Hayatının 25 yılını Dalyan‘daki caretta caretta kaplumbağalarını korumaya adayan çevreci aktivist June Haimoff, nam-ı diğer Kaptan June 100 yaşında hayatını kaybetti.
Evinde organ yetmezliğinden yaşamını yitirdiği açıklanan Kaptan June, bir süre önce hastanede geçirdiği Covid-19 tedavisinin ardından evine getirilmişti.
Haimoff’un cenazesi öğle saatlerinde evinden alınıp, vasiyeti üzerine Dalyan Merkez Camisi’ne getirildi. Cenaze törenine Ortaca Belediye Başkan Yardımcısı Bülent Öztürk dışında protokolden ve siyasetten hiç kimsenin katılmaması ve çelenk göndermemesi, ‘vefasızlık’ olarak nitelendirildi ve sosyal medyada tepkilere neden oldu.
Dalyan Otelciler Derneği Başkanı Ali Mürşit Yağmur, sosyal medya hesabından duruma şu sözlerle tepki gösterdi:
“İztuzu Plajı‘nda bir bina bir beton görmüyorsanız sebebi Kaptan June’dur. Cenazesine bir çelenk bile göndermeyip oradan yıllarca para kazananlar, Dalyan’da doğa için resim çekinen sayın vekiller. Dün neredeydiniz? Umarım bundan sonra anısına sahip çıkarsınız.”
Cenaze töreninde Dalyan Turizm, Kültür ve Çevre Koruma Derneği Başkanı Orhan Yükselen, “Bölgede doğanın ve kaplumbağaların korunması açısından mücadele veren örnek bir kişiyi kaybettik” dedi.
Haimoff’un naaşı, vasiyeti üzerine Köyceğiz Çandır Mahallesi mezarlığına defnedildi.
Caretta carettaların önemli üreme alanlarından biri olan İztuzu Plajı’nda yapılaşmayı önleyen ve bölgenin özel çevre koruma bölgesi ilan edilmesini sağlayan Haimoff, 25 yıl önce Dalyan’a yerleşmiş ve İngiliz vatandaşlığından Türk vatandaşlığına geçmişti.
June Haimoff’un hayatı
June Haimoff, 1922 yılında İngiltere‘nin Essex kentinde doğdu. Ünlü bir petrol mühendisi olan babasının işi nedeniyle çocukluğu Uganda, İran ve Irak‘ta geçti.
Opera şarkıcısı olma tutkusunun peşinden gitti ve eğitimini müzik, dans ve bale üzerine yaptı. Charles Haimoff ile evli olduğu dönemde ABD ve İsviçre‘de jet sosyete arasında yaşadı. O dönemde resimle uğraştı ve İsviçre’nin Gstaad kentinde kendi sanat galerisini açtı
İlk kez 1975’te teknesiyle Köyceğiz ilçesindeki Ekincik Koyu‘na gelen Haimoff, daha sonra uzun yıllar üst üste tatilini geçirmek için sürekli bu bölgeyi tercih etti.
1975-1981 yılları arasında tekne gezilerinde zaman zaman İztuzu Plajı ve Dalyan’a uğradığı için yöre halkı tarafından “Kaptan June” (Kaptan Haziran) olarak anılır. 1984 yılında İztuzu Plajı’nda bir baraka kurdu, burada ve teknesinde yaşamaya başladı.
Haimoff, bu sürede plaja yumurta bırakmak için gelen caretta carettaların korunmasında önemli rol oynadı.
Hürriyet‘e verdiği bir röportajında Haimoff şunları söylemişti, “Dünyanın bütün lüksünü görmüştüm. Ama böyle bir yer hiç görmemiştim. Plajda göçebeler gibi yaşıyorduk. Bana dünyanın en romantik şeyi gibi geliyordu bu.”
Nisan 1987’de Kaunos Beach Hotel adıyla 1800 yataklı bir otel kompleksinin yapımına başlandı. Bu, dünya çapında bir protestolara neden oldu. Haimoff, İztuzu Plajı’nı Dünya Doğayı Koruma Birliği(IUCN) Kırmızı Listesi‘ne aldırmak ve deniz kaplumbağası için üreme alanı olarak korumak için bir kampanya başlattı.
Ankara‘da dönemin başbakanı Turgut Özal ile görüşen Haimoff, Özel Çevre Koruma Kurumu’nun kurulmasında önemli rol oynadı. Proje Eylül 1987’de durduruldu ve 1988’de Türkiye hükümeti sahilde gelecekteki inşaatları yasaklamaya karar verdi. Köyceğiz-Dalyan bölgesi daha sonra Özel Çevre Koruma Bölgesi statüsünü aldı.
Haimoff bu mücadelenin öyküsünü 2002 yılında Birleşik Krallık’ta yayınladığı “Captain June and the Dalyan Turtles” kitabında anlattı. Kitap aynı yıl “Kaptan June ve Kaplumbağalar” adı altında Türkçeye çevrildi.
Daha sonra, June Haimoff çabalarını sitenin korunmasını sağlamanın yanı sıra kaplumbağaların kaderine uluslararası ilgiyi çekmeye adadı.
June Haimoff ayrıca 2003 yılında geliri caretta carettaların korunması amacıyla kullanılmak üzere tek şarkılık CD yaptı.
Haimoff çalışmalarını daha geniş bir çerçevede sürdürdü ve Köyceğiz-Dalyan Özel Çevre Koruma Bölgesi’nin eşsiz flora ve faunasının korunmasıyla ilgilendi. Yumuşak kabuklu Nil Kaplumbağası ve bölgeye özgü bir diğer endemik tür olan Sığla (Günlük) ağaçlarının (Liquidambar orientalis) korunmasıyla özellikle ilgilendi.
Haziran 2009’da Haimoff, deniz kaplumbağasının habitatını korumak için bir vakıf kurmak için Türk vatandaşlığı aldı. Kaptan June Deniz Kaplumbağalarını Koruma Vakfı resmi olarak Şubat 2011’de kurulmuş oldu. Bilgi Merkezi ve Müzesi, Kaunos Beach Hotel’in Nisan 1987’de inşaatının başladığı yere bakan Kaptan June’un barakasında (Captain June’s Hut) bulunmaktadır. Vakıf halen Deniz Kaplumbağaları Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER) işbirliğiyle faaliyetlerini sürdürüyor.
Haimoff bu çalışmalarıyla Kraliçe II. Elizabeth 2011 İngiliz Yeni Yıl Onur Listesi’nde yer aldı.
Dalyan’da “Barış Krallığı” adını verdiği ve köpekleri ve kedileriyle yaşadığı barakası Dalyan’ın simgesi haline geldi, her yıl binlerce kişi tarafından ziyaret edildi, etkinlikler düzenlendi. Yaşadığı sokağa ismi verildi, sayısız ödüller aldı.
Haimoff, bölgeye yerleştiğinden beri en çok neyi özlediği sorusuna şu cevabı vermişti:
“İnsanlar… Sahillerin o güzelliği… Böyle harap edilmemişti henüz. Her şey çok doğaldı.
Türkiye önemli hatalar yapıyor. En çok da mimaride. Çirkin yerleşimler kuruluyor, her yer betonlaşıyor. Birçok güzel yer yok edildi. Ben geleneksel bir insanım. Tarihe, geçmişe saygı duyarım. En çok buna üzülüyorum.“
Fransa‘da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda Emmanuel Macron, oyların yüzde 58,5’ini alarak ikinci kez Cumhurbaşkanı seçildi. Rakibi Marine Le Pen‘in oy oranı yüzde 41,5 oldu. Böylece Macron, yirmi yıldan beri ikinci kez seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Macron’un zaferi, Avrupa Birliği‘nden ayrılmak ve, sıkı göçmen karşıtı düzenlemeler getimekgibi politikalar öngören rakibinin temsil ettiği aşırı sağ popülizme karşı Fransa’nın mevcut durumunun devamına işaret ediyor.
Sonuçlar, üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olan ve son aylarda iktidarı ele geçirmeye hiç olmadığı kadar yakın görünen Le Pen için ‘büyük bir darbe’ olarak yorumlandı. Ancak Le Pen, 2017’deki oy oranına birkaç puan eklemiş oldu. 2017′ Le Pen, Macron’un yüzde 66,1 oyuna karşılık yüzde 33,9 oy almıştı.
Yerel saatle akşam 20:10’da Marine Le Pen, Paris Bois de Boulogne‘daki köşkten “sandık sonuçlarına saygı duyduğunu” söyleyerek mağlubiyetini kabul etti.
Fotoğraf: Benoit Tessier / Reuters
Paris’te Macron’u destekleyen kalabalık, sonucu kutlamak için Fransa ve Avrupa Birliği bayrakları ile Eyfel Kulesi önündeki Champ de Mars‘ta buluştu. Mavi, beyaz ve kırmızıya bürünen alanda destekçiler, Daft Punk‘ın “One More Time” şarkısıyla dans etti.
Kalabalığa hitap eden Macron, sonuçların “daha bağımsız bir Fransa ve daha güçlü bir Avrupa” için bir zafer olduğunu söyledi ve “Birçok yurttaşımızı aşırı sağı seçmeye sevk eden öfke ve anlaşmazlıkların da ele alınması gerektiğini biliyorum, bu benim sorumluluğum” dedi.
Macron ilk turda oyların yüzde 27,85’ini, Le Pen ise yüzde 23,15’ini almış ve ikinci tura kalmışlardı.
Macron’un yeni döneminde ilk olarak Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile görüştüğü açıklandı.
Avrupa Konseyi Başkanı Ursula Von der Leyen, Twitter‘dan Macron’u tebrik etti ve şöyle yazdı: “Mükemmel işbirliğimizi sürdürmek için sabırsızlanıyorum. Birlikte Fransa’yı ve Avrupa’yı ileri taşıyacağız.”
Cher @EmmanuelMacron, toutes mes félicitations pour votre réélection à la présidence de la République.
Je me réjouis de pouvoir continuer notre excellente coopération.
Ensemble, nous ferons avancer la France et l’Europe.
İspanya lideri Pedro Sanchez de “Demokrasi ve Avrupa kazandı” ifadeleriyle Macron’u kutlarken, Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson da “Fransa en yakın ve en önemli müttefiklerimizden biridir. İki ülke ve dünya için önemli konularda birlikte çalışmaya devam etmeyi dört gözle bekliyorum” mesajını paylaştı.
Congratulations to @EmmanuelMacron on your re-election as President of France. France is one of our closest and most important allies. I look forward to continuing to work together on the issues which matter most to our two countries and to the world.
Sosyal medya platformu Twitter, iklim değişikliğini reddeden reklamları yasaklama kararı aldığını duyurdu
22 Nisan Dünya Günü‘nde alınan karara ilişkin Twitter küresel sürdürülebilirlik yöneticisi Casey Junod, “Twitter’da iklim değişikliği konusundaki bilimsel fikir birliğine aykırı olan yanıltıcı reklamlar, uygunsuz içerik politikamız uyarınca yasaktır” açıklamasını yaptı.
Açıklamada, “İklim inkarcılığının Twitter’da para kazanmaması gerektiğine ve yanlış temsil eden reklamların halkı iklim kriziyle ilgili önemli fikir paylaşımlarından uzaklaştırmaması gerektiğine inanıyoruz” denildi ve şunlar kaydedildi:
“İklim değişikliği hakkında yanıltıcı bilgilerin gezegeni koruma çabalarını baltalayabileceğinin farkındayız. Artık hepimizin katılacağı anlamlı bir iklim eylemi her zamankinden daha kritik.”
Platform ayrıca önümüzdeki aylarda Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) de dahil olmak üzere “iklim tartışmalarında güvenilir, ve yetkili kaynaklarıdan bilgi” sağlamayı nasıl planladığı konusunda daha fazla çalışma yaılacağını açıkladı. Twitter, geçen yıl BM İklim Toplantısı’nda bunlara dai ön hazırlıklarını da paylaşmıştı.
Medya devi Google da geçtiğimiz yıl iklim değişikliğini inkar eden reklamları yasaklamıştı.
Öte yandan bu yasak, milyarder iş insanı ve Tesla CEO’su Elon Musk‘ın Twitter’da hisse sahibi olması tartışmalarının ardından geldi. Twitter, Musk‘ın tün hisseleri ele geçirmesini engellemeye çalışıyor.
Yassine Lembarki is a 30 year old Latino-African Arab, sharing both roots from the ancient Arabi Islamic culture of the Andalous (situated in modern day Spain) and the North African amazigh bedouin (berber nomads) culture. He is also neurodiverse because he’s on the spectrum.
He was born where he currently resides, Rabat the capital city and he says it is the most beautiful city of the Kingdom of Morocco. He’s a licensed physiotherapist, who also works as foreign language teacher as a leisure time activity and an income booster, teaching mostly English and Turkish. The best titles that describe his work regarding the climate should most certainly be an “anti-plastic pollution advocate” and “climate justice enthusiast”.
Atlas Sarrafoğlu: What are the major effects of the climate crisis in Morocco?
Yassine Lembarki: According to Morocco World News the major impacts of the climate crisis in Morocco like most of Africa is and will be higher temperatures, reduced rainfall and an increase in the severity of extreme weather events. With most of its economic activity near the coast, Morocco is particularly vulnerable to the rise of sea level, Which constitutes a real threat to agriculture, fishing, water supplies, tourism and the unique ecosystems of the country.
‘We stepped in when the government’s plastic plan didn’t work’
How did you start being involved in climate activism?
Like every activist I also had a unique reason to start this fight for a better future. But unlike them it wasn’t inaction from my local government that pushed me towards demanding change, totally the opposite, it was indeed their early decision to take drastic measures and its results that inspired me in a way or another.
In July 1st, 2016 an ambitious plan to ban single-use plastic bags and reduce ocean pollution under the name of “Zero mika” (Mika is the equivalent of plastic in Moroccan Darija) was introduced, aiming to bring a radical solution to the plastic pollution in the country by prohibiting plastic bags within six months. After the publication of the corresponding law, and despite all the effort to make it a success, in the eyes of too many observers it failed to fulfill any of its goals, pushing the government to revise the law in 2019, and too many young Earth lovers such myself to anti-plastic advocacy and/or climate activism. This unprecedented measure to lower plastic pollution simply didn’t deliver on its promises because the people weren’t ready, and the government awareness campaign wasn’t appealing enough to ordinary citizens. That’s probably where an attentional inspiration of the new generation to take action for the environment happened, forcing too many young Moroccans including me, to understand that our voices are indeed needed in this fight, that policy makers even when galvanized to do the right thing, will not succeed unless the public is on board, that a no-plastic Morocco needs no-plastic citizens who feel responsible for the environment and our natural habitat. And since my family is more likely to give up plastic if I was the one requesting it, if my future depended on it, and also that is most likely to be the situation for almost all traditionnel Moroccan familles. Even an ordinary guy like me who knew nothing about the earth struggle other than whatever the “shower less” global campaign was saying at the moment, felt needed to raise awareness and facilitate the transition into a more green and by that I mean a more sustainable Morocco.
As simple as that and despite being in Türkiye at that moment for educational purposes, I decided to get on board and start advocating for climate literacy and alternatives for everyday used plastic, especially the single-use one. Being more likely an anti-plastic pollution advocate than anything else,and with my advocacy being mostly digital, I always felt intimidated from calling myself a climate activist, since activists in the traditional sense are supposed to take a realistic action, a physical one, a thing I didn’t have the time for, being a student at the moment, nor the right, being a foreigner at the time, and climate activists should address the entire issue of the climate crisis a thing I wasn’t will equipped to execute. I always felt more comfortable referring to myself as a climate justice “enthusiast”, not that I didn’t know how important the job I’m doing or didn’t believe in it, but it just felt more convenient especially when we take into consideration how middle easterners and Africans perceive the word “activist”.
How do you organize your strikes in Morocco, if at all? Do you personally have any other ways to fight the climate crisis?
Although striking is always an option, and it’s a given right that is enshrined in the constitution, and can be used in accordance with the corresponding laws. Where I am currently, at this moment, we do not need such an action, as the government commitment to the preservation of the environment is already enough when compared with the global action rate, and it’s being kept in checks and balances on this particular matter by specialized in different domains government agencies and NGOs, who in its turn contact the government when needed, to recommend or warn against a certain environmental or environment impacting decision. Striking is the step that comes after that, and since I started this journey it never was needed, but still happened sometime, mostly to motivate the public and keep policymakers on track.
‘Those most affected by the crisis lack minimal knowledge’
Instead what most of us, and by that I mean, climate activists/enthusiasts or environmentalists who are not part of an NGO or association do is try to change our small cercle to start with, than use that power to motivate others to do the same, also volunteer for all possible activities within our respective interest and general interest, we also enjoy the support and/or supporting a wide range of global and local communities and organisations, through chatting their stories and experiences, joining their real or digital events, we also tell our unique stories and try to add to do global diverse consensus for a better future via digital means.
What I do personally other than the ones stated above, is mainly acting for a plastic free environment, by collecting plastic while tracking an advising people against its use, I was the proudest person in the world when my house was finally plastic free after a whole 3 years of trying relentlessly to promote alternatives and push plastic products (especially single used ones) out of the equation, an experience that taught me how changing people’s behaviour is so hard but not impossible.
Also I go to different places every time with my now famous chalkboard, every Friday to take pictures in solidarity with the youth-led action group Fridays For Future, while also answering to the curious looks and questions of the wandering public, to promote sustainability and climate consciousness. But my main domain should be digital media, as I’m the founder of the climate literacy page @Plus212youth on twitter and Instagram, a page that promotes the perspective of climate justice in Arabic, Turkish and English,being mainly for Moroccans,the MENA and Africa. And the reason behind this idea, was the fact that after spending some months in this generous community,I noticed that there was a problem with the global climate justice activism at that time, the fact that it was and somehow still mostly monolingual which doesn’t give people with little or no knowledge of English the chance of knowing what’s going on around them. Which is very unfair, cause It’s unfair for the most affected people to be left without the minimum knowledge of what they may suffer or the causes of what they are already suffering, knowing that like with the climate crisis, the lack of sufficient education and other essential services is mostly not MAPA‘s fault as well.
What is the perception of your government regarding the climate crisis?
Since a while now and through successive governments Morocco have been on an ambitious ride to combat the adverse effects of climate change. It’s even possible to say that Morocco was one of the first countries to develop a climate change strategy and action plan, with its National Plan Against Global Warming (PNLCRC,2009). It also has ratified a number of international climate agreements for the same reason. Also was happily the generous host of COP22, Although the execution of those plans is not nearly perfect and it’s necessarily having some challenges, thanks to its climate policy for the past years, Morocco has become a key leader on initiatives for climate action, According to the UN Resident Coordinator.
Through an ambitious greenhouse gas emissions reduction programme and strategies for the preservation of natural resources, Morocco intends to reduce its greenhouse gas emissions by 45.5 per cent by 2030 and achieve a 52 per cent share of renewable energy in its energy mix in the same year. While that may not seem like too much, we should not forget that despite not having a significant contribution to the climate crisis, like the entire continent of Africa, Morocco is currently one of the few nations with a nationally determined contribution (NDC) in line with the global target of 1.5°C. Which is a good indicator of what is to come.
As a Moroccan climate activist, what are your demands from your government/politicians?
I can summarize what I want from policy makers in five sentences, and no more.
less coal, and more renewables
less plastic, and more recyclables
less cars, and more environment friendly public transportation
less disputes, and more collective action
and more involvement of the people and youth in the entire process.
‘Climate crisis is a daily problem in Africa’
What specific climate crisis is the most important issue in your country? And also please tell us what does it mean to be a MAPA for you?
Though it’s disputable, in the eyes of too many climate observers and mine, the number one problem affecting Morocco is desertification and every other problem tumbles into place from there, the increased salinization of the soil in Morocco has led to increase of irrigation and further depletion of water resources that has then led to the drying of wetlands, displacement of animals and loss of biodiversity in a country that has many rich ecosystems. Adding to all of that the harvesting of heavy metals out of economical necessities, exacerbates this problem by contaminating water sources and causing land erosion.
To me being part of MAPA means, being punished for a sin you didn’t commit, and worse than the one who committed it. It also feels like living in the future. The best version possible in this chaotic climate crisis, As Hamira Kobusingye a youth activist from Uganda, said “For the global north, climate is a matter of 20 years, 30 years into the future, But for us in Africa, it is a problem today. We are already losing lives due to climate change and we already have refugees and people forced from their homes due to climate change.”
Besides being part of MAPA, being particularly from Africa makes one see this climate injustice in a wider picture. According to the United Nations Fact sheets on climate change, Africa is not a significant source of greenhouse gas emissions. Africa accounts for only 4 percent of the world’s carbon dioxide emissions from energy and industrial sources, yet it’s the most vulnerable continent to the climate crisis, and most likely to suffer the worst of it in the world.
Please tell us about what it is that makes you feel hopeful about the future? Do you have any inspirations for your activism?
My inspiration in life and what makes me feel so hopeful about the future is not different from each other, it’s mostly the same feeling, faith. The faith I inherited from my ancestors as most indigenous people of Africa do, it’s no hidden secret that we are one hell of a faithful continent. It’s that same mystical faith in a higher power, a life giving energy that is looking after the children of Africa and its beautiful nature, the one that will always step in to save us, even when we make it so hard to be saved, simply because he is capable of anything and everything. The faith in the miracle that we call life, the capability of it to change very fast to the better, the faith in the nouvelle generation of human giants that are leading the change globally, with no fear and no gear other than their little big hearts. We are indeed living in consequential times that could be better described as the worst era of mankind, but it’s also maybe the best era for humanity, for humanity only thrives in darkest time, cause it was meant to be a light to guide its carriers, like in the example with the divisive Berlin Wall and too many other historical events, whenever we are put under unwavering pressure unlike or body cells that divides we seem to come together and act as one. I know it’s a classical thing to say, but whenever I hear the following sentence I feel full of hope, “don’t stop believing”.
‘We progressed so fast the planet couldn’t keep up with us’
If you had a microphone to address the world leaders, what would you say to them about the climate crisis?
I believe if I had one or a thousand microphones, I would not say more than the following statement.
Your inaction is leading to extinction, our extinction, but before us, the bees, the trees, the wonderful creatures of the seven skies and the seven seas. You are only what you aspire to be, and you can’t be, without the tree, without the bee, without the air, and without the sea, you can’t continue to exist without me, without diversity. Choose collective action over collective extinction, choose the priceless people over the cheap profit.
What is your perception of the future in regards to the climate crisis? How do you envision yourself in 2030?
I have high hopes regarding the future, both on a regional and global scale.
On a regional scale thanks to the much needed and the seemingly very realistic Moroccan vision of 2030, to half greenhouse gas emissions and provide more than half of its energy from renewables, add to the mixt the growing attention of the public towards this particular matter as the threat grows, and you will conclude that there bound to be more ambitious plans and more people that are willing to support and help execute them.
On a global scale cause I believe the climate movement has gained momentum worldwide, and is shaping the public view in a positive way, pushing it to be more climate conscious, despite the deceiving efforts of what we came to know as “white activisme” , this youthful impact most certainly will lead to radical changes in our behaviour as a species and our over all view of other species and the universe as an integrity. It’s a common belief among climate literate youth that this decade may indeed be the last decade to take drastic measures to mitigate the climate crisis before we face irreversible consequences, so like a lazy student who only starts to prepare the day before the exam, if we can convince humankind that tomorrow is indeed the day of the exam, our survival exam as an intelligent species, they will most certainly prepare. Though I know how lazy and unwilling to change mankind may look, make no mistakes we are no dummies, we are the most intellectual creatures to ever put a foot on this planet or on any other place in the universe. And if anyone needs any evidence about that, it will be sufficient for them to look around and see what the planet has become. All of this destruction didn’t happen because we couldn’t develop or progress, totally the opposite, it happened because we progressed so fast the planet couldn’t keep up with us. Climate change is the unintended consequence of our success as a species. We’re literally killing it, “it” being of course our mother, our only home, earth. So in short, we should trust that the ones that have the will to torch the planet apart most certainly can fix it.
When it comes to how I envision myself in the near future (by 2030ish), I see myself as one of the decision makers regarding the sustainability and preservation of the planet both locally and internationally, so let’s just cross fingers and hope for the best, cause the best is yet to come.
Sevgili annem, ışıklar içinde yatsın, “Oğlum, koca adam oldun ama hâlâ bir çocuk gördüğünde çocuk oluyorsun” derdi, hafif sitem çok sevgiyle. Nedenlerini zaman zaman kendimce analiz edip bazı köklere ulaşabildiğim bu özelliğimden hiç pişman olmadım. Tersine, son üç beş yılda planlı bir şekilde çocuklara ayırdığım zamanın çok daha fazlasını çok daha öncelerde onlara ayırsaymışım diye düşünmüyor da değilim.
Bu giriş, kolaylıkla tahmin ettiğiniz üzere günün anlamı ile ilgili. Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Ülkemizin ve ulusumuzun tarihindeki çok önemli dönüm noktalarından biri 23 Nisan 1920. Atatürk’ün bu önemli günü çocuk bayramı olarak armağan etmesi oldukça anlamlı. Yüzyıllar boyunca yerleşmiş ve tel tel dökülen değerler sistemini çöpe atıp yepyeni bir başlangıç yapmanın zorunluluğunun farkında olan bir lider ve çağının çok ötesinde bir deha olarak, bu önemli günü ‘yeni’nin insan yaşamındaki karşılığı olan çocuklukla özdeşleştirmesi hiç de şaşırtıcı değil.
Bu köşede fırsat buldukça yazmaya, aklım erdiği, dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum; yerleşik değer yargıları ve onların ürünü çözüm önerileriyle daha fazla devam etmemiz olanaklı değil. Gezegeni, kimileri hâlâ tam olarak kavrayamamış olsa da büyük ölçekli yıkımlara maruz bıraktık ve öyle görünüyor ki artık uçurumun kenarına kadar getirdik. Fakat ne yazık ki, bu bile aklımızı başımıza almamıza yetmedi. En duyarlılarımız bile sürdürülebilir kalkınma, temiz (yenilenebilir) enerji gibi kulağa hoş gelen, kötünün iyisi olduğu açık ama soruna çözmeye yetmeyecek yollara bel bağlamaya devam ediyor. Nüfusumuzu azaltmaktan, ekonomi başta olmak üzere her şekilde küçülmekten, insanın özel ve tüm diğerlerinden farklı bir canlı türü olduğu inancını yerle bir etmekten; öz değer olarak dağdaki ağaç ya da kurt ile sokağımızdaki köpek ya da ottan daha önemli olmadığımız düşüncesini hücrelerimizin en uç noktasına kadar işlemekten başka bir çare yok.
Sihirli değnek: Çocukları doğayla buluşturmak
Peki, nasıl yapacağız bunu? Açıkçası epeyce bir süreyi, bu düşüncelerimi yetişkinlere anlatabileceğimi sanarak geçirdim. Elbette beni anlayıp hak verenler oldu. Fakat bu devrimsel düşünce değişikliğinin yetişkinler arasında kök salmasının pek de olanaklı olmadığını anladığımda yüzümü çocuklara çevirdim. Son yıllarda bol bol onlarla bir araya geliyor, ormanlarda ya da doğal veya doğala en yakın alanlarda onlarla vakit geçiriyorum. Sanmayın ki onlara yukarıda özetlediğim düşüncelerimi anlatıyorum. Hayır. Sadece onlara doğada eşlik ediyor, soru sormalarını sağlıyor ve bildiğim kadarıyla sorularına yanıt veriyorum. Bilmiyorsam yanıtı birlikte arıyoruz.
Bu etkinliklerden sağladığım birikimin daha fazla çocuğa ulaşması için kitaplar yazmaya başladım. Sanıyorum ilki çok yakında okuyucularıyla buluşacak. İnancım o ki, çocuklara doğanın işleyişini anlatmak, doğadaki canlı ya da cansız her unsurun vaz geçilmez bir değeri ve rolü olduğunu açıklamak ‘sihirli değnek’ işlevini yerine getirecek. Bunu doğada eşlik ettiğim çocukların gözlerinde görebiliyorum. Onları doğadan yalıtılmış, beton yığını kentlere, kutu kutu ev ve okullara hapsetmeye devam edemeyiz. Çocukların doğayla her teması, ileride onların da benimsemesi olası, kemikleşmiş ve gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmayan bir değer yargısının yerle bir olması ile sonuçlanacak. Bundan eminim.
‘İyi ebeveyn, engellerin arasında boşluk bulur’
Bu noktada ebeveynlere, aile büyüklerine ve öğretmenlere de büyük görev düşüyor. Lütfen çocuklarınızı, çocuklarımızı her fırsatta doğayla temas ettirin. Onları yüzde yüz doğal alanlara, ormanlara, dağlara ve tepelere götüremeyebilirsiniz. Fakat öğrencileriniz ya da çocuklarınızla, bir gün asfaltla ya da betonla da kaplanmış olsa okul bahçelerinin kıyısındaki köşesindeki otları birlikte keşfetmeyi, bir başka gün en yakın semt parkında ağaçları incelemeyi, bir diğer gün olabildiğince kent eslerinden arınmış bir noktada gözlerinizi kapatıp kuşların seslerine kulak kabartmayı deneyebilirsiniz. Bunları yapmak için aşmanız gereken pek çok engelin var olduğunu çok iyi biliyorum. Ancak iyi anne-baba ya da öğretmen olmak biraz da engellerin arasından geçecek bir boşluk bulmak, o da olmazsa etrafından dolanmayı bilmek anlamına gelmiyor mu çağımızın sürü kudurmuşluğunda?
Bir bayram günü yazsını, alışkanlığım olduğu şekilde uzattıkça uzatmayacağım. Sanıyorum derdimi anlatabildim. Güzel bir gelecek hayali için benim umudum çocuklarda. Onları, üzerinde hiç düşünmeden kabullendiğimiz, yerleşik değer yargılarıyla yetiştirirsek geleceğin bugünden daha da kötü olacağı açık. Geleceği değiştirmek, daha iyi bir geleceğe yönelmek için çocuklarımızı her fırsatta doğayla temas ettirelim lütfen.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun!
Atık toplama işi nasıl bir iş biliyorsunuz, biliyoruz. Belki de dünyanın en zor ve çalışanlarını en çok hırpalayan işlerinden biri… Türkiye’nin bütün büyük kentlerinde yüzbinlerce insan ve aileleriyle birlikte milyonlarca kişi…
Tamam biliyoruz, neoliberal dünyada eğer doğrudan sömürenlerden ya da sermaye birikimine katkıda bulunanlardan değilseniz veya merkezi/ yerel yönetimlerden birinde iktidarda değilseniz ve yine de sömürüden, emeğinizin ürünlerinin elinizden alınmasından, az ya da çok aşağılanmaktan hatta çoğu kez şiddet görmekten iktidarın şiddet aygıtları tarafından coplanmaktan/ gazlanmaktan veya ayrımcılıktan ya da görünmez kılınmaktan/ önemsizleştirilmekten vb. kurtulabilmişseniz eğer, çok şanslı sayılırsınız.
Ama eğer sokaklardan katı atıkları toplayan ve belki de çalışanlar arasında en zor işi/ en ağır koşullarda yapan biriyseniz ve bu durumda bile sizi daha da köşeye sıkıştırmak, daha da çok aşağılamak ve sömürmek isteyen yeni düzeneklerle karşılaşmak üzereyseniz; böyle bir durum nasıl açıklanabilir? Ne yapılabilir buna karşı? Nasıl bir insan ya da devlet aklı, bu en zor durumdaki insanların elindeki küçücük her şeye göz diker ve bunu onlardan almak için düzen kurulabilir? Bu insanların üzerine gitmek için yasa/ yönetmelik çıkartmak çabasına hız vermiş olabilir?
Atık toplayıcılara yönelik polis baskınlarında onlarca işçi gözaltına alındı.
Kentlerde atık toplayanları hepimiz tanıyoruz.
Bugün kentlerde on yıllardır, kentin ekolojik dengelerinin daha fazla bozulmaması, doğal çevrenin korunması için onlardan daha çok eylemli biçimde çalışan başka bir grup yok. Evet, onlar elbette bunu ekolojik dengeleri korumak veya biraz bile olsa doğanın korunmasına katkıda bulunmak için yapmıyorlar. Ama ne yaptıklarını biliyorlar ve ekolojiye katkılarından haberdarlar. Kentlerdeki yoksulluk uçurumunun en dibinden, işsizliğin nasıl yaman bir canavar olduğundan da haberdarlar…
Sorunların sebebi değil, sonucu…
Dünyanın çeşitli yerlerinde çıkan savaşlar, çürümüş iktidarlara karşı direnişler ve direnenlere karşı ateşli devlet şiddeti, yerinden-etme/ kaçışlar/ göçler, ilticadan başka hiçbir çaresi kalmayacak kadar ölümcül ya da riskli ortamların oluşması; kıtlıklar-kuraklıklar, iklim değişiklikleri, tarım topraklarının istilası, suların borulanması/HES’lenmesi, hayvancılık yapılabilecek meraların yok olması, biyo-çeşitliliğin (tasarımın bir parçası olarak) yok edilmesi vb… Bunların hiç biri onların suçu değil.
Ama ne bulunduğu yerde barınabilen ne de gittiği yerde bir barınma şansı bulabilen milyonlarca insanın hiç bir iş/ hiç bir ekonomik-toplumsal olanak olmaksızın, kentlere doğru akmakta olduğu bir dünyadayız. Neoliberal kurallar böyle çalışıyor ve milyonlarca insan kendisi ve ailesi için/ kentlerde yaşayabilmek için çaresizlik içinde bir yol bulmak, bir geçim kaynağı yaratmak zorunda. Ve bunu kentlerde en zor biçimde yapanların büyük bir çoğunluğu atık toplayıcıları…
Yaptıkları işin insanlık onurunu incitecek kadar kötü koşullarda olması onların suçu değil. Tüketim toplumunun böyle gelişmesi, her şeyin ambalajlanarak satılması ve ambalajların her türünün çöp olarak görülmesi, bütün çöplerin/ bütün kentlerde-metropollerde tekrar işe yaratılmasını zorlaştıran bir bulaşık içinde sokaklardaki kutulara (en iyi olasılıkla) bırakılıyor olması da onların sorumlu olduğu bir durum değil.
Kentte kök salmaya çalışan yaban otuna devlet saldırısı
Atık toplayıcılarının serüveninin nasıl geliştiği ve nasıl yaygınlaştığı sahip olduğu çok özgün özelliklerin nitelikleri edindiği hakkında, daha ayrıntılı bir döküm yapılmalı; ancak bunu gelecek haftalardan birine bırakmak gerekiyor.
Ayrıca neoliberal bir kentin/ metropolün nasıl işlediği ve dönüşerek bugüne geldiğiyle ve atık toplayıcılarını kentin bu özelliklerinin gelişmesiyle nasıl ilişkilendiği; daha doğrusu bu ikisi arasındaki bağın ve kaçınılmazlık ilişiklerinin nasıl evrildiği de ayrı bir yazı olarak düzenlenmeli. Ama onu da başka bir haftaya bırakalım. Bu hafta sadece “kağıt toplayıcılarının neyle karşılaşmak üzere olduğuna dair haberlerle ve acil bir özdeşlik/ kardeşlik ve dayanışma duygusu gereksinimini belirtmekle yetinelim.
Hemen hemen hiçbir haktan yararlanmadığı hatta yararlanmak talebinde bile bulunmadan kendisi için bir iş, bir geçim, geçimini sağlayabilecek işleri yapma biçimleri için yaratıcı katkı, yaratıcı örgütlenmeler ve dayanışmalar ve sonuç olarak bir yaban-otunun kentte kök salabilmesi açısından düşünebileceğimiz bütün zorluklara ve hırpalanmalara rağmen, kendileri bakımından son derece onurlu ve başlarını dik tutabilecekleri bir yaşam tarzı geliştirmeyi başaran insanlara karşı geçtiğimiz ağustos ayından beri devletin nasıl bir saldırı hazırlığı içinde olduğuna dair haber başlıklarını sıralamak bile, durumun ve yaşanan haksızlık uçurumlarının ya da doruklarının neler olduğunu gözler önüne serebilecek nitelikte ve güçte:
Atık Toplayıcısı Hamza: Sokakta Biz Yokmuşuz Gibi Davranıyorlar (25. 10. 2020/ Evrim Kepenek-BİA Haber Merkezi)
Yüzlerce polisle kağıt toplama işçilerine gece baskını (07. 10. 2021/ Duvar)
İstanbul Valiliği, ‘çevre ve halk sağlığını tehdit ettikleri, haksız kazanca ve kamu zararına yol açtıkları’ gibi gerekçelerle kağıt toplama işçilerine yönelik polis operasyonları yapılacağını duyurmuştu.
Baskın sonrası valilikten gelen açıklama ‘haksız kazanç, kayıt dışı kazanç elde etmek, İstanbul’un çöpünü çalmak, kaçak göçmen işçi çalıştırmak ve güvenlik sorunu yaratmak’ ifadeleri kullanıldı. Ümraniye’de de aynı iddialarla operasyonlar devam etti.
Kağıt toplayıcıların gelirine bile el attılar: ‘Sıfır atık projesiyle başladı’ (06.10.2021/ Anıl Can Tuncer- Diken)
Atık toplama depolarına baskın: 200 gözaltı (06. 10. 2021/ BİA Haber Merkezi)
Roman Diyalog Ağı: Atık toplayıcıların güvenli koşullarda çalışması sağlanmalı (09. 10 2021/Duvar)
Polislerin baskın yapma “nedenleri” ise özetle şöyle: “İstanbul Valiliği atık işçilerinin çöpleri toplamasına istemiyor, çöplerin şirketler aracılığı ile toplanıp ayrıştırma alanlarına göndereceğini belirtiyor. Planlıyor. Bu nedenle de atık işçilerinin çöplerden çöp toplamasına engel olunuyor.”
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır (13. 09. 2021/ Duvar)
Taslak hazır: Atık toplayıcılar belediye işçisi olacak ama geçimini kendi sağlayacak (09.04.2022/ Diken)
Taslak hazır: Atık toplayıcılar belediye işçisi olacak ama geçimini kendi sağlayacak (09/04/2022 09:41/Diken)
Çöpleri artık üniformayla toplayacaklar (09 Nisan 2022/ Sözcü)
İktidarın yeni hedefi: Çöpteki ‘iri inci’
Yaşamlarını çöplerden sağlayan onbinlerce insan büyük bir iktidar hilesiyle karşı karşıya. Üstelik bu hile daha şimdiden, alternatif medya dâhil herkes tarafından yutulmuş görünüyor. (11.04.2022 – 00:00/ İrfan Aktan +G)
Gelecek haftalarda, bu konunun izini sürmek üzere…
Yassine Lembarki,Endülüs‘ün (günümüzde İspanya’da yer alan) eski Arap- İslam kültürünün ve Kuzey Afrika Amazigh bedevi (berberi göçebeleri) kültürünün her iki kökünü de paylaşan 30 yaşında bir Latin-Afrikalı Arap. Ayrıca nöroçeşitlilik açısından spektrumda..
Şu anda yaşadığı yer ve Fas Krallığı‘nın en güzel şehri olduğunu söylediği başkent Rabat’ta doğmuş. Lisanslı bir fizyoterapist, aynı zamanda yabancı dil öğretmeni olarak da boş zamanlarında ek gelir kazanmak için çoğunlukla İngilizce ve Türkçe öğretiyor. İklimle ilgili çalışmaları için kendini kesinlikle bir “plastik kirlilik karşıtı” ve “iklim adaleti meraklısı” olarak adlandırıyor.
Lembarki ile iklim krizinin ülkesindeki etkilerini ve çalışmalarını konuştuk.
Atlas Sarrafoğlu: İklim krizinin Fas’taki başlıca etkileri nelerdir?
Yassine Lembarki: Fas World News’e göre, Afrika’nın çoğunda olduğu gibi Fas’taki iklim krizinin başlıca etkileri, daha yüksek sıcaklıklar, azalan yağışlar ve aşırı hava olaylarının şiddetinde artış olarak kendini gösteriyor. Ekonomik faaliyetlerinin çoğu kıyıya yakın olduğundan Fas, tarım, balıkçılık, su kaynakları, turizm ve ülkenin eşsiz ekosistemleri için gerçek bir tehdit oluşturan deniz seviyesinin yükselmesine karşı özellikle savunmasız.
‘Hükümetin plastik planı işlemeyince devreye girdik’
İklim aktivizmine dahil olmaya nasıl başladın?
Her aktivist gibi benim de daha iyi bir gelecek için bu mücadeleyi başlatmak adına benzersiz bir nedenim vardı. Ama onlardan farklı olarak, beni değişim talep etmeye iten şey, yerel yönetimin hareketsizliği değildi, tam tersi, gerçekten de öyle ya da böyle bana ilham veren kesin önlemler alma konusundaki erken kararlılıkları ve sonuçlarıydı.
1 Temmuz 2016’da, plastiğe radikal bir çözüm getirmeyi amaçlayan “Sıfır mika” (Mika, Fas’taki plastik kelimesinin karşılığıdır) adı altında tek kullanımlık plastik poşetleri yasaklamak ve okyanus kirliliğini azaltmak için iddialı bir proje başlatıldı. İlgili kanunun yayımlanmasından itibaren altı ay içinde plastik poşetleri yasaklayarak, bu projeyi başarıya ulaştırmak için harcanan tüm çabalarına rağmen, çok sayıda gözlemcinin gözünde amaçlarından hiçbirini gerçekleştirememiş, 2019 yılında hükümeti de yasa konusunda revize etmeye zorlamış ve benim gibi çok fazla dünyasever genci de plastik karşıtı savunuculuk ve/veya iklim aktivizmine yönelmişti. Plastik kirliliğini azaltmaya yönelik bu eşi görülmemiş önlem vaatlerini yerine getiremedi, çünkü insanlar hazır değildi ve hükümetin bilinçlendirme kampanyası sıradan vatandaşlar için yeterince ilgi çekici değildi. Muhtemelen yeni neslin çevre için harekete geçmeye yönelik dikkatli bir ilham kaynağı, benim de dahil olmak üzere çok sayıda genç Faslıyı, bu mücadelede sesimize gerçekten ihtiyaç duyulduğunu, politika yapıcıların doğru şeyi yapmak için harekete geçseler bile plastiksiz bir Fas’ın çevreden ve doğal yaşam alanımızdan sorumlu hisseden ‘plastiksiz vatandaşlara’ ihtiyacı olduğu konusunda kamuoyu olmadığı sürece başarılı olmadığını anlamaya zorladığı yerdi. Ve eğer talep etsem ve geleceğim buna bağlıysa, tüm geleneksel Faslı aileler gibi benim ailem de plastikten vazgeçmeye hazırdı. Aynı zamanda neredeyse benim gibi sıradan biri bile “daha az duş” küresel kampanyasından başka dünya mücadelesi hakkında hiçbir şey bilmiyordu, bu yüzden farkındalığı artırmak ve daha yeşile geçişi -yani daha sürdürülebilir bir Fas’ı kastediyorum- kolaylaştırmak için ihtiyaç duyulduğunu hissettim.
İşte bu kadar basit ve o sırada eğitim amaçlı Türkiye‘de olmama rağmen, iklim hareketine katılmaya karar verdim ve iklim okuryazarlığı ve günlük olarak kullanılan plastiğin, özellikle tek kullanımlıkların alternatiflerini savunmaya başladım. Daha çok plastik kirliliği karşıtı bir savunucu olarak çoğunlukla dijitalde olduğum için, kendimi iklim aktivisti olarak adlandırmaktan her zaman çekindim, çünkü aktivistlerin geleneksel anlamda gerçekçi ve fiziksel bir eylemde bulunmaları gerekir. Ama o sırada hem bir öğrenci hem de bir yabancı olarak iklim aktivistlerinin yaptığı gibi iklim krizi konusunu ele almak için hem zamanım hem de donanımım yoktu. Kendimi bir iklim adaleti “meraklısı” olarak adlandırmayı her zaman daha doğru buluyorum, yaptığım işin ne kadar önemli olduğunu bilmediğimden veya buna inanmadığımdan değil, özellikle Ortadoğulular ve Afrikalıların “aktivist” kelimesini nasıl algıladığını düşündüğümde böyle olmasını daha uygun hissettim.
Fas’taki grevleri nasıl organize ediyorsunuz? Kişisel olarak iklim kriziyle mücadele etmenin başka yolları var mı?
Grev her zaman bir seçenek olsa da, anayasada yer alan ve ilgili yasalara uygun olarak kullanılabilen belirli bir haktır. Şu anda bulunduğum yerde, şu anda böyle bir eyleme ihtiyacımız yok, çünkü hükümetin çevrenin korunmasına yönelik taahhüdü, küresel eylem oranlarıyla karşılaştırıldığında zaten yeterli ve bu konuda farklı alanlarda uzmanlaşmış devlet kurumları ve STK’lar tarafından, gerektiğinde hükümetle temasa geçerek belirli bir çevre veya çevreyi etkileyen karara karşı tavsiyede bulunmak veya uyarmak için kontrol altında ve dengede tutuluyor. Bence grev bundan sonra gelmesi gereken adımdır ve bu yolculuğa başladığımdan beri buna asla ihtiyaç duyulmadı, ancak yine de bazen, çoğunlukla halkı motive etmek ve karar vericileri doğru yolda tutmak için grevler yaptık.
‘Krizden en çok etkilenenler, asgari bilgiden yoksun’
Bunun yerine, çoğumuzun ve bununla demek istediğim bir STK’nın veya derneğin parçası olmayan iklim aktivistlerinin / meraklılarının veya çevrecilerin yaptığı şey, bu gücü başkalarını aynı şeyi yapmaya motive etmek için kullanmak yerine, başlangıçta küçük çevremizi değiştirmeye çalışmak. Ayrıca kendi ilgimiz ve genel fayda dahilindeki tüm olası faaliyetler için gönüllü oluyoruz, ek olarak birebir veya dijital sohbet ortamlarında etkinliklere katılarak çok çeşitli küresel ve yerel toplulukları ve kuruluşları desteklemekten mutlu oluyoruz, benzersiz hikayelerimizi anlatarak ve dijital yollarla daha iyi bir gelecek için küresel çeşitlilikte fikir birliği sağlamaya çalışıyoruz.
Yukarıda belirttiklerim dışında kişisel olarak yaptığım şey, esas olarak plastikten arınmış bir dünya için çalışmak. Plastik topluyorum ve plastik kullanımına karşı tavsiye verenleri takip ediyorum. Üç yıldır dur durak bilmeden alternatifleri tanıtmak ve plastik ürünlerini (özellikle tek kullanımlık olanları) gündelik hayatımdan çıkarmak için uğraştığım bir deneyim sonucunda evim nihayet plastikten arındığı için dünyanın en gururlu insanıydım ve ayrıca bu bana insanların davranışlarını değiştirmenin ne kadar zor, ama yine de imkansız olmadığını öğreten bir deneyim oldu. Ayrıca, artık ünlü olan kara tahtamla her Cuma farklı yerlere gidiyorum, gençlerin önderlik ettiği Fridays For Future eylem grubuyla dayanışma içinde fotoğraf çekiyorum, aynı zamanda dolaşan halkın meraklı bakışlarına ve sorularına da cevap veriyor, sürdürülebilirliği teşvik etmek ve iklim bilincini de iletmeye çalışıyorum. Ancak asıl etki alanım dijital medya sanırım çünkü Twitter ve Instagram’da iklim okuryazarlığı sayfası olan @Plus212youth’un kurucusuyum. Sayfa çoğunlukla Faslılar, MENA ve Afrikalılar için, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak iklim adaleti perspektifini tanıtan bir sayfa. Ve bu fikrin arkasındaki sebep, bu verimli toplulukta birkaç ay geçirdikten sonra, o zamanlar küresel iklim adaleti aktivizminde bir şekilde hala çoğunlukla tek dilli olması sebebiyle sorun olduğunu fark etmemdi. İngilizce bilgisi az olan veya hiç olmayan insanlara etraflarında neler olup bittiğini bilme şansı vermiyordu bu durum. En çok etkilenen insanların, iklim krizinde olduğu gibi, temel hizmetler çoğunlukla MAPA‘nın hatası olmadığı halde, eğitim yetersizliği sebebiyle nelere maruz kalabilecekleri veya zaten acı çektiklerinin nedenlerine dair asgari bilgiden yoksun bırakılmaları adaletsizdir.
Hükümetinizin iklim kriziyle ilgili algısı nedir?
Bir süredir ve birbirini takip eden hükümetler aracılığıyla Fas, iklim değişikliğinin olumsuz etkileriyle mücadele etmek için iddialı bir yolculuk yapıyor. Hatta Fas’ın Küresel Isınmaya Karşı Ulusal Planı (PNLCRC, 2009) ile iklim değişikliği stratejisi ve eylem planı geliştiren ilk ülkelerden biri olduğunu söylemek bile mümkün. Aynı nedenle bir dizi uluslararası iklim anlaşmasını da onayladı. Ayrıca, COP22‘nin cömert ev sahibi olmak da çok mutluluk vericiydi. Bu planların uygulanması mükemmele yakın olmasa ve mutlaka bazı zorluklarla karşılaşsa da, geçtiğimiz yıllardaki iklim politikası sayesinde Birleşmiş Milletler Mukim Koordinatörü tarafından Fas’ın iklim eylemi girişimlerinde kilit bir lider olduğu şeklinde tanımlandı.
Fas, iddialı bir sera gazı emisyonu azaltma programı ve doğal kaynakların korunmasına yönelik stratejiler aracılığıyla, sera gazı emisyonlarını 2030 yılına kadar yüzde 45,5 oranında azaltmayı ve aynı yıl içinde enerji karışımında yenilenebilir enerjinin yüzde 52’sini elde etmeyi planlıyor. Bu çok fazla görünmese de, tüm Afrika kıtası gibi iklim krizine önemli bir katkısı olmamasına rağmen Fas’ın şu anda 1.5° C küresel hedefi ile geleceğin iyi bir göstergesi olarak ulusal olarak belirlenmiş katkıya (NDC) uygun birkaç ülkeden biri olduğunu unutmamalıyız.
Faslı bir iklim aktivisti olarak hükümetinizden/ politikacılarınızdan talepleriniz nelerdir?
Karar vericilerden istediklerimi beş maddede özetleyebilirim, daha fazlası değil.
daha az kömür ve daha fazla yenilenebilir enerji
daha az plastik ve daha fazla geri dönüşüm
daha az araba, daha çevreci toplu taşıma
daha az anlaşmazlık ve daha fazla toplu eylem
ve halkın ve gençlerin tüm sürece daha fazla katılımı.
‘İklim krizi Afrika için günlük bir sorun’
Ülkendeki en önemli iklim olayı ne şekilde kendini gösteriyor? Ayrıca lütfen MAPA olmanın senin için ne anlama geldiğini söyler misin?
Pek çok iklim gözlemcisi ve benim gözümde tartışmalı olsa da, Fas’ı etkileyen bir numaralı sorun çölleşme ve diğer tüm problemler de tam bu noktadan başlıyor. Toprakta artan tuzlanma, sulamanın artmasına ve birçok zengin ekosisteme sahip ülkede sulak alanların kurumasına, hayvanların yer değiştirmesine ve biyolojik çeşitliliğin kaybolmasına neden olan su kaynaklarının azalmasına ve hatta tükenmesine yol açtı. Tüm bunlara ek olarak ekonomik ihtiyaçlardan dolayı artan ağır metal madenciliği de su kaynaklarını kirleterek ve toprak erozyonuna neden olarak bu sorunu daha da ağırlaştırdı.
Bana göre MAPA’nın bir parçası olmak, işlemediğin bir günahtan dolayı cezalandırılmak ve onu işleyenden daha kötü olmak demektir. Ayrıca gelecekte yaşıyormuş gibi hissettiriyor. Bu kaotik iklim krizinde mümkün olan en iyi versiyon, Ugandalı genç aktivist Hamira Kobusingye’nin dediği gibi, “Küresel kuzey için iklim krizi 20- 30 yıl sonra gelecek, ama bizim için Afrika’da günlük bir sorun. İklim değişikliği nedeniyle halihazırda hayatlar kayboluyor, evlerini terk etmek zorunda kalan mültecilerimiz ve insanlarımız var.
MAPA’nın bir parçası olmanın yanı sıra, özellikle Afrika’dan olmak, bu iklim adaletsizliğini daha geniş bir resimde görmemizi sağlıyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği bilgi notlarına göre, Afrika önemli bir sera gazı emisyonu kaynağı değil. Kıtada enerji ve endüstriyel kaynaklardan kaynaklanan emisyon, dünyadaki karbondioksit emisyonlarının yalnızca yüzde 4’ünü oluşturuyor, ancak iklim krizine karşı en savunmasız kıta ve muhtemelen dünyadaki iklim krizinin en kötüsünü yaşayacak.
Lütfen seni gelecekle ilgili umutlu hissettiren şeyin ne olduğundan bahseder misin? Aktivizmin için herhangi bir ilham kaynağın var mı?
Hayattaki ilhamım ve beni geleceğe dair bu kadar umutlu hissettiren şey birbirinden farklı değil, aslında ortak bir duygu, inanç. Afrika’nın çoğu yerli halkı gibi atalarımdan miras aldığım inanç. Bizim çok inançlı bir kıta olduğumuz bir sır değil. Bu, daha yüksek bir güce, Afrika’nın çocuklarına ve güzel doğasına bakan, hayat veren bir enerjiye olan aynı mistik inançtır. Kurtarılmayı bu kadar zorlaştırdığımızda bile, bizi kurtarmak için her zaman devreye girecek olan odur, çünkü o her şeye muktedirdir. Hayat dediğimiz mucizeye olan inanç… onun çok hızlı bir şekilde daha iyiye doğru değişebilme kabiliyeti, küresel değişime öncülük eden insan devlerinin yeni kuşağına, korkusuz, vitessiz küçücük, kocaman yüreklerine inanç. Gerçekten de, insanlığın en kötü çağı olarak daha iyi tanımlanabilecek sonuçsal zamanlarda yaşıyoruz, ama aynı zamanda belki de insanlık için en iyi çağ, çünkü insanlık yalnızca en karanlık zamanlarda gelişir, çünkü taşıyıcılarına rehberlik edecek bir ışık olması gerekiyordu, bölücü Berlin Duvarı ve diğer birçok tarihi olaydaki örneklerde olduğu gibi, ne zaman sarsılmaz bir baskı altında kalsak, bölünen hücreler gibi bir araya geliyor ve bir gibi hareket ediyoruz. Biliyorum klasik bir söz ama ne zaman şu cümleyi duysam içimde bir umut doluyor: “İnanmaktan vazgeçme”.
‘İnsanlık çok hızlı ilerledi, gezegen bize ayak uyduramadı’
Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?
Sanırım bir ya da bin mikrofonum olsaydı, aşağıdaki ifadeden fazlasını söylemezdim:
Senin hareketsizliğin yok oluşa, bizim yok olmamıza yol açıyor, ama bizden önce, arılar, ağaçlar, yedi göklerin ve yedi denizin harika yaratıkları yok oluyor. Sen ancak arzu ettiğin şeysin ama ağaçsız, arısız, havasız ve denizsiz, bensiz, çeşitlilik olmadan var olmaya devam edemezsin. Toplu yok oluş yerine toplu eylemi seç, ucuz kâr yerine paha biçilmez insanları seç.
İklim krizine ilişkin gelecekle ilgili ne düşünüyorsun? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?
Geleceğe dair hem bölgesel hem de küresel ölçekte büyük umutlarım var.
Bölgesel ölçekte, çok ihtiyaç duyulan ve görünüşte de çok gerçekçi görünen 2030 Fas vizyonu sayesinde, sera gazı emisyonlarının yarıya indirilmesi ve enerjisinin yarısından fazlasının yenilenebilir kaynaklardan sağlanması, tehdit büyüdükçe halkın bu özel konuya artan ilgisi ile daha iddialı planlar ve bunları desteklemeye ve yürütmeye yardım etmeye istekli daha fazla insan olacağını düşünüyorum.
Küresel ölçekte, iklim hareketinin dünya çapında ivme kazandığına ve kamuoyunu olumlu yönde şekillendirdiğine, “beyaz aktivizmi” olarak bildiğimiz şeyin aldatıcı çabalarına rağmen, bu genç hareketin kesinlikle bir tür olarak davranışlarımızda ve diğer türler ile evreni bir bütün olarak görmemizde radikal değişikliklere yol açacağına ve iklim konusunda daha bilinçli olmaya ittiğine inanıyorum. İklim okuryazarı gençler arasında, bu on yılın, geri dönüşü olmayan sonuçlarla karşılaşmadan önce iklim krizini azaltmak ve hırslı önlemler almak için gerçekten son on yıl olduğuna dair yaygın bir inanç var, tıpkı sınavdan bir gün önce hazırlanmaya başlayan tembel bir öğrenci gibi insanlığı yarının gerçekten sınav günü olduğuna, zeki bir tür olarak hayatta kalma sınavımıza kesinlikle hazırlanmamız gerektiğine ikna edebiliriz.
İnsanlığın ne kadar tembel ve değişmeye isteksiz göründüğünü biliyorum, biz aptal değiliz, bu konuda kuşkunuz olmasın, bu gezegene ya da evrenin herhangi bir yerine ayak basan en entelektüel yaratıklarız. Ve bununla ilgili herhangi bir kanıta ihtiyacı olan varsa, etrafa bakıp gezegenin ne hale geldiğini görmeleri yeterli olacaktır. Tüm bu yıkımlar biz gelişemediğimiz veya ilerleyemediğimiz için olmadı, tam tersi çok hızlı ilerlediğimiz için oldu çünkü gezegen bize ayak uyduramadı. İklim değişikliği, bir tür olarak başarımıza gelmesini istemeyeceğimiz bir sonuçtur. Onu kelimenin tam anlamıyla öldürüyoruz, “o” elbette annemiz, tek yuvamız, dünya. Kısacası, gezegeni yakıp yıkma iradesine sahip olanların onu kesinlikle düzeltebileceğine güvenmeliyiz.
2030 yılına kadar kendimi iklim ve sürdürülebilir bir gelecekle ilgili karar vericilerden biri olacağımı hayal ediyorum, o yüzden sadece bekleyelim ve en iyisini umalım, çünkü en iyisi henüz gelmedi.
1980 yılında Bordeaux’da iki lise arkadaşı; Bertrand Cantat ve Serge Teyssot-Gay tarafından kurulan ve Jean Paul Roy ile Denis Barth’ın da katılımı ile 2010’a kadar aktif müzik hayatını sürdüren Noir Désir grubu, alternatif rock türünün Fransa’daki öncülerinden biri idi.
1989 yılında çıkardıkları “Aux sombres héros de l’amer”, Fransa’daki ilk hit parçaları olsa da grubu Fransa dışında da listelere taşıyan şarkıları “Le Vent Nous Portera” olmuştu.
1996 yılında “Tostaky” adlı albümleri ile platin plak ödülünü kazanan grup üyeleri, 2000’li yıllarda altıncı albümleri için çalışmalara başlamışlardı. Fas’ta yaptıkları provalardan birinde Bertrand Cantat, grup arkadaşlarına gitarında yakaladığı kısa bir melodiyi dinletti. Büyük olasılıkla Doğu’ya yaptığı seyahatlerden kulağında kalan bir müzikten esinlenmişti. Arkadaşları en başından temaya ısınmışlardı ve bu kısa melodiye “la petite” (ufaklık) adını verdiler. Serge Teyssot-Gay, “Müthiş potansiyeli olan bir şey yakaladığımızın bilincinde idik” diye hatırlayacaktı.
‘Zamanla her şey sona erer’
Bertrand Cantat’nın parçanın sözlerini yazması neredeyse iki yılını almıştı. Semboller ve metaforlarla dolu şiirsel sözlerin dinleyiciye net bir şekilde aktarılması için vokalde sadece Bertrand Cantat’nın olmasına karar verilmişti. Gitar sadece sözler için fon oluşturacak, davul kelimelerin ritmik yönünün altını çizecekti. Stüdyoda kayıt sırasında Bertrand, Fransa’da füzyon müziğin öncülerinden sayılan Manu Chao ile karşılaştığında ona parçanın kaydına katılmasını teklif etti. Manu’nun swing gitarı, Cantat’nın akustik gitarı ile müthiş bir uyum yakalamıştı. Bas klarnette Akosh Szelevényi şarkının temasına uygun mistik bir solo ile dingin bir final yapmıştı.
Sözler “kader” kavramına samimi bir yaklaşımdı ve en az melodi kadar incelikle işlenmişti. Hayatın öngörülemeyen iniş çıkışlarının ve manasının farkındalığı ile insanın kader karşısındaki çaresizliği, iç içe geçmiş bir seri tema şeklinde şiirsel bir şekilde anlatılıyordu.
Nakarat bizim, onun veya onların rüzgar tarafından sürüklenmesi ile ilgili idi. Rüzgar zamanı sembolize ediyordu. Bu, zamanla her şeyin sona ereceği fikrinin metaforu idi.
Şarkının sonunda ise şair kendisine dönüp hayatının bilançosunu çıkarıyor ve kalanın tozdan ibaret olduğunu ifade ediyordu.
Hikaye başlangıç ve son kavramına atıf yapan melankolik ve hüzünlü bir video klipte resmedilmişti. Videonun başında plajda kitap okuyan bir anne ve kumdan kaleler yaparak eğlenen bir çocuğun görüntüleri vardı. Fırtına başladığında her biri yönlerini kaybediyor ve anne bir toz bulutu arasında kaybolarak, oğlunun hafızasında kalan bir anıya dönüşüyordu.
Sevgilisini öldürdü, dört yılda serbest kaldı
28.08.2001’de yayınlanan “Le Vent Nous Portera” grubun en çok satan single’ı oldu ve 250.000 satarak Altın Plak ödülünü aldı.
2003 yılında Fransız aktris Marie Trintignant ile bir ilişkiye başlayan Bertrand Cantat, Litvanya’da bir otel odasında iken, bir mesajla başlayan kıskançlık tartışmasının şiddetlenmesi sonrasında genç aktrise şiddet uyguladı. Bir gün sonra komaya giren Trintignant, 41 yaşında iken hayatını kaybetti. Litvanya’daki mahkemede kasıtlı olmayarak öldürme suçundan sekiz yıl hapis cezası alan Cantat, bir Fransız hapishanesine nakledildi ve kadın hakları aktivistlerinin ve mağdurun ailesinin tüm itirazlarına rağmen, Fransız kanunlarına göre cezasının yarısını çekerek dört yıl sonra 2007’de hapisten çıktı.
Kasım 2010’da da Noir Désir grup üyeleri, grubun bir daha bir araya gelmemek üzere dağıldığını açıkladı.
2020 yılında grup, “Debranché” adında, canlı kayıtlardan oluşan akustik bir bir albüm yayınladı. Eric Clapton ve Nirvana gibi grupların yaptıkları “Unplugged” albümlerinden esinlenerek yapılan bu vinyl plakta, grubun Ekim 2002’de İtalyan radyosu için verdikleri konserden yedi şarkı bulunuyordu. Elbette içlerinde “Le Vent Nous Portera” da vardı.
Kaynakça
Davet S., Le Vent Nous Portera, 24.08.2005
[email protected], Noir Désir, Le Vent Nous Portera, Analyse, signification et explication des paroles
greatsong.net, Explication de “Le Vent Nous Portera”
De Latte S., France foreign song rewies, 13.01.2014
phoenixal.blogspot.com, L’Analyse Du Chanson Le Vent Nous Portera, 03.02.2017
Wikipedia, Bertrand Cantat, Noir Désir, Le Vent Nous Portera, Debranché.
Demokrasi insan türünün en büyük ideallerinden… Günümüzde artık evrensel bir değer biçimini alan demokrasi, temsili demokrasinin kriziyle karşı karşıya… Belli periyotlarla gidip oy kullanıyoruz ama seçtiklerimizin gerçekten bizim çıkarlarımızı temsil edip etmediği ise bir muamma olarak karşımızda duruyor. Sonuç ise genellikle hayal kırıklığı oluyor.
İşte, Fareler Ülkesi’nde de fareler, benzer bir durumu deneyimliyor. Bu ülkede de demokrasi hüküm sürüyor; fareler yöneticileri oy kullanarak belirliyor. Ama sonuç hüsran oluyor. Çünkü aslında demokrasi şeklen var olmasına var da; fareler kendi kendilerini yönetmiyorlar ki! Her seferinde farelerin kendi oyuyla seçilenler kediler oluyor. Tabii kedi yöneticilerin yaptıkları kanunların hepsi iyi kanunlar, ama küçük bir farkla: Bu kanunlar fareler için değil kediler için iyi! Bir gün minik bir farenin aklına bu gidişata dur demek geliyor. “Neden kendi kendimizi yönetmiyoruz ki?” diyor. İşte bu özyönetim fikri hem minik farenin hem de Fareler Ülkesi’nin geleceğini belirliyor.
Ne kahraman var ne de anti-kahraman
Kitabın yazarı, Alice Méricourt, kitapta demokrasi idealinin içeriği üzerine kendi fikirlerini de satır aralarında okurla paylaşırken yer yer didaktik bir dile kaçıyor. Ama bu kitabın kimi satırlarında beliren didaktizme rağmen, kitabın dilini didaktik ve üstten diye nitelemek kitaba haksızlık olur. Méricourt, çocuk edebiyatında görece daha az yer verildiği oranda zor olan bir konuyu çocuk diline uygun bir şekilde, okuru boğmadan ve kitaba yabancılaştırmadan anlatmayı başarıyor.
Kitabı resimleyen Ma Sanjin de koyu renklerle Fareler Ülkesi’nin şeklen demokratik, ama özünde anti-demokratik ortamını okurun zihninde yeniden yaratıyor. Kitapta yönetici figürü olarak yer verilen kedi türü, canavarımsı çizimlerle betimlense de yazar, meselenin kedilerin kötü doğasından değil de sadece kedi olmaları itibariyle türsel özelliklerinden kaynaklandığını belirterek farelerin karşısında kedi türünü ötekileştirmekten kaçınmayı başarmış oluyor.
Sonuç olarak, ne kahraman ne de anti-kahraman klişesine kaçan bu kitap demokrasi ve özyönetim üzerine, çocuk, yetişkin tüm kitapseverlere leziz bir okuma sunuyor.
Künye
Yazan: Alice Méricourt Resimleyen: Ma Sanjin Çeviren: Cemile Özyakan Yayınevi: NotaBene
Daha önce iki kez beraatle sonuçlandıktan sonra tekrar açılarak birleştirilen, Mücella Yapıcı ve Osman Kavala‘nın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılandığı Gezi Davası’nın karar duruşması bugün Çağlayan Adliyesi‘nde görüldü.
‘İddia makamının esas hakkında mütalaasını okudum, dehşet içinde kaldım’
Bugün görülen karar duruşması tamamlanamadı; duruşma 25 Nisan Pazartesi gününe ertelendi. Savunmalarda, beraat kararları verilen dosyaların üzerine tek bir yeni delil eklenmediği ve yargılamanının soyut ve hukuksuz olduğu vurgulandı.
Savcılık 4 Mart’ta açıklanan mütalaada davanın tek tutuklu sanığı Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala ve Mimarlar Odası ÇED Danışma Kurulu Sekreteri Yüksek Mimar Mücella Yapıcı hakkında “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet istiyor.
Savcılık Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater Utku, Ali Hakan Altınay, Mine Özerden ve Yiğit Ali Ekmekçi’nin ise “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım etme”‘ suçlamasıyla 15’er yıldan 20’şer yıla kadar hapisle cezalandırılmasını talep ediyor.
Hakan Altınay esas hakkındaki savunmasını yapmak için kürsüde “İddia makamının esas hakkında mütalaasını okudum, dehşet içinde kaldım. İddia makamının görüşü, verilen birçok yargı kararını ve en temel gerçekleri tekrar tekrar görmezden geliyor” dedi.
“İddia makamı bana ve eylemlerine dair suçlamalarımı mütalaanın 55-56 sayfasında 600 kelimede ifade etmiş. İddia makamı benim Açık Toplum‘da danışma kurulu ve yönetim kurulu başkanlığı, Anadolu Kültür‘de yönetim kurulunda olduğumu söylüyor” şeklinde konuşan Altınay, her iki kurulda da olmadığını söyledi.
‘Sadece beraatimi talep etmiyorum, kallavi bir özür bekliyorum’
“Benim telefonlarımı dinleten savcı ve yargıçlar FETÖ’den yargılandı ve ceza aldı. Bu dinlemeleri yapanlar FETÖ üyesi olabileceğinden bu delillere muvafakat etmiyorum” diyen Hakan Altınay savunmasını şu sözlerle sürdürdü:
“Kimi suça teşvik ettim, hangi suç aletini savundu? Kimse tek delil olmadan böyle bir suçlama yapamaz. Buna izin vermek, itiraz etmemek Türk milletine hakarettir. Yıllardır farklı farklı heyetler ‘suç bulamadık‘ diyor. İki kurumda görevde değilim, imza yetkim yok ama hala bu iddialar dile getiriliyor. İnsanın aklını yitirmesi işten değil. Sayın hakim nasıl yol alacağız? Hakikati nasıl tespit edeceğiz?”
Ceza davasına dair konu olabilecek tek bir delil gösterilemediğini belirten Altınay şöyle tepki gösterdi:
“Yazıklar olsun. Sadece beraatımı talep etmiyorum, kallavi bir özür bekliyorum.”
Hakan Altınay’ın avukatı Tora Pekin ise “Ne kadar yasa, hukuk, içtihat, insan hakları desek de bu davada adalet ve hukuk kaybetmiştir. Bu ve benzeri siyasi davalar nedeniyle adalete olan güven kaybedilmiştir” dedi.
Gezi Davası'nın karar duruşmasına 25 Nisan Pazartesi günü devam edilmek üzere ara verildi. Bugünkü duruşmadan sonra açıklama yapıldı. #GeziyiSavunuyoruzpic.twitter.com/hxRNBW0rgT
Mücella Yapıcı esas hakkındaki savunmasında “Niyetinizi ve korkularınızı biliyor ve bu beyhude çabaları reddediyorum. Çünkü bizler Gezi’yi yaşadık ve biliyoruz” diyerek şöyle konuştu:
Gezi direnişi bu ülke tarihinin en demokratik, yaratıcı, eşitlikçi ve en kapsayıcı barışçıl kitlesel hareketidir. Birlikte konuşup karar vermenin, yaşamın her türlüsüne sahip çıkmanın duvar yazısı olmuştur. Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan itirazın adıdır Gezi.
Mücella Yapıcı: Savcının komplo teorisi ve ağır ceza tehditleri karşısında tekrar söylüyoruz: Biliyoruz ve inanıyoruz, biliyorum ve inanıyorum ki GEZİ eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi için bu ülkenin sönmeyecek umududur.
“İddia makamı çaresizce ve defalarca iddia etse de içeriden veya dışarıdan bir şefi, reisi, talimat vereni, tepe örgütü, finansörü yoktur! Olamaz da” diyen Yapıcı, Gezi Direnişi’nin tarihine de şu sözlerle değindi:
“Bu iddia, tüm olayların akışına, mantığın sınırlarına ters. Hayali senaryolara dayanan suçlamalar, terör, darbe, dış güçlerin oyunu gibi asılsız ithamlar ve tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş yargısal zorlamalar Gezi Direnişi’nin tarihsel gerçekliğini değiştiremez. Zira bu iddianameler ve ithamlar bir zümrenin eseriyken, o gerçekliğin şahidi milyonlardır.”
‘Gezi’yi terörle anılan bir eyleme dönüştürme çabası sadece temelsiz bir yorumdan ibaret’
Yapıcı Gezi Direnişi’ni suçla, terörle, darbeyle, kalkışmayla anılan bir eyleme dönüştürme çabasının hiçbir delile, tanıklığa ya da başkaca bir somut gerçekliğe dayanmadığını yinelediği savunmasına şöyle devam etti:
“Sadece temelsiz bir yorumdan ibaret. Siz de biliyorsunuz çünkü dersini gördüğünüz hukukun kabul edebileceği tek bir delil, ispat bulamadınız, yaratamadınız da.”
‘Gezi Direnişi anayasal bir zeminde gerçekleşti ve bu hakikatin ta kendisi’
Gezi Direnişi’nin demokratik hak ve ifade özgürlüğü çerçevesinde son derece meşru ve anayasal bir zeminde gerçekleştiğinin hakikatın ta kendisi olduğunu belirten Yapıcı sözlerini şöyle sürdürdü:
“Tüm bu gerçekliğe karşı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ‘Anayasal Düzene Karşı Suçlar’ bölümünde yer alan 312’inci maddesi uyarınca cezalandırılmamızı istiyor. İddia makamı bu suçlamaya ilişkin hukuksal bir dayanak, suça ilişkin bir delil bulunması ya da ‘illiyet bağı kurulması’ gibi ceza yargılamasının asgari gerekliliklerden kendini muaf tutuyor.”
Mücella Yapıcı: Zeytinlerin,derelerin,doktorların, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, emeği ile geçinen yurttaşların, akademisyenlerin, kadın hareketinin, lgbti+ların yanında direnmeye devam etmenin yolu, Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaktan geçiyor. #GeziyiSavunuyoruz
İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası’nın da; İstanbul’un kent merkezinde kalan son müşterek, kamusal, yeşil ve afet sonrası toplanma alanının AVM’leştirilmesine ilişkin söz söyleme görevi olduğunu dile getiren Mücella Yapıcı savunmasında şu sözlere yer verdi:
“Yok saydığınız, suç saydığınız bu görev; Anayasa’da yer alan yürütme ifadesinin bütünlüğü ilkesidir. Ben ve arkadaşlarımın haklarını kullanması ve Anayasal görevlerini yerine getirmesi TCK’nin 312. maddesi uyarınca ‘hükümete karşı suç’ olarak nitelenemez!”
Çizim: Murat Başol
‘Gezi’yi büyüten, gerilimi artıran polis şiddetiydi’
Gezi’yi büyütenin ve kitleselleştirenin Taksim Dayanışması veya bireysel katılımcıların sosyal medyadan yaptığı destek çağrıları olmadığını, toplumsal gerilimi artıran polis şiddetinin ve dönemin hükümetinin bu gerilimi yatıştırmaktan uzak açıklamaları olduğunu ifade eden Yapıcı şunları kaydetti:
“Objektif olarak olaylar incelenirse, sürecin son derece spontane, anlık ve kendiliğinden evrildiği açıktır. Bunca belirsizlik ve bilinmezlik içinde, bırakın öncesinden planlamayı, toplumun anlık reaksiyonunu ne ön görmek ne de organize etmek mümkün olabilirdi.”
Fotoğraf: DW
‘Gezi direnişi sesini duyurmak isteyenlerin hislerine tercüman oldu’
Taksim Dayanışması’ndan bahseden Yapıcı, “Taksim Dayanışması meslek kuruluşları, sendikalar, dernekler ve siyasi partilerin askıya çıkan plana karşı oluşturduğu hiyerarşisi olmayan bir yapı. Gezi Direnişi sırasında sesini duyurmak isteyenlerin hislerine tercüman oldu ve sözlerini kamuoyu ile paylaştı” dedi ve şöyle devam etti:
“Taksim Dayanışması bir araya geldikten sonra imar planlarına ilişkin dava açma hazırlığı sürdürdü, basın açıklamaları, imza kampanyaları, insan zinciri gibi anayasal demokratik hakların kullanımı niteliğinde çalışmalar yaptı. Bu kısa süre içerisinde Gezi Parkı’nda bir araya gelen her dil, din, ırk ve dünya görüşünden insan barışçıl bir şekilde parkı korumak üzere nöbete devam ettiler.”
‘Taksim Dayanışması diyalog kurmaya çabaladı’
Polis şiddeti ardından ülkenin 80 ilinde protestolar gerçekleştirildiğine ve insanların vicdanlarına sığmayan bu şiddet karşısında, hükümet tarafından yapılan açıklamaların da tetiklemesi ile kitlesel bir itiraz yükselttiklerine değinen Yapıcı, Dayanışma’ya ilişkin olarak şunları aktardı:
“Taksim Dayanışması bu süreçte tüm yetkililere yurttaşların talep ve beklentilerini iletmek ve kamu idaresine yükümlülüklerini hatırlatmak üzere diyalog kurmaya çabaladı.”
Gezi Direnişi süresince Taksim Dayanışması aracılığı ile defalarca dile getirilen hükümete yönelik talepler yinelendi:
Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır ve Topçu Kışlası projesinin iptal edildiği açıklanmalıdır.
Halkın demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu emri uygulatan, yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan sorumlular, başta İstanbul Valisi, Emniyet Genel Müdürü olmak üzere derhal istifa etmelidir.
Gaz bombası kullanılması yasaklanmalıdır.
Haksız yere gözaltına alınan vatandaşlar serbest bırakılmalıdır.
Taksim başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarında, kamusal alanlarda toplantı, eylem yasaklarına son verilmelidir.
‘Her zaman barışçıl etkinliklere çağrı yapıldı’
Bu taleplerin son derece konuya özgü, barışçıl ve makul olup Türkiye Cumhuriyeti merkezi hükümeti ve yerel yetkililerinin rahatlıkla kabul ederek olaylara son verebileceği basitlikte olduğunu ifade eden Yapıcı şunları aktardı:
“İstanbul Valisi‘nden Büyükşehir Belediye Başkanı‘na, Başbakan Yardımcısı‘ndan, Başbakan‘a ve Cumhurbaşkanı‘na kadar tüm yetkililere bu talepler iletilirken; demokratik kamuoyu yaratmak amacıyla kararlı, ısrarlı ama her zaman barışçıl etkinliklere çağrı yapıldı.”
Fotoğraf: Emre Bektaş / flickr.com
“Tekrarlıyoruz; Taksim Dayanışması, bileşenleri, talepleri, basın açıklamaları, etkinlikleri belli, bilinen, aleni, meşru, yasal ve demokratik bir yurttaş ve kurum dayanışmasıdır” diyen Yapıcı, Taksim Dayanışması tarafından alınan kararların hiçbirinin kapalı kapılar ardında alınmadığını ve alınmayacağını söyledi.
‘Gezi Direnişi para ile fon ile açıklanamaz: Kursağımızdan beş kuruş fon geçmedi’
Gezi süresince hiç bir şekilde fon kullanılmadığını ifade eden Yapıcı savunmasında şu ifadeleri kullandı:
“Hiçbirimizin kursağından beş kuruş fon geçmedi. Gezi Direnişi fon ile para ile açıklanamaz; Gezi süresince tüm ihtiyaçlar imece usulü karşılandı.
‘Belki siz anlayamaz oldunuz ama rantı değil ekmeği bölüşmenin insana onur veren bir yanı vardır’
Belki şimdilerde siz anlayamaz oldunuz ama rantı değil ekmeği bölüşmenin insana onur veren bir yanı vardır. Yemekten değil yedirmekten, sahip olmaktan değil paylaşmaktsan mutlu olan bir kültür var bu topraklarda. İmece kelimesinin başka dillerde karşılığı yok.
Emekliler evden yoğurt kapları içerisinde börekler getirdi, ucuzluk marketlerinden öğrenci harçlıklarıyla alınmış meyve suları servis edildi. Gezi’de toplumun huzuru o kadar gözetilmişti ki yapılan halka açık forumlarda yüksek ses çıkmaması için alkış yerine el sallanıyordu, düzenli olarak çöpler Gezi’deki yurttaşlar tarafından toplanıyordu.
‘Orantısız güç kullanımı provokasyonun ta kendisiydi’
Bu kadar benzemezin, farklı dünya görüşünün ve çoğulcu talebin bir araya gelmesini sağlayan Taksim Dayanışması veya bu üç kişi değil; siyasal iktidardır. Orantısız güç kullanımı provokasyonun ta kendisiydi. O provokatif müdahalelere kolluğu sevk ve idare eden tüm şeflerin, müdürlerinin Fethullahçı Çete mensubu olduğunu daha sonra hep birlikte öğrenmedik mi?”
‘Provakasyonun birinci elden sorumlusu ’emri ben verdim’ diyenlerdir’
Tepkilerin sadece Taksim’de değil, tüm Türkiye’de büyümesinin nedeninin anılan provokasyonun birinci elden sorumlusunun; polis şefleri, onları bu görevlere getirenler ve ’emri ben verdim’ diyenlerin olduğunun açık olduğunu ifade eden Mücella Yapıcı savunmasına şöyle devam etti:
“Polis şiddetinin yaşamlarımızı nasıl kararttığını unutmadık. Onlarca arkadaşımızın gözlerini kaybetmesinin, binlercesinin yaralanmasının, bunun ardından faillerin ve azmettiricilerin cezasız bırakılmasının böylesi bir hukuk tanımazlıktan beslendiğine şahit olduk.
Biz bu davayı reddediyoruz!
Biz, amansızca bu ölümlere ve yaralanmalara neden olanların adil bir şekilde yargılandığı günleri de göreceğiz.
Gezi’nin emekten yana, yoksuldan yana, doğadan yana, ezilmişten yana, ötekileştirilenden yana, kadından yana, barıştan yana her direnişin içinde yer alacağı, direnen herkesin dilinden düşürmeyeceği bir şarkı olduğunu unutturmak istediğinizin farkındayız.”
‘Gezi ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alıyor’
“Ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alan Gezi Direnişi’ni, bu ülkenin geleceğine sahip çıkan demokrasi ve özgürlük çığlığını karalama çabanız beyhude. Bu ülkeye gelecek olan demokrasi, onca baskı ve şiddete rağmen kısamadığınız seslerin Gezi’deki yankısından güç alıyor” ifadelerini kullanan Yapıcı zeytinleri, dereleri, öğrencileri, kadın hareketini ve LGBTİ+ hareketini de unutmadı:
“Zeytinlerin, derelerin, doktorların, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, emeği ile geçinen yurttaşların, akademisyenlerin, kadın hareketinin, LGBTİ+ların yanında direnmeye devam etmenin yolu, Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaktan geçiyor.”
‘Sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz için yargılanıyoruz’
Gezi’nin bu ülkede toplumsal barışın en gözle görüldüğü, elle tutulduğu yer olduğunu ifade eden Yapıcı savunmasında şu sözlere yer verdi:
“Bu iddianame ve esas hakkında mütalaa akla, vicdana sığmıyor, adalet barındırmıyor, bilime dayanmıyor, insan olmanın gereklerine saygı duymuyor. Gezi Parkı protestolarına katılan milyonlarca insan, yurttaşlık haklarını savunuyordu. Bu, her bir yurttaşın sorumluluğudur, biz sorumuluğumuzu yerine getirdiğimiz için yargılanıyoruz.
Savcının komplo teorisi ve ağır ceza tehditleri karşısında tekrar söylüyoruz:
Biliyoruz ve inanıyoruz, biliyorum ve inanıyorum ki GEZİ eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi için bu ülkenin sönmeyecek umududur.
‘Yeterli param olsa gerekli kapsamlı gaz maskesi alır herkese dağıtırdım’
Mücella Yapıcı‘nın akabinde savunmasına geçilen Mine Özerden “Bizi burada sanık olmaya maruz bırakan süreç doğal değil. Mütalaanın, beraat ettiğimiz iddianameden farkı var mı” diye sordu. Özerden savunmasında şunları ifade etti:
“Bizi burada sanık olmaya maruz bırakan süreç doğal değil. Mütalaanın, beraat ettiğimiz iddianameden farkı var mı? Sonunda beraat ettiğimiz duruşmalarda açıkça tekrar tekrar ve teker teker çürüttüğümüz iddiaları özet olarak önümüze koyuyor mütalaa. Üstelik gizlisi saklısı olmayan, yasalara aykırı olmayan olay ve olguları suç gibi gösteriyor.”
Mine Özerden esas hakkındaki mütalaaya yanıt verirken:
“Gezi eylemleri, nedenselliği ve bizlerle hiç ilgisi olmayan şiddeti bizlerle ilişkilendirmeye çalışıyor” diyen Özerden birinci sınıf hukuk öğrencisinin bile şaşkınlıkla izleyeceğini ifade ederek şunları aktardı:
Benim Gezi’yi fonlamak için aracı olduğum iddia ediliyor. Bunu hakaret kabul ederim, böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Yeterli param olsa gerekli kapsamlı gaz maskesi alır herkese dağıtırdım.
Bizim dava mevcut haliyle dizi olsa yayından kalkar ama bu eziyeti biz 2018’den beri Osman Kavala ve ailesi de tam dört buçuk yıldır yaşıyor. Bütün bu iddiaların asılsız olduğunu söylüyor, beraatımı talep ediyorum.
‘İnsanın sürekli kendini tekrarlamak zorunda bırakılması epey zor bir şey’
Özerden‘in ardından Çiğdem Mater‘in esas hakkındaki savunmasına geçildi. Mater, “İnsanın sürekli kendini tekrarlamak zorunda bırakılması epey zor bir şey, ama içinde bulunduğumuz durum gereği buna mecburuz” dedi ve ekledi:
“Beraat ettiğimiz yargılamadan iki yıl sonra neredeyse aynı mütalaayla karşılaştık. Daha önce defalarca belirttim, dosyaya belgeleriyle sunduk ama savcılık ya belgeleri görmedi ya da kendi doğrusuna inanmaya devam etti.”
‘Savcılık sorsaydı sinemayı tarihe tanık bırakmak için yaptığımızı söylerdim’
“Ben bir sinemacıyım. Bazı filmleri yapabilir, bazı filmlerse proje olarak kalır. Sinema pahalı bir sanattır, finansman bulamazsanız yapamazsınız” diyen Mater Gezi eylemlerine ilişkin olarak şunları söyledi:
Çiğdem Mater esas hakkındaki mütalaaya yanıt verirken:
“Savcılık film çalışmamızın Gezi parkı eylemlerinin başarıya ulaşmadığı gerekçesiyle yarım kaldığını iddia etmiş. Bunu nereden biliyorsunuz? İddianamesinde film çektiğimizi söylemiş, sonra bundan bahsetmiş, filmi bulamamıştı. Bana hiç sormadı ama sorsaydı ona bizim sinemayı başarılı hikayeleri değil tarihe tanık bırakmak için yaptığımızı söylerdim.”
‘Bir filmle hükümetleri zor durumda bırakmak mümkün değil ama iktidarlar kendilerini zor durumda bırakabiliyor’
Bu mütalaa ve iddianamelerin 2013’teki protestoların toplumsal hafızadaki algısını değiştirmeyeceğini söyleyen Mater, “Gezi orada duruyor. Hukuk eğitim almadım ama bu tuhaf yargılama nedeniyle mecbur olmadığım birçok şeyi öğrenmek zorunda kaldım. Somut delil olmadan birinin suçlanamayacağı gibi. Bunun hukuk fakültesinin ilk yılında öğretildiğini sanıyordum. Bir filmle hükümetleri zor durumda bırakmak mümkün değil ama iktidarlar kendilerini zor durumda bırakabiliyor” dedi. Mater savunmasında şu sözlere yer verdi:
“Savcılık mütalaasında Gezi protestolarını nasıl bir takvime oturttuğunu anlamadım. Suç oluştuğu tarihle suç olduğu eylemler arasında zamansal bir örtüşme yok. Garaj İstanbul’da bir toplantıya katıldığım iddia edilmiş. O toplantıya katılmadım, o tarihte İzmir’deydim. Biletlerimle kanıtları dosyaya sundum ama savcı galiba görmemiş. Ofisimi revire çevirdiğimi söylemiş. Orası bir ev.
Gezi Parkı davasında avukatlar esas hakkındaki mütalaaya karşı beyanda bulunmaya devam ediyor.
‘Katılmadığım bir toplantı üzerinden savcılık makamı niyet okuyor, bununla kalmayıp suç yöneltiyor’
İddia makamı apartman sahanlığındaki suçlulara yardımcı olduğumu söylüyor. Bu suçlular kim? Fiziki takibi yapan polisler onları da biliyorlardır herhalde.
Dosyada önünüze konan tapeler Anayasa ile koruma altında olduğuna inandığım kişisel verilerim, karanlık bir dönemin bir kısmı tutuklu bir kısmı firari olan yetkilileri tarafından toplanmıştır. Kıymetlendirmeyi kabul etmiyorum.”
Katılmadığım bir toplantı üzerinden savcılık makamı niyet okuyor, bununla kalmayıp suç yöneltiyor. Bir ülkenin hukuk sistemi vatandaşına bunu yapamaz. Siz bana bunu, bize bunu yapamazsınız.
Sizler hukuki ve ahlaki olarak bağlı olduğunuz ve savunmak zorunda olduğunuz Anayasaya aykırı davranamazsınız. Bir sinemacı olarak çok senaryo okudum ama sonu bu kadar şaşırtan bir metin okumadım.
‘Bu bir yargılama değildir, politik bir faaliyettir’
Mater’in ardından yargılananlardan Avukat Can Atalay‘ın savunmasına geçildi. Atalay yargıca şöyle seslendi:
“Sayın yargıç bu bir yargılama faaliyeti değildir. Sizi heyetinizdeki yargıçları tanımam şahsi bir hususum yoktur ama ağır cezada yargılanan biri olarak bunu demek zorundayım; bu bir politik bir faaliyettir. Sizi heyetinizdeki yargıçları tanımam şahsi bir hususum yoktur ama ağır cezada yargılanan biri olarak bunu demek zorundayım. Bu bir yargılama faaliyeti değildir, politik bir faaliyettir. Siz, her fırsatta Gezi’yi diline dolayan Recep Tayyip Erdoğan’ın kararını uygulamak zorundasınız.
Bu mütalaa adına emperyalizm diyemeden bizi emperyalizmle işbirliği ile suçluyor. Otpor, Sırp bir şahsın ismi falan geçiyor.
Tüm iddia tek bir telefon konuşmasına bağlı. Avukatım ‘dinleyin ses kaydını’ dedi. Dinlemediniz. Savcı bunu diyebilir. O AKP taşra teşkilatında bir memur. O der ama siz diyemezsiniz.”
Atalay’ın sözü kesildi
Atalay ardından Mücella Yapıcı ve Tayfun Kahraman ile ortak açıklamalarını yineledi. Mahkeme Başkanı iki kez Atalay’ın sözünü kesti ve “Toparlayacak mısınız, avukat bey?” dedi.
Atalay: Acaba Gezi ülke tarihimizin en demokratik, yaratıcı, eşitlikçi ve en kapsayıcı barışçıl kitlesel hareketi olduğu için dehşetli tehlikeli olmasın?#GeziyiSavunuyoruz
‘Savcılık, dayandığı delilden neden vazgeçtiğini açıklamak zorunda’
Atalay savunmasında Otpor iddiasına ilişkin olarak “Meşhur deliller vardı ne oldu onlar? Bir anda tuz buz oldu, ne oldu Murat Papuç‘un ifadeleri. El çabukluğuyla kayıp mı ettiniz? Sanığız ama azıcık saygı. Bana saygı duymuyorsanız mesleğinize saygı duyun. Savcı bey bana yanıt vermek zorunda değilsiniz ama kendinize yanıt verin. Türk Ceza Kanunu’nu muhterem ailenizin evinden getirmediniz. Bu kanuna uymak zorundasınız. Savcılık, dayandığı delilden neden vazgeçtiğini açıklamak zorunda” şeklinde konuştu ve ekledi:
‘Polis AKP belediyeciliğinin çılgınlığına kurban gitti’
“Savcı bey ‘polis memuru öldü’ diyor, nasıl öldüğünü neden yazmıyor. Polis AKP belediyeciliğinin çılgınlığına kurban gitti. Eğer bir gösterici buna neden olsaydı siz bunun üstünde tepinmez miydiniz?
Berkin Elvan ve Medeni Yıldırım ile ilgili iddialarınızdan dolayı sizi men ederiz!
Gezi direnişi neden bu kadar dehşetli tehlikelidir? Neden arka arkaya verilen beraat kararlarına karşı Fethullahçıların delilleri rafta duruyor?
Acaba Gezi, ülke tarihimizin en demokratik, yaratıcı, eşitlikçi ve en kapsayıcı barışçıl kitlesel hareketi olduğu için dehşetli tehlikeli olmasın?
‘Esaslı bir yoksullukla karşı karşıyayız, esas olarak bunu konuşmalıyız’
Esas hakkındaki mütalaa, beyaz adama itiraz eden siyah genç kadının yanına koymuyor, beyaz muktedirin yanına koyuyor. Esaslı bir yoksullukla karşı karşıyayız, esas olarak bunu konuşmalıyız. Esas hakkındaki mütalaa boş boş konuşurken bizim konuşmalarımızdan sıkılmayın sayın başkan. Kapitalizme karşı sosyalizm sayın başkan. Ancak çoğulcu ve demokratik bir ortamla bu karanlıktan çıkılabileceğine inanıyorum.
‘Teslim olun’ diyor mütalaa bize, asıl siz teslim olun’
Demokrasiyle hiçbir alakası olmayan ülkesini tiranlıkla yönetim bağımsızlıkçılık lafları edenleri, üst akıl falan diyip emperyalizmin adını koyamayanları ifşa etmekten yılmayız. Hep birlikte mücadele edeceğiz, hep birlikte kazanacağız. ‘Teslim olun’ diyor mütalaa bize, asıl siz teslim olun.”
‘Gezi antiemperyalisttir, dış güçlerin oyunu diye açıklanamaz’
Tayfun Kahraman da Can Atalay ve Mücella Yapıcı ile ortak açıklamayı okudu ve şunları kaydetti:
“Aynı ciddiyetsizlikle ve tamamen yorum üzerine inşa edilmiş bir iddianame ve mütalaa ile karşı karşıyayız. Bu iddianame ve mütalaa Gezi’yi anlatmıyor. Gezi antiemperyalisttir. Dış güçlerin oyunu diye açıklanamaz.
‘Gördüğümüz şiddet üzere toplumun vicdanı harekete geçti’
Bizler Taksim yayalaştırma projesi ve Topçu Kışlası’na karşı görevlerimiz kapsamında faaliyet gösterdik. Topluma anlatmaya başladık. Gördüğümüz şiddet üzere toplumun vicdanı harekete geçti.
İlk olarak davamızı açtık, ilk olarak yargıya güvendik. Ben, Mücella Yapıcı ve Can Atalay dava dilekçemizi birlikte yazıp idare mahkemesine verdik. Biz meslek odaları olarak katılımcı bir yönetim benimsenmediği için davalarla mücadele edebiliyoruz. Ama davalar da yardımcı olmadı.
İddianame ve mütalaa cevap bulamadığı soruların hiçbirine cevap vermiyor, iddiayı ifade edip geçiyor. Gezi, Taksim Dayanışması ile aynı şey değildir. Taksim Dayanışması da dur dediğinde durulan, git dediğinde gidilen bir muktedir hiç değildir.
Hiçbir fon kullanılmaması kararı vardır. Böyle bi fon kullanmış olsak meslek odalarımız hakkımızda soruşturma açardı.”
İddialar bunları görmezden gelse de Gezi temsil eksikliği hisseden vatandaşların yeri haline geldi. Dünyadaki hiçbir parayla bunu toplayamazsınız.
Taksim Dayanışması sadece kitlelere tercüman olmuş, tüm hükümet görüşmelerinde bunu dile getirmiştir.
Taksim Dayanışması’nın dönemin başbakanı Erdoğan ile görüşmesinden sonra yapılan açıklamayı okuyan Kahraman, “Bu açıklama nedeniyle Gezi Parkı’nda ve başka yerlerde bir sürü cinsiyetçi küfür işittim soğukkanlı açıklama yaptığım için” dedi ve ekledi:
“Hep soğukkanlılığımızı koruduk bizler kışkırtıcı açıklamada bulunmadık. 15 Haziranda bizim düşürmeye çalıştığımız tansiyon bir anda yükseldi. Dayak yiyerek darbe olmaz dedik biz dayak yedik. Bugün de dayak yediğimiz için darbe yapmakla suçlanıyoruz. Siz delil tartışmıyorsunuz, size avukatlarımızın sunacağı belgelendirilmiş ve delile dayanan gezi kronolojisi gösterecektir.
Tayfun Kahraman: Hükümet politikalarını protesto etmek hükümeti yıkmak değildir. Dayak yiyerek darbe olmaz, biz dayak yedik. Bugün de dayak yediğim için darbe yapmakla suçlanıyorum.
‘Hükümeti devirmek gibi bir eylem kesinlikle teşvik edilmemiştir’
Hükümeti devirmek gibi bir eylem kesinlikle teşvik edilmemiştir, hükümete tepki gösteren halkın talepleri için tercümanlık yapılmıştır. Bu anayasal haktır. Bizler tarafından gerçekleştirilmemiş olayların failleri de tespit edilemedi. Gezi Parkı’nda polislerin çadırları yakması ne kadar yanlışsa kamu malına verilen zarar da o kadar yanlıştır.”
Tayfun Kahraman’ın savunması devam ederken mahkeme heyeti duruşmaya saat 13.45’e kadar ara verdi. Aranın ardından duruşma, Kahraman’ın esas hakkındaki savunması ile devam etti:
“Mütalaada telefon tapelerinin bana ait olduğu belirtiliyor. Benim hiçbir zaman böyle bir beyanım olmadı. Bu tapelerde de hiçbir şekilde hukuka aykırı bir şey yoktur. İddianamede ve mütalaada tüm sanıkların birlikte hareket ettiği söylense de sanıklar arasında bağlı bir hiyerarşik ilişki olduğunu söylemek mümkün değil.
Mütalaa, benim İstanbul’da görevde olduğum kamu kurumundan Gaziantep‘e atanarak yaşadığım mağduriyetten hiç bahsetmiyor.
‘Kent suçlarına karşı durmaya devam edeceğiz’
Karşımızda özensiz bir iddianame ve onun kadar özensiz, bilgisiz, delil sunmayan ve her olayı bir diğerine katan, bir sonuç belirleyip bu sonuca götürmeye çalışan bir mütalaa var.
Bizi hayatımızla sınasanız da, hükümeti devirmek suçlamasıyla yargılansak da kent suçlarına karşı durmaya devam edeceğiz. Suçlamaların somut olmaması, tarafımızca şiddete teşvik olmaması, açıklamalarımızın soğukkanlı olması nedeniyle beraatımızı talep ediyorum.”
Hayal mahsulu suçlamalar
Kahraman’ın ardından yargılananlardan Yiğit Ali Ekmekçi söz aldı:
“Mütalaada yargılanan diğer kişilerle yaptığım telefon görüşmelerinin sayısı yer almıştır. Savcılık bu bilgiyle Gezi eylemleriyle ilgili faaliyet yürüttüğümüzü düşünüyor ki bu mantığa aykırıdır. Savcılık MASAK raporlarına rağmen Anadolu Kültür AŞ‘yi suçlamıştır. Faaliyetleri hala süren bir vakfı ‘bölücü faaliyetler yürüten bir vakıf’ olarak nitelemiştir. Savcılığın hayal mahsulu bütün suçlamaları reddediyorum, akla mantığa aykırı girişimlere son verilmesini talep ediyorum.”
#OsmanKavala: Gezi'nin dışarıdan yönetildiğine dair delil gösterilemedi.80 ile yayılan protestoları yönlendirdiğim iddiası akla uygun değildir, sadece poğaça ve eczaneden alınmış maskelerle gittiğim Gezi’nin maddi ihtiyaçlarını karşıladığım iddiası saçmalıktır. #GeziyiSavunuyoruzpic.twitter.com/GjoGsXhrFV
Duruşmada, yargılananların esas hakkındaki mütalaaya karşı verdikleri yanıtların ardından avukatlarının savunmalarına geçildi.
İlk savunmayı yargılananlardan Yiğit Aksakoğlu’nun avukatları Serdar Laçin ve Aslı Kazan yaptı. Beraat kararı verilen davanın ardından dosyaya yeni delil girmediğini belirten ve bu nedenle beraat kararı verilmesi gerektiğini söyleyen Av. Aslı Kazan, “Biz delilleri yanımızda getiriyoruz, siz delillerin değerlendirilmesi için olumlu bir karar vermiyorsunuz. Üretilmiş delillerle ilgili kanıtlarımızın değerlendirilmesiyle ilgili ret kararı verirseniz bunun adı yargılama olmaz. Beraat istiyoruz” dedi.
‘İddianameyi yazan savcının da okumadığını düşünüyorum’
Ardından konuşan Hakan Altınay‘ın avukatı Tora Pekin de “657 sayfalık okunması imkansız, tutarlı bir dilden uzak bir metinle (iddianame) karşı karşıyayız. Bu metni heyetin satır satır okuduğunu sanmıyorum. Daha kötüsü iddianameyi yazan savcının da okumadığını düşünüyorum” dedi.
‘Her dokuz sayfada bir ‘kaos çıkarmak’tan bahseden bir iddianameyle karşı karşıyayız’
Davanın hukuki değil gizli amaçlara hizmet etmek amacıyla açıldığını düşündüklerini belirten Pekin, “Her dokuz sayfada bir ‘kaos çıkarmak’tan bahseden bir iddianameyle karşı karşıyayız. Bunun yanında 657 sayfa içinde TCK 312. madde (darbe teşebbüsü) sadece bir kez geçiyor. Onun yerine dedikodular var bu davada” dedi. FETÖ hükümlüsü eski savcıları hatırlatan Pekin, “Muammer Akkaşların, Nazmi Ardıçların açtığı yolda ilerlenmez, onların sözüne güvenilmez. Eğer güvenirseniz yalancı çıkarsınız” dedi.
‘Bir fikir eserinin tartışılacağı en son yer mahkemelerdir ama biz 2018’den bu yana bir sinema filmini tartışıyoruz burada’
Sönmez savunmasına şöyle devam etti:
“Bir fikir eserinin tartışılacağı en son yer mahkemelerdir ama biz 2018’den bu yana bir sinema filmini tartışıyoruz burada. İnsanları akıllarından geçirdiği düşünceler için yargılayacaksanız biz yargı adına da utanırız, çok uzun zamandır da utanıyoruz, ama siz çocuklarınıza böyle bir miras bırakmak ister misiniz? Burada yargılanan ne sadece Osman Kavala, ne sadece Taksim Dayanışması. Burada yargılanan bir halkın baskısına rağmen iktidara karşı itirazıdır. Siz burada halkın iradesini yargılıyorsunuz.”
Mahkemeden savunmalara süre kısıtlaması: Avukatlar tepki gösterdi
Avukat Tora Pekin konuşurken mahkeme başkanı Mesut Özdemir, konuşma için 10 dakikalık bir süre verildiğini, bunu doldurduğu için 10 dakika daha süre verdiğini söyledi. Avukatlar, başkanın kararına tepki gösterdi.
Av. Pekin, Mahkeme Başkanı’nın savunmasına süre kısıtlaması getirmesi üzerine, “Bir kefede ağırlaştırılmış müebbet cezası diğer kefede 45 dakikalık savunma var. Delilleri tartışmış olsaydınız zaten bu kadar konuşmak zorunda kalmazdık. Ne zaman dosyaya, size savcılığa eleştiriler ağırlaşırsa o zaman savunmayı kesiyorsunuz” dedi.
‘Eğer adınız Cengiz, Kolin, Makyol değilse…’
Savunmaya devam eden Pekin, 17 Aralık yolsuzluk davasının takipsizlik kararında “Adalet limanı insanların sığınacağı son limandır” denildiğini hatırlatarak şu ifadeleri kullandı:
“Eğer adınız Cengiz Holding, Kolin, Makyol ise adalet limanı sığınacağınız son limandır ama adınız Mücella Yapıcı, Can Atalay ise adı ağırlaştırılmış müebbettir. İşte dava bu, söyleyecek başka bir şey yok.”
Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir’in savunmayı bitirtmesinin ardından Atalay, Yapıcı ve Kahraman’ın avukatları daha sonra ard arda savunma yapacaklarını söyledi.
‘Eğer savunmamı bölmeyecekseniz yapacağım’
Çiğdem Mater’in avukatı Hürrem Sönmez ise “Eğer savunmamı bölmeyecekseniz yapacağım” dedi ve “Burada savunmayı 10 dakika, 15 dakika diye bölemezsiniz. Gerekirse burada tam gün savunma yaparız” sözleriyle savunmasına başladı.
‘Bu iddia akla aykırı’
Sönmez, savunmada “Pekin’in dediği gibi 17-25 Aralık soruşturmasında nasıl o deliller hukuka aykırıysa bunlar da aynı şekilde hukuka aykırıdır. İkrar da bu durumu değiştirmez. Dolayısıyla iddia makamına kötü bir haberimiz var. Kıymetlenemedi o deliller. Gezi protestolarına 3 milyondan fazla kişi katılmış. Müvekkilim (Çiğdem Mater) de bunlardan biri. Savcılık ise yönlendirme için sokağa çıktığını söylüyor. Bu iddia akla aykırı olmakla beraber, Anayasal haklarını kullanarak sokağa çıkan insanların iradelerine karşı da bir hakarettir” ifadelerini kullandı.
Dava 25 Nisan’a ertelendi
Avukat Hürrem Sönmez’in savunmasının ardından Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir duruşmayı 25 Nisan’a ertelendi.
‘Beyhude çabalarınızı görüyoruz’
Öte yandan karar duruşması öncesi İstanbul Adliyesi önünde basın açıklaması yapıldı. Taksim Dayanışması adına açıklamayı yapan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Esin Köymen “Beyhude çabalarınızı biliyor ve görüyoruz. Gezi’nin bir parktan dünyaya yayılan hep birlikte söylenen şarkı olduğu unutturulmak isteniyor” dedi.