Ana Sayfa Blog Sayfa 969

Mıgırdiç Margosyan hayatını kaybetti

Ermeni yazınında taşra edebiyatının son temsilcisi olarak bilinen Diyarbakırlı Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan, 2 Nisan’da 84 yaşında karaciğere bağlı sağlık sorunları sebebiyle hayatını kaybetti. Margosyan bir süredir Maltepe Üniversitesi Hastanesi‘nde tedavi görüyordu.

Margosyan, 7 Nisan’da Kumkapı Patrikhanesi‘nde saat 14.00’te yapılacak törenin ardından Şişli Ermeni Mezarlığı‘na defnedilecek.

Aras Yayıncılık‘ın yöneticilerinden Margosyan, Evrensel gazetesinde köşe yazılarına devam etmekteydi.

Mıgırdiç Margosyan kimdir?

Margosyan 23 Ara­lık 1938’de Di­yar­ba­kır’da, Han­çe­pek Ma­hal­le­si’nde (Gâ­vur Ma­hal­le­si) doğ­du. Eği­ti­mi­ni Sü­ley­man Na­zif İl­ko­ku­lu, Zi­ya Gö­kalp Or­ta­oku­lu, da­ha son­ra İs­tan­bul’da­ki Bez­ci­yan Or­ta­oku­lu ve Get­ro­na­gan Li­se­si’nde sür­dür­dü. İs­tan­bul Üni­ver­si­te­si Ede­bi­yat Fa­kül­te­si Fel­se­fe Bö­lü­mü’nü bi­tir­di.

1966-1972 yıl­la­rı ara­sın­da Üs­kü­dar Se­lam­sız’da­ki Surp Haç Tıb­re­vank Er­me­ni Li­se­si’nde mü­dür­lü­ğün ya­nı sı­ra fel­se­fe, psi­ko­loji, Er­me­ni di­li ve ede­bi­ya­tı öğ­ret­men­li­ği yap­tı. Da­ha son­ra öğ­ret­men­li­ği bı­ra­ka­rak ti­ca­re­te atıl­dı. Ede­bi çalışma­la­rı­nı ara­lık­sız sür­dür­dü. Mar­ma­ra ga­ze­te­sin­de ya­yım­la­nan Er­me­ni­ce öy­kü­le­ri­nin bir bö­lü­mü Mer Ayt Goğ­me­rı [Bi­zim Ora­lar] adıy­la ki­tap ha­li­ne geti­ril­di (1984) ve bu ki­ta­bıy­la 1988’de, Er­me­ni­ce ya­zan ya­zar­la­ra ve­ri­len Eliz Ka­vuk­çu­yan Ede­bi­yat Ödü­lü’nü (Pa­ris-Fran­sa) al­dı.

Aras Yayıncılık tarafından basılan Gâ­vur Ma­hal­le­si (1992), Söy­le Mar­gos Ne­re­li­sen? (1995) ve Bi­le­ti­miz İs­tan­bul’a Ke­sil­di (1998) ad­lı Türk­çe ki­tap­la­rı­nı, 1999’da ikin­ci Erme­ni­ce ki­ta­bı Dik­ri­si Ape­ren [Dic­le Kı­yı­la­rın­dan] iz­le­di. Gâ­vur Ma­hal­lesi Aves­ta Ya­yın­la­rı ta­ra­fın­dan Li Ba Me, Li Wan De­ran [Bi­zim O Yö­re­ler] adıy­la Kürt­çe ola­rak ya­yım­lan­dı (1999).

Türk­çe ka­le­me al­dı­ğı Tes­pih Ta­ne­le­ri (2006) ad­lı anı-ro­ma­nı­ büyük ilgiyle karşılandı. Evrensel gazetesinde “Kirveme Mektuplar” adlı köşesinde yazmayı sürdüren Margosyan’ın bu makalelerinin bir kısmı Kirveme Mektuplar adıyla 2006’da Diyarbakır’da kitaplaştırıldı (Lis tarafından. 2011’de yeni basımı Aras). 1996-1999 arasında Agos gazetesinde yayımlanan makalelerinden yapılan bir seçki olan Zur­na 2009’da, yine Evrensel yazılarından derlenen Çen­gel­li­iğ­ne (ilk basımı 1999, Belge) ve Yeni Yüzyıl ve Yeni Gündem gazetelerinde yayımlanan makalelerinden derlenen Kür­dan 2010’da kitaplaştırıldı. Yazarın, dünyanın yaratılış hikâyesini mizahi bir üslupla ele aldığı son kitabı Tanrı’nın Seyir Defteri ise 2016’da yayımlandı.

Sesini yitiren insanlık ve aslan askerin dehşetli çaresizliği!

Gezegenin havası kirlenip bozuldukça insanın sesi de kirlendi ve boğuldu. Uzun zamandır havada, görmemenin, konuşmamanın, dayanışmamanın, empâtisizliğin ve diğerkâmsızlığın kahredici bir hâkimiyeti var. Tüm dünya kapitalistleri, içinde bulundukları krizi, nasıl olup da bu kadar rahat geçirdiklerini kendileri de şaşarak izliyordur herhalde. Çıkardıkları anlamsız savaşlara ve dünyanın birçok yerinde yaptıkları jandarmalığa nasıl olup da bu kadar çok gönüllü nefer bulduklarına inanamıyorlardır. Silah ve fosil yakıt şirketlerinin patronları ise daha çok üretim ve satış için ellerini ovuşturuyorlardır. Savaşın acıları onların sofralarına uğramaz çünkü…

Düşünüyorum: hiçbir öz savunma içermeyen ve kendi yaşamının özgürleşmesiyle hiç ilgisi olmayan bu savaşlara gidip de nasıl bu kadar çok insan hem başkasının hem de kendisinin ölümüne sebep olabiliyor? Bunu, askerlik mesleğiyle ve verilen çokça parayla açıklamak o kadar kolay değil. İnsanın canı söz konusu olduğunda bunlar önemsizleşebilir. Ayrıca çıkartılan savaşların meşruluğuna savaşı çıkartan egemenlerin kendisi bile inanmıyor. O halde, ülke çıkarlarımız tehlikede söylemiyle “vatan sevgisi” üzerinden bir tinsellik oluşturulup onun peşinden mi sürükleniyor insanlar savaşa? Ya da dini inançlarının tehlikede olduğu söyleminden mi etkileniyorlar bu kadar? Yoksa kendilerinde olmayan demokrasiyi, dünyanın başka yerlerine götüreceklerine mi inandırılıyorlar?

Kaynak: Wikimedia Commons

Platon’un mağara mitosunda olduğu gibi…

Aslına bakarsanız en az bu sebepler kadar, insanların çoğunun, verilen emirlere ve kendilerine dikte edilen yaşama, kolayca razı geliyor olmaları da çok etkili oluyor ortaya çıkan bu tabloda… Bu sıralı düzenin dışında bir şey yok gibi sanki onlar için. Tıpkı Platon’un mağara mitosunda olduğu gibi… Yıllardır mağaradaki duvara odaklanmış ve illüzyonik bir ortamda yaşayan insanlar dışarıyı hiç merak etmez. Dışarısına ilk kez bakmaya kalktıklarında ise o kadar uzun süre mağara karanlığında kalmışlardır ki ışık gözlerini kör edecek kadar güçlü gelir onlara. Yani bakamazlar artık dışarıdan gelen ışığa…

Bir insan düşünelim, ülkesi şu veya bu sebeple haksız da olsa savaşa girmiş. Eğer körü körüne bir milliyetçilik aidiyeti varsa hiç düşünmeden savaşa gidecektir. Çünkü onun tinsellik ihtiyacını karşılayan ve hayatta en anlamlı olduğunu düşündüğü şey, ona öğretilmiş olduğu kadarıyla ülkesi için savaşmak ve ölmektir. Bu hamasi duygulara pek sahip olmayan ve savaşmak istemeyen bir askerin önüne ise hain olarak aforoz edilme durumu çıkarılacaktır. Bu aforoz edilme korkusuyla yüzleşmek her bireyin göze alabileceği kolaylıkta bir şey değildir maalesef.

Yirmi milyon insanı boğan zinciri kırmak

Stefan Zweig, bu durumu Mecburiyet isimli, vicdani ret konusunu işlediği kısa romanında çok güzel anlatır. Mecburiyet’in ana karakteri Ferdinand, ülkesinde yaklaşan savaştan kaçmayı düşünerek İsviçre’ye gidip yerleşir. Bir gün askerliğe elverişliliği için konsolosluğa davet edildiğinde, karısının, şiddet karşıtı duruşuna ihanet etmemesi gerektiğine dair telkinlerine rağmen kafası karışır ve kendini gitmek zorunda hisseder. Görev duygusu, savaş karşıtı düşünceleri ve karısına duyduğu sevgi arasında sıkışıp kalır. Ferdinand her ne kadar “insanlığın ötesinde bir vatanı” olmasa da “yirmi milyon insanı boğan o zinciri” kıramayacağını düşünür. Tıpkı kendi dışında kalan 20 milyon insan gibi.

Kaynak: Reuters

Ölümüne radyasyon alacak kadar değersiz mi bu askerlerin hayatı?

Rusya’nın, Ukrayna’yı istilası üzerinden yaşanan acılar ve Suudi Arabistan’ın ABD desteğiyle Yemen’de sebep olduğu insani dram karşısında insan, dünya bu kadar mı kalpsizleşti demeden edemiyor. -Yeri gelmişken Batı’lı ülkelerin Ukraynalı mülteciler konusunda hassas davranıp, Yemen, Afganistan, Suriye ve Afrika gibi ülkelerin insanları karşısındaki ilgisiz ve oryantalist tutumunun çok rahatsız edici ve insanlık dışı olduğunu da söylemeliyim.- Yazının girişinde de söylediğim gibi hiçbir haklı gerekçesi olamayacak bu vahşeti uygulayan egemenleri bir tarafa bırakalım, tetiğe son basan eller, nasıl bir psikolojide acaba? ‘Benim bu savaşta işim ne?’ demek için çok mu cesur olmak lazım? Çernobil Nükleer Santrali’nin etrafında siper kazıp, ölümüne radyasyon alacak kadar değersiz mi bu askerlerin hayatı? Adım adım ölüyor ama hala kendini bu çukura sokan mekanizmadan neden hesap sormuyor bu insanlar? Günlerdir kafamda bu sorular var. Sanki onlardan çok ben öfkeliyim bu savaş düzenine…

Performatif duyar bizi kurtarmayacak

31 Mart Trans Görünürlüğü Günü geldi geçti ve tıpkı bize ait olan diğer günlerde olduğu gibi konular transların dertleri tasaları değil, ithal suni gündemlerdi. Suni gündemler üzerine enerji harcamanın artık verimli olmadığı kanaatindeyim.

Karşımızda kendisini Don Kişot gören ve yel değirmenlerine karşı savaşan bir güruh var. Mart ayı transları Kadınlar Günü’nden atmak isteyenlerin kendini mağdur gösterme çabaları, Cumartesi Anneleri/İnsanları üzerinden transları eleştirmesi, LGBTİ+ dernek veya oluşumlarının söylemediği sözler ve iddialar üzerinden hedef gösterilmesi gibi uçuk örneklerle geçti. Ardı arkası olmayan bu iftiralar ve çarpıtmalar üzerine hala hükümet tarafından açıkça hedef gösterilmekte olan bir azınlık ne yapabilir ki? Ne yapmalıdır?

Vatandaşlık ve özlük haklarına müdahale neden hayatın normal akışı kabul ediliyor?

Aklımda döndürüp duruyorum: Birleşik Devletler’de aynı anda yirmi iki eyalette trans karşıtı yasalar oylanıyor, İngiltere onarım terapisini yasaklarken transları kapsam dışı bırakıyor. Bizde zaten sansür var. Sansür olmasa da bir nefret yasası yok. Onur yürüyüşünde yürüyenler yargılanıyor, öğrenciler ve/veya aktivistler.

Twitter’da bir kullanıcı çok güzel dile getirmiş, Trans Görünürlük Günü hakkında: “Yorgun, üzgün ve umutsuzuz” demiş. Yeşil Gazete’de ilk yazdığım yazıda da genele karşı bir sitemde bulunmuştum: neden trans meseleleri önemsenmiyor? Bu ülkede bazı insanların vatandaşlık ve özlük haklarına müdahale neden hayatın normal akışı kabul ediliyor?

Toplumdaki azınlık nefreti ve transfobi

Sosyal Medya’da şu akımı görür olduk, birisi bir meseleyi alıp yeni “aydın tiplemesi” olan “woke” “sjw” diyerek mültecileri, transları, veganları ve benzeri grupları, hoşlarına gitmeyen konularda hayali söylemlerin adresi olarak göstererek ses çıkarmakta. “Irkçıyım, fobiğim ve keyfimden ödün veremem” diyenlerin büyük bir noktada söylemlerine bahane olarak gösterdiği bir öteki var. “Ben aslında transfobik değilim de bu akivistler…” “bu woke kitle” diyerek kendilerine gelen tüm eleştirileri toplum arkasına saklanarak def ediyorlar. Toplum zaten homofobik, transfobik, türcü ve azınlıklara nefret duymak için bahane arıyor, bu bahaneleri bulmak zor değil çünkü havadan nem kapar oldu insanlar.

Adalet, eşitlik, feminizm…

Cumartesi İnsanları meselesi bunun güzel bir örneği. Yıllardır bu isimle hak arayan bir grup var, Cumartesi Anneleri ismi de kullanılıyor. Yaygın bilinen isim hatta Cumartesi Anneleri. Herhangi bir kurum gibi olan bu insanlar adına, yine Cumartesi Annelerine tepki gösteriliyor… “Oradaki anneler siliniyor!” denilirken, o anneler bizzat bugün davalık olan insanların tanıdıkları anneleri ve bu gruba dahi “wokelara karşıyız” denilerek yersiz bir linç girişimi oldu. Cumartesi Annelerinin başına gelenler değil, ismi tartışıldı günlerce. Peki adalet nerede?

Bu linç ve saldırı girişimlerinde bulunanların hepsinin dilinde “adalet, eşitlik, feminizm” gibi terimler var. Bu olgular, içi boş bahanelere dönüşmüş durumda. Ortada ne adalet için bir uğraşı var ne de feminist teori var. Boş etiketlerle beraber sürekli bir hedef gösterme ve neye olduğunu anlayamadığım bir isyan var.

‘Eşitlik, iktidar olana zulüm gelirmiş’

Eskiden internet jargonunda, LGBTİ+ ve kadın hakları savunana, azınlık hakları savunana “duyarcı” denirdi velakin ben son dönemlerde en çok sesin, şikayetin ve hayıflanmanın bizzati olarak iktidar kimliklere ait olan insanlardan çıktığını gözlemliyorum. “Eşitlik, iktidar olana zulüm gelirmiş” sözü aklıma geliyor. Herkes her şeye çok duyarlıymış gibi davranıp, hala eskisi gibi hak savunucularına ve adalet isteyenlere saldırıyor sadece kullandıkları dil evrimleşti.

Artık “translar mı? travestiler mi? peeh..” diyemedikleri için “Trans aktivistler kadın sporlarını işgal ediyor” gibi tamamen kulaktan kulağa yayılan asılsız ve karşılıksız sözlerle önyargılarını meşru kılmaya çalışıyorlar. Nedensiz nefretlerine bir sebep arıyorlar. Daha ılımlı olan için bu “foncu STKcılar” oluyor ama yine de söylemleri iktidarın diliyle ortak.

Hükümet, sosyal medyanın öneminin bu kadar farkındayken ben sanmıyorum ki bu tartışmaları görmesinler, duymasınlar hele hele işgalci Rusya’nın başkanı Putin bile transları hedefine oturtmuş ve ünlü ingiliz trasfobik J.K Rowling’i basın açıklamalarında savunur haldeyken.

Toplumun gözünde hep “işgalci, sapık, ahlaksız” görülen transları hedefe koyup burdan zaten yirmi yıldır iyice muhafazakarlaşmış bir toplumu kontrol altında tutmak adına, en azından direnişlerini kırmak adına kullanma fikri hiç de uzak değil. 8 Mart’ta ne orada olan polis şiddeti konuşulabildi ne kadınların ailelerinin aranıp afişe edilmeye çalışılması konuşuldu ne de Ghazeleh Mogaddam adlı İranlı kadının gözaltına alınıp sınır dışı edilmek istenmesi gündem oldu.

Artık suni ve ithal gündemlerimiz yerine her geçen gün bizler için daha da tehlikeli bir hal alan şu dünyanın haline ses çıkarsak ya artık?

‘Eko-İklim’den izlenimler

Ne yazık ki, Mussorgsky’nin izlenimleri gibi müthiş şeyler değil, bu izlenimler…

İklim değişikliği Türkiye’nin de, dünyanın da önündeki en önemli sınav. Öyle ki, son on yıllarda dünyanın bütün sorunlarını ve çözümlerini, bu perspektiften görmek ve buna göre değerlendirmek zorundayız. Hemen hemen bireysel veya toplumsal her kararın, iklim değişikliği açısından bir etkisi var ve bu nedenle de, her eylemin öncesindeki bir paragraf gibi duruyor.

Ancak, eğer iklim değişikliği ile ilgili durum ve konuları önemsiyorsak bu böyle; eğer önemsemiyorsak, iklim de, diğer konular gibi bir konu. Bazen, konuya keyfimize göre değiniriz-değeriz veya unuturuz. Ya da ciddiye alırız. Ama iklim krizi, bireyin/ toplumun/ devletlerin ve uluslararası örgütlerin bu kadar gevşek bir ilgiyle ele almakla yetinebilecekleri bir konu olabilir mi?

En çok da Guy Debord’un görmesini isterdim

Bazı olaylar, daha da vahim durumların olabileceğini gösteriyor: Ankara’daki “Eko-İklim zirvesi” de, galiba bunlardan biri. “Dünyada bir ilk” [nasıl bir ilk acaba? (gerçi buna inanırım; dünyada kimse böyle bir iddiada bulunmak istemez herhalde)]olduğu söylenen “zirve ve fuar”, gerçekten görülmeye değer bir yerdi. En çok da Guy Debord’un görmesini isterdim.

Her ne kadar içinde yaşadığımız çağa alışsak, yadırgadığımız pek çok şeyi zaman içinde yavaş yavaş kanıksasak da, iklim değişikliği temasıyla böyle bir şovun yapılmasına, dahası, bu şovun yapılmasından pek çok övünme payı çıkartılmasına, bunu başarmış olmakla pek çok kurumun ve kişinin övünçle göğsünü şişiriyor olmasına şaşırmamak, yine de elde değil.

Çelişkiler/ tutarsızlıklar, bir araya gelmeyeceklerin beraberliği, hiç olmamış şeylerin olmuş gibi kabul edilmesi/ ya da gösterilmesi (“gençlik artık iklim davasına sahip çıkmıştır” vb.) ya da, olmuş şeylerin olmamış gibi sunulmasından, (ekolojiyle bunca yıldır özveriyle uğraşmış olanların hiç görülmemiş olması vb.) başlayarak pek çok şey…

Debord, Gösteri Çağı kitabını 1960’lı yılların ortasında yazdı. Şimdi, post modern çağda ve hakikat sonrasında yaşadığımıza göre, ne gerçek ne de hakikat konularında kaygılanmak durumunda değiliz artık. Her şeyin, son derece göstermelik, yapay ve yüzeysel, renkli ve popüler ve çok parlak/ göz kamaştırıcı olması, bol enerji israfı ve bol terör korkusuyla yapılıyor olması, gösteriş için bir (bakan yardımcısı diyeceğim ama gerçekte bakan da yok zaten) üst bürokratın korumalar ve diğer üst bürokratlar filosuyla, bir kilometre bisiklet pedalına basarak gelmesi, megafonlar ve mikrofonlar, her şey ama her şey, sanki iklim değişikliğinin sahiciliğini alay konusu haline getirme yarışmasının sahne alanları gibi geçiyor gözünüzün önünden; her kurum PR yapmak istiyor. Ama ne var bunda?

Birçok kentin İklim Değişikliği Eylem Planları var. (Neden bu belgeler “plan” değil de “Eylem Planı”? Bu terimlerin bir tanımı olduğunu zannettiğim için, bunu da anlayabiliyor değilim.) Bu planların hepsini iyi incelemiş olduğumu söyleyemesem de, Ankara İDEP’i biliyorum. İlk okuduğumda düş kırıklıkları olsa da, tekrar okumalarımda, bir “ilk plan taslağı” olduğunu düşünmeye başladığımdan beri, giderek, benimsenmesi hatta güçlü bir biçimde benimsenmesi gereken bir doküman olduğunu, düşünmeye başladım.

Ticaret Odası’nda iklim şovu

Belki “Eko-İklim zirvesini” de, giderek kabul edilebilecek gibi bulmaya başlayacağım, bilmiyorum. Önce bu “zirvenin” bendeki imgesiyle başlayıp, sonra da, çoğu kez yaptığımız gibi bazı olumlu şeyler bulmaya/ yakalamaya uğraşmaya, bu konuda da “telafi edici adımlar” aramaya koyulabiliriz. Ama önce imge: Hani normal olarak, ne güzel/ ne de çirkin demeye gerek olmayacak bir haldeyken, azıcık makyajla/ yapay bir güzellik gayretiyle boyanmaya başlayan, ama ölçüyü kaçırdığı için/ aşırı boyayla, yağlı bir maskeye dönüşmüş ve bu nedenle kendisini çirkinleştirmiş/ gülünçleştirmiş olanlara rastlarız ya, Ticaret Odası’ndaki iklim şovu da, benim için tam böyleydi…

Konuşmalar, bir TV popüler kültürü çağının alışılmış amentülerine göre podyumlanıyor, konuşmacılar “stand-up” havasında, (ama çoğu kez türünün gerektirdiği yaratıcılıktan ve içtenlikten çok) klişelerin ve kalıpların/ kalıp-sözlerin bolca serpiştirilmesiyle harmanlalarmış, yarısı doğru/ yarısı yanlış, bazen yarısı kapitalist/ yarısı sosyalist, ama gerçekte hiçbiri olmayan bir havada sürüp gidiyordu. Sanki bütün çaba, “entelektüelmiş gibi görünmeyim ama öyleyim, popüler terimleri de ıskalamayayım ve söylediklerim, bir anlamı ve tutarlılığı olmasa da, önemliymiş gibi görünsün/ işitilsin” üzerineydi…

Bürokratik bir dürüstlükle kendilerini tanıtmaya çalışıyorlardı

Ancak, hiç mi iyi bir şey yoktu?” diye düşündüğümde, evet bazı standalarda yine de, ciddiye alınması gereken çabalar vardı. İçtenliklerini yitirmemişlerdi. Bazı kurumlar da (samimiyetle diyemeyeceğim ama) bürokratik bir dürüstlükle, kendilerini tanıtmaya çalışıyorlardı. Ama hepsi de (kaçınılmaz olarak) gösteri çağının vitrininde olduklarını bildikleri için, bunu “çağdaş” ilgi çekme araçları ya da davranışlarıyla yapıyorlardı. Ama söyledikleri de, büsbütün boş sayılmazdı.

Bir stantta, plastik çöplerden yapılmış elbiseler vardı. Doğrusu elbiseler çirkindi ama güzel olması çabası da zaten yoktu. Ayrıca stanttaki her şey, kaba ve estetik çabadan oldukça uzaktı. Ama çöpün ne kadar çok olduğu göze çarpıyordu. Belki diye düşündüm, bir tiyatro tekniği olarak “kaba-güldürü/ grotesk” bir yaklaşım, yerine göre nasıl kullanırsa, giyim-moda kapsamına da, böyle yaklaşarak bir söz/ ifade biçimi aranmaktadır?

Derken, giysilerin tasarımcısı geldi ve “estetik bir çaba göstermediğini, sadece etrafa saçtığımız plastik çöpler üzerinde düşünülmesini istediğini” söyledi. Olabilir, ama daha önce düşünmediğimiz ne düşünebiliriz ki? Yeni bir şey var mı, buradan çıkartabileceğimiz? Bilmiyorum.

Dev ekranlarda çarpıcı imgelerin akışı

Şaşırtıcı olan şeylerden biri de, “zirve-fuarın” kalabalıklığıydı. Çok sayıda insan gelmişti. Evet bakıldığında, orta yaşın üstü ve kravatlı bürokrat erkek bolluğu vardı, ama daha genç olanlar, hatta çocuklar da vardı. Bu kadar insanın gelmiş olması, düşündürücü elbet… Büyük alanda elektrikli bisikletlere, scooter’lere binen gençler/ çocuklar, her köşede ama özellikle TOGG’un önünde fotoğraf çektirenler, yiyecek-içecek ikramları ve stantları… Çok büyük/ dev ekranlarda çarpıcı imgelerin akışı

TOGG’un “yerli ve milli” otomobili, Eko İklim Fuarı’nda ilk kez izleyenlere tanıtıldı.

Curcuna veya panayır havası… Fena değil bunlar, ama acaba bunlardan iklim değişikliğine dair bir şey/ bir anlam çıkıyor mu? Çıkıyorsa, klişelerin, sığlığın ötesine geçebilen bir şey var mı? Bunu da bilmiyorum, ama olabileceği konusunda kuşkuluyum.

Aşırı boyanmış ve kendisinin maskarası olmuş, grotesk bir çehre

Peki, yeniden soruya dönelim, çıkartabileceğimiz bir düşünce/ ilgiye değer hiç mi bir şey yoktu burada? Üzerinde biraz daha düşünmek ve konuya tekrar dönmek gerekiyor. Belki soru, şu olabilir: OSTİM patronları ve emekçileri, diğer esnaf, küçük tüccar ve ekolojiyle ilgili olmayan sıradan kentli/ Ankaralı insanlar, yani sadece, yaşamın olağan üretim/ yeniden üretim halleriyle ilgilenenler… Normal insanlar, iklim değişikliğinin problemleriyle nasıl ilgilenecekler, ne olacak da ilgilenecekler ve bu ilginin çökmekte olan ekolojik değerlerin düzelebilmesiyle ilişkilenmesi nasıl olacak?

Aklımda şimdilik kalan, sadece, aşırı boyanmış ve kendisinin maskarası olmuş, grotesk bir çehre…

Ankara’nın iklim değişikliğine hazırlanırken sunmuş olduğu çehre…

[Bir şarkının hikayesi] Back To Black/ Amy Winehouse

14 yaşında iken aldığı ilk gitarı ile kendi bestelerini yapmaya başlayan Amy Winehouse, 1891 yılında Minsk’ten Londra’ya göç eden Musevi bir ailenin dördüncü kuşağını temsil ediyordu. Anne tarafından dayılarının birçoğu caz müzisyeni idi ve kendisi de bir şarkıcı olan babaannesi Cynthia, Amy’yi caz müziğe yönlendirmişti. Sara Vaughan, Dinah Washington, Tony Benett gibi şarkıcılardan etkilenmiş ve kendi ifadesi ile şarkı söylemeyi onları dinleyerek öğrenmişti. Londra’daki Cobden Club’de caz söylerken onu dinleyen Island Records temsilcisi, kontralto sesli bu sıra dışı şarkıcıyı kendi plak şirketine kazandırmak için aylarca uğraşmıştı.

2003 yılında çıkan ilk albümü “Frank”, iki cover şarkı dışında Amy Winehouse’un caz müziğinden etkiler taşıyan kendi şarkılarından oluşuyordu.

2004’te “Stronger then Me” şarkısı ile “En İyi Çağdaş Şarkı” ödülünü aldığında, prodüktörü Salaam için “İnsandan Sanat Çıkarma gibi özgün becerilere sahip “diye bahsetmişti.

18’inde 65 yaşındaki usta bir caz şarkıcısı gibi…

Tüm şarkıları Amy ile beraber yazan ve albümün prodüktörü olan Salaam Remi ise onun hakkında, “Karşımda onu dinlerken tam bir caz sanatçısı var diyebilirdim. Sesiyle oynamayı bilen 65 yaşındaki usta bir caz şarkıcısı gibi idi. 18 yaşında böyle ise, kim bilir 25 yaşında nasıl olacaktır” ifadesini kullanmıştı. 

Felder ve Winehouse.

Halbuki Amy, hiçbir zaman meşhur olamayacağını, müziğinin o skalada olmadığını düşünüyordu. “Meşhur olursam bunu kaldıramam, muhtemelen deliye dönerim” dediğinde daha yolun çok başındaydı ama sanki olacakları önceden görmüştü.

Blake Felder’la tanıştığında kendi ifadesi ile “uğruna ölebileceği” birine aşık olmuştu. Artık hayatında Blake vardı ve tüm zamanını onunla geçiriyordu. Ancak kısa bir süre sonra Blake eski sevgilisine döndüğünde Amy bu ani ayrılığı kaldıramayarak tamamen kontrolden çıktı. İçkiye başlamıştı ve çok düzensiz bir hayat sürüyordu. Menajeri ve arkadaşı Nick Shymansky onu rehabilitasyona gitmesi için ikna etmişti. Amy babası da isterse gideceğini söylemiş ama Mitchell Winehouse buna gerek görmemişti.

They tried to make me go to Rehab
But I said no, no, no”

Nick Shymansky, 2015 yapımı “Amy” belgeselinde, o kararla önemli bir fırsatın kaçırıldığını ifade etmiş ve “Amy henüz star değildi, etrafı paparazzilerle çevrilmemişti, belki Back to Black de olmazdı ama tüm dünyayla uğraşmadan önce profesyonel yardım alabilmiş olurdu” yorumunu yapmıştı.

2005 yılının Aralık ayında Sallam’ın Miami’deki evine giden Amy Winehouse, yeni albümü için şarkı yazmaya başladı. Ayrılığın kalp kırıklığı ile küçük defterine duygularını aktarıyor, sözler yazıyor, gitarını elinden bırakmıyordu. Orada kaldığı sürece ağzına içki sürmemişti.

‘Soul müziğin tehlikeli yeni kraliçesi’

Albümünün prodüksiyonunda Salaam ile beraber çalışacak olan İngiliz DJ ve şarkı yazarı Mark Ronson ile New York’ta tanıştığında, ona Blake ile olan ilişkisini ve yaşadığı kalp kırıklığını anlattı. Ronson, onun bu yeni albümde ne tarz bir müzik istediği ile ilgileniyordu. Amy Winehouse ilk albümünde çok fazla caz müziğin etkisinde kaldığını, cazın çok fazla elitist bir müzik olduğunu ve bu albümde Soul ve R&B müzik yapmak istediğini söyledi ve ona 60’ların kız müzik gruplarından biri olan Shangris Las’nın şarkılarını dinletti.

Ertesi gün Ronson, Amy’nin yanına “Back to Black”in akorlarının temeli olacak olan bir piyano riff’i ile geldi. Amy Winehouse melodiyi duyar duymaz şarkının içine girmişti ve birkaç saat içinde “Back to Black” i bitirmişlerdi.

 

Ronson, Amy’nin kendisine dinlettiği, Shangris Las’nın “Remember” (Walking In The Sand) adlı şarkısından çok etkilendiğini ve ondan ilham aldığını söylemişti. Back to Black, 60’ların soul müziğinin ritmlerini taşıyordu ve o yıllardaki kız müzik gruplarının müziklerine bir geri dönüş havasındaydı.

2006 yılının ekim ayında “Back to Black” albüm olarak piyasaya çıktı. Albümün ilk single’ı “Rehab” çok büyük bir ilgi gördü. Nisan 2007’de de “Back to Black” single olarak çıkarıldı.

Bu albüm, Amy Winehouse’u star mertebesine taşımıştı. Arı kovanını andıran kendine has saç stili, hayranı olduğu 60’ların soul grubu Ronettes’ten esinlendiği “Kleopatra”makyajı ile artık müzik dergilerinin kapaklarını süslüyordu ve Spin dergisi “Soul Müziğin Tehlikeli Yeni Kraliçesi” diye başlık atmıştı.

Hayat, nasıl yaşanacağı öğretemeden…

2007’de Amy Winehouse, CNN ile yaptığı söyleşide şarkının anlamını şöyle anlatmıştı:

Back to Black biten bir ilişkiden çıktığınızda, bildiğinize ve eskiden olduğunuza geri dönmeyi anlatır. Ben de çalışmadığım için işime dönüp kendimi işime veremezdim. O, eski küçük sevgilisine geri döndüğünde benim dönebileceğim bir şey yoktu ve herhalde bir karanlığa düştüm. 22 yaşında genç ve aşık bir kızın yapabileceği salaklıkları yaptım.”

“You go back to her
And I go back to
Black”

Şarkının videosu siyah beyaz olarak Abney Park mezarlığında ve çeşitli Londra mekanlarında çekilmişti. Cenaze arabası, temsili arkadaşları ve müzisyenlerden oluşan kalabalık bir cenaze korteji ve zambaklar ile kusuruz bir cenaze töreninin resmedildiği videoda, Amy ölen ilişkisi için yas tutuyor ve sembolik küçük bir tabut içinde onu toprağa veriyordu.

Amy Winhouse, Blake’le ilişkisine şarkısında veda etmiş olsa da iki sevgili tekrar bir araya geldiler ve 2007 yılında evlendiler. Evlilikleri iki sene sürdü ve bu süre içerisinde Blake onu uyuşturucu ile tanıştırdı.

Back to Black albümü 2008 yılında En İyi Pop Albüm ödülünü aldı ve Yılın Albümü seçildi. Aynı gece Winehouse dört ayrı ödül daha almıştı.

23 Temmuz 2011’ de, 27 yaşında iken düzensiz beslenme ve bulimiadan zayıf düşen vücudu, aşırı alkol kullanımını kaldıramadı ve genç sanatçı alkol zehirlenmesinden hayatını kaybetti. Ailesi ölümünden sonra bağımlı ve aynı zamanda savunmasız ve dezavantajlı gençlere destek olmak için “Amy Winehouse Vakfı”nı kurdu. Kardeşi Alex, gazetecilik kariyerini bırakıp tüm vaktini bu vakfa ayırdı.

Sanatçının trajik ölümünden sonra “Back to Black” İngiltere’de tekrar listeye girip sekizinci sıraya kadar yükseldi. Rolling Stone dergisi tüm zamanların en iyi 500 şarkısı listesinde Amy Winehouse’un imza şarkısı “Back to Black”i 79.sırada gösterdi.

Amy Winehouse, idolü Tony Benett ile düet yapma şansı elde edebilmişti.

Benett, Amy Winehouse için şunları söylemiştir:

“Duyduğum en iyi caz sanatçılarından biriydi. Ella Fitzgerald ve Billie Holiday mertebesinde, saf bir yetenekti. Yaşasaydı ona ‘Biraz yavaşla, sen çok önemlisin. Yeterince uzun yaşarsan, hayat sana nasıl yaşanacağını öğretir’ derdim”

Kaynakça

  • Radio X, Is Back to Black Amy Winehouse’s most poignant song, 23.07.2021
  • Waring C., Back to Black, The Story Behind Amy Winehouse’s Hit Song, 15.10.2021
  • “Amy”, Documentary movie, 2015, Asif Kapadia
  • Sonfacts, Back to Black
  • Wikipedia, Back to Black, Amy Winehouse,

‘İklim değişikliği mi, yoksa iklim krizi mi?’ ya da ‘Ne zaman iklim krizi ne zaman iklim değişikliği?’

Son yıllarda hemen her durumda ve koşulda, çok yanlış olarak “iklim değişikliği” yerine “iklim krizi” kavramlarının kullanılmaya başladığını görünce, “İklim değişikliği mi, yoksa iklim krizi mi?” ve “Ne zaman iklim krizi ne zaman iklim değişikliği?” sorularının yanıtlarına ilişkin görüş ve eleştirilerimi, kısa sosyal medya paylaşımları, çeşitli televizyon ve radyo programları ile belgesel tarzı video çekimlerinde birkaç kez açıklamıştım.

Bu makalede görüşlerimin bir bölümünü bir kez daha özetlemek istiyorum:

İklim değişikliği konusu ve olgusuna ilişkin her söylem, açıklama ve/ya da çalışmada, ‘iklim krizi’ kavramının kullanılması doğru ve yerinde değildir. Bu yaklaşım ‘iklim değişikliği ve değişkenliği’ kavramlarının ve sorunsalının bilimsel ve teknik yanının göz ardı edilmesi ile sonuçlanır.

İklim krizi, genel olarak, iklim değişikliği ve insan kaynaklı küresel ısınmanın tehlikeli sonuçları ve etkilerine (örn. insan sağlığı, su kaynakları, gıda güvenliği, ekosistemler ya da ekosistem hizmetleri, vb.) ve iklim değişikliği ile savaşımının yönetilmesine atıfta bulunur. Daha siyasal, yönetsel ve diplomatik vb. bir kavramdır. Bu sınırların dışına çıkıldığında ise, anlam ve işlev kaybına uğrar, içi boşalır.

İklim krizinin yukarıda kısaca tartışmaya çalıştığım biçimde ve boyutta kullanılması, çok uluslu enerji, maden, petrol ve diğer fosil yakıt şirket ve lobilerinin işine yarar.

‘İklim krizi’ kavramının geniş kapsamlı kullanılmasının etkileri

Dahası, iklim krizi kavramının bu kadar yaygın, ilgili-ilgisiz ve doğru-yanlış her durumda kullanılması, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Paris Antlaşması, Glasgow İklim Paktı ya da gelecekteki olası başka bir anlaşma kapsamında hem iklim değişikliği savaşımı [tüm sektörlerde başta karbondioksit (CO2) ve diğer önemli sera gazlarının salımlarını azaltma ya da denetleme ve başta ormanlar yutakları geliştirme ve artırma vb. insan etkinlik ve politikaları] ve bilimsel bilgi ve teknoloji transferi sağlama, hem de Yeşil İklim Fonu’na belirlenmiş finans katkısı yapma yükümlülüklerini yerine getirmeyen, dahası gelecekte de buna niyeti olmayan gelişmiş ve büyük gelişmekte olan ülkelerin işine gelir.

Kısaca, bu tarz geniş kapsamlı bir iklim krizi kavramının iklim değişikliği yerine yaygın kullanımı, iklim değişikliği ve değişkenliğine ilişkin tüm bilimsel ana ve alt konuların (ör. gözlenen ve öngörülen iklim değişikliği ve değişkenliği, iklim değişikliğinin etkileri, etkilenebilirlik ve risk modellemesi, belirsizlikler, ani iklim değişiklikleri, iklim etmen ve sürücüleri, iklim veri tabanlarının yönetimi ve geliştirilmesi, iklim değişikliği senaryoları ve iklim değişikliğinin modellenmesi, gıda güvenliği, yoksulluk, sürdürülebilir kalkınma hedefleri, iklim değişikliği ve çölleşme bağlantıları, ulusal ve bölgesel iklim servisleri  vb.) göz ardı edilmesine yol açar.

Bu ise kısa bir zamanda iklim değişikliğinin daha iyi anlaşılması ve gözlenmesine ilişkin bilimsel çalışmaların yeterli olduğu, iklim değişikliğinin gerçekleştiği, tamamlandığı (… olacaklar oldu! Yapacak bir şey kalmadı, vb.) görüşünün yaygınlaşması, bu olgunun artık kriz yönetimi vb. yaklaşımlar ve diplomatik-siyasi çabalarla yönetilmesinin yeterli olabileceği, bu nedenle ülkelerin ve şirketlerin kalkınması ve kazançlarının artması vb. önündeki ‘en büyük engellerden biri’ olan iklim değişikliği savaşımına artık gerek kalmadığı vb. gibi bir anlayışın yaygınlaşmasına neden olabilecektir. Başka bir deyişle, bu durum, sera gazı salımlarının küresel ölçekte bilimin öngördüğü ciddi düzeylerde azaltılması, örneğin küresel CO2 salımlarının Paris Antlaşması’nın 1.5-2 °C küresel ısınma hedefleri kapsamında 2030 kadar en az 45 azaltılması hedeflerine zarar verebilecektir.

Tüm bu nedenlerle, iklim krizi ve iklim değişikliği kavramlarının yerli yerinde kullanılmasına dikkat edilmeli ve iklim değişikliği kavramı, olgusu ve/ya da sorunsalının tümüyle popülerleşmesi tehlikesine karşı uyanık olunmalıdır. İklim değişikliği kavramının dinamik ve diyalektik doğasının önemi göz ardı edilmemeli, bu konudaki bilimsel çalışmalar her koşulda desteklenerek sürdürülmelidir.

Odak kayması

Bu noktada ana konunun iklim değişikliği olduğuna ilişkin olarak aşağıdaki bazı önemli hatırlatmaları yapmak yararlı olacak:

İklim değişikliği savaşımının hükümetlerarası ilke ve yasal yükümlülüklerini düzenleyerek, insanın iklim sistemine olan olumsuz ya da geri döndürülmesi olanaksız olan etkilerini en aza indirmeyi ve iklim değişikliğini önlemeyi hedefleyen ana antlaşmanın adı “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’dir (BMİDÇS)”.

1980’lerin sonunda hızlanan iklim diplomasisinin en önemli çıktısı olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi altındaki iki önemli antlaşma, sırasıyla ilki BMİDÇS Kyoto Protokolü, ikincisi ise BMİDÇS Paris Antlaşması şeklinde adlandırılmıştır. Görülebileceği gibi ana kavram ve kapsam hep iklim değişikliği odaklıdır, iklim krizi odaklı değildir.

Başta BMİDÇS gelmek üzere BM’nin iklim değişikliğiyle ilgili uzmanlık kuruluşlarının (ör. Dünya Sağlık Örgütü-WHO, vb.) ve antlaşmalarının (ör. Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Sözleşmesi-UNCBD, vb.) iklim değişikliği ve değişkenliği kapsamındaki tüm bilimsel ve teknik gereksinimlerini ve özel istemlerini (ör. İklim Değişikliği ve Arazi Özel Raporu-SRCCL, vb.) karşılamakla yükümlü olan bilimsel kuruluşun adıysa “WMO/UNEP Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’dir (IPCC).

Sonuç olarak, daha önce birçok kez yinelediğimiz gibi, önemli olan iklim değişikliği savaşımı ve Paris Antlaşması’nın 1.5-2 °C küresel ısınma hedeflerinin tutturulması vb. gibi yaşamsal konularda gerekli olan ve ısrarla gerçekleştirilmesi beklenen “daha güçlü, daha azimkâr sera gazı azaltım yükümlüklerinin kabulü”, “fosil yakıtların özellikle kömür kullanımının hızla terkedilmesi” ve “etkilenebilirliği yüksek gelişmekte olan ve az gelişmiş yoksul ülkelerin, toplumların, kadınların, özellikle az gelişmiş ülkelerde kırsalda yaşayan ve tarımla uğraşan kadınların gereksinim duyduğu iklim finansmanının sağlanması” vb. konuları önümüzdeki birkaç yıl içinde anlamlı bir biçimde çözümlemek ve uygulamaya sokmak için yapılacak olan mücadeledir. Yoksa, iklim değişikliği yerine iklim krizi ya da küresel ısınma yerine küresel ısıtma gibi bilimsel-teknik ve uygulamaya ilişkin dayanağı olmayan sürekli ‘yeni’ kavramların türetilmesi ve zaten algılanması ve öğrenilmesi zor bir konu olan iklim değişikliği ve değişkenliği ile iklim değişikliği savaşımı ve iklim değişikliğinin etkilerine uyum vb. yaşamsal konularda kafaların daha da karışmasını sağlamak değil!

Kar kalkmadan orman yangınları başladı: Bir günde 30 yangın, hafta sonu için uyarı var!

1 Nisan Cuma günü Türkiye’de tam 23 orman ve yedi tarım alanı olmak üzere 30 yangın meydana geldi. Bu yangınlardan İzmir Dikili ve Muğla Milas’taki yangınlar kontrol altına alındı, Bursa, Bilecik, Orhaneli, Çanakkale-Bayramiç’de olanlar ise devam ediyor.

Çanakkale civarında, hızı 70 kilometreyi bulan lodos fırtınası nedeniyle Bayramiç’teki yangın giderek yayılıyor. Külcüler ve Toluklar Köyü arasındaki mevkide öğle saatlerinde başlayan ve rüzgar nedeniyle Çırpılar Köyü’ne ilerliyor. Yangına Çanakkale Orman Bölge Müdürlüğüne ait çok sayıda ekip müdahale ediyor, Balıkesir’den de bölgeye ekipler sevk edildi.

Çırpılar köyü yakınlarında Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nde elmaların saklandığı soğuk hava deposunun 500 metre yakınına ulaşan yangına karşı, köylüler elma ilaçlamakta kullandıkları tarım makinelerine su doldurarak müdahale etmeye çalışıyor.

Orman Bölge Müdürlüğü’nün Orman Yangınlarıyla Mücadele Şube Başkanı Tuncay Işık,  işletme müdürlüklerine yönelik talimatta, tüm ekiplerin pazar akşamına kadar teyakkuz halinde olmasını istedi. Yayımlanan talimatname şöyle:

“İŞLETME MÜDÜRLERİMİZİN DİKKATİNE!!! Bölge Müdürümüzün talimatı; Şiddetli ve fırtına boyutundaki Lodos nedeniyle ağaç  devrilmesi, ENH tellerinin kopması yangına sebebiyet verme ihtimalinin yüksek olması, çıkacak yangınların rüzgarla genişleme ihtimali nedeniyle Arazöz, dozer vb tüm ekiplerin Pazar akşamına kadar TEYAKKUZ HALİNDE OLUNMASI , yangın önleme ve söndürme konusunda tüm tedbirlerin alınması, ateşli temizlik yapılmaması konusunda tüm Köy ve mahallelerde ilan ettirilmesi önemle rica olunur.”

Bursa’da şimdiden 60 hektarlık alan zarar gördü

Bursa’nın Osmangazi ilçesine bağlı Karaıslah ve Soğukpınar arasındaki çam ormanlarında etkili olan yangın da devam ediyor. Bursa Valisi Yakup Canbolat, “Bir köylünün bahçesinden çıkan çalıları yakmak isterken başlayan yangın Karaıslah Mahallemizde üç ayrı noktada devam ediyor. Tahmini 50-60 hektar civarında bir alan etkilendi” dedi.

Bursa Orman Bölge Müdürlüğü, Jandarma Bursa İl Komutanlığı, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Osmangazi Belediyesi, Harmancık Belediyesi ve Keles Belediyesi’nden gelen ekiplerle müdahaleye başlandığını kaydeden Vali, “Şu an itibariyle kısmi zamanlı olarak rüzgar var. Ara ara şiddetli rüzgara dönüşüyor. Yanmalar devam ediyor. Şu anda yangını çevrelemekle meşgulüz. İnşallah rüzgar da diner, ekiplerimiz müdahale çalışmalarına sabaha kadar devam edecek” diye konuştu.

‘Bu sene yangın işi erken başladı’

Vali Canbolat vatandaşlara da çağrı yaparak  şunları söyledi: “Önümüzdeki hafta, bu bahçelerdeki örtü, çöp ve çıkan dalların yakılmasını yasaklayan bir genelgeyi, genel emri de en kısa zamanda çıkaracağız. Bu sene yangın işi erken başladı. Vatandaşlarımızın belli bir hassasiyet göstermesi gerekiyor, çünkü ilimizde çok nitelikli orman var. Bursa’nın yüzde 45’i orman. Vatandaşların bir yangın durumu söz konusu olduğunda da ivedi olarak ormanla, jandarmayla gerekli irtibata geçmesini istiyoruz. İnşallah kısa zamanda bir netice alırız diye düşünüyoruz.”

Bilecik ormanları da yanıyor

Bilecik’te merkeze bağlı Kızıldamlar köyü ile Kurtköy arasındaki Abuşlar mevkisi yakınındaki ormanlık alanda çıkan yangın da henüz söndürülemedi. Kuvvetli rüzgarın da etkisiyle büyüyen alevlere, ekiplerce müdahale ediliyor.

Bilecik Valisi Kemal Kızılkaya, yaklaşık 100 dönümlük alanın orman yangınıyla karşı karşıya olduğunu söyledi.

Ekiplerin görev başında çalışmalarını yoğun bir şekilde sürdürdüğünü kaydeden Kızılkaya, “120 personel ve 24 araçla müdahale etmeye çalışıyorlar. Henüz yangının kontrol altına alındığını söyleyemeyiz ancak çalışmalar devam ediyor. Civar illerden de takviye ekiplerimiz intikal etmek üzereler” dedi.

OGM: Hafta sonu risk yüksek

Orman Genel Müdürlüğü de sosyal medya paylaşımında yangınların devam ettiğini belirterek, “Özellikle Türkiye’nin batı bölgelerinde 31 Mart 2022 tarihinden itibaren etkili olan şiddetli lodosun hafta sonu da etkisini artırarak devam etmesi beklenmektedir. Lodosa bağlı düşük nem ve yüksek sıcaklıklar orman yangınları riskini artırmaktadır” dedi. Duyuruda, vatandaşların duyarlı olmaları gerektiği vurgulandı.

“Ormanı seven dikkat eder. Şiddetli lodos, düşük nem, yüksek sıcaklıklar nedeniyle bu hafta sonu orman yangını riskimiz yüksek” denilen açıklamada,  Muğla Milas’taki yangının kontrol altına alındığını diğer yangınlarla ilgili çalışmaların da sürdüğü kaydedildi. Açıklamada “Özellikle Türkiye’nin batı bölgelerinde 31 Mart 2022 tarihinden itibaren etkili olan şiddetli lodosun bu hafta sonu da etkisini artırarak devam etmesi beklenmektedir. Lodosa bağlı düşük nem ve yüksek sıcaklıklar orman yangınları riskini artırmaktadır. Vatandaşlarımızın yangınlara sebep olacak durumlardan kaçınmalarını ve yangın durumunda hemen 112’yi arayarak bilgi vermelerini önemle rica ediyoruz.” ifadeleri kullanıldı.

Geçen yıl, iklim değişikliğinin etkisiyle aşırı sıcak ve kurak günler geçiren  Türkiye’nin özellikle Ege ve Akdeniz sahillerini etkisi altına alan dev yangınlarda 15 gün içerisinde 135 bin hektar orman alanı; 26 bin hektar tarım alanı; yaklaşık 12 milyon metreküp kadar da orman ağacının zarar görmüştü.

Orman Botaniği Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ünal Akkemik bahar aylarına yaklaşmadan yangınlara karşı önlemlerin alınması gerektiğini uyarısı yapmış ve şunları söylemişti:

“Yangınları sadece yazın konuşuyoruz. Dışarda kar yağarken de bir yandan da orman yangınlarını konuşmamız gerekiyor. Bu yangın hazırlıklarının yazdan önce bitmesi gerekiyor. Acaba bu çalışmalar kapsamında ne durumdayız? Bunun toplumla paylaşılması önem taşımaktadır.”

 

Dünya Otizm Farkındalık Günü: Türkiye’de otizmli bireyler, çocuklar ve aileleri ayrımcılığa maruz kalıyor

Bugün 2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü.

Birleşmiş Milletler (BM) 2008 yılında 2 Nisan’ı, otizme kamuoyunun dikkatini çekmek ve tüm ülkelerin gündemine taşımak için Dünya Otizm Farkındalık Günü ilan etti.

Bu sene 2 Nisan’da “Otizm için Kırmızı Işık Yak!” kampanyası yapılacak.

Dünya genelinde okul çağındaki her 54 çocuktan biri otizm teşhisi alıyor. Türkiye’de otizmli bireylere dair net istatistikler bulunmuyor, ancak Otizm Platformu’nun önceki yıllarda öngördüğü verilere göre, ülkemizde tahmini olarak 550 bin otizmli birey ve 0-14 yaş grubunda  150 bin civarında otizmli çocuk bulunduğu varsayılıyor.

Toplumda otizm farkındalığı, otizmli bireylerin ve çocukların eğitime, istihdama, sosyal hayata, sosyal iletişime katılabilmede engellenmemesi adına oldukça önemli. Toplumun bilinçli olması otizmin erken tanısına katkı sağlıyor: Otizm, ne kadar erken yaşta tanınır ve uygun bir şekilde yönlendirilirse, tedavisinde o kadar olumlu sonuçlar alınıyor.

Otizmi diğer engel gruplarından ayıran en önemli fark; erken tanı ve doğru eğitimle otizmli çocukların sorunlarının büyük bir kısmını aşmaları. Bunun sağlanabilmesi için de çocuğa ve ailesine toplumun ve devletin desteği mühim.

Otistik Spektrum Bozukluğu, doğuştan gelişen, genetik altyapıya dayanan, karmaşık nöro-biyolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyerek bireyin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkıyor ve çocukların sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını çeşitli seviyelerde etkiliyor.

Otizmin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber, çevresel etkilerin yanında genetik temelli olduğuna dair çalışmalar mevcut.

Erkek çocuklarda kız çocuklarına oranla daha sık görülen otizmin yanında epilepsi, zeka geriliği, hiperktivite ve duygu durum bozuklukları görülebiliyor; otizmlilerin %’10 unda ise üstün zeka tespit ediliyor.

Otizmin erken teşhisi, bireyin becerilerini geliştirmeye yönelik eğitimin ve tedavinin hayata geçmesi için çok önemli. Bu tedavide otizmli bireyin sosyal ve bireysel yeteneklerini geliştirmek amaçlanıyor ve davranışsal özel terapiler (konuşma terapisi, motor yetenekleri artırmaya yöneli terapiler gibi) uygulanıyor.

Erken teşhis için uzmanlar, aşağıdaki belirtilerin otizmde çoğunlukla görüldüğünü belirterek, gözlendiği takdirde çocuk psikiyatristine başvurulmasını söylüyor:

  • Göz teması yokluğu veya kısıtlılığı,
  • Adı ile seslenince tepki vermeme
  • Sarılma ve öpme gibi fiziksel temastan hoşlanmama
  • Bir hareketi tekrarlama -örneğin el çırpma, zıplama, kendi etrafında dönme, sürekli öne arkaya sallanma, kanat çırpma-
  • Konuşmada gecikme
  • Aşırı hareketli veya aşırı hareketsizlik olabilirler.
  • İnsanlarla iletişim yerine cansız varlıklarla ilgilenme,
  • Konuşmayı öğrenseler bile hep aynı kelimeyi tekrar etme, uygun olmayan cümleler kurma, kalıp gibi konuşma
  • Bir cismin bir parçasına takıntı yapma
  • Düzen takıntısı, rutinleri bozulduğunda hırçınlaşma
  • Sürekli aynı oyunları oynama.
  • Sosyal ortama girdiklerinde aşırı korkup tepki verme
  • Yemek yeme bozukluğu
  • Tehlikeye ve acvıya karşı duyarsızlık
  • Normal öğrenme metotlarına duyarsızlık

Türkiye’de otizmli çocuklar eğitime erişemiyor

Otizmin bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken tanı sonrası başlayan yoğunlaştırılmış ve bireyselleştirilmiş özel eğitimdir.

Erken yaştaki çocuk için bilimsel olarak kanıtlanmış yoğun eğitim süresi haftada bireysel ve grup eğitimi olmak üzere 40 saat.

Türkiye’de ise sosyal güvenlik kapsamında “otizm özel eğitim raporlu” çocuklar, aylık 6- 12 saat olan özel eğitim alabiliyor.

Otizmli çocukların mutlaka eğitim sistemi içinde yer almaları gerekiyor. Çünkü eğitim, otizmli birey için her şeyden önce “tedavi” anlamına geliyor.

Türkiye Eşitlik ve İnsan Hakları Kurumu‘nun 2020 yılı ‘Otizmli Çocukların Eğitim Hakkı ve Ayrımcılık Yasağı Raporu‘nda, eğitime başlama yaşının, eğitim yoğunluğunun, eğitimin ilk yıllarındaki öğrenme oranının ve zekâ düzeyinin eğitim sonuçlarını yordayan değişkenler olduğu
saptanmıştır ve bu araştırmalarda artan aile memnuniyeti ve azalan aile stresi de vurgulanmıştır” ifadeleri yer alıyor.

Raporda MEB verilerinden aktarılan bilgiye göre, 2019 yılında Türkiye’de ülkemizde kaynaştırma öğrencisi sayısı temel eğitim için 4510, ortaöğretim için 77; kadrolu bir şekilde özel eğitim öğretmeni olarak görev yapanların sayısı ise 18 bin 550.

Raporda, otizmli çocukların eğitimi konusunda Türkiye’de yeterli sayıda okul, yeterli nitelik ve sayıda personel bulunmadığı belirtiliyor. Ayrıca ülkede okul öncesi rehabilitasyon eğitimlerinin saatinin artması gerektiğinin altı çiziliyor.

Aynı şekilde, veliler ve çocuklar, genel eğitim veren kurum ve özel okulların öğrencileri kayıt etmekte isteksiz olması ve diğer velilerin otizmli öğrencileri istememesi sebebiyle ayrımcılığa maruz kalıyor; idareci ve öğretmenler, otizmli öğrencilerin durumu ve bu öğrencilere yasalarda tanınan hakları yeterince bilmiyor.

Fotoğraf: Anadolu Otizm Vakfı

Otizmliler işgücünde yoklar

Türkiye’nin de 2007 de imza attığı Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’nin 27. maddesi, engelli bireylerin çalışma ve istihdam hakkını düzenliyor:

“Taraf Devletler, engellilerin çalışma hakkını diğerleriyle eşit bir şekilde tanır; ve bu hak, engellilerin açık, kapsayıcı ve erişilebilir nitelikte bir iş piyasası ve çalışma ortamında, serbestçe seçtikleri bir işte hayatlarını kazanmaları fırsatını da içerir.”

TBMM Down Sendromu, Otizm ve Diğer Gelişim Bozuklukları Araştırma Komisyonu raporuna göre 2019’da toplam 162.256 engelli işgücü sayısı içinden 2019 Haziran ayı sonunda İŞKUR’a kayıtlı yalnızca 28 otizmli vardı ve bunların yalnıca 5’i kadındı.

Otizm Dernekleri Federasyonu ODFED, otizmlilerin çalışabileceği kurumlar ve işyerleri oluşturma yükümlülüğüğnün altını çiziyor:

“Otizmli bireylerin ilgi alanları ve yeteneklerine göre çalışabilecekleri iş yerleri bulunmamaktadır ya da çok azdır. Oysa bazı alanlarda üstün yeteneklere sahip olmalarının yanı sıra, ayrıntılara dikkat eden, kurallara bağlı, dakik, titiz ve dürüstlük gibi özellikleri sayesinde oldukça verimli olarak çalışabilirler. İletişim sorunları, duyusal hassasiyet gibi dezavantajlarını en aza indirgeyerek çalışma ve toplumsal yaşama katılımları sağlanabilir.

Otizmli bireylerin çalışabilecekleri korumalı/kaynaştırmalı işyerleri kurulmalıdır.

Yeşiller İstanbul’daki çöplerin izini sürdü: Hepsi yurt dışından gelen plastik çöpler

ABD merkezli Bloomberg Green ekibinin takip cihazları taktığı plastik poşetlerinin izinin sürüldüğü haberde İngiltere’nin bir zincir marketindeki plastik poşetin iki ay sonra Adana’ya geldiği görülmüştü. Haber Türkiye medyasında da geniş yer buldu. Plastik poşetlerin binlerce kilometrelik yolculuğu Bloomberg’deki araştırmacı gazeteciler tarafından anlatıldığı video oldukça sık paylaşıldı.

Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı da videoyu sosyal medyasında paylaşan isimlerden biri oldu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, İngiltere’den getirilen atıkların Adana’da geri dönüşüm tesisi olmayan bir bölgede ortaya çıktığı yönünde sosyal medyada yer alan iddialara ilişkin AA’ya yaptığı açıklamada “Adana ile ilgili gündeme getirilen iddialara ilişkin sahadaki 7 ekibimiz tarama yaptı, yeni bir döküm tespit edilmedi” diyerek iddiaların asılsız olduğunu söylemişti. 

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar ise sosyal medya hesabından haberlerin yalan olduğunu söylemişti:

 

Urbarlı, İstanbul Sultangazi’de bir çöp alanında Türkiye’ye gelen plastik çöplerin izini sürdü. Çöp alanında gerçekleştirilen çekimde Koray Doğan Urbarlı, yurt dışından gelen plastik çöpleri gösterdi:

Bayramiç’te ormanlık alanda yangın çıktı: Çevre köylere sıçrıyor

Çanakkale’nin Bayramiç ilçesindeki ormanlık alanda 15.00 sularında yangın çıktı.

Yangının Bayramiç’in Külcüler ve Toluklar Köyü arasındaki mevkide başladığı bildirildi.  Bölgede bulunan yerleşim yerlerine ise yangının ulaşmadığı bilgisi geldi. Yoğun rüzgar nedeniyle yangının Çırpılar Köyü‘ne doğru ilerlediği belirtildi.

Henüz çıkış nedeni belirlenemeyen yangına çok sayıda itfaiye ekibi müdahale etmeye başladı.

Bölgedeki köylerin birbirine yakın olduğunu bildiren vatandaşlar, yangının yaklaştığı Çırpılar Köyü’nde yüz hanenin bulunduğunu bildirdi.

Ancak bölgedeki yerleşim yerlerinde henüz bir tahliye söz konusu olmadı.

Yangına ayrıca AFAD ekipleri ve köylüler de müdahalede bulunuyorlar. Orman Genel Müdürlüğü  tarafından yangına ilişkin olarak şu açıklama yapıldı:

“Çanakkale / Bayramiç’te de orman yangınlarıyla mücadele ediyoruz. Mevsim ne olursa olsun ormanlarımızı tehlikeye atacak, yangına sebep olacak davranışlardan uzak durun.”