Ana Sayfa Blog Sayfa 927

Şikayette bulundu, ‘beni öldürecek’ dedi: Kimse müdahale etmedi

Urfa’nın Viranşehir ilçesine bağlı Yenişehir Mahallesi’nde yaşayan Hülya Elkoca, 6 Mayıs’ta dini nikahlı olduğu ve hakkında birçok kez uzaklaştırma kararı aldırdığı Mehmet Aslan tarafından katledildi. Çocuk bahanesiyle zorla eve giren Aslan, Elkoca’yı 19 yaşındaki Down sendromlu çocuğunun önünde silahla vurduktan sonra başında bekledi, polislerin ev baskınında yakalandı.

Mezopotamya Ajansı’ndan Ceylan Şahinli’nin aktardığına göre;
kaldırıldığı hastanede yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamayan Elkoca, Viranşehir Yeni Aile Mezarlığı’nda defnedildi. Elkoca’nın kardeşi Deniz Elkoca, yaşanılanları anlattı.

Alıkoyma, tehdit, şiddet ve katledilen bir kadın

Olay günü yeğeninin kendisini aradığını belirten Elkoca, “Annesini aradığını ancak ulaşamadığını, sürekli Aslan’ın telefona çıktığını ve telefonu annesine vermediğini söyledi. Bunun üzerine ona ‘Aslan’ı arayacağımı’ söyledim ve telefonu kapattım. İlk aradığımda telefonu açmadı. Daha sonra ablamı aradım, ilkinde açmadı, ikinci sefer aradığım zaman Aslan telefonu açtı ve ablamın banyoda olduğunu söyledi. Ablam ve yeğenimin konuşmasına neden izin vermediğini sordum. Bunun üzerine ‘Suç sende onun üzerinde baskı kurmama izin vermedin’ dedi” şeklinde konuştu. Aslan’ın telefonu kapatacağı sırada kendisine “Hakkını helal et” demesi üzerine ablasının evine gittiğini anlatan Elkoca, polis ekipleriyle birlikte saat 15.15’i gösterdiğinde ablasının evine vardıklarını söyledi.

Açılmaması üzerine polislerin kapıyı kırdığını ve içeriye gaz bombası attıktan sonra faili yakaladıklarını dile getiren Elkoca, “Polisler bana ablamın yaşadığını ve aşağıya indireceklerini söyledi. Yukarı çıkmama izin vermediler. Ben de merdivenlerde bekledim. Ablamın vurulmuş halde sedye ile aşağıya getirildiğini gördüm. Ablam vurulduğu zaman yanında 19 yaşlarında olan Down Sendromlu çocuğu da varmış. Yaşadıklarından kaynaklı çocuk bir gülüyor bir ağlıyor. Ablam sürekli down sendromlu oğluyla ilgileniyordu, sürekli yanındaydı. Bundan kaynaklı çocuğu çok etkilendi” ifadelerini kullandı.

’30 kez emniyete gittik, ‘beni öldürecek’ diyordu’

Aslan’ın her zaman sorun yarattığını ve kendisine sorulduğunda “Kadın halidir, kadın yalan söyler” ifadelerini kullandığını belirten Elkoca, ablasının beş yıllık evliliği süresince gerek psikolojik gerekse de fiziksel olmak üzere defalarca şiddette maruz kaldığını kaydetti. Elkoca, şunları aktardı:

“20 ya da 30 kez Emniyete gidip geldik, uzaklaştırma kararı verdiler. Ablam çok defa ‘bu adam beni öldürecek’ dedi.”

Çocuklara psikolojik şiddet

Failin ablasının önceki evliliğinden olan üç çocuğuna da psikolojik şiddette bulunduğuna dikkat çeken Elkoca, bunun için Aslan’ı defalarca kez uyardığını söyledi. Aslan’ın psikolojisinin yerinde olduğunu ve yaptığı tüm eylemleri bilinçli bir şekilde yaptığını vurgulayan Elkoca, “Önceki eşine de şiddet uyguluyormuş, hatta eşi kanserden kaynaklı ameliyat olduğu zaman, tedavisi tamamlanmadan kendisine şiddet uygulamış. Bu durumdan kaynaklı kadını hastaneye kaldırmışlar, polisler müdahalede bulunmuş” dedi.

‘Şikayetler göz ardı edildi’

Katliamın planlı bir şekilde gerçekleştiğinin altını çizen Elkoca, devamında şöyle dedi:

“Her sabah saat 07.00 gibi kızını okula götürürdü. Olayın yaşandığı gün de kızını okula götürme bahanesiyle kendi kardeşinin evine götürüyor. Daha sonra geri dönüyor,  gidip dükkanını kapatıyor, yanında çalışan oğlunu bir yere gönderiyor ve eve geri dönüp ablamı öldürüyor. Ablam ondan ayrılmak istediği için öldürüldü. Bunu kaç defa Emniyette de dile getirdi. Ancak kimse müdahale etmedi. Katledildiği zaman uzaklaştırma kararı yoktu. Ablam ondan ayrılmak istediği zaman Aslan sürekli kızını bahane ederdi. Aslan kadın düşmanıydı, onunla komşu olan bir polis vardı, ‘Mehmet Aslan’ın eşine neler yaptığını görüyorduk’ dedi. Polissin, madem gördün neden müdahale etmedin? Aslan şu an tutuklandı. Başka kadınlar bunu yaşamasın.”

Türkiye’de son dört ayda erkekler en az 99 kadını öldürdü. Geçen ay en az 52 kadın erkek şiddetine maruz kaldı. 38 kadın erkekler tarafından seks işçiliğine zorlandı. Rakamlar bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği Erkek Şiddeti Çetelesi’nden:

 

Geçen günlerde yine Türkiye gündemine düşen bir diğer kadın cinayetinde de Hülya Elkoca’nın katledilmesine benzer noktalar vardı: Yıllardır şikayette bulunulmasına rağmen 19 yaşındaki Asiye Atalay, katil Ümit Karakoyun tarafından öldürüldü.

Taliban, Afgan kadınlara burka zorunluluğu getirdi

Afganistan‘da yönetimi ele geçiren Taliban, ülkede kadınların kamusal alanda burka giymesini ve yüzlerini örtmesini zorunlu kılan yeni bir kararname yayınladı.

Vücudu ve yüzü tamamen örtmeyen kadınların sokağa çıkması halinde kadının babası veya birinci dereceden erkek yakını hapse atılacak veya kamudaki işine son verilecek.

Taliban’ın “Erdem Yayılması ve Kötülüğün Önlenmesi Bakanlığı”, kararı cumartesi günü açıkladı. “Tüm saygın Afgan kadınlarının başörtüsü takması gerektiğini” duyuran açıklama, chadori olarak bilinen mavi Afgan burkasını kadınlar için “en iyi kıyafet tercihi” olarak tanımladı. Bunun yanında “Kadının vücudunu kapatan herhangi bir giysi, vücut kısımlarını gösterecek kadar dar olmaması ve vücudu ortaya çıkaracak kadar ince olmaması koşuluyla başörtüsü olarak kabul edilir” denildi.

Mavi burka, 1996-2001 dönemi Taliban yönetiminin bir simgesi haline gelmişti.

Fotoğraf: Kiana Hayeri / The New York Times

Taliban 2021 Ağustos ayında Afganistan’ın kontrolünü yeniden ele geçirmesinden bu yana, Afgan kadınların istihdamlarını, eğitimlerini, seyahatlerini ve kamusal yaşamdaki hareketlerini kısıtlayan pek çok kural getirdi. Son kararname de, Afgan kadınlar ve aktivistler tarafından öfkeyle karşılandı.

Uluslararası Af Örgütü‘nde kıdemli araştırmacı Afgan aktivist Samira Hamidi, Taliban’ın yönetimi devralmasından sonra Afgan kadınlarının haklarını “ABD ve uluslararası toplumla angajmanlarda müzakere edilmez bir şart olaraka tutulması” konusunda çağrı yaptıklarını hatırlatarak, durumu ciddiye almayan diğer ülkeleri de eleştirdi:

“On yıldır Afgan kadınları, barış müzakerelerine katılan tüm aktörleri, Taliban’ın yeniden iktidara gelmesinin kadınlar için ne anlama geleceği konusunda uyarıyor.”

Afganistan’daki Birleşmiş Milletler Misyonu, Taliban kararnamesinin militan grubun ülkenin meşru hükümeti olarak uluslararası tanınırlık kazanma çabalarını baltaladığını söyledi.

İnternet sitesinde yayımladığı bildiride Misyon,”kararnamenin kadınlar, kız çocukları ve tüm Afganların insan haklarına saygı gösterilmesi ve korunmasına ilişkin Taliban temsilcilerinin son on yıldır uluslararası topluluğa verdiği taahhütlerle çeliştiğini” söyledi.

Öte yandan Taliban’ın yönetime gelmesinden bu yana, burkayı zorunlu hale getirmesinin “kaçınılmaz olduğu” yorumları yapılıyordu.

Kuzey İrlanda’da seçimleri Sinn Fein kazandı; iki İrlanda’nın birleşmesi gündemde

Kuzey İrlanda‘daki parlamento seçimlerini İrlanda Kurtuluş Ordusu‘nun (IRA) siyasi kanadı olarak bilinen Sinn Fein kazandı.

Sinn Fein, bölgenin 90 üyeli ulusal meclisi için yapılan oylamada Demokratik Birlik Partisi’ni (DUP) geride bırakarak 27 sandalye aldı. Böylece Kuzey İrlanda’da 100 yıl sonra ilk kez ayrılıkça bir parti parlamentoda birinci sırada geldi.

Sinn Fein şu anda meclisteki en büyük parti ve ilk kez bir başbakanı aday gösterebilecek.

Birleşik Krallık’a bağlı kalmayı savunan Demokratik Birlik Partisi (DUP) ise  parlamentoda 24 sandalye ve İttifak Partisi de 17 sandalye aldı.

Fotoğraf: Peter Morrison / AP Photo

Sinn Fein lideri Michelle O’Neill, İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme hedefini vurguladı ve  “yeni bir çağ” başladığını belirtti. Parti, 2025 yılına kadar iki İrlanda’nın birleşmesi için bir referanduma gidilmesini istiyor.

İngiliz ve İrlanda hükümetleriyle imzalanan 1998 barış anlaşmalarındaki şartlara göre, seçmenlerin çoğunluğunun buna destek vermesinin muhtemel görünmesi durumunda İrlanda’nın birleşmesi konusunda bir referandum yapılabiliyor.

Ancak Kuzey İrlanda’daki iktidar paylaşımlı hükümet sistemine göre, en büyük birlikçi ve milliyetçi partiler birinci bakan ve bakan yardımcılığını paylaşmak zorundayken, diğer bakanlık pozisyonları meclisteki sandalye sayısına göre en büyük partiler arasında paylaştırılıyor.

Fotoğraf: Peter Morrison / AP Photo

Dolayısıyla Sinn Fein’in birinci bakanlık pozisyonunu üstlenmesi için, DUP’un birinci bakan yardımcılığı pozisyonunu üstlenmeyi kabul etmesi gerekiyor. Fakat DUP, bu hükümet kurulması girişimlerini engelleyeceğine dair sinyaller verdi.

DUP lideri Jeffrey Donaldson, partisinin seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğini söyledi ve Brexit‘in ardından Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’ın geri kalanıyla ticaretini düzenleyen protokolünün yeniden düzenlenmesini şart koştu.

 

Gezi Davası tutuklularından açıklama: Ya kin baskın olacak ya da kardeşlik kazanacak

Gezi Davası’nda hakkında ağırlaştırılmış müebbet kararı verilen Osman Kavala ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay ve Can Atalay tarafından ortak bir basın açıklaması yapıldı.

Açıklama dün Gezi tutuklularının sosyal medya hesapları üzerinden paylaşıldı.

İlgili haber: Gezi Davası’ndan çıkan utanç kararına tepkiler sürüyor

İlgili haber: Gezi kararlarına büyük tepki: Uykularınız huzur, bahçeleriniz bahar görmesin

Anneler Günü’nün de kutlandığı açıklamada, insanlık, vicdan, adalet ve hukuka değinilerek özgürlük vurgusu yapıldı.

Gezi Davası’nda kararın çıktığı 25 Nisan’a atıfta bulunulan açıklamada şunlar aktarıldı:

‘Milyonlarca insan umudumuza umut kattı’

“25 Nisan’dan beri seslerini seslerimize katan; adaletsizliğe, kuyruklu yalanlara, hukuk tanımazlığa itiraz eden milyonlarca insanımız umudumuza umut, gücümüze güç kattı.

Başta amansız polis şiddetiyle evlatlarını yitiren Gezi Anneleri olmak üzere tüm annelerin ve canımız annelerimizin anneler gününü canı gönülden kutlarız…

Önceki dönem cumhurbaşkanlarından, kendi elleriyle poster yapan gençlere; siyasal parti genel başkanlarından, sosyal medyada itirazlarını dillendirenlere; konuyu gündemde tutan basın emekçilerinden, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerine; aydın, sanatçı ve yazarlardan konuya kulak kabartan tüm insanlara selam ve teşekkür ederiz.

‘Asıl mesele insanlık, vicdan ve adalet’

Konu bizler değiliz! Asıl mesele güzel ülkemizde insanlık, vicdan, adalet ve hukuktan en asgari düzeyde dahi bahsedilip bahsedilmeyeceğidir.

Ya kin ve kibir baskın olacak ya da kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve demokrasi kazanacak. Biz adaleti, kardeşliği, vicdanı, özgürlüğü ve tabii ki Gezi’yi savunacağız.

‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…’”

İlgili haber: Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Kavala mütalaasını yayınladı: Türkiye AİHM’e sevk edilebilir
İlgili haber: Kavala: Gezi’nin dışardan yönetildiği iddiası, vatandaş iradesinin itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır
İlgili haber: Yılları ve sınırları aşan hukuksuzluk: Kavala’nın hayatından çalınan dört buçuk yıl

Büyüknohutçu çifti ölümlerinin beşinci yılında anılıyor: Azmettiriciyi yargıla!

Antalya Finike‘de mermer ocaklarına karşı doğayı savunurken öldürülen Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu, ölümlerinin beşinci yılında Türkiye’nin her yerinden ekoloji örgütleri, siyasi partiler ve dostlarının katılımıyla hafta sonu boyunca sürecek programla anılıyor.

Bugün Andızlı Mezarlığı‘nda bir araya gelen İkizdere Çevre Derneği Akbelen Ormanı için direnişleri devam eden İkizköylüler, Kazdağları Savunması, TİP Ekoloji, Validebağ Savunması, Van Çev-Der, Polen Ekoloji, Yeryüzü Ekoloji Kolektifi, İklim Adaleti Koalisyonu bileşenleri ve pek çok doğa savunucusunun oluşturduğu Büyüknohutçu Dostları, çiftin kabirlerine karanfiller bıraktı.

Saygı duruşunun ardından söz alan ailenin avukatı Tuncay Koç “Davanın her aşamasında gördük ki, ortada bir çok tesadüf var, bu kadarı mümkün değil. Bunun arkasında başka odaklar var demek ki. Adalet sağlanana kadar her türlü mücadelemiz devam edecek” dedi.

61 yaşındaki Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu, 9 Mayıs 2017’de yaşadıkları dağ evinde öldürülmüş halde bulunmuş, cinayetle ilgili bölgeye yeni taşınmış olan 31 yaşındaki Ali Yamuç gözaltına alınmış ve cinayeti itiraf ederek “para için öldürdüğünü” söylemişti. Katil Yamuç, daha sonra şüpheli olduğu iddia edilen bir şekilde cezaevinde intihar etmişti.

Katilin eşi Fatma Yamuç’un üzerinde de, bir mermer şirketi sahibine hitaben yazılan “On gün içerisinde param gelmezse görüşürüz. İpleriniz cebinizde haberiniz olsun” ifadeleri bulunan bir mektup yakalanmıştı.

Büyüknohutçu Dostları adına açıklamayı okuyan Yeşil Gazete yazarı Erol Malçok, cinayete ilişkin davanın “gizli bir el” tarafından karartıldığını ve azmettiricilerin yargılanmadığını vurguladı: “Cinayet olduğu apaçık belli olan bu olayın azmettiricileri yargılanmadı.” 

Mahkeme, olası azmettiriciler ve  delilleri kararttığı iddiasıyla Fatma Yamuç için suç duyurusunda bulunulmasına karar verse de, Finike Savcılığı, ailenin etkin soruşturma talebini reddederek azmettiriciler hakkında kovuşturmaya yer olmadığına hükmetmişti.

“Tüm bu süreçler, derinleştirme ve etkili bir soruşturmadan yoksun işletildi. Deliller yeterince toplanmadı ve telefon kayıtlarına bakma ihtiyacı bile duyulmadı” diyen Malçok, şöyle devam etti:

“Bizler, Aysin ve Ali Ulvi’nin dostları olarak bu davanın peşini bırakmayacağız. Davada, en küçük bir sır perdesinin dahi ortadan kaldırılıp, gerçeklerin tüm yönleriyle açığa çıkması için elimizden ne geliyorsa yapacağız. Adalet talebimizi tüm sağır kulaklara haykıracağız. Ve bunu yaparken yalnız olmadığımızı çok iyi biliyoruz. Yüreği, en büyük erdem olan adaletten yana atan her bir insanın bu davaya sahip çıktığından ve çıkacağından eminiz.

Kamuoyundan çıkan her ses, yaşam savunucusu insanın, kurdun,
kuşun, böceğin ve ağacın canına can katacak! Ve her şeyi para olarak gören sistemin çarkları öyle kolay işlemeyecek!

Aysin ve Ali Ulvi dostlarımızı, bize mücadele azmi veren duruşlarının ışığıyla sevgi ve saygıyla anıyor, boşuna ölmediklerini attığımız her adımda göstereceğimize söz veriyoruz!”

Ali Ulvi Büyüknohutçu’nun kardeşi Şerife Büyüknohutçu da “Beş yıldır biz Ali’nin mücadelesi bitti diye yaşadık, yaşamaya çalıştık. Ama şu anda görüyorum ki Aliler ve Aysinler burada. Demek ki Ali’nin mücadelesi bitmemiş. Lütfen desteğinizi çekmeyin, adalet yerini bulsun” şeklinde konuştu.

Mezarlık ziyaretinin ardından, çiftin Finike ormanı içindeki evi ziyaret edildi.

Anmaya katılan yazarımız Malçok, bu ziyareti, “Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu’nun arkadaşları ve Finike’den gelen insanlar, Ali ve Aysin dostlarıyla ilgili duygularını anlattı.Vuruldukları yerde anma yapıp, evlerinin önüne ve bahçesine karanfil bıraktılar” sözleriyle anlattı.

Anma programı 8 Mayıs Pazar sabah 11.00’de Büyüknohutçu Parkı’nda fidan dikme töreninin ardından Muratpaşa Aydın Kanza Parkı’ndaki atölyeler ve forumlarla devam edecek.

Büyüknohutçu çiftinin cinayetiyle ilgili dosya hala Yargıtay’da.

Çiftin kızları Emine Nohutçu‘nun başlattığı “Adalet arayışımıza devam ediyoruz! Azmettirici yargılansın” kampanyasına buradan ulaşılabilir.

Kızları Emine, çiftin verdiği mücadeleyi ve bugüne kadar yaşananları şu sözlerle anlatıyor:

Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu, 2013’te, Finike’de mermer ocaklarının sadece o bölgede yetişen sedir ve katran ormanlarını, endemik bitki ve hayvan türlerini, tarıma ve insan sağlığına verilen dönüşü olmayan zararları kamuoyuna duyurmuşlardı. Yöre halkıyla birlikte mücadeleyi kuvvetlendirmeye emek verdiler. Mücadele sayesinde, Finike Cumhuriyet Savcılığı mermer ocaklarının yarattığı doğal alan tahribatına yönelik soruşturma başlattı.

Açtıkları dava sonucunda bölgedeki bir mermer ocağı için kapatma kararı almayı başardılar. Bu mermer ocağı, anne ve babamıza açtığı 100 bin liralık karşı tazminat davasını da kaybetti ve kazanılan dava dosyası bölgedeki diğer tüm taş ocaklarının da kapatılması için emsal teşkil eden bir dosya haline geldi.

5 Mayıs 2017, gece yarısı saat 02:00 civarında mücadeleyi verdikleri evlerinin hemen yakınındaki ormanlık alanda yangın çıktı. Ali Ulvi Büyüknohutçu, sosyal medyada “Büyük bir facianın eşiğinden döndük!” diyerek, yangını çiftliğin sınırında söndürebildiklerini yazdı.

Yangının hemen ardından, 9 Mayıs 2017’de, baba ve annemiz Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu mücadeleyi sürdürdükleri evlerinde ölü bulundular.

Bölgeye sadece 15 gün önce taşınmış olan Ali Yamuç gözaltına alındı ve üç gün sonra tutuklandı. Cezaevinde verdiği ifadelerinde cinayeti itiraf etti “para için” yaptığını söyledi.

Kamuoyunda günlerce gündemden düşmeyen, yine cezaevinden yazdığı bir diğer mektupla azmettiricisinin ismini açıklayarak, kendisine bu cinayetleri işlemesi için teklif edilen paranın kalan kısmını eşi Fatma Yamuç’a teslim etmelerini söyledi ve “İpleriniz cebinizde” ifadelerini kullandı. Bir hafta sonra, katil Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç, cinayete iştirak suçuyla tutuklandı.

Üzerinde bulunan, Ali Yamuç’un adıyla yazılmış ve yine onun tarafından imzalanmış mektupta şunlar yazıyordu: “Bana vaat ettiğiniz ödemeyi yapın. ‘Öldür paranı hemen vereceğiz’ diye vaatlerde bulunup, neyi bekliyorsunuz? On gün içerisinde param gelmez ise görüşürüz. İpleriniz cebinizde haberiniz olsun.”

Ardından, kaldığı Elmalı Cezaevinde can güvenliği olmadığı için naklini isteyerek daha güvenli olan Alanya L Tipi Cezaevine nakledildi.

20 Eylül 2017’de, Alanya L Tipi Kapalı Cezaevi’nde Ali Yamuç ölü bulundu. Alanya Savcılığı’nın hazırladığı rapora göre, Ali Yamuç’un kaldığı koğuşun banyosunda havalandırma penceresine eşofman lastiğiyle kendini astığı belirtildi. Yamuç, hayatını kaybederken birçok cevabı da beraberinde götürdü.

Katil zanlısı Ali Yamuç’un eşi Fatma Yamuç, yargılandığı Elmalı Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Cinayete yardım etmek” suçundan beraat etti.

Dosyamız şu an Yargıtay aşamasındadır. Mahkeme aynı zamanda, dosyadaki bir tanığa dayanarak, Ali Yamuç’un olay gününden önce görüştüğü iddia edilen siyah cipli bir kişiyle görüşmesinden yola çıkarak azmettiriciler hakkında suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi. Buna dayanarak soruşturmanın derinleştirilmesi için Finike Cumhuriyet Savcılığı’na ihbarda bulunuldu.

Maalesef soruşturma yenilenmedi ve azmettiriciler yönünden takipsizlik kararı verildi. Bu karara da itiraz edildi.

Cinayetlerin üstü baştan beri eksik soruşturmayla örtüldüğü, arkasında kimler olduğu ortaya çıkarılmadığı inancını taşımaktayız. Bu nedenle soruşturmanın yeniden açılması gerekmektedir.”

Çanakkale geçilmez!

[email protected]

Çanakkale geçişini acaba yeniden düşünebilir miyiz? Neden yapıldı bu köprülü geçiş? İktidarın durgunluk ve krize karşı altyapı ve özellikle stratejik altyapı inşaatına kaynak ayırması, acaba iyi bir strateji olarak düşünülebilir mi?

Böyle düşünülebilmesi için altyapı yatırımının sadece bir otoyol ve köprü sitemi olarak düşünülmüş olmasından daha fazlasına gerek var. (Ülkenin geleceğin stratejilerine planlı bir biçimde bakması, bunun içinde ulaşımın stratejik öneminin düşünülmüş olması vb. gibi, “eski Türkiye’ye” ait kavramlardan bahsetmeyeceğim bile… Yine de, nedir bu köprüden beklenen yarar?)

Öncelikle doğu-batı yönündeki (karayolu) geçişlerin hepsinin İstanbul’da düğümlenmiş olmasının kent/ kentsel bölge üzerindeki yükünü hafifletmek, bir alternatif geçiş sağlamak, aynı zamanda İstanbul’dan güneye yine bir geçiş alternatifi yaratarak tıkanıklıkları önlemek vb. gibi düşünceler olduğunu varsayalım. Ama ülkesel veya bölgesel ölçeklerde bir (“plan” demeyeceğim elbette) öngörü var mı? Hatta doğu-batı ekseninde ana taşıma ekseni olduğuna göre, uluslararası ölçeklerdeki gelişmelere bağlanma öngörüleri var mı?

Demiryolu neden, hangi gerekçeyle düşünülmedi?

Varsa, bu bağlantılar nereyi/ hangi yerleri birbirine bağlıyor ve hangi nedenle bağlıyor? Başka türlü soracak olursak, İstanbul’un batısındaki üretim merkezleri ve pazarların Anadolu’daki veya daha doğuda İran ve Ortadoğu’daki hangi pazar ve üretim kapasiteleri ile ilişkilenmesinin düşünülmüş olduğunun inandırıcı/ açıklanmış bir yanıtı var mı?

Her iki boğaz geçişi de ülkenin en batısında olduğu için, pazarların-depoların ve üretim merkezlerinin Avrupa’da, hatta doğu Avrupa’da/ Balkanlarda ve orta Avrupa’da veya batı Avrupa’da olmasının hesaplanmış olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Acaba bu ticarette yol altyapısı yetersizliği ile kendini geliştiremeyen bir ticaret darboğazı olması mı bu geçiş kararını aldırdı? Eğer ticarette bir tıkanıklık söz konusuysa, acaba demiryolu, deniz ya da hava alternatifleriyle yapılan/ yapılabilecek ticaretler karayolu ile karşılaştırılarak mı bu karar verildi? Hatta eğer mutlaka karadan bir ulaşım altyapısının geliştirilmesi en iyi çözüm olarak belirdiyse neden demiryolu seçilmedi?

Çanakkale Boğazı’nın demiryoluyla geçişi ve sistemli bir biçimde demiryolu taşımacılığının geliştirmesi almaşığı dikkate alındı mı? AKP iktidarında demiryolu projelerinin çok yavaş ilerlemesi (hatta pek ilerlememesi) nedeniyle mi bu tür yeğlenmedi? Karayolu ve demiryolu geçişleri modelleri karşılaştırmalı olarak sınandı mı?

Ayrıca teknolojide, özellikle de taşıma teknolojilerindeki değişim hızını da düşünmeliyiz. Ulaşım/ taşıma teknolojilerindeki en büyük atılımlar karayolu taşımacılığında mı yapılıyor?

Eğer bu tartışmalar yapıldı ve sonuç olarak Çanakkale’nin bir karayolu geçişi olmasına karar verildiyse, toplum neden bu stratejik tartışmalardan hiç haberdar edilmedi? Eğer yurttaşlara bir koyun topluluğundan daha fazla değer veriyorsa mevcut iktidar, neden böylesine büyük yatırımları hiçbir tartışmaya açmaksızın veya kendi teknisyenlerinin yaptığı tartışmayı olsun yayınlamadan, bunca büyük maliyeti olan projeleri uyguluyor? Ve gelecek kuşakların bile ödemek zorunda kalacakları maliyetleri topluma yüklüyor?

Hangi kaçınılmaz ihtiyaç onlarca yıllık borcu gerektirdi?

Tekrar başa dönelim. Diyelim ki bu geçiş bir ticaret geçişi olarak değil, başka amaçlarla kullanılmak için düşünüldü: Bunlar belki iç ve dış turizm, Çanakkale bölgesinde her iki yakanın birleştirilmesiyle kentleşme veya kır-kent ilişkilerinde yeni bir desenin ortaya çıkması amacıyla yapıldı. O zaman nedir bu ülkesel/ bölgesel/ kentsel gelişme ilkeleri? Bunları bilmek bizlerin, en azından Egelilerin/ Kuzey Ege ve Güney Marmara yerleşim yerlerindeki kentsel toplumların ve çiftçilerin hakkı değil mi?

Eğer gerçekten iç ve dış turizm düşünüldüyse ve kentsel/ yerleşim yerlerinin yeni deseni gibi düşünce söz konusuysa, bu planların en azından Çanakkale tartışmalarının başladığı aşamada başlamış ve birlikte yürütülmüş olması gerekmez miydi? Bugün bile bu tür planlardan bahsedildiğini hiç duymadığımıza göre böyle bir düşünce olmadığını mı düşünmemiz gerekiyor?

İç ve dış turizmi ciddiye alsak bile, hava yolu ile karayolunu karşılaştırdığımızda (ve belki turizm bakımından iyi düşünülmüş ve ayrıntılandırılmış deniz yolunu da göz önünde tutabileceğimizi hayal ettiğimizde) gerçekten karayoluyla ulaşım böylesine büyük bir yatırımı gerektirecek bir zorunluluk muydu? Yani köprü olmasaydı gelişemeyecek bir turizm problemi mi vardı köprünün yapımından önce?

Köprüyü gerektiren ticaret ve turizm ve kentleşme değilse, hangi kaçınılmaz gereksinim bu köprünün bizi bunca yıl borçlandırmasına neden oldu?

Eğer yapılan hesaplamalar kanıtladıysa Çanakkale geçişinin kabul edilebilecek bir seçenek olduğunu düşündürecek iki durum söz konusu olabilir:

  • İstanbul metropolünün transit geçiş trafiğinin (özellikle TIR ve kamyon trafiği bakımından) rahatlatılması ve
  • bayram dönüşleri gibi zamanlarda, kısa tatilcilerin İstanbul’a dönüş trafiğinin hafifletilmesi…

Bu durumda bu iki nedenle köprüye yapılan yatırım ekonomik veya toplumsal politikalar, turizm ve ticaret, kentleşme vb. politikalar aracılığıyla sağlanacak yararı haklı çıkartıyor mu?

Otoriter bir rejimde bu gibi soruların ne kadar anlamsız olduğunu ve Çanakkale köprülü geçişine kadar nice anlamsız ve yanıtsız harcamanın yapıldığını biliyorum. Bu soruların çok saf sorular olarak değerlendirileceğini de, biliyorum. Acaba bu inşaatların yarattığı geçici istihdam, işsizlik oranlarını düşürebildi mi?

İklim ve ekolojik dengeler hesaba katıldı mı?

Şimdiye kadar, sadece pozitif bir kazanım var da bunu göremiyor muyuz diye inceledik. Ama asıl sorulması gereken soru, negatif etkiler ve ekolojik dengeler üzerine binecek yükle ve iklim değişikliği programlarıyla ilgili olanlar. Köprünün yapılması, Türkiye’nin en azından orta ve uzun erimde, karayolu taşımacılığı politikasını sürdüreceğini gösteriyor.

Bu, otoyolların ve onu besleyen ikincil yollarının/ kavşak-köprü ve tünellerin-viyadüklerin vb. ülke kırını parçalamayı/ tarımsal toprakları olumsuz etkilemeyi sürdürmesi için betonun ve asfaltın toprağa ve ekolojik dengelere karşı tercih edilmesi demek. Bu, daha çok özel binek otomobili ve kamyon/ TIR ve otobüs taşımacılığının tercihi demek. Kentlerde iş bölümü ve mekansal örgütlenme-düzenlemelerinin, otomobilin egemenliğine göre yapılması demektir. Ülkenin, iklim değişikliyle ilgili angajmanları umursamaması değil önemli olan; sorunu ve çözüm önerilerinin özünü gerçekten hiç anlamamış olduğunu da gösteriyor.

Belki, yakın bir gelecekte elektrikli otomobillerin sayısın artacağını ve karbon emisyonları bakımından kritik bir durum olmayacağını düşünmüşlerdir? Ancak bu (yani atmosfere salınan gazlardaki ciddi azalma) kaç yıl sonra gerçekleşecek? Azaldığını kabul edelim. Kentlerdeki, özellikle Çanakkale köprüsü bakımından dikkate almamız gereken İstanbul, İzmir ve yazları her biri milyonluk kentlere dönüşen Bodrum, Marmaris vb. diğer Ege kıyı yerleşimlerinin de boğulması demek… İklim değişikliğini azaltmayı önemsiyorsak kentlerde özel araçlara mahkum olmayı hala isteyecek miyiz? Bütün altyapı yatırımlarını, karayolu araçlarının gereksinimine göre önceliklendirerek iklim değişikliği ile mücadeleyi nasıl ilerleteceğiz?

Son bir soru: Çanakkale köprüsü için yapılmış yatırımın bütünü (yani çocuklarımızın ödemeye ve özel inşaat tekellerini zengin etmeye devam edeceği yatırım miktarını) iklim değişikliği ile ilgili projeler için ayırmış olsaydık ve onu hızla gerçekleştirseydik gelecek kuşağa karşı alnımız daha açık olmaz mıydı?

 

[Bir şarkının hikayesi] November Rain/ Guns N’Roses

Herhalde birçok Rock grubunun hayalinde, “Stairway to Heaven” gibi zamana meydan okuyan epik bir balad yapmak vardır. Guns N’Roses’ın solisti olan Axl Rose da, hayranı olduğu Queen’in “Bohemian Rhapsody”sine benzeyen bir şarkı yapmak istiyordu, ama bunu başarabilmek neredeyse 10 yılını alacaktı.

Axl Rose’un 1983 yılında piyanosunda yazmaya başladığı ve en nihayetinde grubun 1991 yılında çıkan “Use Your Illusion” adlı albümü için stüdyo kaydı gerçekleştirilen “November Rain”, gerçekten de birçok müzik dergisi tarafından yapılan farklı anketlerde, Rock tarihinin en iyi baladları arasında gösteriliyor. Melodinin progresyonu, sessiz başlayarak gittikçe yükselen piyanonun ardından gelen gitar soloları ve ani ritm değişiklikleri dikkate alındığında şarkının yapısal olarak ilham kaynağı “Bohemian Rhapsody”ye benzerlik gösterdiği söylenebilir.

‘Bir gün çok iyi olacak’

Grubun kurucu üyelerinden olup çok kısa bir süre sonra yerini gitarist Slash’e bırakan Tracii Guns, 1983 yılında Axl Rose’un herhangi bir yerde her piyano bulduğunda “November Rain”i çaldığını ve sorulduğunda da “bir gün parçanın çok iyi olacağını ama daha bitmediğini” söylediğini hatırlıyordu.

İlk albümlerini 1987 yılında çıkaran Guns N’Roses, bu albümdeki “Sweet Child of Mine” adlı parçaları ile Bilboard Hot 100’de #1’e yükselmeyi başarmıştı. “Appetite for Destruction” adlı bu ilk albümleri, 30 milyon kopya satarak o yıl büyük bir başarıya imza atmıştı.

Bu ilk albümün provaları sırasında, 1986 yılında alınan iki demo kaydı dikkati çekiyordu. Birisi gitarla, diğeri ise piyano ile  yapılan her iki akustik kayıt da “November Rain”e aitti. Bu kayıtlar dinlendiğinde belirgin bir şekilde Axl Rose’un şarkının temel yapısını oluşturduğu ve parçanın kesinlikle piyano için yazılmış olduğu görebiliyordu. 10 dakika süren demo, görkemli piyano girişinden vitesin değiştiği çıkışa kadar, parçanın herkesçe bilinen haline çok yakındı. Elbette orijinal kayıtta, yaylıların, davulun ve Slash’ın gitar sololarının parçaya katacağı inanılmaz dinamizmi göz ardı etmek kesinlikle mümkün değildi.

Axl Rose şarkının sözlerini ve hikayesini, Del James tarafından yazılan ve yazarın “Language of Fear” adlı kitabında yayınlanan “Without you” (Sensiz) adlı kısa bir öyküsünden uyarlamıştı. Hikaye, ilişkilerinde defalarca yaşanan kırılmalar sonrasında intihar eden kız arkadaşının ardından, bu kayıpla yüzleşmek için mücadele eden bir Rock yıldızını anlatıyordu.

 

Guns N’Roses parçayı 1991 yılında kaydederek “Use Your Illusion I” ve “Use Your Illusion II” adlı double albümlerinde yayınladı.”November Rain” single olarak ise bir yıl sonra, 1992’de çıkarıldı ve 1.5 Milyon dolara yaklaşan bütçesi ile videosu, müzik tarihinin en pahalı videosu olarak oldukça ses getirmişti.

Siyah beyaz olarak çekilen ilk sahnede Axl Rose’un canlandırdığı rock yıldızı, yatağının başında ilaçlarını alırken görünüyordu. Etkileyici  piyano girişinin ardından ,yaylılar ve davulun da girişi ile beraber müzik yükselirken, kamera küçük bir kilisedeki düğün merasimine geçiyordu. Bu sahnede grup üyelerini ön sıralarda yerini almış olarak görüyoruz. Sıra dışı mini gelinliğiyle kiliseye giren gelini, Axl Rose’un o zamanki model kız arkadaşı Stephanie Seymour canlandırmıştı.

Düğün ve cenaze klibine ‘En İyi Sinematografi Ödülü’

Damadın yüzükleri unutan sağdıcını oynayan gitarist Slash, grup arkadaşı McKagan’dan aldığı yedek yüzüklerle durumu kurtardıktan sonra kiliseden çıkıyor ve New Mexico çölünün ortasında şarkıdaki ilk gitar solosunu çalıyordu. Bu sahnenin çekimleri sırasında hızla alçalarak kendisine yaklaşan helikopterden oldukça tedirgin olan Slash, anılarında o günü anlatırken “Eh herhalde bugün Dünya’daki son günüm” diye düşündüğünü ifade etmişti.

Çiftin kiliseden ayrılmasından sonra resepsiyon başlıyor ancak  aniden başlayan yağmurla beraber düğüne kaos hakim oluyordu. Bu esnada müzik tamamen değişiyor ve Slash ikinci ve en etkileyici gitar solosu ile  tabiri yerinde ise gitarını ağlatıyordu. Sonraki karelerde ise düğünün yapıldığı kilisede, intihar eden gelinin cenaze töreni sahnelenmişti.

Neredeyse kısa bir film formatında çekilmiş olan ve 8.59 saniye süren bu video, 1992 MTV Video Müzik Ödülleri’nde “En İyi Sinematografi” dalında birincilik ödülünü aldı. Grup, ödül töreninde parçayı Elton John ile beraber canlı olarak seslendirdi.

Parçanın orijinalinin 25 dakika olduğu iddia edilse de bu konuda en net açıklamayı grubun gitaristi Slash, otobiyografisinde yapmış ve 1986 yılında, parçanın 18 dakikalık bir kaydının yapıldığını ifade etmişti.

“November Rain”, Bilboard Hot 100’de üçüncü sıraya kadar yükseldi ve o tarihte listede ilk 10’a girmeyi başarmış en uzun parça olarak tarihe geçti.

Axl Rose, grup arkadaşları Slash ve Duff McKagan’ın senfonik baladlar yapma konusundaki tüm isteksizliklerine rağmen onları ikna etmeyi başarmıştı ve “November Rain”, Rock tarihinin en önemli baladları arasında yerini aldı. Rose’un ilham kaynağı olan “Bohemian Rhapsody”nin seviyesine ulaşıp ulaşmadığı, elbette müzikseverlerin kişisel takdirlerine göre farklılık gösterse de , November Rain” epik rock baladları arasında bir kilometre taşı olarak yeni nesil rock gruplarına esin kaynağı olacaktır.

Kaynakça

  • Draper J., How November Rain Became One Of Rock’s Greatest Ballads, 18.02.2022
  • Velina, The Story of Guns N’Roses’ “November Rain”, myrockmixtapes.com
  • iloveclassicrock.com, The Story Behind “November Rain” by Guns N’Roses
  • McDonald A., Guns N’Roses-November Rain (Lyrics Review and Song Meaning), 07.11.2019
  • Songfacts, November Rain by Guns N’Roses
  • Wikipedia, November Rain, Guns N’Roses,

Buruk bayramlar

Ne güzeldir bayram, dini bayram olsun, milli olsun ya da özel günler olsun… İnsanlar bir araya gelir ve kutlarlar.

Ancak LGBTİ+ meselesine geldiğinde bizim bayramlarımız buruk geçiyor. Mayıs’ın ilk günleri yeniden bu gerçeği yüzümüze vurdu. Tıpkı 8 Mart gibi yine sosyal medyada 1 Mayıs’ta da olan LGBTİ+ varlığı tartışmalara ve oraya hakkını savunmaya giden öznelerin hedef gösterilmesiyle sonuçlandı. Ailelerle kutlanan Ramazan bayramı da tabii sürülmüş ve ayrı düşmüş lubunyalar için  buruk geçiyor. Ben ne zamandır  böyle bir kutlama ve birliktelik hissine gelemiyorum, göremiyorum.

Öncelikle politik varlığımızdan bahsetmek gerek: LGBTİ+ hükümet tarafından hedef gösterildiği, haklarımız kimliğimizden dolayı ihlal edildiği sürece tüm siyasi alanlarda bir konu olarak karşınıza çıkacak. Birinci neden, artık alternatif medya sağ olsun sesimizi duyurabiliyoruz. İkinci neden, toplumun her kesiminde lubunyalar var, yani gerek kadın mücadelesi olsun gerek işçi-sınıf mücadelesi olsun burada doğal olarak LGBTİ+’lar var. Nasıl görmezden gelebiliriz? Kadınlığa baskının olduğu yerde lezbiyenlerin, bedenlere müdahale edilirken trans kadınların 8 Mart’da olmaması gibi bir durum olabilir mi? İstihdam hakkı elinden alınan ve kimliğinden dolayı çalıştırılmayan, kötü şartlarda çalışmak durumunda kalan işçi LGBTİ+’lar yok mudur?

https://yesilgazete.org/geceler-biz-kadinlarin-hepimizin/
https://yesilgazete.org/susturulan-alandan-atilan-kim-sansurlenen-kim/)

LGBTİ+ işçi, işçi değil mi?

Alandaki bizlere gelen eleştiriler aslen zaten sol görüş içindeki ataerkil bakışı ifşa ediyor. Gördüğüm gereksiz eleştirilerden birisi tam topluma servis edebilecekleri karelerle LGBTİ’ları seçip onları işçi fotoğraflarıyla karşılaştırmaları ve o işçilerin de hep inşaat/fabrika işçisi olması. Türkiye’de her profildeki işçinin problemleri varken ve ülkenin gittikçe hizmet sektörüne kayması ışığında “maskülen erkek adam fabrika/inşaat işçisi” karşısına “feminen ahlaksız *erkek*” gibi hedef göstermelerinin aslında hala emek ve işçilik fikrinin “erkeklik” tek elinde olduğunu görüyoruz. Hedef gösterilen öznelerin illa erkek olmadıklarını geçiyorum, patronun sömürdüğü işçi kadının da göstermesi gereken belli bir performansı olduğu fikri de gayet mevcut burada.

İşçi dediğinizin illa eli nasırlı, üstü başı kirli ve beter bir halde olması gerekiyor diye düşünülüyor. Oysa Türkiye’de emek sömürüsü neredeyse patron altında çalışan herkesin sorunu. Sorun daha, LGBTİ+’ların alana gelmesinde değil, iş ve emeğin yalnızca ağır şartlarda geçerli olması, kalan işçilerin görmezden gelinmesinde başlıyor. Aslında kadına ve LGBTİ+’lara yansıtılan her eleştiri içinde mizojin ve ataerkil emek anlayışı da barınıyor. Kimse farklı hizmet sektörlerinde ezilen işçileri düşünüp aslında bu sınıfın günümüzde ne kadar geniş bir yelpazeye hitap ettiğinin farkında değil mi? Yoksa mesele bir “öteki”nin emekçi olamayacağını düşünmek kadar basit bir gaflet mi?

Okuma hakkı elinden alınan çoğu trans erken yaşta iş hayatına atılıyor, çalıştıkları yerlerde ayrımcılığa uğrayabiliyor. 1 Mayıs yalnızca çalışan işçinin değil, emekten ve üretim uzaklaştırılan için de önemli değil mi? İdeal dünyada hep beraber çalışıp üretip eşit yaşamak istiyorsak, bir azınlığın kimliğinden dolayı sömürüye ve haksızlığa uğraması nasıl işçilerin gündemi olmaz? Tanıdığım bazı trans erkekler örneğin moto-kuryelik yapıyor ve kuryelerin direnişleri bu yıl, en fazla gündemi meşgul eden meselelerden biri. Orada bu kurye, kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğrasa, yarın öbür gün belki de başka bir sebepten diğer kuryeler de ayrımcılığa uğrayabilir çünkü neticede patrona o yetki verilmiş oluyor. Mesela ne bileyim, bir uçuş firması da böyle şeyler yapabilir. (!)

Yersizlik, yurtsuzluk…

Diğer bayramlar konusu da bir başka kırıcı. Sürekli inançsız, ailesiz ve yalnız resmedilmek yorucu. Aile bağları güçlü bir kültürde yaşayıp böyle bir yapıdan mahrum bırakılmak ve hatta aileden şiddet görmek LGBTİ+’lar için maalesef sık yaşanan bir gerçek. Ailesi ile beraber yaşayan, onlar tarafından kabul gören bir trans kadın olarak ben böyle bayramlarda ne kadar şanslı ve ayrıcalıklı olduğumu yeniden hatırlıyor ve de üzülüyorum. Üzülüyorum çünkü herkesin çantada keklik düşündüğü “aile”, ebeveynler ve kardeşler hatta uzak akrabalar dahi bir lüks haline geliyor. Hayatta kalanın yaşadığı suçluluk hissiyle ne kadar söylesem boş, böylesine “yersiz olmak” yorucu.

“Yersiz” ve “yurtsuz” biz LGBTİ+’lar, protesto hakkımızı kullansak suçluyuz, ailelerimiz içinde kara koyunlarız, okullarımız ve işlerimizde istenmeyeniz. Herkesin emin olun bir bahanesi var çünkü önyargılarla nefret en küçük noksanı dahi genellemeyi sever, büyütmekten kaçınmaz. Gökkuşağından bile korkan bir toplumda büyüyenlerin şapkasını önüne koyup “acaba gerçekten kapsayıcı ve nefretimi yenmiş bir insan mıyım” diye düşünmesi gerekiyor. Özellikle de sağın ve faşizmin her geçen gün LGBTİ+ düşmanlığına bu kadar sarıldığı günlerde, sol çevrelerin buna daha çok dikkat etmesi gerekiyor.

 

 

[Cadı Kazanı] ‘Çiftçi gübre, ilaç alamıyor’ haykırışları anlamlı mı?

“Hepimizde var olan hırs ve bencillikle veya alçalma alışkanlığıyla, toprağı sahiplenerek veya onu mal elde etmenin aracı olarak görerek doğayı bozduk; ziraatin kalitesi düştü, çiftçi en kötü hayatı yaşıyor .”

Girişteki alıntı, 2000’lerde değil, 1800’lü yıllarda yazılmış bir cümle. İlk çevrecilerden, Tolstoy ve Gandi gibi şahsiyetlere ilham kaynağı olan, 1817-1862 yıllarında yaşayan Henry David Thoreau‘nun bir başyapıt olarak kabul edilen “Doğal Yaşam ve Başkaldırı” adlı kitabından. Bugün için söylenmiş gibi..

Kısır politik çekişmelerle bir o tarafa bir bu tarafa çekiştire çekiştire,  betonlaştırılarak yok edilen toprak can çekişirken, bilgi ve bilimin ışığında çiftçilik yapamayan üretici de aynı nakaratı tekrarlıyor:  “Gübre , ilaç alamıyorum” Tabii sadece çiftçi değil, bilgi ve bilimin ışığından yararlanmayan, halkın adına karar veren, bir çiftçiden yüzlerce kat fazla para kazanan, vergilerimizle  maaşları ödenen cumhurbaşkanları, bakanlar , milletvekilleri de.

Hadi çiftçi bilgisiz diyelim, toprağı sonsuza dek suni gübre ile besleyebileceğini, ilaçla daha çok ürün alabileceğini sanıyor; çünkü ona öyle öğretilmiş, yıllarca kullanılan suni gübre ve ilacın toprağı giderek öldürdüğünden bihaber. Peki en bilgili, en okumuş, dünyayı, yenilikleri takip ettiği sanılan, o nedenle çiftçiden kat kat daha çok para ödenen, tarım politikasına ve uygulamalarına yön vermesi gereken ilgili bakan ve tabii yeni icadımız bakan yardımcıları? Onlar da bihaber.

Toprak ne kadar sürülürse o kadar zayıflar

Toprak canlı bir organizma, birçok mikro organizmaya ev sahipliği yapar. Bir avuç toprakta tüm insanlardan daha çok organizma var.  Geleneksel ve endüstriyel tarımın en yaygın metodu olan toprağı sürmek ve zehirler yani zirai ilaçları kullanmak bu mikroorganizmaları yok eder, yani toprağı  yavaş yavaş öldürür.. Onlar olmayınca da toprak havadaki karbonu çekemez. Su ve karbonun kaderi topraktaki organik maddeye bağlıdır. Toprağa zarar verdiğimizde dışarı karbon salınır ve karbon atmosfere geri döner.

Toprak ne kadar sürülürse o kadar zayıflar, zayıfladıkça da çiftçiler daha çok kimyasal kullanarak bunu önleyeceklerini sanırlar, ama tam tersi olur. Bu endüstriyel tarımın kısır bir döngüsüdür. O nedenle sayın muhalefet mensupları lütfen “çiftçi gübre, ilaç alamıyor” diye bağırmayın, almasınlar zaten. Onlara alternatif uygulamalarla bilgilendirin hatta belediyeler aracılığıyla öncüsü olun. Çiftçiyi buna mahkum eden politikayı, tarım politikasını nasıl  değiştireceğinizi haykırın, o zaman inandırıcı olursunuz.

Beka sorunu

Topraktan toprağa biyobozunur atık yönetimini öğrenip uygulayın mesela, alın size gübre, üstelik malzemesi bedava; pazarlardaki sebze meyve atıklarından kompost gübre. Belediyelerinizle  hemen başlatın, seneye çiftçiye bedava gübre verin . İnsanlar duyduklarından çok gördüklerine inanır.

Bir beka sorunu varsa, o da toprakla ilgili. Gerisi teferruat…

Arapçadan dilimize geçen, yani Türkçe olmayan “beka” sözcüğünün, TDK sözlüğünde kalıcılık, devamlılık gibi anlamları var. “Ülkenin, devletin bekası” , milliyetçilik, Türklük kavramlarıyla kendilerini tanımlayan bazı siyasilerin diline  o kadar  pelesenk oldu ki , ben de “toprak yoksa ülke de olmaz devlet de olmaz” demek için bu Arapça  kökenli kelimeyi kullanmak zorunda kalıyorum.

Çöl tozları daha başlangıç

Yağışların %40’ının küçük su döngüsünden, yani karadan geldiğini genelde bilmeyiz. Toprağın üzerinde canlı bir bitki yoksa daha fazla buharlaşma olur. Oysa, bitkinin, ağacın yapraklarına yürüyüp buharlaşan su, yani terleme nemi arttırır ve nem artınca da yağmur yağar. Bu döngüyü bozduğumuz için, çıplak toprak daha çok ısı yayar. Mikroklima bozulur. Bunun sonucu olan çölleşme insan türü için en acil tehdit. Dünyanın üçte ikisi çölleşiyor, buna Türkiye de dahil.

Son aylarda yaşadığımız ‘çöl tozları’ daha başlangıç. Dünyada 40 milyon insan her yıl bu çölleşme nedeniyle toprağını terk edip göçmen oluyor. O nedenle gelecek yıllarda karşılaşacağımız göçler, savaşlar nedeniyle değil çölleşme nedeniyle olacak.

Toprağı iyileştirmenin bir yolunu bulmazsak -ki var- geriye 60 hasadımız kaldı.

Bunları anlatın mesala seçmenlerinize ey muhalefet.

Umut kelimelerle değil, eylemle olur

*

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlarda ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.” (Hannah Arendt)

 

Piyale Madra çiziyor-31

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.