Ana Sayfa Blog Sayfa 943

Kavala: Gezi’nin dışardan yönetildiği iddiası, vatandaş iradesinin itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır

Bugün görülen ve 25 Nisan’da devam edecek olan Gezi Davasında sanıklar esas hakkındaki mütalaaya ilşkin savunmalarını yaptı.

Diğer sanıkların ardından, ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılanan davanın tutuklu tek sanığı Osman Kavala, savunmasını dört buçuk yıldır tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi‘nden SEGBİS ila katılarak verdi.

Gezi protestolarının dışardan yönetildiğine ve finanse edildiğine dair iddialara ilişkin konuşan Kavala’nın savunması şöyle oldu:

Yaklaşık dört buçuk yıldır bana yöneltilmiş suçlamaların temelsiz olduğunu ortaya koymamıza, Gezi davasından beraat etmiş olmama, tutuklanmamın hak ihlali olduğuna dair AİHM kararına rağmen Cumhurbaşkanı’nın ve bazı siyasetçilerin hakkımda suçlayıcı beyanlarına devam etmeleri ve sudan gerekçelerle tutukluluğumun sürdürülmesinden dolayı savunma yapmamın
anlamsız hale geldiğine kanaat getirmiştim.

Bu davanın bu celsede hükme bağlanmasına yönelik bir iradenin ortaya çıktığını gözlemlediğimden, alınacak kararı etkileyeceğini beklemesem de daha önce ifade etmiş olduğum bazı gerçekleri son bir kere daha vurgulamak ihtiyacı hissediyorum.

Bundan 28 ay önce AİHM, tutukluluğumda hukuki gerekçelerin değil siyasi faktörlerin rol oynadığı hükmüne varmıştı.

Bu tarihten sonraki gelişmeler, tahliye, beraat, aynı gün daha önce tahliye edilmiş olduğum suçtan yeniden tutuklama ve sonra yeniden tahliye ve yeni bir suçtan tutuklama, dava dosyalarını ayırma, sonra birleştirip tekrar ayırma ve bunları gerçekleştirmek için yasaları keyfi biçimde kullanma, yargı sürecinde Cumhurbaşkanı ve diğer siyasilerin suçlayıcı demeçleri, bu davayı siyasi etki altında tamamen deformasyona uğramış bir yargı vakası, tutukluluğumun sürdürülmesini de kamu yetkisi kötüye kullanılarak gerçekleştirilen hürriyetten yoksun bırakma eylemi haline getirmiştir.

2017 Kasım ayında aynı anda iki suçtan, Gezi olaylarını yönetmek ve organize etmek ile 15 Temmuz darbe girişimine katılmaktan tutuklanmıştım. Anlaşılan, benim üzerimden bu iki olay ilişkilendirilmek isteniyordu.

Tutuklanmamdan sonra, iddianamenin hazırlanmasını beklediğim iki yıllık süre içinde böyle bir ilişki kurmaya yarayacak hiçbir şey bulunamadığından suçlamalar ve dosyalar ayrıştırıldı ve daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanacak olan Emniyet mensuplarının, medyada çıkan bazı yazılara dayandırdıkları hayali kurgu temelinde, aynı ekibin yaptığı hukuksuz telefon dinlemeleri kullanılarak Gezi iddianamesi hazırlandı.

Delillerin hukuka aykırı olarak elde edilmiş olmaları ve AİHM kararında da belirtildiği gibi, bu sözde delillerin herhangi bir yasadışı faaliyeti gösterir nitelikte olmamasından dolayı, Gezi davası beraatlerle sonuçlandı.

Anlaşılan bu karar Cumhurbaşkanı’nın tepkisini çekince, tutukluluğumu devam ettirmek için, önce, re’sen tahliye edildiğim darbe girişimine katılma suçlamasıyla, sonra da aynı sözde deliller kullanılarak yasalara, yasalardaki tanımlara aykırı biçimde kurgulanan casusluk suçlamasıyla, tutuklandım. Her iki suçlamayı içeren komplo teorileriyle ve yanıltıcı beyanlarla doldurulmuş tuhaf bir iddianame hazırlandı.

Bu iddianameye göre ben uzun yıllar boyunca sanat kültür faaliyetleri kisvesi altında azınlıkları devlete karşı kışkırtmışım, bu faaliyetler aracılığıyla casusluk amacıyla toplumun sosyal, kültürel özellikleri ile ilgili önemli bilgiler temin etmişim.

15 Temmuz darbe girişimine de aktif olarak katılmışım, hukuka aykırı biçimde telefonlarımı dinleyip Gezi kalkışması kurgusunu hazırlayanlarla görüşmeler yapmışım. Darbeden sonra kurulacak hükümette yer alacak olanların koordinasyonu için de yurt dışı seyahatler gerçekleştirmişim. Bütün bu faaliyetlerde Henri Barkey ile sıkı bir işbirliği içinde çalışmışım ancak çalışmalar çok profesyonelce yürütüldüğü için bu işbirliğini kanıtlayacak delil bulunamamış. Buna rağmen, Henri Barkey’in 10 Mart 2016 tarihinde Adana’ya gittiğinde benim aynı tarihte Fransa’da olmam gibi önemli bulgulara ulaşılmış.

Suç icat edildi

Anlaşılan iddianameyi hazırlayan ne pahasına olursa olsun tutukluluğumu devam ettirmeyi amaçladığından, muhtemelen siyasi destek alacağını düşünerek, kendisini yasalarla kısıtlı hissetmemiş.

Devlet kurumlarının işleyişi, nitelikleri, askeri ve siyasi bilgilerin temin edilmesi olarak bilinen casusluk suçunu toplumun sosyal ve kültürel özellikleri ile ilgili araştırma yapmayı kapsayacak şekilde genişletmiş, yani her türlü keyfi uygulama için kullanılabilecek bir suç türü icat etmiş.

Önceki savunmalarımda, tutukluluğumu sürdürmek için yasalardaki
tanımlara riayet edilmeden kurgulanan casusluk suçlamasının, Nazi Almanyası’nda ceza yasalarının içeriklerinden, varlık amaçlarından kopartılarak kullanılmasını akla getirdiğini ifade etmiştim.

İlgili haber: Yılları ve sınırları aşan hukuksuzluk: Kavala’nın hayatından çalınan dört buçuk yıl

Anladığımız kadarıyla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin tutukluluğumun devam etmesine yönelik uygulamaları incelemesi için AİHM’e başvurma kararından sonra davanın hızla hükme bağlanmasına karar verildi. Kanıtsız ve mantıksız olarak birleştirilen davalar ayrıştırıldı.

Mütalaada görüldüğü gibi, artık ihtiyaç kalmadığı için tutukluluğumu uzatmak için icat edilmiş suçların, ipe sapa gelmez iddiaların yer aldığı ikinci iddianamenin kullanım süresi sona ermiş oldu.

İkinci iddianame sadece benim tutukluluğumu sürdürmek için hazırlanmıştı. Gezi iddianamesi de beni hedef alıyor, ancak daha önemli bir işlevi de var:

George Soros’un ve benim içine yerleştirildiğimiz kurgu kullanılarak Gezi protestoları kriminalize edilmeye, bunlara katılan yüzbinlerce yurttaşımızın iradeleri itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Gezi protestolarının Soros ve dış güçlerce hükümeti devirmek amaçlı bir kalkışma olarak planlandığı, iki yıl boyunca hazırlandıktan sonra sahneye konulduğu, benim bunun organizasyonunu gerçekleştirdiğim kurgusunun, daha sonra FETÖ üyeliğinden yargılanan KOM dairesi yöneticileri tarafından kaleme alınmış olduğunu iddianamenin ekindeki fezlekeden biliyoruz.

Başbakan protestonun grup sözcüleriyle ve Soros’la görüştü

İddianamedeki bir kalkışma olarak Gezi eylemlerini gerçekleştiren, yöneticisi
olduğum gizli yapı kurgusu, Ergenekon iddianamesindeki birbirleriyle ilişkisi olmayan insanların gizli bir örgüt olarak hükümeti devirmeye yönelik faaliyet gösterdiklerine dair kurguya oldukça benziyor.

Bunları düzenleyenler, hükümet üyelerini ve siyasetçileri, kurulan komplolara karşı kendileri tarafından korunduklarına ikna ettiler. Böylece sağladıkları siyasi destekle hukuk kurallarına aykırı faaliyetlerde bulunma ayrıcalığına sahip oldular. KOM dairesince kaleme alınmış Gezi protestoları ile ilgili kurgunun da aynı amaca hizmet etmek için hazırlanmış olduğu aşikardır.

Ancak, Gezi protestoları öncesinde ve protestolar sırasında sosyal medya paylaşımları, toplantılar, gösteriler, basın açıklamaları herkesin gözü önünde gerçekleştiğinden, o dönemde bu komplo teorisi ikna edici bulunmamıştı, hükümet de bu kurguyu kullanma ihtiyacı duymadı.

Bu teorinin o dönemde revaçta olmadığının en bariz göstergesi Başbakan’ın 12 ve 14 Haziran 2013 tarihlerinde aktivistlerle, protestolara katılan grupların sözcüleri ile görüşme yapmış olmasıdır.

İddia edildiği gibi, Gezi olayları iki yıl boyunca sosyal medya üzerinden paylaşılan mesajlar, kışkırtıcı tiyatro eserleri aracılığıyla yapılan bir hazırlık sonucu ortaya çıkmış olsaydı, bundan istihbarat teşkilatının haberi olurdu; herhalde Başbakan da kendisini devirme planına hizmet edenlerle görüşme yapmazdı.

Kalkışmayı planladığı ve finanse ettiği iddia edilen George Soros’la iktidar çevresinden siyasetçilerin görüşmeleri de Gezi olaylarından sonra kesilmedi; Soros’un Kasım 2015 tarihinde ülkemize geldiğinde yetkililerle görüşme yaptığını biliyoruz.

Gezi protestolarının dış güçlerce sahneye konulmuş bir kalkışma olduğuna dair anlatı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetin resmi görüşü haline geldi. Yeni deliller, bilgiler ortaya çıktığı için değil; bu kurgu yeni dönemin siyasi ortamına, dış güçlerin saldırıları ekseninde kurulan siyasi söyleme uygun olduğu ve Gezi protestolarını kriminalize etmeye hizmet ettiği için.

Günümüzde de bazı protestolar, gösteriler Gezi örneği verilerek darbecilik
ile ilişkilendiriliyor. Gezi iddianamesi bu kurguya uygun olarak hazırlandı. İddianame ve tutuklanmam, bu kurguya destek olmak için kullanıldı.

Manidar olan, Gülenci yapılaşmanın hazırladığı kurgunun ve aynı ekipten kişilerin hukuka aykırı olarak temin ettikleri telefon dinlemelerinin, FETÖ üyeliğinden suçlanan yargı mensuplarının tasfiyesinden sonra kullanılmış olmasıdır.

Önünüzdeki mütalaa Gezi iddianamesindeki kurguya sadık kalmış. Gezi protestolarının kolluk güçlerince bastırılan bir kalkışma olduğu anlatısına uygun düşmeyen olaylar hazırlanan mütalaaya dâhil edilmemiş. Bu nedenle, Başbakan ile yapılan toplantılara, 14 Haziran toplantısından sonra Taksim Dayanışma Platformu’nun yaptığı, eylemlerin artık sadece Taksim
Dayanışma’nın çadırında sürdürüleceği, diğer çadırların, flamaların ve bayrakların indirileceğine dair duyurusuna yer verilmemiş. Bu duyurudan sonra flama ve bayrakların indirildiğinden, barikatların temizlendiğinden de söz edilmemiş.

Bu bilgiler Hükümetin tutuklanmamla ilgili 7 Mart 2019 tarihinde AİHM’e yolladığı Mütalaası’nda kullanılan, bir devlet kuruluşu olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun 30 Ekim 2014 tarihli “Gezi Parkı Olayları Raporu”nda mevcut.

Bu raporda ölümlere ve yaralanmalara yol açan kolluk güçlerinin müdahaleleri, biber gazı kullanımında görülen aşırılıklar ve kuralsızlıklar ayrıntılı biçimde anlatılmış:

Raporda “Kamuoyuna yansıyan birçok görüntüde, polisin, kaçan, işyerlerine sığınan, atılan gazlar nedeniyle rahatsızlanan göstericilere müdahaleye devam ettiği, başta biber gazı olmak üzere zor kullanma aralarının usulsüz kullanılması nedeniyle gösterilere barışçıl bir şekilde katılanların ve hatta gösterilerle ilgisi olmayan birçok insanın da yaralandığı” ifade edilmiş ve “Bu çerçevede, toplumsal olaylara karşı güç kullanımının, gösterilen cebir, şiddet, karşı koyma veya saldırının derecesine göre kademeli şekilde artan nispette ve orantılı olması ilkelerine riayet edilmeksizin gerçekleştirilen müdahaleler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi ile koruma altına alınan ‘işkence ve kötü̈ muamele yasağının’ ihlali olarak değerlendirilebilir.Gezi Olaylarında kitlenin biber gazına ve diğer zor kullanma araçlarına yoğun olarak maruz kılınması kolluk güçlerine yönelik öfkeye yol açmış, bu da şiddet olaylarını tetiklediği gibi eylemlerin sürekliliğine neden olmuştur” değerlendirilmesi yapılmıştır.

Ölenleri andı

Mütalaada Gezi protestoları sırasındaki ölümlere, “birçok vatandaşımız yaşamını yitirdi” şeklinde tek bir cümleyle yer verilmiş. Protestolarda birçok vatandaşımız yaralandı ancak birçok değil birkaç yurttaşımız hayatını kaybetti.

Bu birkaç yurttaşımızın kim olduklarını belirtmeye ve hayatlarını nasıl kaybettiklerini anlatmaya gerek duyulmaması ölümleri sıradanlaştırıyor, adeta mala verilen zararın uzantısı haline getiriyor.

Ethem Sarısülük’ün polisin kurşunuyla vurulma anı.

Mütalaada anlatılmayan acı gerçek; Ethem Sarısülük’ün gösteri sırasında polis kurşunuyla, Abdullah Cömert ve Berkin Elvan’nın başlarına isabet eden gaz fişekleriyle, Zeynep Eryaşar, Selim Önder, Serdar Kalakal ve İrfan Tuna’nın yoğun biber gazına maruz kalmalarının etkisiyle ve Ali İsmail Korkmaz’ın polis memurlarının da karıştığı fiziki saldırı sonucu hayatlarını kaybettikleridir.

Kalkışma teorisine halel gelmesin diye güvenlik güçlerinin orantısız ve kural dışı gaz kullanımını, bunların yol açtığı ölümleri ve ağır yaralanmaları görmezlikten gelen bir Gezi olayları anlatısı, insan haklarına ve sakıncalı görülen insanların hayatlarına değer vermeyen bir anlayışı yansıtmaktadır.

4,5 yıldır benim özgür yaşama hakkımın gasp edilmesine yol açan yargısal eylemlerin yansıttığı gibi.

Gezi olayları plansız ve beklenmedik ortaya çıktı

Gezi Olayları, pek çok ulusal ve uluslararası akademik çalışmaya da konu olmuştu. Önemli dergiler ve saygın yayınevleri tarafından yayınlanmış derlemelerde yer alan 35 kadar makaleyi inceleyip Mahkeme’ye sunmuştuk.

Makalelerin paylaştığı temel gözlem, Gezi Olayları’nın plansız ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıktığıdır.

Organizasyon biçimi açısından da bütün çalışmalarda vurgulanan nokta, eylemlerin, “yatay”, “bir merkeze bağlı olmayan”, “lidersiz” özellikte olmalarıdır. Sonuç olarak, bugüne kadar yapılmış bilimsel nitelikli araştırma ve değerlendirmelerin hiçbirinde Gezi Olayları’nın Hükümet’i devirmeye yönelik önceden planlanmış ve yabancı güçlerin desteğiyle yürütülmüş olduklarına dair bir tez öne sürülmemiştir.

İçişleri Bakanlığı bilgilerine göre 80 ilde 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı, 164’üne kanunsuz hale dönüştüğü gerekçesiyle müdahale edildiği, 5500 eylem/etkinliğin bir merkezden organize edilen bir kalkışma olduğu teorisi, siyasi amaçlara hizmet eden, hukuki ve mantıki temelden yoksun bir iddiadır.

Poğaça ve maskeyle maddi ihtiyaçları karşıladığım iddiası saçmalıktır

Benim bu eylemleri planladığım, organize ettiğim, yönettiğim; Gezi
Parkı’na bir masa, bir hoparlör, poğaça ve eczaneden alınan ağız maskeleri götürerek kalkışmanın maddi ihtiyaçlarını karşılamış olduğum; iki kişiyle birkaç telefon görüşmesi yaparak aralarında siyasi partilerin de bulunduğu 70’e yakın kuruluşun oluşturduğu Taksim Dayanışması Platformu’nu yönlendirmiş olduğum da saçmalık düzeyinde bir iddiadır.

İddianamede ne örgüt yöneticisi olduğumla ilgili ne de planlanmış bir kalkışmadan haberim olduğuna dair hiçbir bulgu ortaya konmadığından, bu iddialar aşırı derecede gerçeklikten kopuk ve mantığa aykırı olduklarından, mütalaada, üzerime suç yamayabilme amacıyla yeni tanımlara yer verilmiş.

Benim protestoculara akıl hocalığı yaptığım iddia ediliyor. 30 yıldır sivil toplum kuruluşlarında çalışmış, barışı, insan haklarını, demokrasiyi savunan girişimlerde yer almış birisi olarak görüşlerimi kamuoyu ile de, tanıdığım sivil toplum aktivistleri ve siyasetçilerle de paylaşırım.Bu kapsamda, iddianamede de belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri ile de bir toplantıya katıldım.

Benim şiddet içeren, suç sayılan bir eylem biçimini önermem, insanları, kuruluşları buna teşvik etmem söz konusu olamaz. Zaten iddianamede de böyle bir bulgu mevcut değildir. Hukuksuz dinlemeler sonucu bana ait oldukları iddiasıyla iddianameye yerleştirilen sözlerden hiçbiri bu
yönde bir niyeti yansıtmamaktadır.

Hiçbir faaliyetimi gizlemedim

İddianamede beni suçla ilişkilendiren, bu amaçla faaliyet gösteren bir örgüte destek verdiğimi gösteren herhangi bir bulgu ortaya konamadığından, başvurulan bir başka tanım da benim kalkışmanın “perde arkası organizatörü” olduğum.

Ben Gezi Parkı’ndaki yapılaşma projesine açıkça karşı çıktım, bu projenin durdurulması için çaba gösterdim, kamuoyuna yönelik açıklamalara ve bu amaçla yapılan toplantılara katıldım.

Çalışma ofisim Gezi Parkı’na bitişik konumda olduğu için çeşitli defalar orada bulunma ve birçoğu hiçbir örgütle ilişkisi olmayan gençleri gözlemleme fırsatı buldum.

Barışçıl biçimde ve etik değerlere bağlı kalarak sürdürdükleri nöbeti, Gezi Parkı’na sahip çıkma duyarlılıklarını takdir ettim; kullanmaları için parka bir masa ve hoparlör götürdüm. Gezi Parkı’nda fidan ekme etkinliklerine de bizzat katıldım.

Hiçbir faaliyetimi perde arkasına gizlemeye gerek duymadım. Hiçbir davranışım ve konuşmamda da gizli bir planı yürütmekte olduğuma dair bir işaret, bir ifade mevcut değildir.

Savunmamda da söylediğim gibi, hükümetlerin kamu yararına olmayan girişimlerinin engellenmesi için düzenlenen barışçıl protestoları, demokrasinin gereği, meşru sivil toplum faaliyetleri olarak görüyorum.

Gezi Parkı, üzerinde taşınabilecek birkaç ağacın bulunduğu boş bir arsa değildir. Benim gibi bölgede yaşayan ya da çalışan binlerce İstanbullunun yararlandığı, önemli bir kamusal işlev gören, şehrimizin sosyal altyapısına katkı sağlayan çok değerli bir mekandır.

Gezi Parkı’nın yok olmasına yol açacak olan yapılaşma projesi anti-demokratik biçimde dayatılan, kamu çıkarlarına aykırı bir girişimdi. Oldu bittiye getirilerek parkın tahrip edilmesinin engellenmesi, İdari Mahkeme’nin bu projeyi iptal etmesi ve yapılaşmanın durdurulması kamu yararına olmuştur. Hükümetin Irak işgalini kolaylaştırmak için topraklarımızı ve limanlarımızı işgal güçlerinin kullanımına açma yönünde yasal düzenlemelerine karşı protestoların yapılması ve bu girişimin engellenmesi örneğinde olduğu gibi.

Gezi protestolarının George Soros tarafından finanse edilmiş olduğu iddiası, protestolara katılanların eylemlerini itibarsızlaştırmayı amaçlayan, kötü niyetle hazırlanmış bir kurgudur.

Bunun gerçek olmadığını sadece protestolara katılan yurttaşlarımız değil, MASAK sorumluları, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür’ün hesap hareketlerini incelemiş olan denetimciler de gayet iyi bilmektedirler.

Bu iddianın, araştırma sonucu ulaşılmış herhangi bir bulguya, delile
değil, Soros’un Arap Baharı’nın arkasındaki yabancı odak olduğu algısına dayandırıldığı Gezi iddianamesinde açıkça belirtilmiştir.

İddianamenin başlangıcında, “Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkelerde görülen, Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerde”; “bu ülkelerde yaşanan halk ayaklanmalarında George Soros’un önemli bir aktör olduğu, bu devrim süreçlerine çok büyük finansal destek sağladığı”nın basına yansıdığı belirtilmiş. İddianamede; “bu süreçlerle Gezi kalkışması sürecinin birebir örtüşmesi” ve “sosyal medyada aynı slogan ve imgelerin kullanılmı olması”ndan dolayı, “George Soros’un, ayaklanmaların yaşandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Gezi kalkışması sürecinde de etkin olduğunun anlaşıldığı” ifade edilmiş.

Ben savunmamda Soros’un Gezi protestolarına kaynak aktarmış olduğuna dayanak olarak kullanılan bu iddiaların da gerçeğe de mantığa da ters düştüğünü, Mısır’da ve Tunus’ta sosyal hareketlerin Müslüman Kardeşler örgütü ve paralel çizgide örgütlerin liderliğinde gerçekleştirilmiş olduğunu belirtmiştim.

İddianamede anlatılanlar da bu kurguyla bağdaşmıyor. Benim Gezi protestolarını organize etmiş olduğuma deli olarak bir televizyon / internet yayını kurmak için çalışmalarda bulunduğum anlatılmış. İddianameye göre bu yayının işlevi Gezi kalkışmasını gündemde tutmak ve yeni kalkışmaların gündem olmasını sağlamak olacak. Bu girişime kaynak sağlamak için çeşitli kişi ve kuruluşlarla temasa geçtiğim, Soros ile de irtibat kurmayı planladığım iddia ediliyor. Kalkışma için bu kadar önemli bir işlevi olan yayın projesi, iki yıldır kalkışmayı planlamış ve finanse etmiş olduğu iddia edilen Soros tarafından acaba neden daha önce desteklenmemiş?

Aynı soruyu gene benim aleyhime delil olarak kullanılan, gerçekleştirilmemiş Gezi ile ilgili film projesi için de, protestoculara maske ve malzeme temini için kaynak arayışında bulunduğum iddiası için de yöneltebiliriz. Daha önceki beyanlarımda da ifade ettiğim gibi, benim, kurulduğundan beri yasalara uygun biçimde faaliyet göstermiş olan Açık Toplum Vakfı’nda, diğer yönetim kurulu üyelerinden farklı bir konumum, yetkim olmadı. George Soros’un Türkiye ziyaretlerinde bütün yönetim kurulu üyeleriyle yaptığı Vakfın çalışmalarının değerlendirildiği toplantılar dışında Soros’la özel bir
irtibatım da olmadı.

Benim dışımda Açık Toplum Vakfı’nın hiçbir Yönetim Kurulu üyesinin ifadesine başvurulmamış olması, George Soros’un da suçlananlar arasında olmaması, Soros’un benim üzerimden Gezi protestolarını organize ettiği, kaynak aktardığı kurgusuna, bunu yazanların da inanmadığını göstermektedir.

Yargı sürecinin hiçbir aşamasında savcılık beni sorgulamadı

Yargı sürecinin hiçbir aşamasında benim de savcılık tarafından sorgulanmamış olduğumu hatırlatmak isterim. Hükümeti devirmek için planlanıp sahneye konduğu iddia edilen Gezi olaylarında, 15 Temmuz darbe girişiminde, bu kadar önemli roller oynadığına inanılan birisinin sorgulanmaması, faaliyetleri, işbirliği yaptığı kişiler hakkında bilgi temin etmek için bir çabaya girilmemiş olması savcılık mesleğinin doğasına aykırıdır, ciddi bir görev ihmalidir.

Ancak, iddianamede kullanılacak kurgu zaten önceden hazırlanmışsa, sorgulama yapılmamasının tercih edilmesi anlaşılır.

Zira sorgulamada ortaya çıkacak bilgiler bu kurgu için komplikasyonlara neden olabilir.

Mütalaada Açık Toplum Enstitüsü ve bileşenlerinin amacının dünya üzerindeki farklı kültürleri yozlaştırarak kendilerinin kontrol altında tutabildikleri evrensel kültüre sahip topluluklar yetiştirmek olduğu, bu sayede avuçlarının içinde tuttukları kapital sistemi kendi çıkarları doğrultusunda devam ettirecek evrensel bir tüketim topluluğu oluşturabilecekleri ve bu
amaçla fonladıkları sivil toplum örgütlerini kullandıkları yazılmış.

Bu değerlendirme bir araştırmayla desteklenmemiş, bilimselliği kabul edilen akademik bir çalışma da kaynak gösterilmemiş. Bu nedenle hukuki metinlerde kullanılabilecek bir açıklama niteliğine sahip değil, doğrudan yazanın inançlarını yansıtıyor.

Oldukça küçük bir topluluğun dünya kapitalist sistemini kontrol ettiği, evrensel kültürü yayarak farklı kültürleri yozlaştırdığı, bu sayede dünya üzerinde bir hakimiyet sağladığı görüşü, bazı çevrelerde kullanılan, kozmopolit kültüre sahip olan Yahudilerin dünya üzerinde hakimiyet kurmak için gizli bir plan yürüttüklerine dair tezleri akla getiriyor. Bu ideolojik yargının Gezi protestolarıyla ilgili kullanılması, gerçekleri tahrif etmeye ve yaşanan olayların nesnel biçimde değerlendirilmesini engellemeye hizmet ediyor.

Yediden yetmişe her sınıftan insanın; gençlerin, öğrencilerin yanı sıra sokakta çalışanların, ayakkabı boyayan çocukların, apartman görevlisi yoksul insanların ve ailelerinin, Suriyeli göçmenlerin, aşağılanmadan, rahatsız edilmeden ziyaret edecekleri, dinlenecekleri, sohbet edecekleri bir park mı, yoksa parası olmayanların giremeyeceği, yerli ve yabancı markaların pazarlandığı bir alışveriş merkezi mi insanları tüketim dürtüsünün kıskacına
sokar?

Halka ait bir parkı korumak için mücadele etmek mi, yoksa burasını ortadan kaldırarak ticari projeler dayatmak mı, tüketim toplumu yaratmaya, sermayenin insan hayatı üzerinde egemenlik kurmasına hizmet eder?

Mütalaada, hukuk normlarına göre hazırlanmış, somut olayların dürüstçe yapılmış nesnel değerlendirilmesini değil, siyasi aktörlerin söylemlerini yansıtan Gezi olayları kurgusunun tekrarlandığını ve ilavi ideolojik saptamalarla tahkim edilmiş olduğunu görüyoruz.

Bu kurgu bir süreliğine adaleti yanıltmak için kullanışlı olabilir. Ancak bu durumun uzun sürmeyeceğine, kamuoyunun da bu kurguya ve burada bulunanların suçlu olduklarına ikna edilmesinin mümkün olmayacağına inanıyorum.

Hayatımın dört buçuk yılını kaybettikten sonra teselli bulabileceğim şey, yaşadıklarımın yargıdaki sorunlarla yüzleşilmesine katkıda bulunması ve benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimalidir. 

Roman kağıt toplayıcıları eylemde: Bizim de sesimizi duyun

Geri dönüşüm işçiliği yapan Roman yurttaşlar, yaşadıkları sorunlara ilişkin Karşıyaka Örnekköy Mahallesi’nde bulunan geri dönüşüm merkezi önünde basın açıklaması yaptı.

Hurdamıza dokunmayın“, “Fakirin ekmeğiyle oynamayın” ve “Bizim de sesimizi duyun” dövizleri taşınan açıklamaya Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili Özcan Purçu, belediye meclis üyeleri ve çok sayıda Roman yurttaş katıldı.

Mezopotamya Ajansı’nın aktardığına göre; çıklamada konuşan CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu, geri dönüşüm işçilerinin para cezalarıyla sindirilmeye çalışıldığını söyledi.

Geri dönüşüm işçilerinin sorunlarının her geçen gün büyüdüğünün altını çizen Purçu, “AKP İktidarı, bu işe 2020’de el atmış, ‘Sıfır Atık‘ diye bir proje yapmış ve sözüm ona herkes güvenceli atık toplayacakken, şu an her projelerinde olduğu gibi kendi ayaklarına dolandılar. İstanbul, Ankara, İzmir, Gaziantep, Bursa başta olmak üzere pek çok ilin sokakları, tam bir atık kaosu alanlarına dönüşmeye başlamıştır. Ne yazık ki bu kaos ortamında üç arkadaşımız da ekmek kapılarını savunmak için talihsiz çatışmaya girmiş, tutuklanmış ve birkaç ay sonra serbest bırakılmıştır” dedi.

Çocuk işçiler, sağlıksız çalışma ve barınma koşulları: Türkiye’nin geri dönüşüm işçileri

Mevcut yasaların geri dönüşüm işçilerini tanımamasından kaynaklı, kâğıtçıların realitesinin kabul edilmediğine dikkati çeken Purçu, “Geri dönüşüm sisteminin tüm paydaşları bu gerçeği bilmesine rağmen, söz konusu belgelendirmeye gelince geri dönüşüm işçilerinin topladığı atıklar yok sayılmaktadır. Özcesi geri dönüşümün lokomotifidirler ama kabul de edilmiyorlar. Bu ciddi bir tutarsızlıktır” dedi ve şunları aktardı:

“Genellikle yoksul kesimlerde yaşayan, Roman, Kürt yurttaşlarımızın bu işi yaptığı bilinmektedir. Gerçi artık işi olmayan herkes toplayıp satmakta. Yaş olarak ise, yediden yetmişe kavramının vücut bulduğu yerdir. Ne yazık ki çocuk işçiliğinin de görüldüğü bir iş koludur. Eğitim durumu ise ülkemiz ortalaması altındadır. 15-20’şer kişilik gruplar halinde, çoğu zaman akrabaları ile bir depoda veya pres yerinde hem çalışır hem atıklarını buraya getirir hem de yer yer burada sağlıksız koşullarda ikamet ederler.”

Maden ruhsatı tehdidi yurdu sardı: 24 ilde 20 bine yakın ruhsat

TEMA Vakfı, Türkiye’nin 24 ilinde yaklaşık 20 bin maden ruhsatının; ormanlar, korunan alanlar (milli park, sit alanı vb.), tarım alanları ve kültür varlıkları ile ilişkisini inceledi.

Çalışmaya dahil edilen illerin ortalama ruhsatlılık oranı yüzde 63 çıkarken, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç bu durumun statü ve nitelik gözetmeksizin her yerde madenciliğe izin veren mevzuatın bir sonucu olduğunu ifade etti. Ataç, madencilik faaliyetlerinin tehdidi altındaki coğrafyalara ve mevzuatın doğal varlıkları ve yaşam alanlarını korumaya yetmediğine dikkat çekti.

TEMA Vakfı 2020 yazında, Kaz Dağları Yöresi’nin yüzde 89’unun madenlere ruhsatlı olduğunu ortaya koyan “Kaz Dağları Yöresi’nde Madencilik” çalışmasını kamuoyuyla paylaşmıştı.

Vakıf, 22 ilde daha maden ruhsatları haritalama çalışmaları gerçekleştirdi. Çalışmalar, Çanakkale ve Balıkesir’den sonra Muğla, Tekirdağ, Kırklareli, Afyon, Kütahya, Uşak, Zonguldak, Bartın, Eskişehir, Karaman, Kahramanmaraş, Erzincan, Tunceli, Ordu, Tokat, Artvin, Erzurum, Bayburt, Şırnak, Siirt, Batman ve Sivas illeri özelinde yapıldı.

Seçilmeleri tesadüfi olmayan bu iller, doğal varlıklar bakımından oldukça zengin bir ekosisteme, güçlü tarımsal üretime ve turizm potansiyeline sahip olmasına rağmen madencilik faaliyetlerinin yoğunlaştığı alanlar olarak öne çıkıyor.

Ruhsatların en yoğun olduğu il: Kütahya

TEMA Vakfı’nın çalışmalarına göre 24 il yaklaşık 20 bin maden ruhsatına bölünmüş durumda.

Buna göre; ruhsatların büyük bölümünü ihale edilmeyi bekleyen ruhsatlar (14 bin 967) oluştururken, ihale ruhsatlarını 2 bin 158 ruhsat ile işletme ruhsatları; bin 871 ruhsat ile arama safhasındaki ruhsatlar oluşturuyor.

Vakfın açıklamasına göre; işletme safhasındaki ruhsatların en yoğun olduğu yerleri, Muğla, Sivas ve Kaz Dağları Yöresi’nin Çanakkale-Balıkesir illeri oluşturuyor. Her an hayata geçirilebilecek bu ruhsatlar, özellikle bu illerde madencilik faaliyetleri özelinde ciddi bir tehdit olduğunu ortaya koyuyor.

Arama ruhsatları ise Siirt- Şırnak-Batman, Eskişehir ve yine Çanakkale-Balıkesir illerinde yoğunlaşıyor. Yine TEMA Vakfı’nın çalışmasına göre ruhsatların en yoğun olduğu il, yüzde 92’si madenlere ruhsatlı olan Kütahya. Kütahya’yı, Çanakkale-Balıkesir (yüzde 79) ve Uşak (yüzde 80) illeri izliyor.

Türkiye’nin tüm doğal değerleri madencilik faaliyetlerinin inisiyatifinde

TEMA Vakfı’nın çalışmasına göre; 24 ilin ortalama ruhsatlılık oranı yüzde 63.  Bu illerde bulunan ormanların ortalama yüzde 60’ı, tarım alanlarının ortalama yzüde 57’si, meraların ortalama yüzde 55’i, korunan alanların ortalama yüzde 57’si, potansiyel koruma alanı olması gereken alanların (Önemli Doğa Alanı) ortalama yüzde 63’ü madenlere ruhsatlı. Bu sonuçlar; Türkiye’nin doğal, ekonomik ve kültürel olarak her türlü değerinin, madencilik faaliyetlerinin inisiyatifine bırakıldığını gösteriyor.

Konuyla ilgili değerlendirmelerde bulunan TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, “Maden Kanunu yasalaştığı 1985 yılından bu yana 20’den fazla kez değişti. Her değişiklikle daha fazla alanda madencilik faaliyetleri yapılabilir hale geldi” diyor.

Ataç, maden ruhsatlarının gerçek hayatta nerelere karşılık geldiğini değerlendirdikleri haritalama çalışmalarının sonuçlarının statü ve nitelik gözetmeksizin her yerde madenciliğe izin veren mevzuatın bir sonucu olduğunu belirterek şunları aktardı:

“Ne yazık ki bu manzara bizleri doğal alanlarımız, tarım alanlarımız, meralarımız, kültür değerlerimiz ve sağlığımız konusunda büyük bir kaygı ile karşı karşıya bırakıyor. Bütüncül bir planlama yaklaşımından yoksun, kamu yararını yalnızca madenlerden yana gören, tarımsal üretimi, turizmi ve en önemlisi insan sağlığını dikkate almayan madencilik uygulamaları doğal, kültürel ve ekonomik yaşam için büyük bir tehdit oluşturuyor. Ormanlarımız, tarım alanlarımız parçalanırken, su varlıklarımız kirleniyor, tükeniyor, kültürümüz de tıpkı zeytinliklerimiz gibi köklerinden ediliyor, sağlımızı kaybediyoruz.”

Dünya çapında yoksulluk ve gıda krizi tartışmalarının yapıldığı bugünlerde doğaya ve tarım alanlarına yapılan her müdahalenin, yoksulluğu daha da derinleştireceği ve çevre adaletsizliğini artırdığını hatırlatan Ataç, “Ülkemizdeki mevzuat ne yazık ki ormanlarımızı, tarım alanlarımızı, meralarımızı, yaban hayatını ve yaşam alanlarını korumaya yetmiyor. Ne yazık ki yakın zamanda zeytinliklerimizi madenciliğe feda eden yönetmelik değişikliğini hep birlikte gördük” diyerek yetkilileri yasal düzenlemelerle bu vahim tabloyu değiştirmeye çağırdıklarını ifade etti.

Başak Cengiz’i kılıçla öldüren katile ağırlaştırılmış müebbet verildi

İstanbul Ataşehir‘de Başak Cengiz’i yolda yürürken samuray kılıcıyla katleden Can Göktuğ Boz, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Adli Tıp Üst Kurulu‘ndan gelen nihai raporda Göktuğ Boz’un cezai ehliyetinin tam olduğu bildirildi. Son sözü sorulan tutuklu sanık Boz, “Söyleyecek bir şeyim yoktur” dedi

İstanbul Anadolu Adliyesi 4. Ağır Ceza Mahkemesi Boz’u “canavarca hisle veya eziyet çektirerek kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırdı ve “silahla tehdit” ve “ateşli silahlar ve bıçaklar ile diğer Aaetler hakkında kanun’a muhalefet” suçlarından beş yıl hapisle cezalandırıldı. Verilen cezalarda takdir indirim uygulamadı.

Ne olmuştu?

İstanbul Ataşehir Barbaros Mahallesi‘nde 11 Kasım 2021 akşamı bir sitenin önünde yürüyen Başak Cengiz, bu sitede oturan Can Göktuğ Boz’un kılıçlı saldırısına uğramıştı.

Aynı sitede oturduğu öğrenilen Cengiz, vücudunun çeşitli yerlerinden ağır şekilde yaralanmış ve kaldırıldığı hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı.

Boz hakkında üç ayrı suçtan ağırlaştırılmış müebbet ve yedi yıla kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlanmıştı.

2021 yazı Avrupa’da kaydedilen en sıcak mevsim oldu

Avrupa Birliği (AB) İklim Değişikliği Servisi Copernicus‘un yıllık raporuna göre, 2021 yazı, bugüne dek Avrupa‘da kayıtlara geçen en sıcak mevsim oldu. Rapora göre geçen yaz, 1991 ile 2020 arasındaki dönemin ortalamalarından bir derece daha sıcak geçti.

Raporun çıktıları şöyle:

  • Avrupa’nın kara bölgeleri üzerinde yüzey hava sıcaklıklarında uzun süreli bir ısınma oldu.
  • 2021, son yıllardan çok daha soğuktu, ancak yine de referans dönemi için ortalamadan daha sıcaktı.
  • Yaz, ortalamanın 1,0°C üzerinde, kayıtlardaki en sıcak mevsim olurken, bahar 0,5°C’den daha az olmasına rağmen ortalamadan daha soğuk geçti.
  • Yıl boyunca, ortalamanın üzerinde en yüksek sıcaklıklar Karadeniz çevresinde, Güneydoğu Avrupa‘da ve Batı Rusya‘da yaşandı.  İskandinavya ve daha az ölçüde Orta Avrupa, ortalamadan daha soğuktu.
  • Avrupa’daki yıllık deniz yüzeyi sıcaklıkları, kayıtlara geçen en sıcak altıncı ve sekizinci yıllar arasında gerçekleşti.
  • Baltık bölgesi ve Akdeniz’in bazı kısımları 2021’de olağanüstü sıcak geçti; Baltık’ta sıcaklıklar haziran ve temmuz aylarında ortalamanın beş derecenin üzerine çıktı.

Copernicus’un Direktörü Carlo Buontempo, “2021 aşırılıkların senesi oldu. Avrupa’nın en sıcak yazı, Akdeniz Bölgesi’nde aşırı sıcak dalgaları, su taşkınları ve Batı Avrupa’da azalan rüzgarlar… Bunlar bize hava ve iklimdeki aşırılıkların giderek daha da önemli hale geldiğini gösteriyor” dedi.

1979’dan bu yana kayıt tutan Copernicus İklim Değişikliği Servisi, bunun için 1950’den bu yana yer istasyonları, balonlar, uçaklar ve uydular aracılığıyla toplanan verileri değerlendiriyor.

Akdeniz havzasında orman yangınları

Copernicus’un raporunda dikkat çeken verilerin başında kaydedilen aşırı sıcaklar geliyor. Buna göre Baltık Denizi‘nde su sıcaklığı geçen yıl, ortalamanın beş derece üstündeydi. Sicilya Adası‘nda kayıtlara geçen gölgede 48,8 derece sıcaklık ise, bugüne dek Avrupa’da görülen en yüksek sıcaklık oldu.

Türkiye, Yunanistan ve İtalya’da haftalarca süren aşırı sıcak ve kuraklığın bu ülkelerde yaşanan çok sayıda orman yangınına zemin hazırladığı belirtilen raporda, sadece temmuz ve ağustos aylarında bu bölgede 800 bin hektar ormanlık alanın yandığı belirtildi.

Almanya’da meydana gelen ve 180’den fazla kişinin hayatına mal olan sel felaketini de inceleyen araştırmacılar,  felaketten önceki haftalarda ortalamanın çok üstünde yağmur yağdığını ve bunun sonucunda toprağın daha fazla su tutamadığını kaydetti. Ren ve Maas nehirlerini besleyen ırmak ve derelerin 1991’den beri bu kadar çok su taşımadığı da raporda ifade edilirken, raporun yazarı Dr. Freja Vamborg “Biliyoruz ki, ısınmaya devam eden bir dünyada bu tür olayları daha sık yaşayacağız” dedi.

Atmosferdeki zehirli gazlar

Raporda atmosferdeki zehirli gazlarla ilgili verilere de yer verildi. Küresel sıcaklığın artmasında ana faktörlerden biri olan, iklime zararlı gazların 2021’de de arttığı vurgulanarak, atmosferdeki karbondioksit oranının 2,3 ppm’ye (milyonda bir) çıktığı kaydedildi.

Metan gazındaki artış ise son yıllardaki ortalamının üstünde artarak 16,5 ppm’ye yükselmiş durumda. Tarım, hayvancılık, atık depoları ve doğal gaz ile petrol endüstrisinde ortaya çıkan metan gazı, karbondioksite göre atmosferde daha kısa süre kalabilse de, iklime verdiği zarar daha fazla oluyor.

Copernicus İklim Değişikliği Servisi’nin veri gözleme birimini yöneten Vincent-Henri Peuch, söz konusu verileri, “Bu her halükarda endişelenmemizi gerektiren bir durum, ancak aynı zamanda açık bir araştırma konusu” şeklinde yorumladı.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli‘nin (IPCC) kısa süre önce yayınladığı rapora göre sera gazı emisyonlarının, BM tarafından belirlenen, küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırma hedefinin tutturulabilmesi için, 2025 yılından önce en üst seviyeyi görüp ardından azalmaya başlaması gerekiyor. Bilim insanları da  Sanayileşme Çağı öncesine oranla en fazla 1,5 santigrad derecelik bir küresel ısı artışının, iklim değişikliğinin yol açacağı büyük felaketleri önleyebileceği konusunda hemfikir.

İlgili haber: IPCC 3’üncü Çalışma Grubu’nun raporu açıklandı: 1.5C sınırı için ‘fırsat penceresi’ kapanmak üzere
İlgili haber: IPCC’nin aşırı ‘teknik iyimserlik’ odaklı İklim Değişikliği Savaşımı Raporu da yayımlandı

Madencilik şirketi İkizköylülerden şikayetçi oldu: Alkışlanmaları gerekirken ifadeye çağrıldılar

Muğla‘nın Milas ilçesine bağlı İkizköy‘den vatandaşlar zeytinlerini savunurken madencilik şirketi YK Enerji’nin 31 Mart’ta çalışma hürriyetini engelledikleri gerekçesiyle köylüler hakkında suç duyurusunda bulunduğu ortaya çıktı. 

İkizköy Çevre Komitesi‘nden 11 kişi ve İkizköylülerin dayanışmasına destek veren yedi kişi dün ifadeye çağırıldı. İkizköylüler zeytin ağaçlarının sökülmesinin suç olduğunu yineleyerek ifade verdi. 

10 kişi Milas İlçe Jandarma Komutanlığı’nda toplu olarak çevre avukatı Arif Ali Cangı eşliğinde ifade verdi. İkizköylüler şehir dışından iki kişinin de ayrıca ifade vereceğini bildirdi. 

Komite üyesi üç İkizköylünün ifadesi ise geçen hafta evlerine gelen jandarma tarafından köyde alınmıştı. 

‘Herhangi bir izinleri olmadığı ortaya çıktı’

Vatandaşlar ifade verdikten sonra Arif Ali Cangı eşliğinde bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Köyde Akbelen Ormanı‘da aynı gün yapılması planlanan bilirkişi keşfinin hemen öncesinde 1 Mart’ta Resmi Gazete‘de yayımlanan ve zeytincilik sahalarını madencilik faaliyetlerine açan yönetmelik değişikliğinden bugüne neler yaşandığını Cangı şöyle anlattı:

“1 Mart’ta yayımlanan Maden Yönetmeliği değişikliği ile zeytin alanlarının madenciliğe açılmasını fırsat bilen YK Enerji, 31 Mart’ta daha önce kamulaştırılan zeytinleri sökmeye kalktı.

Bu işlemin durdurulması için İkizköylüler alana gittiler. Bir taraftan Kaymakamlığı arayarak herhangi bir izinleri olup olmadığını sordum. Herhangi bir izinleri olmadığı ortaya çıktı.

‘Alkışlanmaları gerekirken ifadeye çağrıldılar’

Köylülerin demokratik tepkisi ve talebi üzerine yasanın kuralı yerine getirildi. İdarenin uygulaması gereken yasayı yurttaş uyguladı. Hiçbir izni olmayan sökümü durdurdu. Aslında alkışlanması gerekiyordu İkizköylüler. Ama bugün ifade vermeye gittiler.

Sözüm ona ‘çalışma ve iş yapma hürriyetlerini engellemek’, ‘hakları olmayan yere tecavüz etmek suçlamasıyla’… İzni olmayan bir çalışmanın engellenmesi diye bir suç olamaz.

‘Bunların hepsi direnişi kırmak için’

Diğer yandan kimin alanını sahiplenip de ‘benim alanım buraya giremezsin’ diyorsunuz? Hazineye ait olan bir alana şirket ‘benim’ diyerek girilmesini engellemeye kalkıyor. Aslında bunların hepsi yürütülen direnişi kırmaya yönelik hamlelerdir.

‘Şirket suçunu örtbas etmek için İkizköylülerden şikayetçi oldu’

Şirket ‘hem suçlu hem güçlü’ sözünde olduğu gibi kendi suçunu örtbas etmek için İkizköylüler hakkında suç duyurusunda bulunmuş, bu kapsamda bugün ifade verdik. İfademizde tüm gerçekleri anlattık ve bırakınız kovuşturma aşamasını, soruşturma yapılmasına yer olmadığına karar vermesini talep ettik.

‘İkizköylüler bu direnişten vazgeçmeyecek çünkü bu yaşamı savunma direnişidir’

Çünkü ortada bir suç yok. Şimdi soruşturmanın sonuçlandırılmasını bekliyoruz. Daha sonra buna ilişkin yasal haklarımızı kullanmaya devam edeceğiz. İkizköylüler, bu direnişten vazgeçmeyecek çünkü bu direniş yaşamı savunma direnişidir. Bu şekilde hamlelerle insanları bu direnişten vazgeçiremezler.”

Açıklamanın ardından İkizköylüler “Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz” ve “Zeytinime, havama, suyuma dokunma” sloganlarını atarak taleplerini yinelediler.

Aysel Tuğluk İçin Bin Kadın: Hayatını idame ettirmesinin imkansızlaştığı görmezden geliniyor

Aysel Tuğluk İçin 1000 Kadın platformu, Tuğluk‘un yaşadıklarını ve ailenin taleplerini yeniden tartışmak için bir basın toplantısı düzenledi.

Toplantıda Aysel Tuğluk’un kuzeni Gülsen Yüksel,Tuğluk’a demans teşhisi konulma süreci ve sonrasında cezaevi görüşleri ve telefon görüşmelerinden izlenimlerini şöyle aktardı: “Hastalık aramızdaki eşitlik ilişkisini de bozdu. Sürekli sözlerini tamamlamak zorunda kalıyordum.”

Avukat Elif Taşdöğen de hastalığı nedeniyle Tuğluk’un hayatını hapishanede devam ettirmekte zorlandığını belirterek “Yaşadığı değişiklikleri çok net gözlemleyebiliyoruz. Tek başına hareket etmekte artık çok zorlanıyor” dedi.

Nörolog Dr. Emel Gökmen, demans hastalığıyla ilgili verdiği bilgilerin ardından cezaevi koşullarının Aysel Tuğluk üzerindeki olumsuz etkilerini şöyle değerlendirdi:

“Aysel Tuğluk demans için veri sayılabilecek pek çok zorluk yaşıyor. Günlük hayatını idame ettiremeyen bir hasta var ortada. İvedi olarak bu konuda özelleşmiş bir merkezde tanı koyucu tetkikler yapılmalı.”

2016 yılından beri tutuklu bulunan Aysel Tuğluk, cezaevinde tedavi edilmesi mümkün olmayan ağır sağlık sorunları yaşıyor.

Doktor Pınar Saip de cezaevlerinde doktor bulunmasının önemine dikkat çekerek, “Cezaevlerinde sürekli hekim yok, sevk ve hastanelere ulaşım zor, ambulanslar yetersiz, tanı ve tedavi hasta tutuklu ve hükümlüler için neredeyse imkansız” dedi.

Aysel Tuğluk İçin 100 Kadın adına Deniz Türkali‘nin okuduğu açıklama ise şöyle oldu:

“2 Ocak 2022’de, demans başlangıcı teşhis edilen ve cezaevinde hayatını tek başına idame ettirmede güçlük çeken Aysel Tuğluk için bir çağrı yaptık. Kadın örgütlerinden ve farklı çevrelerden birçok kadının, gazeteci, sanatçı, yazar ve akademisyenin katıldığı ortak bir tartışmayla Aysel Tuğluk ve Hasta Tutsaklara Özgürlük Kampanyası çalışmaları başladı ve bu girişim kamuoyuna da 1000 Kadın Kampanyası olarak yansıdı. O tarihten bugüne çalışmalarımız devam ediyor.

Bir siyasetçi ve hukukçu olan Aysel Tuğluk altı yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Cezaevinde tek başına hayatını idame ettirmesinin gün geçtikçe imkansızlaştığı görmezden geliniyor.

Tuğluk’a yaşatılanlar kadınlara yönelik tutumun göstergesi

“Aysel Tuğluk’un yaşadığı ağır hastalığa ilişkin yetkili sağlık kurumlarının hazırladığı “cezaevinde kalamaz” raporlarının dikkate alınmasını, hukuka, insan haklarına uygun bir karar verilmesini, Aysel Tuğluk’un derhal serbest bırakılarak tedavi olmasının sağlanmasını, bunun için derhal harekete
geçilmesini talep ediyoruz.

Bu talepler bugün 54 ülkeden 6 bini aşkın kadının imzasını, çok daha fazla
kadının irade beyanını taşıyor.

Tuğluk’a karşı geliştirilen haksız tutumun aynı zamanda kadın mücadelesine yönelik tutumun da bir göstergesi olduğunu biliyoruz. Kadın mücadelesinin ve barış mücadelesinin bir parçası olan Aysel Tuğluk’a yaşatılanlar, biz kadınların haklarımız ve hayatlarımız için sürdürdüğümüz mücadelenin gerekçelerinden birisidir.

Kadınların değiştirme gücü ve potansiyeli karşısında hafızalarımızı yok ederek kazanımlarımızı elimizden alacağını zanneden sistem uygulayıcıları yanılıyor.”

Sağlığının geri dönülmez bir aşamaya ilerlemesini izlememizi kimse beklemesin

“Aysel biz kadınların yoldaşı ve kız kardeşi. Aysel’in sağlığının geri dönülmez bir aşamaya doğru ilerlemesini izlememizi kimse bizden beklemesin. Onurlu ve insanca yaşama hakkına sahip çıkıyoruz.

Bugün Aysel Tuğluk’un sağlık sorunlarının ciddiyetinden bahsediyorsak eğer, bunun en önemli sebebi haksız şekilde ve politik saiklerle hapiste tutulması ve annesinin cenazesinde kendisine, emniyet güçlerinin gözleri önünde, hiçbir adalet anlayışında yeri olmayan, büyük bir travma yaşatılmış olmasıdır.

Bunun, tüm kadınların gasp edilmeye çalışılan hakları ile de ilgisi vardır. Kolektif olarak kontrol edilmeye çalışılan kadınlıkla, kadınların siyaset yapma hakkıyla, barış ve insan hakları mücadelesi ile yani özcesi hepimizin özgürlük hakları ile ilgisi vardır.”

İklim aktivistlerinden ‘Dünya Günü’ kampanyası: İklim acil durumu ilan edilsin

İklim için Türkiye, Youth for Climate Türkiye, İklim Öncüleri, Genç TEMA Gönüllüleri, Nilüfer Kent Konseyi Gençlik Meclisi ve Roots & Shoots Türkiye aktivistleri, 1970 yılından beri iklim krizine ve çevre kirliliğine dikkat çekmek için küresel olarak her yıl 22 Nisan’da kutlanan Dünya Günü’nde change.org üzerinden imza kampanyası başlattı.

6 Ekim 2021’de Paris Anlaşması’nın TBMM’de onaylanmasının ardından henüz somut adımlar atılmadığına dikkat çeken çevreciler, “Dünyayı iklim krizinin geri dönüşü olmayan eşiklerine biz getirmedik” diyerek karar vericilerden “iklim acil durumu” ilan edilmesini talep etti.

‘Gençlere borcunuz var’

Aktivistler şu çağrıyı yaptı:

“Biz gençlere iklim kriziyle kararlı mücadele borcunuz var. ‘İklim Acil Durumu’ ilan edin, kararlı ve etkili karbonsuz gelecek eylem planını katılımcı yollarla hazırlayın. Dünyayı iklim krizinin geri dönüşü olmayan eşiklerine biz getirmedik ama bu kriz suya, gıdaya erişimimizi, insan onuruna uygun bir yaşam sürmemizi, yaşadığımız doğayı, geleceğimizi tehlikeye attı.

İklimi kurtarmak demek, geleceğimizi de kurtarmak demek. İklim krizi acil ve kaçınılmaz bir eylem planı gerektiriyor. Dünyada 35 ülke, yerel, bölgesel yönetimler ile birlikte toplam 1 milyardan fazla insanın temsil edildiği 2012 farklı yönetim yapısı iklim acil durumu ilan etti. Türkiye iklim krizine karşı savunmasız bir ülke. Ülkenin her yerinde, yangınlar, seller, afetler olurken, bu krize kararlı bir eylem planı başlatmamız için tam zamanı.”

‘İklim krizi bilim kurulu’ kurulsun

Talepler ise şöyle:

  • İklim acil durumuna yönelik TBMM ve tüm bakanlıklar ortak hareket ederek iklim acil durumu ilan etsin, hukuki düzenlemeler yapsın.
  •  Başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere, tüm belediyeler belediye meclislerinde iklim acil durumu ilan edilmesine karar versin.
  •  Sivil toplum kuruluşları ve bilim insanlarının davet edileceği bir iklim krizi bilim kurulu kurulsun.
  • İklim krizi bilim kurulunun ana hedefi karbonsuz düzene geçiş ve sıfır karbon yol haritasını hazırlamak olarak belirlensin.”

Altı örgütün bir araya gelerek başlattıkları kampanya 30 bin imzaya ulaşmak üzere.

Gezi Davası’nda karar günü: Akıl dışı dava geri çekilmeli

Gezi Davası’nın karar duruşması görülüyor. Duruşma öncesi dört buçuk yıldır tek tutuklu sanık olan Osman Kavala için Taksim Dayanışması tarafından açıklama yapıldı.

Dün de DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yüksek Kurul üyesi Pınar Giritlioğlu ve İstanbul Tabip Odası Denetleme Kurulu üyesi Dr. Nazmi Algan da dün ortak basın toplantısı düzenlemişti. Toplantıda yapılan açıklamada “Gezi Parkı’na sahip çıkmanın cezası ağırlaştırılmış müebbete dönüştürülmüş durumda. Gezi bahanesiyle yapılmakta olan bütün bu hukuk dışı davalara son verilmesini talep ediyoruz” denildi.

‘Akıl ve hukuk dışı dava derhal geri çekilmeli’

Bin 634 gündür tutuklu bulunan Osman Kavala ile tutuksuz sanık Ayşe Mücella Yapıcı’nın ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılandığı 17 sanıklı Gezi Parkı Ana Davası‘nın karar duruşması 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülürken duruşma öncesi de dayanışma tarafından Çağlayan Adliyesi önünde açıklama yapıldı.

Taksim Dayanışması açıklamasında, “Bu akıl ve hukuk dışı dava derhal geri çekilmeli” talebinde bulunuldu.

Osman Kavala’nın Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile katıldığı duruşma öncesi yapılan basın açıklamasına, CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu, Ali Şeker, HDP milletvekilleri Züleyha Gülüm ve Garo Paylan ile DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da katıldı.

Öte yandan Gezi Savunması‘nın Twitter hesabından da duruşmayla birlikte dakika dakika paylaşımlar da yapılmaya başlandı:

‘İbretlik bir vaka’

Geçen günlerde Osman Kavala’nın tutuklu olduğu bu süreçte karşı karşıya kaldığı iddia ve hukuksuzlukları özetleyen bir kitapçık hazırlanmış, kitapçıkta Kavala’nın yaşadığı süreç şöyle özetlenmişti:

“Yargının siyasallaşmasının, bir intikam aygıtına dönüşmesinin ete kemiğe büründüğü çok özel bir hadise.  Hem niyeti hem hikâyesi hem de sonuçları açısından sınırları aşan ibretlik bir vaka.”

İlgili haber: Yılları ve sınırları aşan hukuksuzluk: Kavala’nın hayatından çalınan dört buçuk yıl

‘Beyhude çabalarınızı reddediyoruz’

Taksim Dayanışması tarafından yapılan açıklamada da Kavala’nın bu tutukluluk sürecinde yaşanan hukuksuzluklara dikkat çekildi, Direniş yeniden hatırlatıldı. Dayanışma adına açıklamayı okuyan Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen, “Gezi Direnişi, anayasal bir zeminde gerçekleştiği yargı kararlarıyla iki kez tescil edilmesine rağmen hukuka ve gerçeğe aykırı, tümüyle mesnetsiz iddialarla üçüncü kez yargılanmak isteniyor” dedi. Köymen sözlerine şöyle devam etti:

“Toplumsal muhalefetin en temel hak ve talepleri suç unsuru gibi gösterilmek barışçıl direnişin tarihsel ve meşru gerçekliği ısrarla çarpıtılmak, karalanmak isteniyor. İstedikleri sadece bu değil. Gezi’nin haksızlığa, adaletsizliğe, keyfiliğe, dayatmaya, baskıya karşı direnmenin adı olduğu, bir parktan tüm ülkeye ve dünyaya yankılanan; kente, doğaya, yaşama sahip çıkanların hep bir ağızdan, bir arada söyledikleri şarkı olduğu unutturulmak isteniyor. Niyetinizi ve korkularınızı biliyor, bu beyhude çabalarınızı reddediyoruz.

‘Gezi Direnişi tüm berraklığıyla, tüm haklılığıyla var olmaya devam ediyor’

Çünkü Gezi’yi yaşadık, biliyoruz. Gezi, bu ülke tarihinin demokratik, barışçıl, yaratıcı, katılımcı, kapsayıcı ve kitlesel hareketidir. Hep birlikte konuşup karar vermenin, fikri ve hayatı paylaşmanın, yaşama her boyutu ile sahip çıkmanın duvar yazısı olmuş halidir. Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan barışçıl ve haklı tepkinin adıdır” şeklinde direnişin yeniden hatırlatıldığı açıklamada ayrıca şunlar aktarıldı:

“Dokuz yıl geçti, ancak Gezi Direnişi tüm berraklığıyla, tüm haklılığıyla var olmaya devam ediyor. Ama bugün, tüm dünyada kabul gören bu haklılığa rağmen, Taksim Dayanışması’ndan kent, demokrasi ve hukuk emekçisi arkadaşlarımız Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve Can Atalay’ın da aralarında yer aldığı itham edilenlerin şahsında, ülkemizin 80 kentinde Gezi’ye katılarak anayasal haklarını kullanan, demokrasiye güç vermiş milyonlarca yurttaşımız bir kez daha haksızca yargılanmak isteniyor.”

‘Gezi Direnişi’ni bir kez daha yargı marifetiyle karalama çabanız boşuna’

Daha önce iki kez aynı ithamlar karşısında haklılığı ispatlanan Mücella Yapıcı hakkında müebbet, Tayfun Kahraman ve Can Atalay hakkında onlarca yıl hapis talep edildiğinin hatırlatıldığı açıklamada Osman Kavala’nın tutukluluğuna da şu sözlerle değinildi:

“2017’den bu yana özgürlüğü gasp edilen Mehmet Osman Kavala hakkında müebbet isteniyor. Dokuz yıl, üç dava, onlarca duruşma boyunca söylediğimizi yeniden tekrarlıyor, yıllardır süren hukuksuzluk ve gerçekliği çarpıtma ısrarına inat tekrar söylüyoruz: Gezi’yi kirletemezsiniz. Gezi Direnişi’ni suçla, terörle, darbeyle, kalkışmayla bir eyleme dönüştüremezsiniz. Gezi Direnişi’ni bir kez daha yargı marifetiyle karalama çabanız boşunadır.”

‘Akıl ve hukuk dışı dava derhal geri çekilmeli’

Gezi Direnişi’nin tarihsel gerçekliğinin, hayali senaryolara dayanan suçlamalarla insanları iddianame bile olmadan aylarca, yıllarca tutuklu bırakmakla, tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş mahkemelerin zorlamasıyla değiştirilemeyeceğinin ifade edildiği açıklamada “Bu akıl ve hukuk dışı dava derhal geri çekilmeli, kurgu ithamlarla yargılanmak istenen arkadaşlarımız hakkındaki iddialar düşürülmeli, somut hiçbir delil olmadığı halde siyasi bir tutsak olarak tutukluluğu devam eden Mehmet Osman Kavala derhal serbest bırakılmalıdır” denildi.

‘Gezi sürecine dair yargılanması gereken birileri varsa, kural tanımadan şiddet kullananlardır’

“Gezi sürecine dair dava edilmesi, yargılanması gereken birileri varsa, amansızca ve kural tanımadan kullandıkları şiddetle Gezi’nin çocuklarının düşlerini, geleceğini çalarak ölümlere ve yüzlerce yaralanmaya neden olanlardır” ifadelerinin dile getirildiği açıklamada iktidara şöyle seslenildi:

“Ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alan Gezi Direnişi’ni, bu ülkenin geleceğine sahip çıkan demokrasi ve özgürlük çığlığını karalama çabasından artık vazgeçin.”

‘Demokrasinin yolu Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaktan geçiyor’

“Bu ülkeye bir gün demokrasi gelecekse, onca baskı ve şiddete rağmen kısamadığınız seslerin Gezi’deki yankısından gücünü alacaktır” ifadelerinin dile getirildiği açıklamada son olarak şu sözlere yer verildi:

“2013’ün Haziran’ında Gezi Parkı’ndaki o rengarenk dayanışmacı anlayışı sahiplenen tüm yurttaşları, özgürlük ve demokrasi talebiyle ülkemizin geleceğine umut olan tüm kurumları, ‘terör’, ‘darbe’, ‘dış güçlerin oyuncağı’ gibi asılsız ithamlarla lekelenmek istenen Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaya çağırıyoruz. Çünkü yaşam alanlarını savunanların, mühendislerin, mimarların, şehir plancılarının, doktorların, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, akademisyenlerin, emekçilerin, kadın hareketinin, LGBTİ’lerin yanında hep birlikte kol kola girip baskılara karşı direnmeye devam etmenin yolu, kısacası demokrasinin yolu Gezi’nin gerçek tarihine sahip çıkmaktan geçiyor.”

‘Gezi yargılanamayacak kadar gerçek’

Dün gerçekleştirilen toplantıda ise DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, “Bugün, Gezi’nin yargılanmaya çalışıldığı, suçlulaştırılmaya çalışıldığı bir dönemdeyiz. Gezi’nin yargılanamayacak kadar gerçek, yargılanamayacak kadar umut, yargılanamayacak kadar gelecek olduğunu ifade ediyoruz. Bu süreçte Gezi’ye sahip çıktığımızı, Gezi’nin asla yargılanamayacağını ve cezalandırılamayacağını bir kez daha ifade etmek için buradayız” dedi.

‘Gezi Parkı’na sahip çıkmak suç değildir’

Gezi Dayanışması adına yapılan ortak açıklamayı Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen okudu. ”Gezi Parkı’na sahip çıkmak suç değildir. Gezi bahanesiyle yapılmakta olan bütün bu hukuk dışı davalara son verilmesini talep ediyoruz” denilen açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

‘Ağırlaştırılmış müebbet cezalarını bu kadar kolay istemenin gözdağı olduğunu biliyoruz’

    • Uzun tutukluluk ve ağırlaştırılmış müebbet cezalarını bu kadar kolay istemenin, iddianamelere yazmanın, ülkemizde çıkacak her itiraza, işini ekmeğini talep eden işçilere, ürünü elinde kalan köylülere, ‘Erkek cinayetlerine kurban olmayacağız’ diyen kadınlara, demokratik özerk üniversite talebini dillendiren gençlere, ‘Biz de varız’ diyen LGBTİ+’lara, satış yapamayan esnafa, ‘Geçinemiyoruz ve barınamıyoruz‘ diyen yoksullara ve Gezi özelinden kent ve doğa yağmasına karşı çıkan mühendislere, mimarlara, şehir plancılarına ve beraberlerinde ‘Taksim Dayanışması‘ olarak bu itirazı büyüten DİSK, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), TMMOB, Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve onlarca siyasi parti, köy derneği, çevre, kültür sanat inisiyatiflerine kadar demokratik bir ülkede yapması gereken itiraz ve sorgulama hakkını kullanan tüm kurum ve kişilere verilmek istenen gözdağı olduğunu biliyor ve görüyoruz.

‘Direktiflerle tutuklama insanımıza yapılan en büyük kötülüktür’

  • Gelen direktifler ya da beklentiler doğrultusunda ‘tutuklama – ağır ceza – beraat – bozma – birleştirme – yine beraat – yeniden tutuklama – ayırma – yeniden ceza’ sarmalında kararlar veren hakimlerle ülke yönetmeye kalkmak, ülkemize ve insanımıza yapılan en büyük kötülüktür.

‘Park karşıtı girişimleri durdurmak üzere davalar açmak en temel yurttaşlık görevidir’

  • Gezi Parkı’na ‘Topçu Kışlası ihyası‘ adı altında ‘rezidanslar ve ticari alanlar‘ yapılmasını savunanlar olabilir. Hatta ülkeyi ve şehri yönetenlerin de bu fikri savunmaları, başta İstanbul halkı olmak üzere bütün yurttaşları park ihtiyacının olmadığına, deprem toplanma alanının gereksiz olduğuna ikna etmeye çalışmaları kendi tercihleri olarak görülebilir. İstanbul için çok yanlış olacağı, geleceğimiz ve torunlarımız için yeşili, parkı olmayan bir şehri ve rantı doğaya tercih eden bir anlayışı miras bırakacağı açık olan bu zihniyete teslim olmamak da bir başka tercihi ifade eder.
  • Gezi’nin park olarak kalmasını savunmak, Gezi Parkı’ndan bile rant devşirmeye kalkışan bu gözü kararmış doğa ve yeşil düşmanı piyasacı anlayışa karşı itiraz etmek, anayasal protesto hakkını kullanmak, basın açıklamaları yapmak, 10 bin kişiyi aşan sayıda yurttaştan imza toplamak ve park karşıtı bu girişimleri resmi yollarla durdurmak üzere davalar açmak en temel yurttaşlık görevidir.

‘Barışçıl yöntemlerle protesto haklarının kullanılmasının neresinde suç olabilir?

  • Bu demokratik girişimler karşısında, gencecik çocuklarımızın hayatını kaybetmesine, sakat kalmasına yol açan biber gazı ve fişekleri başta olmak üzere ölümcül polis şiddeti ile karşılık verilmesi karşısında, ülkenin dört bir yanında kendiliğinden tepki oluşmasından, parkın korunmasına bile izin vermeyen bir yaklaşımın hayatlarının her aşamasında özgürlüklerini kısıtlayacağından endişe duyan milyonların ülkenin 80 ilinde demokratik ve barışçıl yöntemlerle protesto haklarını kullanmalarının neresinde suç olabilir?

Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan ve Ethem Sarısülük

  • Defalarca söylediğimizi bir kez daha yineleyerek devam edelim; mutlaka bir suçlu aranacaksa ilgili kurulların ve mahkemelerin durdurma – iptal kararlarına rağmen ve 10 bin kişinin imzayla, milyonlarca yurttaşın sokaklardan protesto ederek karşı çıktığı bu girişimi hayata geçirebilmek için polise biber gazı fişeklerini ölümcül biçimde kullanma yetkisini verenler, uyguladıkları şiddetle Ethem Sarısülük’ün, Medeni Yıldırım’ın, Ali İsmail Korkmaz’ın, Abdullah Cömert’in, Ahmet Atakan’ın, Hasan Ferit’in, Mehmet Ayvalıtaş’ın ve Berkin Elvan’ın ölümüne neden olanlar bu somut suçlardan mevcut görüntüler, ifadeler, beyanlar, tanıklıkları içeren deliller üzerinden yargılanmalı ve suçları sabit görülenler en ağır cezayı almalıdır.

  • Gezi Parkı’na sahip çıkmak suç değildir.
  • Parka sahip çıkanlara yönelen polis şiddetine tepki göstermek suç değildir.
  • Bu süreçte polis şiddeti ile hayatını kaybeden ve yaralanan gençlere sahip çıkmak suç değildir.
  • İki defa beraat etmiş oda temsilcilerini ‘ağırlaştırılmış müebbet’ ile cezalandırmaya kalkmak hukuk değildir.”

Kılıçdaroğlu: Elektriği kesilen dört milyon hanenin sesi olmak istedim

Elektriğe yapılan zamları protesto etmek için faturasını ödemeyi reddeden ve dün elektriği kesilen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “AKP‘ye yakın bazı arkadaşlar ‘Biz  faturanızı ödeyelim’ diyerek ucuz kahramanlık yapıyorlar. Hala ne yaptığımı, niçin yaptığımı kavrayamamışlar” dedi.

Dün elektriği kesildikten sonra akşam saatlerinde eşiyle birlikte gaz lambası ışığında bir video paylaşan Kılıçdaroğlu, bir hafta boyunca eşi ile karanlıkta kalacaklarını ve borçlarını ödemeyeceklerini açıklamıştı.

Bugün Fox Tv‘de konuşan CHP lideri, eylemini,“Dört  milyon aile elektriksiz kaldığında ben nasıl sessiz kalabilirim.Onların derdine derman olmak için, sorunlarını geniş kitlelere duyurmak için, ekonomi politikasının hangi felaketleri getirdiğini topluma anlatmak için yaptım” sözleriyle açıkladı.

Dönem değişim dönemi

Komşularının tüp ve aydınlatma araçları getirdiğini, akşam yemekler gönderdiğini ve destek olmak için lambalarını söndürdüğünü söyleyen Kılıçdaroğlu, iktidarı eleştirdi:

“Bize destek olmak için lambalarını söndürdüler ama biz açmalarını istedik. Çünkü bu bireysel bir eylem. Elektrik faturamızın toplam tutarı bin lira. Biz geniş kitlelere sesimizi duyurduk da acaba saray duydu mu? Sarayın oligarkları duydu mu, beşli çete duydu mu?”

Kılıçdaroğlu dün paylaştığı videoda,”Bir avuç holding ceplerini dolduracak diye memleketimizin onurlu insanları fakirliğe sürükleniyor. Söyleyeceklerim, halkın bu adaletsiz düzene karşı yükselttiği sestir” mesajını paylaşmış, gazetecilere akşam yaptığı açıklamada, elektriği kesilen diğer aileleri de ziyaret edeceğini söylemişti.

24 Nisan’da altı muhalefet partisinin bir araya geleceğini hatırlatan Kılıçdaroğlu, toplantıda seçim güvenliğinin ele alıancağın söyledi ve şöyle dedi:

“Cumhur İttifakı beşli çetenin ittifakıdır, Millet İttifakı milletin ittifakıdır. Biz milletin bir parçasıyız. Az kaldı, herkes sabırla beklesin. Bütün vatandaşlardan şunu istiyorum, vicdanınızın sesini düşünün, mutfağınızı düşünün. Dönem değişim dönemi.”