkisi
“Devletten destek bekliyoruz” diyen Eren Özel belediyenin ve şirketin AKP’li olmasından dolayı da konuyla ilgili sıkıntılar yaşandığına da değiniyor. Yaz aylarında nüfusu 250 vatandaşın üzerine çıkan köye ilişkin konuşan Mahmut Graf-Doğan, eşi Sandra ile kum ocaklarına karşı yeni davalar açmak için avukatlarıyla hazırlık halinde olduklarını belirtiyor.
Doğan da Özel’in söz ettiği kişinin mahkeme heyetinin köye keşfe gelmesine iki hafta kala kum ocağı şirketinin avukatına vekalet vererek davadan feragat ettiğine değinerek “Eğer mahkeme heyeti köye gelip keşif yapmış olsaydı, dava süresince yürütmeyi durduracağından hiç şüphemiz yoktu” şeklinde konuşuyor.
Şirket sahibinden Dernek Başkanı’na da tehdit
Mahmut Graf Doğan, 2020’de de kendisinin şirket sahibi tarafından tehdit edildiğini şu sözlerle anlatıyor:
“Köydeki kum ocaklarına sınır olan evimin bahçesinde çalışma yaparken kum ocağı şirket sahibi tarafından tehdit edilmiştim, konuyu savcılığa bildirmiştim ve yapılan mahkemede şirket sahibi cezaya çarptırıldı. Buradan tekrar etmek isterim. Sizden korkmuyorum”
‘Kum ocağının tırları sınırın üzerinde yük taşıyor’
2018’de başladığı mücadeleye ilişkin olarak Mahmut Graf-Dogan bugüne kadar kum ocaklarına karşı hiçbir şey yapılmadığını aktarıyor.
Kum ocaklarının aynı zamanda elek makinaları nedeniyle gürültü kirliliği yarattığını ve bu nedenle yöre halkının hayat standartlarının durumdan çok fazla etkilendiğini ifade eden Mahmut Graf-Doğan, “Kum taşıyan tırlar, resmi olarak sınırlandırılan yük tonajlarının 5 katını yükleyerek köyümüzün ilçeye giden asfalt yollarını kullanamaz hale getirdiler” ifadelerini kullanıyor.
Doğan tır şoförlerinin köy içerisinde aşırı hız yaptıkları için kazalara da sebebiyet verebildiğini belirterek “Şantiyenin ve kum almaya gelen tırların kaldırdıkları toz, yılda yüzde 95 köyün üzerine esen poyraz esintileri ile köyümüzün evlerimizin bahçelerimizin üstüne yağıyor, düşüyor. Yaz aylarında evlerimizin pencerelerini yoğun toz bulutları yüzünden havalandırmak için açamıyoruz. Balkonumuza, bahçemize attığımız masa ve sandalyelerimizi her 10 dakikaya tozdan silmek, temizlemek zorunda kalıyoruz” şeklinde konuşuyor.
‘Ormanlık alanda kalan tek şey: Kurumuş ağaçlar’
Kum ocaklarının çevredeki canlıları da etkilediğini belirten Doğan, “Yoğun toz yüzünden tarım, buna bağlı olarak hayvancılık bitmiş durumda. Bitki örtüsü ve ekili alanlar yok oldu, 2000’li yılların başında yukarı bucak mevkimizide bir ormanlık alanımız vardı bugün o ormandan sadece kurumuş ve kesilmeyi bekleyen birkaç ağacımız kaldı. Bunun sebebi ise, Karaözü ve Üzerlik köyleri arasında bir alanda Kızılırmak içinde ve kıyısında çalışma yapan kum ocaklarıdır” diyor.
Doğan’ın söz ettiği Üzerlik ve Karaözü köyleri boyunca Kızılırmak uzanıyor. Ayrıca bu köylerin arasındaki mesafe 14 kilometreyi aşıyor. Doğan, söz konusu kum ocaklarının bu aralıkta kalan 8 ila 10 kilometreye yayıldığını belirtiyor.
Üzerlik, Burunören ve Karaözü mesafesi- Google Haritalar
‘Irmağın su seviyesi düştü’
Mahmut Graf Doğan kum ocaklarının çevrede sebep olduğu tahribatı şu ifadelerle anlatıyor:
“Karaözü, Burunören, Üzerlik köyleri ırmak güzergahında alınan kumdan dolayı ırmağın seviyesi 10 ila 15 metre aşağı indi. Irmak yatağında yer yer 20 ila 30 metre derinliğinde çukur, 30 ila 80 metre çapında çukurlar oluştu, buna bağlı yeraltı suları çekildiği için orman ve tüm bitki örtüsü yok oldu.”
Kum ocaklarının köprülere etkisi
Kum ocaklarının sebep olduğu bir diğer sorun ise Karaözü’nde bulunan ve kitabesinde 13. yüzyıla tarihlendiği belirtilenŞahruh Köprüsü. Doğan, köprünün başına gelenleri “Kum ocaklarının hemen baş ucunda bulunan tarihi Şahruh Köprüsü de kum ocaklarının ırmaktan kum alması nedeniyle ayaklarının altında kum kalmadığından yıkılmak üzere. Şahruh Köprüsü’nün hemen altına yeni bir köprü inşa edildi. Ancak bu da soruna çözüm olmadı, Şahruh Köprüsü gibi yeni köprünün ayakları da kumsuz kaldı ve yeni köprünün de bu kum erozyonundan dolayı zamanla yıkılacağı kesin” diye anlatıyor.
Şahruh Köprüsü – Fotoğraf: Kayseri Olay Haber
‘Bu kutsal bir mücadele, vazgeçmeyeceğim’
‘Vahşi kapitalizmin’ ve onların ‘soytarılarının’ köylerini daha fazla talana uğratmasına izin vermeyeceklerini söyleyen Doğan, şu ifadeleri kullanıyor:
“Beni öldürseler bile davamdan bir adım geri atmayacağım çünkü bu kutsal bir mücadele, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği, yaşamları tehdit altında dolaysıyla, çocuklarımızın ve torunlarınızın geleceğine sahip çıkmıyorsak ot gibi, sorumsuz, duyarsız, onursuz ve mücadelesiz bir yaşamın anlamı yok. Haklıyız kazanacağız.”
‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’
Davayı bir sonuç alınamaması halinde Anayasa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) kadar taşıyacağını belirten Mahmut Graf-Doğan, Kayser Valiliği ile Sarıoğlan Kaymakamlığının mücadelelerini görmezden geldiklerini söylüyor.
Adaletin işlemesini ve insan yaşamına değer vermesinin sorunun çözülmesi için yeterli olacağını belirten Mahmut Graf-Doğan, “Mahkemeye sunulacak bilimsel, kapsamlı ve detaylı bir bilir kişi raporuyla sorunun çözüleceği aşikardır” diyerek yetkililere sesleniyor. Kayseri Valisi Şehmus Günaydın ve Sarıoğlan Kaymakamı bu talana, adaletsizliğe, insan sağlığı ve doğa katliamına ‘dur’ desinler, insanı yaşat ki devlet yaşasın” şeklinde çağrıda bulunuyor.
Konu Graf-Doğan Temmuz 2021’de köyde gerçekleştirdiği etkinliğe Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Kahramanmaraş Milletvekili Ali Öztunç‘un ve CHP Kayseri Milletvekili Çetin Arık‘ın katılımı sonrası Arık tarafından meclis gündemine taşınmıştı.