Ana Sayfa Blog Sayfa 776

Rus işgali altındaki Zaporijya Nükleer Santrali’ndeki son reaktör kapatıldı

Ukrayna‘nın güneydoğusunda bulunan ve Mart ayından beri Rusya‘nın işgali altında bulunan Zaporijya Nükleer Santrali‘ndeki çalışan son operatör de kapatıldı.

Altı reaktörü bulunan Avrupa‘nın en büyük nükleer santrali Zaporijya’nın Ukrayna’nın ana elektrik şebekesiyle bağlantısı, tesis etrafındaki çatışmalar nedeniyle geçen hafta tamamen kopmuş ve tesis tüm dış güç kaynağını kaybetmişti.

Bu sebeple birkaç gün boyunca tesis “ada modunda” çalıştırılmış ve kalan tek operasyonel reaktör, radyasyon sızıntısını önlemek için hayati olan soğutma sistemlerini çalıştırmak için elektrik üretimine alınmıştı. 

Ukrayna devleti nükleer operatörü Energoatom, dün yaptığı açıklamada tesisin Ukrayna’nın elektrik şebekesine yeniden bağlandığını ve böylece son reaktörün de faaliyetinin durdurulabildiğini açıkladı.

Santralde iki uzmanı görev yapan BM Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA), bilgiyi doğruladı.

Energoatom, şebeke bağlantısının tekrar kesilmesi riskinin yüksek olduğunu ve bu durumda tesisin reaktörleri soğutmak tutmak ve nükleer bir sızıntıyı önlemek için acil durum dizel jeneratörlerini kullanmak zorunda kalacağını söyledi.

Şirketin şefi ise geçtiğimiz Perşembe günü  tesiste sadece 10 günlük dizel yakıtın bulunduğunu açıklamıştı.

Energoatom, aylardır uluslararası kamuoyu tarafından yapılan “Rus güçlerine tesisten ayrılma ve çevresinde “askerden arındırılmış bölge oluşturulmasına izin verme” çağrısını yeniledi.

Dünyanın en büyük 10 atom santralinden biri ve Avrupa’nın en büyüğü olan tesis, savaşın ilk haftalarından beri Rus güçlerinin işgali altında. Ukrayna ve Rusya, santrali şebekeye bağlayan elektrik hatlarına zarar veren bombardımanlardan birbirini suçluyor.

Aylarca süren müzakerelerin ardından, nükleer gözlemcilerden oluşan 14 kişilik bir Birleşmiş Milletler ekibi tesise geçen hafta girebilmişti.

‣ Zelenski: Zaporijya Nükleer Santrali’nde felakete çok yaklaştık
‣ Türkiye dahil 42 ülkeden Rusya’ya çağrı: Zaporijya Nükleer Santrali’nden derhal çıkın

[Yazı Yaban] Kirli hanımın yolculuğu

Yazı Yaban hakkında kısa bir görsel dokümantasyon çalışması için annemin doğduğu, nenemin hâlâ yaşadığı köyde çekilmiş çocukluk fotoğraflarımdan birini arıyorum. Kardeşlerimi, annemi, akrabalarımı, nenemi buluyorum ama kendimi bulamıyorum fotoğraflarda. O sırada nerelerdeyim, hangi düşe dalmışım kim bilir? Bir incirin tepesinde miyim? Köydeki arkadaşlarımın çiçeklerle taç örme bilgeliğine mi hayran kalıyorum? Bostanın tadı aklımı başımdan mı alıyor? Hangi rengin cezbesine kapılmışım? Bir çocuk için pekâlâ dev yerine geçen ineklerin mi peşindeyim? Henüz inekler kendini taşıyabiliyor ve çocuklara tarlalar, bostanlar boyunca yarenlik ediyordu.

Kirli hanım çiçeği mi o?

Annemin eteğinin kıyısında bir çiçek duruyor. Kirli hanım çiçeği mi o? Amerika kökenli bu çiçek ne zaman, kimlerle geldi acaba buralara? 1994 tarihli Prof. Dr. Besalet Pamay‘ın peyzaj bitkileri üzerine yazdığı “Bitki Materyalleri III” kitabında da yer aldığına göre bu göçü daha erken bir tarihte gerçekleşmiş olmalı. Fotoğraf 1970’lerin başlarında çekilmiş. Wikipedia‘da verilen bilgilere göre 1700’lerde Avrupa‘ya yerleşmeye başladığı belirtilse de Eric Grissell bu tarihin gizemini koruduğunu belirtiyor (A History of Zinnias: Flower for the Ages, 2020, Purdue University Press). Kirli hanım hangi yoldan gelmiş olursa olsun işte avlunun bahçesine kurulmuş, gün ışığında geriniyor.

Bitkinin bilimsel cins adı “Zinnia”. Carl Linnaeus tarafından Alman meslektaşı Johann Gottfried Zinn’in onuruna veriliyor. Zira bitkiler üzerine ilk bilimsel çalışma Zinn tarafından yapılmış. Türkçe’de neden ona “kirli hanım” adını yakıştırmışız bilemiyorum. Çok renkli olduğundan mı? Aklıma böyle bir cevabın gelebilmesi tuhaf olsa keşke.

Meksika’dan kalkıp dünyayı dolaşarak renklenir, çeşitlenir, katmerlenirken, 1900’lü yıllarda memleketinde, Frida Kahlo’nun bahçesine, başına, tablolarına eşlik etmiş. Zinniaları ilkin Aztekler’in yetiştirdiği inanışı hakim olsa da Grissell, bununla ilgili bir kanıt olmadığını söylüyor. Rivayete göre Aztekler onlara “gözleri yoran çiçekler” dermiş. Bahçelere konuk olmaya başladıklarında daha vahşi formlara sahip olduklarını ve henüz gözü yoracak denli farklı renklerden yoksun olduklarını düşünmek daha olası geliyor bana. Sonraları o kadar popüler olmuşlar ki 1960’larda f1 (hibrit) türleri bile yetiştirilmiş. İşte o zaman gözü yormaya başlamış olabilirler. Neyse ki ertesi sene tohumları tekrar ektiğimizde karşılaşabileceğimiz ana soyları en az ilk ektiğimiz bitki kadar güzel olacaktır.

Çiçekler gelir, kuşları, böcekleri gelemez

Fideleri ellerime verilmese bahçeye buyur edeceğim yoktu doğrusu. Toprağı neredeyse sürekli nemli tutulmazsa kısa sürede bir çaresizlik anıtına dönüşüyor. Misal yayla kekiği veya boz eşek çayı kurağı bilmenin gururuyla az ötede salınırken, kirli hanım başını kaldıramıyor yerden. Görkemini sergilemek için en az onun kadar nem isteyen geniş yapraklı sinir otunun yanına dikip ikisine de suyu pay ettim.

Kirli hanım çiçeği sadece güzelliğiyle değil, “beyaz sinekler” olarak bilinen ve bitki özsularını emerek yaşayan sinekleri yiyen sinek kuşları, yaban arıları ve başka tür sinekleri bahçeye çektiği için de önemseniyor. Bir çeşit kardeş bitki yani; refakatçi, yardımcı, tamamlayıcı. Ancak uzak coğrafyalarda yetişen bitkilerin tohumları bir göyneğin cebinde, bir zarfın içinde yola düştüğünde onlarla birlikte kuşları, böcekleri gelemez. Sinek kuşları sadece Amerika kıtasında yaşar. Bir zamanlar kirli hanımın olduğu gibi.

Neyse ki atmaca güveleri, sinek kuşları gibi dar tüplü çiçeklerden nektar toplayacak şekilde evrimleşmiş ve Türkiye‘de de yaşıyor. Hatta sinek kuşuna olan benzerlikleri “yakınsak evrim” örneği olarak gösterilir. Yani birbirinden farklı gruplara ait canlıların son ortak atalarında bulunmayan, birbirine benzeyen yapılar geliştirmesi. Gerçi kuşla güveyi birbirinden ayıran da biziz ya, neyse. Güvenin tırtıl ve kozasını da bahçede görmek mümkün. Koza genelde çürüntü yığınlarının içinde oluyor. Tırtılı da bu mu ki?

Bitkilerin yaşadığı yerden kalkıp başka bir yere konmasında dokunulmaz bir şeyler var; göçün durdurulamayacağına, bu dünyanın, tüm canlıların evi olduğuna dair kutlu bir mesaj. Kovulur mu artık kabileden kirli hanım? İyi ki eteklerimize değiyor.

 

Ucuz kıyafet yalanı

Modanın renkli dünyasında her hafta vitrinlerde yenilenen renkli, canlı, heyecanlı kıyafetlerin, 10 yılda bir pişirilip yeniden sunulan yeniliklerin, ünlülerin ne giydiğinin, üzerimizdeki kıyafetin yarattığı algının, online alışverişin kolaylığının, elinde poşetlerle mağazadan çıkan mutlu zayıf kadın görüntülerinin ucuz ve zararsız olduğunu iddia etmek 2022 gerçekliğinde mümkün değil. Üstelik istediğimiz her bilgiye bu kadar kolay ulaşabildiğimiz bir çağda kafamızı öbür tarafa çevirmek kolay da değil. Tüm bu ucuz ve ulaşılabilir moda şaşaasının bedeline bir göz atalım.

İçinde bulunduğumuz küresel kapitalizm çağındaki tüm problemler gibi giyim endüstrisinin de yarattığı sorunlar iç içe geçmiş durumda. Çevre kirliliği, sürdürülebilirlik, insan ve hayvan hakları, sağlık… Ve elbette küresel kapitalizm sadece markaların sürdürülebilirliği ile ilgilenirken, bu sorunlara dikkat çeken ve çözüm arayan hareketler problemin tamamını bir bütün olarak vermekte zorlanıyorlar.

Hızlı moda: Ne pahasına?

Avrupa Çevre Ajansı’nın raporuna göre tekstil üretimi gıda, konut ve ulaşımdan sonra çevresel baskıya yol açan dördüncü büyük sebep.[1]

2021 yılı itibariyle 1,7 trilyon dolarlık bir endüstri olan giyim üretiminde ILO’ya göre 60 milyon insan çalışırken bu sayının %75’i kadın. Türkiye’nin de hiç masum bir üyesi olmadığı bu sektörde asgari geçim ücretlerinin altında ödeme, güvencesizlik, sağlıksız koşullar, çocuk ve göçmen emeği sömürüsü, cinsel şiddet, taciz, zorla aşırı çalışma saatleri, ayrımcılık, zararlı maddelere maruziyet gibi çok büyük hak ihlalleri ve suçlar söz konusu. Tasarım, dağıtım gibi sektörün diğer kollarını da kattığımızda dünya çapında 300 milyon kişiyi kapsayan bir endüstriden bahsediyoruz.[2]

Giyim endüstrisinin giderek daha da artan bu büyümesini hızlı modaya, hızlı modanın da pamuğun yarısı fiyatındaki polyester üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. 2015 yılında 62 milyon ton olan üretimin 2030 yılında 102 milyon tona çıkacağı düşünülüyor.[3]

Dünya üzerinde kumaş için üretilen sentetik lifler, küresel petrol tüketiminin %1,35’ini oluşturuyor. Sentetik malzemelerin üretim süreçlerinin karbon emisyonları pamuğa oranla yaklaşık 2 buçuk kat fazla iken pamuğun yarı fiyatına mal oluyor. Üstelik daha hızlı daha çok üretim-tüketim de şirketler için daha hızlı daha fazla para demek. İşte bu sebeple hızlı modanın kullan-at sisteminde daha kaliteli, uzun ömürlü, sağlıklı ve sürdürülebilir malzemeler yerine petrol türevi sentetiklerin kullanılması giyim endüstrisi için daha fazla kâr demek. Bu şekilde devam ettiği sürece önümüzdeki 10 yıl içinde kumaşların 3’te 2’sinin fosil yakıtlardan elde edileceği öngörülüyor.

Gerçekten ‘ucuz’ mu?

Modanın yalnızca üretim süreci değil, gittikçe daha da fazla pompalanan tüketim çılgınlığı da bu kirlilik ve sömürüde etkili. Bir moda ürününün ömrünü yalnızca yüzde 10, yani üç ay uzatmak, çevresel ayak izinde 3 milyon ton daha az CO2 salımı, 600 milyon m3 daha az su tüketimi ve 150.000 ton daha az atık üretimi gibi önemli etkiler sağlayabilir.[4]

Bu tabloda maalesef geri dönüşümün de vaat ettiği çözümü sağlamaktan çok uzak olduğunu ekleyelim. Geri dönüşüm şimdilik pahalı, zor ve plastikleri yeniden kullanıma sokmak gibi bazı ciddi sorunlar barındıran bir yöntem. Her yıl yarım milyon ton mikroplastik okyanuslara karışırken[5] çözüm bu döngüyü devam ettirmekte değil azaltmak ve bitirmeyi hedeflemekte olmalı.

Ama reklam ve modanın gücü belki de başka hiçbir endüstride olmadığı kadar yoğun. Giyim toplumda iç içe geçmiş birçok anlam, işlev ve değerle sarmalanmış durumda. Öz değerden sınıfsal konuma, ayrımcılıktan iş bulmaya, inançtan ihtiyaca giyimin önemli olmadığı, toplumların ve bireylerin hayatına dokunmadığı tek bir alan yok. Hal böyle olunca da üzerine inşa edilmiş olan sektör kazancı ve sömürüsü bol bir dünya demek.

Günümüzde tüketme hızı hiç olmadığı kadar fazla, influencerlar çılgınca tüketimi teşvik ediyor, artık markaların tanıtım için ünlülere milyonlarca dolar ödemesine bile gerek yok, birkaç bedava ürünle bile sıradan insanlar gönüllü olarak sosyal medyalarının başına geçip tek kullanımlık ürünlerin tanıtımını yapıyorlar. Elimizdeki telefonla dakikada onlarca içerik tüketebiliyorken bir kıyafetin tüketim süresi ne olmalı?

Hızlı moda, çabuk üretim çabuk tüketim ve ucuzluk vaat eder; oysa bu ucuzluğun yanlış bir hesaplama olduğunu unutmamak gerekir. Ucuz kıyafet diye bir şey yoktur, bedelini dünya ve insanlar öder.

Tüm bunlara rağmen giyim endüstrisi geri adım atmaktan uzak, hatta her gün bu suçların üzerini kapayacak yeni yöntemler üretiyor. Yeşil yıkama hiç olmadığı kadar fazla ve yoğun, şirketler şeffaflıktan uzaklar. Büyük şirketler kârlarının azalması korkusuyla dünya ve insanları tehlikeye atmaktan hiç çekinmiyorlar. Bizimse elimizdeki en güçlü yöntem, daha iyi bir giyim endüstrisi talep etmek.

*

[1] https://www.eea.europa.eu/publications/textiles-in-europes-circular-economy/textiles-in-europe-s-circular-economy
[2] Ellen MacArthur Foundation & International Labour Organisation, 2019
[3] https://globalfashionagenda.org/product/pulse-of-the-fashion-industry-2017/
[4] www.cprac.org/en/news-archive/general/scp/rac-lance-un-nouveau-rapport-opportunites-commerciales-circulaires-dans-le-
[5] https://ellenmacarthurfoundation.org/a-new-textiles-economy

 

Fosil Kapital ve Sonrası: Bu karmaşaya nasıl geldik?

Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları’ndan tartışmalı bir kitap çıktı: “Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır?”. Kitabın yazarı, Andreas Malm, iklim aktivizminin şiddetsizlik ilkesine bağlılığını sorguluyor ve ‘akıllı sabotaj’ adını verdiği mâla zarar veren yöntemleri meşru bir metot olarak görüyordu.[1]

Malm’ın adı kısa süre içerisinde uluslararası medyada gündem olmaya başladı. Tepkiler bölünmüştü. Amerika’nın muhafazakâr haber ajansı Fox News onu “iklim değişikliği ekstremisti” ve “eko-terörist” olarak değerlendirirken, Naomi Klein’a göre “konu [iklim krizi] üzerinde en orijinal düşünenlerden biri[ydi]”.[2]

Bana kalırsa yazarın konuya asıl katkısı — şiddetin meşruluğu sorusuna verdiğiniz yanıttan bağımsız olarak —, Türkçeye kazandırılmamış eseri Fosil Kapital‘de (Fossil Capital) yatıyor. Fosil Kapital, “fosil yakıtların artan tüketimine dayanan ve bu nedenle karbondioksit emisyonlarında süregelen bir büyüme yaratan, kendi kendini idame ettiren bir ekonomi[nin]” doğuşunu ve günümüzdeki işleyişini anlatıyor (Malm, 11).[3] Özetle, kitap, küresel ısınmanın kökenlerini inceleyen bir tarih kitabı. Peki, iklim krizi bugün çözülmesi gereken bir problemken, dönüp değiştiremeyeceğimiz tarihe bakmaya ne gerek var?

Tarihte iklim mi, iklimde tarih mi?

Malm’ın amacı tarihte iklimi araştırmak değil, iklimde tarihi araştırmak (Malm, 5). Şu anda yüzleştiğimiz ve gelecekte yüzleşeceğimiz sorunlar, bu yılın veya herhangi bir yılın emisyonunun sonucu değil; atmosferde biriken toplam emisyonun sonucu. Üstelik, her ne kadar adına Antroposen desek de, dünyayı daha önce görülmemiş bir düzensizliğe iten ‘insan’ aktivitelerinde herkesin aynı derecede sorumlu olmadığının farkındayız.[4][5] Bu sebeplerden, Malm için küresel ısınmanın tarihine bakmak, bizi krizden çıkartacak geçişin formülünü bir önceki enerji geçişinde bulmak için değil, bu geçişin önündeki engelleri anlamak ve kaldırmak için önemli. Malm’ın Marx’a bir atıfla söylediği gibi, “doğa bilimciler şimdiye kadar küresel ısınmayı doğada bir fenomen olarak yorumladılar; ancak asıl mesele, onun insan kökenlerinin izini sürmektir” (19).[6] Kısacası mesele, bu karmaşaya nasıl geldiğimizi anlamak.

Fosil yakıtlar neden tercih edildi?

Başlangıç noktası şaşırtıcı değil: İngiltere, 1800’ler. Kömürle beslenen buhar makinesi, yaşam koşulları arasındaki uçurumun giderek derinleştiği işçi sınıfı ve sermaye sahipleri arasındaki çekişmelerin merkezinde. Buhar makinası, Çartist bir işçi-şair Edwin Mead tarafından işçileri köleleştiren “kana susamış, kibirli, cüretkâr” bir “acımasız Kral” olarak tasvir edilirken; İngiltere’nin dört bir tarafında Watt’ın heykellerini diktiren, onu bir mesih statüsüne yükselten sermaye sahipleri için “güçsüz [= karşı koyamayan] güç”, “saatlice çalışan, viski içmeyen ve hiç yorulmayan” ideal işçi.[7]

21’inci yüzyıla kadar, sanayi devrimi sürecindeki değişim büyük ölçüde E.A. Wrigley’nin kendi kendine yeten ekonomik büyümeyi (self-sustaining growth) temel alan paradigmasıyla açıklanıyordu. Wrigley için Sanayi Devrimi, organik ekonomiden, inorganik ekonomiye geçiş noktasıydı. Aslında organik/inorganik ayrımı kömürün karbon temelli olması dolayısıyla durumu tam olarak tabir edemese de kavramlar günümüzde hâlâ geçerli. Organik ekonomide, üretim toprağa dayanıyordu. Kas gücüne bağlı ekonominin, sürekli arazi genişlemesinden başka kendi kendine büyüme sağlama veya evrenselleşme gibi bir imkânı yoktu. Nüfus kısıtlı sayıda olduğu müddetçe bu bir problem yaratmayabilirdi, ama nüfus artışıyla birlikte ihtiyacın karşılanabilmesi için sulak alanlar (bataklık, longoz, vb.), yamaçlar gibi işlenmeye daha az uygun alanlar ekip biçilmeye başlanmıştı. Daha zor işlenen bu alanlar kârı düşürüyor, birikimi yavaşlatıyor ve ihtiyacı karşılayamıyordu. Wrigley’ye göre Endüstri Devrimi öncesinde, nüfus artışının gerçekleşmesi, verimli alanların yorulması ve ihtiyacı karşılayamayacak hale gelmesiyle toplum bir çıkmazda kalmıştı. Fosil yakıtlara dayalı inorganik ekonomi ise tam da bu darboğazı ortadan kaldırıyordu. Kömür, kas gücüne ve fiziksel sınırlara dayanmaksızın enerji sağlayabiliyordu. Toprak altında kalan geçmişin enerjisini kullanmak, sınırlı yüzey alanı problemini çözüyor ve durgunluğun üstesinden geliyordu. Bu açıdan bakıldığında kömüre geçiş bir tercih değil, zorunlu bir gelişmeydi.

Fakat bu resmin tamamı değil. Sonuçta, buhar makinesinin ve kömürün yükselişi — çoğu yeni teknolojide olduğu gibi — aslında tam bir ‘devrim’ değildi; aniden ve lineer bir çizgide gerçekleşmedi. Kömür, su tekerleği ile bir arada bulunduğu, farklı nedenlerle, farklı kesimlerin bu ikisi arasında çıkar çatışmalarına girdiği bir sürecin sonunda temel enerji kaynağı haline geldi. Sürecin tamamını burada özetlemek mümkün değil ama kaynakların kıtlığı varsayımını sorgulamak mümkün. Örneğin, enerji tarihçisi Robert B. Gordon’ın çalışmaları, dönemde su enerjisinin potansiyelinin varsayıldığı gibi tüketilmediğini gösteriyor. Gordon’ın bulgularına göre 1828’de Irwell, Dervent ve Dove nehirleri başta olmak üzere 11 nehrin toplam potansiyelinin sadece %40’ı kullanılıyordu (Malm, 82).[8] Gordon bulgularının yorumunu şu şekilde yapıyor:  “Sanayi bölgelerinin sürekli coğrafi genişlemesiyle, yüksek başlangıç maliyetleri veya aşırı değişken ulaşım ve diğer maliyetlerle karşılaşmadan daha fazla su gücü elde edilebilirdi. Bundan, düşük maliyetle su gücünün mevcudiyetine ilişkin fiziksel sınırların, endüstrinin gelişimi üzerinde bir sınırlama olmadığı sonucu çıkarabiliriz” (Malm, 82).[9]

Sadece daha fazla su enerjisi üretmek değil, sanayileşmeyi olumsuz etkilemeyecek şekilde enerji üretimini arttırmak mümkündü. Bu, Wrigley’nin enerji dönüşümünü, kıtlığın çözümü üzerinden açıkladığı tezini temelsiz hale getiriyor. Dahası, kömürün daha verimli ve ucuz olduğu savına karşıt durumlar da bulunabilir. Bu açıdan, kitaptaki en çarpıcı örnek, 1824’te Robert Thom tarafından tasarlanan ve Lancashire bölgesindeki Irwell Nehri’ne inşa edilmesi planlanan su tekerleği projesinin gerçekleşememesinin hikayesi. Yapılan projeksiyonlar, su tekerleğinin uzun vadede büyük kazanç getireceğini gösteriyor, dönemin pamuk sermayedarları için basılan Manchester Guardian dergisi projeden “daha fazla avantaj olasılığına sahip az yatırım metodu vardır” şeklinde bahsediyordu (Malm, 107).[10][11] Enerji sağlanacak bölgenin kapsamı haricinde, projeyi çekici kılan Thom’un yeni icadı, otomatik bent kapağıydı.[12] Bu icat sayesinde su tekerleğinin kömür karşısındaki temel dezavantajı, akışın gün içerisinde ve mevsimsel düzensizliği (temporal fluctuation), ortadan kalkıyordu. Thom su kemerine bir şamandıra yerleştirip, onu bir manivelaya bağlamış ve manivelayı bent kapağına sabitlemişti. Böylece, su seviyesi yükseldikçe şamandıra da yükseliyor; kola basıyor ve kanal kapatılıyordu. Benzer şekilde, su seviyesi tekerleği döndüremeyecek kadar azaldığında, şamandıra da onunla alçalıyor; bent açılıyor ve su seviyesi yükseliyordu. Rezervuar kapakları da su akışının durumuna göre açılıp kapanıyordu. Günümüzde gözümüze basit gelen bu icatla, Thom yüzyıllardır su enerjisi önünde duran engeli aşmış, su akışını büyük ölçüde düzenlenmesini sağlamıştı.

Fakat böyle bir projenin gerçekleşebilmesinin belli başka koşulları da vardı. Doğası gereği, akan nehir bir müşterekti. Bu yüzden projenin hayata geçmesi için Parlamento’ya sunulup onaylanması ve yönetiminde ortak kararlar alınması gerekiyordu. 1832’de verilen tasarıya göre kararlar, değirmenden su kullanan bütün insanların toplantıya katılım hakkının bulunduğu yarı-demokratik bir konseyde verilecekti (Malm, 107). Katılımcılar kullandıkları miktara göre inşaat ve bakım için düzenli ücret verecekti. Yine kullanılan miktarla orantılı olarak katılımcıların alınacak kararlardaki etkisi artacaktı. Konseyde verilen kararla belirlenen yetkililer, ücretlerin düzenli ödendiğini, ekipmana düzenli bakıldığını ve arazi alım satımlarının belirlenen kurallara uygun yapıldığını kontrol etmek için görevlendirilecekti. Tasarıya göre oluşacak yönetim bir özel veya anonim şirkete değil, “belediye otoritesi ve kurumsal bürokrasi” arasında; vergilendirme, enerji ihtiyacını karşılama, arzı düzenleme güçlerine sahip bir lokal hükümete benziyordu (Malm, 108). Malm’ın özetiyle, Irwell projesi sayesinde “bir fabrika sahibi ucuz ve düzenli enerji alabilirdi, ama sadece kendi sermayesinin elinden değil.” (Malm, 108). [13] Tasarıyla birlikte, projeye ümitle bakan yatırımcılar arasında fikir ayrılıkları yaşanmaya başladı. Temel problem söz hakkı dağılımının ve kooperasyon gereksiniminin zaten rekabet içerisindeki aynı nehirde konuşlanmış farklı yatırımcılar arasında yaratacağı sorunlardı. Kimi büyük sermayeler projenin kendisine faydasının diğerlerinden az olduğu kanısında olduğu için değişiklik istemiyor, kimi küçük işletmelerse söz hakları dağılımının tüketilen su ile orantılı olmasının kendi işlerini baltalamak için kullanılacağına inanıyordu (Malm, 110-2). Bu sebeplerle, proje Parlamento’dan geçemedi ve 1838’de tamamen askıya alındı. Ortak, verimli ve ucuz enerji kaynağını tercih etmektense, yatırımcılar bireysel çıkarlarını koruyan pahalı alternatifi tercih ettiler.

Kömürün avantajı: İnsan

Pahalı olsa da kömürün avantajları vardı. İstenildiği zaman istenildiği miktarda tüketilebiliyor ve işgücünün bulunduğu yere kolayca ulaştırılabiliyordu. Bu sadece üretim ile pazar arasındaki mesafeyi ortadan kaldırdığı için değil, aynı zamanda, dolaylı olarak, işçilerin iş bırakma eylemlerini değersizleştirdiği için büyük bir avantajdı. Su tekerleğine yatırım yapmak, kırsal alanda bir topluluk oluşturmak, bir koloni kurmak demekti. İşgücü bulabilmek için bölgeyi ilgi merkezi haline getirmek gerekiyordu. Fabrika sahipleri çalışanların bir yandan eğitimini, sosyal aktivitelerini, sağlığını düşünmek zorunda kalıyor; masraflarına bölgede yaşayanlara uygun yaşam koşullarını sağlamak da ekleniyordu. Üstelik çalışan bulmak kolay olmadığı için herhangi bir anlaşmazlıkta üretim aksıyor, iş bırakanın yeri kolayca doldurulamıyordu.[14] Kırsal bölgelerden farklı olarak, sermaye şehirde fabrika kapısının dışındaki hayattan sorumlu değildi. Yoksulluğun ve nüfus yoğunluğunun arttığı şehirlerde, özellikle Manchester ve Londra’da, disiplinli ve uslu ‘eller’ bulmak kolaydı. Bu şekilde, fabrikanın şehirde olmasına izin veren bir enerji kaynağı, sermaye sahibinin karşısında işçi sınıfının müzâkere gücünü elinden alıyordu.

Bu durumun dönemde farkındalığını 1842’de gerçekleşen ve Tıpa İsyanları (Plug Riots) olarak da bilinen, Çartist hareketin en büyük genel grevinde görebiliyoruz. Söz konusu tıpa buhar makinesinin kazanına takılan, makinenin çalışmasında güvenlik önlemi sağlayan tıpaydı. Buhar makinesine zarar vermenin ölümle cezalandırılabildiği dönemde bin beş yüzden fazla işçinin yargılanmasıyla sonuçlanan grevde, işçiler ya yerlerini değersiz kılan makineyi tıpayı çekerek sabote edip çalışmaz hale getiriyor ya da onu besleyen kömürün marketten çalınmasını hedef alıyordu (Malm, 228). Tüm bunlar gözetilerek buhar gücünün temel yakıtı olarak kömürün; iş birliği ve planlama gerektirmediği, marketteki rekabeti sürekli besleyebildiği ve taşınabilirliği sayesinde işgücü bulmayı kolaylaştırdığı için tercih edildiğini söyleyebiliriz.

Bundan sonrası?

Fosil enerjiye geçiş uzak geçmişte kalmış olabilir, ama fosil kapital günümüzde de benzer şekilde hareket ediyor. Marketteki rekabeti sürekli kılabilmek için fosil yakıta dayanan sermaye düzenlenmedikçe, “fabrikaları, fosil enerjinin yeni büyük tüketim döngüleri aracılığıyla, emek gücünün ucuz ve disiplinli olduğu, artık-değer oranının en yüksek olacağı vaat ettiği durumlara” taşımaya devam ediyor (Malm, 333).[15]  Malm bu hareketi, kitabın sonuna doğru, “Dünyanın Bacası Olarak Çin” (China as the Chimney of the World) bölümünde inceliyor. 2002’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla birlikte yabancı yatırımların önündeki engeli kaldıran Çin’in 2002-7 arasında karbondioksit emisyonları yıllık %13 artış gösterdi (Malm, 331). Bu aralıkta toplam emisyonun yüzde 48’i ise ihraç edilen ürünlerin emisyonuydu (Malm, 331). Üretim-emisyonu temelli hesaplamaların bu gibi yüksek rakamları göz ardı ettiğini fark eden araştırmacılar, emisyon hesaplarına “ticarette somutlaşan emisyon” (emissions embodied in trade, EET) adı verilen kriteri katmaya başladılar. Örneğin, bu şemada, 2019 yılında ihracat emisyonu %14 olan Çin’in toplam üretim emisyonundan %14 düşülüyor ve bu oran ihracatın yapıldığı ülkelere ihracat büyüklüğü oranında ekleniyordu.[16] Böylece emisyon oranlarını düşürmesi gereken Çin’de üretimde bulunanlar değil, ABD içerisinde Çin’den ithal edilen ürünleri alan tüketiciler oluyordu.

Ticaretin emisyondaki önemi yadsınamaz olsa da ticarette somutlaşan emisyonun tüketim odaklı olduğu için sorgulayamadığı bir kör noktası var: Üretimin uluslararası boyutu. Bu kör noktanın izdüşümünü tüketici talebini emisyonların tek belirleyici faktörü olarak gören kampanyalar ve politikalarda görmek mümkün.[17] Oysa bu emisyonların artışını tetikleyen ABD’deki tüketicilerin — birbirinden farklı sosyo-ekonomik koşullarla belirlenen — satın alma alışkanlıkları değil, ucuz ve disiplinli iş gücü bulmanın kolay olduğu yerlere göç eden üretimcilerin kararları. Ne Walmart’ta rafların önünde Çin’den ithal edilen tabakları yerel kaynaklarla el emeğiyle yapılmış pahalı tabaklara tercih eden ortalama bir Amerikan tüketicisi, ne de saatlik ücreti 3 dolardan düşük olan uluslararası bir şirketin fabrikasında çalışan işçi, üretim sürecinin nasıl düzenleneceği konusunda söz sahibi değildi. Bu emisyonun yaratılmasında rol oynamadı ve bundan kazanç sağlamadı. İklimde tarihi bulmak istiyorsak, işgücü ile kapital arasındaki ilişkiye bakabilmemiz ve iklim krizi karşısında önerilen çözümleri bu ilişkiyi gözeterek değerlendirmemiz gerekiyor.

Geçtiğimiz yirmi yılda jeomühendislik alanında yapılan araştırmalar ve yatırımlar gözle görülür bir artış gösterdi. İnsanların çevreye müdahale etmesi ne yeni ne de problemli bir durum ama çözüm olarak önerilen bazı projeler kimin yararının öncelik görüldüğünü sorgulatır cinsten. Örneğin, Paul Crutzen’ın ileri sürdüğü, volkanik patlamaları taklit etmesi öngörülen ‘Pinatubo seçeneği’ projeler arasından en dikkat çekeni. Atmosfere düzenli aralıklarla sülfat aerosollerinin salınmasıyla güneş ışınlarını engelleyen, böylece ısı artışını durduracak bir tabaka oluşturulması bekleniyor. Her geçen yıl daha fazla sülfat gönderilecek olsa da hem sülfatın ucuz olması hem de var olan teknolojilerle bunun gerçekleştirilebilecek olması bu çözümü çekici kılıyor.

Çözümün tabii ki problemleri de var: Ozon tabakasının hasar görmesi, gökyüzünün beyazlaşması/renk değiştirmesi, gün ve gece, kış ve yaz arasındaki dengenin değişmesi gibi. Daha vahimi, bir terslik yaşanırsa, biriken karbondioksit emisyonlarının etkisinin bir çığ gibi hissedilecek, neredeyse 3 dereceyi bulacak bir ısı artışını bir anda gerçekleşmesine sebep olacak olması. Bu dezavantajlara rağmen projenin çare olarak görülmesi tam da iklim krizinin insan kökenlerinin görmezden gelinmesinden kaynaklanıyor. İşlerin olağan gidişatını bozmamak, toplum yararına ve 1,5 derece hedefinin ulaşılmasını daha çabuk sağlayacak fosil yakıtların terk edilmesi temelli bir dönüşümden daha kolay geliyor. Aslında inovasyonun, farklı düşünmenin sınırlarına eriştiğimizin örneği olarak yüceltilen bu ve benzeri çözümlerde, bizi çevreleyen sistemden farklı düşünemeyen kısır bir hayal gücüyle karşılaşıyoruz.

Peki ya alternatif ne? Bir değil, birçok çıkış mümkün. Hepsinin ortak noktası: Planlı, katılımcı, eşitlikçi dönüşüm politikaları. Malm bu noktada kesin bir yol çizmese de eko-Marksist, Leninist bir perspektifle devlet kontrolünün arttığı planlı bir çözümü destekliyor. Kitaptan sapıp ne devletin ne özel sermayenin işletmediği, ortak yönetilen müşterekleri de düşünülebilir. Böyle bir çıkış yolunu da bir sonraki değerlendirmede, Derek Wall’un Elinor Ostrom’un müşterekler üzerine yaptığı çalışmaları irdeleyen “Elinor Ostrom’s Rules for Radicals: Cooperative Alternatives Beyond Markets and States” kitabında incelemek üzere.

Sonsöz

Aslında kitap değerlendirmelerinin amacı okuyucuyu yeni çıkan eserler hakkında bilgilendirmek, kitabevine girip raflar arasında dolanırken seçim yapmasına yardımcı olmaktır. Dolayısıyla bu yazı geleneksel anlamda bir değerlendirme değil. Belki de bir çağrı; öncellikle, okuyucuya. Biraz özet biraz yorumla kitaptan aktardığım bu parçalar ilginizi çektiyse, Fosil Kapital’in zamanınıza ve dikkatinize değer olduğunu söylemek için. Sonra da yayınevlerine, kitabın Türkçeye kazandırılması için.

Yazar hakkında

Andreas Malm, İsveçli yazar ve akademisyen. Lund Üniversitesi’nde insan ekolojisi alanında doçent olarak görev yapmakta, aynı zamanda Historical Materialism (Tarihsel Materyalizm) dergisinin editör kurulunda yer almaktadır. Fossil Capital haricinde, “How to Blow Up A Pipeline” (Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır) ve “White Skin, Black Fuel” (Beyaz Deri, Siyah Yakıt) kitapları ile tanınıyor.

Kaynakça

Malm, Andreas, Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming, Verso, 2014.

*

[1] Yazarın kitabın temel argümanını özetlediği Guardian makalesine buradan ulaşabilirsiniz.
[2] İlgili Fox News haberlerine buradan ve buradan ulaşabilirsiniz. Naomi Klein’ın Andreas Malm hakkındaki yorumları için ise This Changes Everything: Capitalism vs. the Climate, pp. 11, 31.  
[3] Cümlenin orijinali şu şekilde: “(…) an economy of self-sustaining growth predicated on the growing consumption of fossil fuels, and therefore generating a sustained growth in emissions of carbon dioxide” (Malm, 11).
[4] Bu yazıyı kaleme alırken Kylie Jenner’ın özel jet almış olması, ister istemez geçim emisyonları ve lüks emisyonlar arasındaki farkı hatırlatıyor. İnsan şu haberde gösterilen uçurumu görmezden gelebiliyor.
[5] Antroposen anlatısının eleştirisi çoktan yapıldı. Terimin dönüşümünü en güzel Donna Haraway’in “Making Kin: Antroposene, Capitalocene, Chthulucene ve Plantationocene” bölümünde görmek mümkün.
[6] Cümlenin orijinali şu şekilde: “Natural scientists have so far interpreted global warming as a phenomenon in nature; the point, however, is to trace its human origins”.
[7] Şiirin tamamına buradan ulaşabilirsiniz. Buhar makinelerinin sermaye sahiplerinin aktardıkları “güçsüz güç” (“powerless power”) ve “saatlice çalışan, viski içmeyen ve hiç yorulmayan makine” (“the engine keeps good hours, drinks no whiskey, and is never tired”) söylemleri, yazarın dönemin gazetelerinden alıntısı (Malm, 194-5).
[8] Kaynak makale: Gordon, Robert B., “Cost and Use of Water Power during Industrialization in New England and Great Britain: A Geological Interpretation”, The Economic History Review, 36.2 (1983): 240-59.
[9] Cümlenin orijinali şu şekilde: “More waterpower could have been obtained by continued geographical extension of the industrial districts without encountering either high initial costs or excessive variable, transportation, or other costs. It follows those physical bounds on the availability of waterpower at low cost was not a limitation on the development of industry” (Malm, 83).
[10] Karşılaştırmak gerekirse, Irwell’deki su tekerleğinden tek seferde sağlanabilecek ortalama güç 1,666 hp (horsepower = ~746 vat/dk) iken, İngiltere’deki buhar makinelerinin ortalama kapasitesi 29 hp idi. Hidrolik güç aynı zamanda kömür gibi sürekli bir harcama gerektirmiyor ve su tekerleği buhar makineleri kadar aşınma ve yıpranma göstermiyordu (Malm, 99).
[11] Cümlenin orijinali şu şekilde: “(…) there are very few modes of investing capital which hold our fairer prospects of advantage”.
[12] İngilizcesi “self-acting sluice” olan bu icadı, daha doğrusunu bilemediğimden, ‘otomatik bent kapağı’ olarak çevirdim.
[13] Cümlenin orijinali şu şekilde: “A mill-owner would receive cheap and regular power, but not from the hands of its own capital”.
[14] Tabii ki burada özgür olmayan işçilerin, köleliğin tarihini de unutmamak gerekiyor. Malm 1807’de imzalanan köle ticaretini yasaklayan kanunu, koloni tipi su enerjisinden kömür enerjisine dönüşümü hızlandıran sebeplerden biri olarak sunuyor.
[15] Cümlenin orijinali şu şekilde: “Globally mobile capital will relocate factories to situations where labour power is cheap and disciplined — where the rate of surplus-value promises to be largest — by means of new rounds of massive consumption of fossil energy.”
[16] 2019 EET verilerine buradan ulaşılabilir.
[17] Organik ve lokal beslenmek, hızlı modadan kaçınmak, doğaya inzivaya çekilmek gibi tavsiyelerle üretilen ana akım çevrecilik söylemleri, çoğu zaman bu davranışları imkansızlaştıran sosyal eşitsizliği göz ardı ediyor.

Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyelim: Bir endüstri manifestosu

Yalan söylemek son zamanlarda birçok alanda çeşitli kuruluşların en önemli meziyeti haline geldi. Herhangi bir şeyi gizlemek, örtbas etmek ya da çarpıtmak için aleni yalan söyleyen birçok kurumdan çeşitli araştırmalar sayesinde haberdar oluyoruz.

Bu yalan söyleme yöntemiyle birçok farklı formlarda karşılaşıyoruz. Özellikle endüstrinin yürüttüğü faaliyet, birçok farklı formlarda olabiliyor. Çoğu zaman tüketiciyi yanıltmaya dönük olan bu yalan söyleme biçimi ile etiketlemede, reklamlarda, röportajlarda ve bazı faaliyetler sırasında karşılaşabiliyoruz. Örneğin faaliyetleriyle doğaya zarar veren bir inşaat, silah, petrokimya, plastik, plastik ambalajlı ürün veya madencilik şirketi, Dünya Temizlik Günü, Dünya Kanser Günü, Dünya Limitaşımı Günü ya da benzeri bir günde çeşitli paravan STK’ları da kullanarak faaliyetlerde bulunabiliyor. Böylelikle de azaltmayı vaat ettiği sorunun da aslında bir kaynağı olduğunu gizlemeye çalışıyor. Dolayısıyla buna aleni bir yalan söyleme faaliyeti denilebilir.

‘Fırsatı’ gören geliyor

Bu duruma daha açık bir örnek verecek olursak bir plastik streç film üreticisi ya da plastik ambalajlı temizlik malzemesi ya da benzeri plastik ambalajlı yiyecek içecek üreticisi firmanın, doğayı hem en fazla kirleten unvanına sahip olup hem de paravan kuruluşlar yardımıyla çevre temizliği faaliyeti yürütmesinden bahsedilebilir. Benzer şekilde kirletici şirketlerin bir araya gelerek oluşturduğu ve paravan STK’lar üzerinden de algı kastıkları “Plastik kirliliğine karşı X girişim” vb. adı altındaki oluşumlar da bu yalan söyleme faaliyetinin aleni örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. İşte geçtiğimiz ay Planet Tracker adlı bir kuruluş tarafından yayınlanan bir rapor bu durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor!

Raporda plastik atıklara karşı çoğunluğu petrokimya alanında faaliyet gösteren firmaların oluşturduğu birliğin beş yıllık olarak belirledikleri hedefin ilk üç yılında, 9 milyon ton plastiği azaltma ya da geri dönüştürme hedefinin yalnızca %0,04’üne ulaştığı belirtiliyor. Bu girişime her yıl daha fazla üye katılmasına rağmen, plastik çöp üretme ya da bir şekilde değerlendirme hedefi değişmemiş. Üstelik azalmış. Yani çok üye katılınca artması gereken hedef aksine azalmış. Fırsatı gören tüm fırsatçı kirletici şirketler olaya dâhil olmuş. Rapora göre, bu girişimin üyeleri aynı zamanda ABD’deki plastik kirliliğine karşı yapılması planlanan vergi düzenlemesine karşı çıkan bir kuruluşun da üyesiymiş. Demiştik ya fırsatı gören kirletici yalana ortak olmuş.

Benzer barizlikte bir başka örneği de, sağlık açısından her türlü kansere ve hastalığa neden olabilen kimyasalları barındıran plastik üreticileri ve onların lobi kuruluşlarının sağlık sektörü için üretilen plastikler üzerinden “plastik çok yararlıdır” yalanını aleni olarak yaymaları olarak verebiliriz. Çünkü yine geçtiğimiz ay yayınlanan bir başka raporda tıbbi amaçlı kullanılan plastikler ile meme kanseri arasında önemli bir ilişki olduğu tespit edilmiş. Yani siz tedavi olmak üzere bu plastiklerle (başka bir şey içerisinde alma şansınız olmayan) sunulan bir tıbbi ürün yüzünden kanser olma riskiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Üstelik bir de plastiğin zararlı olduğunu dile getirdiğinizde de kanser yapan plastik üreticileri tarafından plastiğin sağlık alanında yaptığı katkıları görmezden gelmekle suçlanabiliyorsunuz. Bakın bugün plastiğin üretimi, faydası ve avantajlarıyla ilgili tüm kurumsal raporlarda ya da web sitelerinde sağlık ve çocuk temaları en önde. Bir de mutlu aile tabloları var. İşte bu aleni bir yalancılık ve manipülasyon. Daha açık bir tabirle kamuoyunu yanıltma suçu. Bunun yasal bir yaptırımı olmalı diyeceğim ama ne yazık ki bulunduğumuz dönemde bunun yasal maliyetini ortaya koyacak bir mekanizma henüz mevcut değil ya da şartlar ona elverişli değil.

Kanda mikroplastik bulununca niye şaşırıyorsunuz?

Sağlık amaçlı kullanılan plastiklerin yarattığı kanser riskine geri dönecek olursak ortada ciddi bir kamuoyunu yanıltma olduğunu söylemiştik. Artık hepimizin bildiği bir gerçek var ki o da plastik eklenti kimyasallarının hormon bozucu ve kanserojen özellikte olduğu! Özellikle damar yolu gibi, serum izotonik plastikleri gibi çok çeşitli plastik ürünler özellikle fitalatlar açısından ciddi bir risk içeriyor. Benzer şekilde bu plastiklerle biz çok sayıda mikro ve nanoplastiği doğrudan damar yolu ile vücudumuza alıyoruz. Sonra da kanımızda plastik bulununca şaşırıyoruz. İşte bunlar hep endüstrinin yalanları ve manipülasyonları ve aşırı kar hırsının hayatımızı soktuğu içinden çıkılmaz hal. Tabii bunda etkin bir yaptırım mekanizması kurmak yerine endüstriye çanak tutan karar alıcılık yaklaşımı da var. Bir de bu endüstriyi aklamaya gönüllü paravan STK’ları da eklersek işte ortaya bol yalanlı bir entrikalar silsilesi çıkıveriyor.

İşte tüm bu hikaye bir endüstri manifestosu!

[Bir şarkının hikayesi] Because/ Beatles

Beatles şarkıları arasında Youtube’da en çok görüntülenme rekoru halen “Hey Jude”un elinde bulunuyor.

Paul Mc Cartney’in bu şarkıyı ebeveynlerinin ayrılmasından büyük üzüntü duyan John Lennon‘un oğlu Julian için yazdığı, sonrasında da nakaratı “Hey Julian” yerine “Hey Jude” olarak değiştirdiği biliniyor.

Youtube’daki tıklanma sayısı son bir yılda 80 milyon artarak 332 Milyonu geçen ve günümüzde en çok bilinen Beatles şarkılarından biri olan bu olağanüstü şarkı, Y kuşağının romantik ozanı Ed Sheeran’ın  “Shape of You”sunun 5.7 milyarlık görüntülenme rekorundan bir hayli uzakta kalsa da zamanın ötesine geçen birçok  Beatles klasiği gibi şüphesiz  nesiller boyunca dinlenecektir.

Mozart vs Saileri

Beatles’ın ve şarkılarının insanların hafızasından tümüyle silindiği ve sadece genç bir gitaristin o harika melodileri hatırlayabildiği romantik komedi “Yesterday”de, filmin kahramanı Jack Malik, senaryo gereği kendi bestesi gibi sunduğu “Long and Winding Road” ile Ed Sheeran’la rekabete girer. Hayranlıkla şarkıyı dinledikten sonra iddiayı kaybettiğini itiraf eden ünlü sanatçı üzgün bir ses tonu ile bu Beatles melodisini bir Mozart bestesinin kusursuzluk ve evrensellik boyutuna taşırken kendisine de Mozart’la umutsuzca rekabet eden İtalyan besteci Salieri’ye benzetir.

Ama konumuz bu genç İngiliz ozanının alçak gönüllülüğü ve Liverpool’un efsane dörtlüsüne olan hayranlığı değil.

Yesterday, Let It be, While My Guitar Gently Wheeps,…elbette bu şarkıları günümüz müzikseverlerinin çoğu biliyor ama daha az bilindik Beatles şarkılarından biri olan Because’un hikayesi bizim  konumuz.

Tersine Ayışığı Sonatı

Abbey Road albümünün bu eşsiz şarkısını bu denli eşsiz yapan sihirli dokunuşlar bir gece Yoko Ono’nun piyanoda  Beethoven’ın “Ayışığı Sonatı” olarak da bilinen “Opus 27, 2 No’lu sonata”sını çalması ile başlamıştı. Müziğe kulak kabartan John Lennon, Yoko’dan şarkıyı tersine çalmayı denemesini istemişti. Elbette ondan istediği tüm notaları değil sadece arpejleri tersine çalması idi.

Piyanonun başına geçen Lennon’un sonattaki arpejleri önce tersine ve sonra tekrar düz olarak çalmayı keşfetmesi ve araya bas notaları da eklemesi çok sürmeyecekti.

“Do diyez minör sonat”tan esinlenilen şarkı, esin kaynağında olduğu gibi “Do diyez minör” ile başlıyordu ve Lennon şarkının devamında kullandığı sıra dışı akorlar ile sonattaki hüznü bir pop şarkısında yansıtmayı başarmıştı.

1 Ağustos 1969, Lennon’un EMI Stüdyoları’nda şarkıyı grup arkadaşlarına tanıştırdığı gündü. Sanatçı parçayı gitarda çalmıştı ama bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Prodüktör Geoerge Martinakorları klavsenle tekrarlarsam nasıl olur “diye sorduğunda fikri çok beğendi. Böylece klasik bir şarkıdan esinlenerek yazdığı melodiye klasik bir yorum katmış olacaklardı.

“Because”, grubun beraber olarak kaydettikleri son şarkı olarak tarihe geçecekti çünkü Eylül ayında Lennon Beatles’tan ayrıldığını açıklayacaktı.

Şarkı, üç Beatles üyesinin de vokal yaptığı tek Beatles şarkısıydı. George, Paul ve John, şarkıyı üç ayrı seste söylemişlerdi. John melodiyi söylerken, George pes vokalde idi. Paul ise en yüksek harmoniyi söylüyordu. Şarkıda davul olmadığı için Ringo bir metronom gibi alkışla tempoyu tutuyordu.

George Martin kitabında Ringo’nun şarkıdaki rolünü “All You need is Ears” şeklinde bir Beatle’a yakışan benzetme ile tanımlayacaktı.

Üç Beatle büyük bir ciddiyetle o gün 23 farklı kayıt aldı. Bitap bir şekilde kayıt odasına girip tüm kayıtları dinlediklerinde bir saat öncesinde aldıkları 16’ncıkaydın mükemmel olduğunu fark ettiler ve o kaydı seçtiler. George Martin de vokalleri üz kere üst üste kaydederek dokuz ses etkisini yaratmayı başaracaktı.

 

Şarkıdaki eşsiz vokal ve harmoniyi çok daha iyi anlamak için 28 Ekim 1996’da yayınlanan “The Beatles Anthology”deki a cappella kaydı dinlemek gerekir. Üçlünün vokalinin uyumu ve bunun mükemmel bir şekilde üçe katlanması müthiş bir hassasiyet gerektiriyordu ve sonunda meleksi saflıkta bir kayıt ortaya çıkmıştı.

Birçok kişinin Beatles’ın en iyi albümlerinden biri olarak tanımladığı “Abbey Road”da “Because “gibi sofistike bir şarkının varlığı, albüme çok önemli bir katkı sağladı. Grubun üyelerinin kendileri de şarkıyı farklı bir yere koydu.

Paul Mc Cartney, 1969’da “İkinci yüzdeki “Because”u çok sevdim” derken,  George Harrison ise “Paul genellikle daha tatlı melodiler yazar, John ise tuhaf ama daha çok rağbet gören şarkılar yazar, bunu inkar edemeyiz. Ama “Because” gerçekten yazdığı en güzel şarkılardan biri ve benim de albümde en çok beğendiğim şarkı çünkü çok basit ve insanlara gerçekten dokunuyor” demişti.

 

Ses mühendisi Geoff EmerickHere there and everywhere” adlı kitabında “Because”un kaydı sırasında stüdyodaki ortamı şöyle anlatmıştı.

O gün dört Beatle’ı en iyi halleriyle gördüm: Hepsi yüzde yüz konsantre olmuştu. Ringo bile gözleri kapalı sessizce oturuyor, grup arkadaşlarını en iyi performansları için destekliyordu. Hepsi birlikte o vokali elde etmek için çalışıyordu. Yıllardır çok büyük ölçüde eksik olan ekip çalışmasının çarpıcı bir örneğiydi. Yakaladıkları bu ruhu biraz daha uzun  sürdürebilmiş olsalardı Beatles’ın daha  neler başarabileceğini hayal bile etmek çok cazip geliyor. “ 

Kaynakça

  • Zollo, P. (2020) Behind the song :The Final Beatles Song
  • Society Rock, 5 facts about Because –
  • Youtube, Because and John Lennon: Deconstructing the Beatles.com
  • Rybaczewsk D.,The Beatles Music History, “Because”

Uzay turizmi önemli bir ‘iklim riski’ oluşturuyor

Yazan: Phil McKenna

Yeşil Gazete için çeviren: Özge Altaş Güven

*

Yakın zamanda yapılan yeni bir çalışmaya göre, gelişen uzay turizm endüstrisi önemli oranda küresel ısınmayı tetiklerken, aynı zamanda Dünya’da yaşamı sürdürmek için çok önemli olan koruyucu ozon tabakasını da tüketebilir. Earth’s Future’da yayımlanan bulgular, dünyanın en zengin insanlarından bazılarının körüklediği “milyarder uzay yarışı” hakkında endişe uyandırıyor.

Çalışmanın odak noktalarından biri, roket yakıtının yanmasından kaynaklanan siyah karbon veya kurum emisyonları. Fosil yakıtların veya biyokütlenin yakılmasından elde edilen siyah karbon, güneşten gelen ışığı emer ve termal enerjiyi serbest bırakarak onu güçlü bir iklim ısıtan madde haline getirir. Daha düşük irtifalarda ise, siyah karbon gökten hızla düşer ve atmosferde yalnızca birkaç gün veya hafta kalır. Bununla birlikte roketler uzaya fırlatıldıkça Dünya’ya geri düşmeden önce dört yıla kadar güneş ışığını emerek ve ısı yayarak kaldığı stratosfere siyah karbon yayar.

Siyah karbon riski

Çalışma, stratosferde yayılan siyah karbonun iklim için, dünya yüzeyindeki veya yakınındaki benzer emisyonlardan yaklaşık 500 kat daha zararlı olduğunu buldu. Tüm uzay uçuşlarından kaynaklanan siyah karbon emisyonları şu anda nispeten düşük olsa da uzay turizminin her geçen gün büyüyeceğine yönelik tahminler doğru çıkarsa, bu oran hızla artabilir.

Araştırmanın baş yazarı ve University College of London‘da araştırmacı olarak göre yapan Robert Ryan, “Uzay turizm sektörünün umut ettiği uzay lansmanlarındaki büyük artış, üst atmosfere siyah karbon parçacıkları ekleyerek iklim için risk oluşturuyor” diyor ve ekliyor: “Bu endüstri kontrolden çıkmadan önce çok dikkatli düşünmeliyiz. Yılda binlerce roket fırlatıyoruz, 50 veya 100 yıl sonra geriye dönüp ‘Keşke bir şeyler yapsaydık’ diye düşünmek insanlık için gerçek bir utanç olurdu.”

Ryan ve meslektaşları, uzay uçuşlarının etkisini hesaplamak için, 2019’da dünya çapında fırlatılan 103 roketten salınan tüm kirleticilerin bir envanterinin yanı sıra, yeniden kullanılabilir roketlerin atmosfere geri dönüşüne ve Dünya atmosferinde kalan uzay çöplüğüne ilişkin veriler üretti.

Küresel ısınmaya yüzde 6 katkı

Araştırmacılar daha sonra, ozon tabakasının incelmesi ve bu faaliyetlerin iklim değişikliği üzerindeki etkilerini belirlemek için emisyon verilerini atmosferik kimya ve ısı transferi modellerine bağladı. Ayrıca uzay turizmi şirketleri Virgin Galactic, Blue Origin ve SpaceX‘ten kaynaklanan potansiyel emisyonları hesaplamak için planlanan uçuşlara ilişkin tahminleri de verileri eklediler. 

Sonuçlara göre, günde bir defadan fazla roket fırlatılmasından sadece üç yıl sonra, uzay turizmi küresel siyah karbon emisyonlarının yüzde 0,02’sine katkıda bulunmasına rağmen, siyah karbon emisyonlarından kaynaklanan ısınmanın yüzde 6’sını oluşturacak. 

Çalışma ayrıca roketlerin, gezegeni güneşten gelen zararlı ultraviyole radyasyondan koruyan Dünya’nın atmosferik ozon tabakasını tükettiğini de ortaya koydu. Buna göre, katı, klor bazlı yakıtları yakan roketler, ozonu yok eden kloru doğrudan stratosfere salarak ozona zarar veriyor. Kloroflorokarbon (CFC’ler) gibi klor içeren kimyasallar, 1987’de kabul edilen atmosferik ozonu korumaya yönelik uluslararası bir anlaşma olan Montreal Protokolü uyarınca yasaklanmıştı, ancak katı yakıtlı roketler yasağın bir parçası değil.  Kullanılan yakıt türünden bağımsız olarak tüm roketler, stratosfere yeniden girdiklerinde ek olarak azot oksit emisyonlarıyla ozon tabakasının delinmesine katkıda bulunuyor.

Roket fırlatmalarının iklim ve ozona olan etkilerini de inceleyen ve temmuz ayında yayımlanan ikinci bir çalışma da benzer sonuçlara ulaştı. JGR Atmospheres‘de yayımlanan çalışma, uzay turizminden kaynaklanan artan emisyonların aynı zamanda küresel atmosferik dolaşımı bozacağını ve havanın tropik bölgelerden üst atmosferdeki kutuplara taşınmasını yavaşlatacağını öngördü.

Çalışmanın baş yazarı ve Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nde bir araştırma bilimcisi olan Christopher Maloney, dolaşımdaki bu yavaşlamanın Kuzey Yarımküre’de atmosferik ozon konsantrasyonlarında bir azalmaya yol açacağını söyledi: “Ozonu etkileyen herhangi bir şey gördüğünüzde, daha fazla araştırmaya değer.”

Dünya’nın yararına mı?

Washington merkezli Sürdürülebilir Kalkınma Enstitüsü’nün araştırma direktörü Stephen Andersen de son çalışmaların, NASA‘da görev yapan bilim insanlarının yaklaşık yarım yüzyıl önce ilk kez gündeme getirdiği roket fırlatmalarıyla ilgili iklim ve ozon endişelerini daha da artırdığını söyledi.

Andersen, NASA ve diğerleri tarafından yapılan araştırmalar hakkında “Son 45 yılda aynı sonuca vardılar,” dedi: “Mevcut emisyonlar şu anda önemli bir kaynak değil, ancak uzay uçuşlarının tahminleri doğru çıkarsa inanılmaz derecede önemli olacaklar.”

İngiliz milyarder Richard Branson tarafından kurulan ve New Mexico’daki “uzay limanından” yılda 400 uçuş yapmayı uman ABD’li uzay uçuş şirketi Virgin Galactic, sorularımıza yanıt vermedi. Ancak şirket, uzay turizminin yarattığı iklim endişelerinin farkında görünüyor. Virgin Galactic, ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu‘na sunduğu en son yıllık mali raporunda, şirketin “küresel iklim değişikliğinden veya bu değişikliğe yasal, düzenleyici veya piyasa tepkilerinden olumsuz etkilenebileceğini,” belirtti.

Amazon‘un kurucusu Jeff Bezos’un sahibi olduğu uzay turizmi şirketi Blue Origin ise, uzay çalışmalarıyla “Dünyanın yararına uzayda yaşayan ve çalışan milyonlarca insanı” öngörüyor. Bu şirketin yöneticileri de yorum talebine yanıt vermedi.

Blue Origin’in roketleri ise sıvı hidrojen ve oksijen yakıyor, su buharı ve nitrojen oksit salıyor, ancak siyah karbon yaymıyor. Ryan, üst atmosferdeki hidrojen yakıtlı roketlerden kaynaklanan emisyonların diğer roket türlerine göre daha az tehdit oluşturduğunu, ancak stratosferdeki azot oksit emisyonlarının ve yeryüzünde sıvı hidrojen üretiminden kaynaklanan emisyonların hala bir endişe kaynağı olduğunu söyledi.

SpaceX’in kurucusu ve dünyanın en zengin insanı Elon Musk, geçen aralık  ayında sosyal medya hesabından SpaceX’in atmosferden karbondioksiti yakalayıp roket yakıtına dönüştürmeyi planladığını duyurmuştu. Musk ayrıca karbon yakalama teknolojisinin geliştirilmesi için 100 milyon dolarlık bir çalışmayı de finanse ediyor. Ancak birçok firma karbondioksidi yakıta dönüştürmeye çalışsa da, bu tür çabalar kanıtlanabilmiş değil. Karbondioksitten elde edilen yakıtı yakan roketler de muhtemelen üst atmosferde siyah karbon ve azot oksit emisyonlarına neden olacak.

Andersen, emisyonları azaltma çabalarının faydalı olduğunu, ancak artan ticari uzay uçuşlarının neden olduğu iklim ve ozon tehditlerini engellemek için uluslararası düzenlemelere ihtiyaç olduğunu söyledi:  “Harekete geçmeden önce düşünmeleri ve etkiyi en aza indirgemek için tüm seçenekleri göz önünde bulundurmaları gerekiyor. Bu girişime izin vermenin toplum için faydalı olup olmadığına dair nihai karar, bir tür yönetişim yolu ile verilmelidir.”

Makalenin İngilizce orijinali

Çiğ beslenme Dünya’yı kurtarır mı?

Çiğ beslenme nedir, ne değildir? İnsan sağlığı için çok pişmiş yiyecekler mi az pişmiş olanlar mı daha iyi? Beslenme alışkanlıklarımızı değiştirmeli miyiz, öyleyse nasıl?

Raw Food, Türkçe adıyla çiğ beslenme, sebzeleri ve meyveleri en saf hâlleriyle hiçbir işlem görmeden yemeye dayanan bir beslenme tarzı. Doğada bulunan tüm besinlerin içinde birbirinden farklı vitaminler, proteinler ve mineraller bulunuyor. Raw Food, bu bileşenlerin vücudumuza hiçbir işlem görmeden girmesine dayanan, çiğ ya da en çok 45C O ’ye kadar ısıtılmış gıdaları da içine alan bir beslenme türü.

Yeni İnsan Yayınevi‘nden Elçin Oflaz imzasıyla çıkan Raw Food, bu beslenme şeklinin felsefesinin yanı sıra çok sayıda “sağlıklı tarif”e ve bunların nasıl, hangi gereçlerle yapılacağına günlük uyku süresi, yapılacak egzersizler gibi bilgilere yer veriyor.

Oflaz’la bu beslenme türü üzerine konuştuk.

Elçin Hanım, Raw Food Beslenme kitabınızın ikinci baskısı raflarda yerini aldı, öncelikle Raw Food beslenmenin ne olduğunu ya da ne olmadığını kısaca özetleyebilir misiniz?

Raw food çiğ ya da en çok 46 dereceye kadar ısıtılmış gıdalar için kullanılan bir tanım. Sebzeler 46 derecenin üzerinde piştiği zaman %50 ile %75 oranında enzim ve vitaminlerini yitiriyor. Bu bilgiye dayanan beslenme tarzı, dünyada çoğunlukla vegan beslenmeyi temsil ediyor. Başta enzimler olmak üzere, vitamin, mineral ve protein açısından zengin bir beslenme biçimi Raw Food. Dünya nüfusunun çok arttığı ve küresel ısınmanın bizi tehdit ettiği, acil çözümler almamız gereken bu yüzyılda, sürdürülebilir tarım ve ekosistemimiz için daha uygun bir sistem olduğu düşünüyorum. Bu sistemde, yiyeceklerin tamamının değilse bile %60 -70’nin çiğ tüketilmesi büyük fayda sağlar. Raw food hazırlama yöntemleri sadece salata gibi çiğ olmak zorunda değil, bu noktada devreye bizim gibi damağına düşkün şefler giriyor. Böylelikle çiğ beslenme değişik teknikler, işlemler ve aletlerle çok lezzetli gurme bir yemek biçimi haline geliyor.

Birleşik Devletler’de uzun yıllar psikoloji alanında çalıştıktan sonra,  çiğ beslenmeye geçiş süreciniz nasıl oldu, biraz bahseder misiniz?

Bundan 12 sene evvel doktorlar haşimato hipotiroit olduğumu söylediler. Kilo alıyordum, yorgun hissediyordum, sisli beyin gibi diğer semptomlarım da vardı. Doktorlar sadece hormon hapları almamı söylediler.  Stres, uykusuzluk, kötü beslenme gibi durumlar bağışıklık sistemimi ve yaşam tarzımı olumsuz etkiliyordu. Doktorlardan fayda olmayınca kendimi iyileştirmek için araştırmalara başladım ve 80 yıllık bir sağlık entitüsünü buldum. Hippocrates Wellness’te üç hafta boyunca %100 raw vegan beslendikten sonra antikorlarım düştü ve baktım iyi geliyor, hayat şeklimi değiştirmek üzere 3,5 aylık sağlıklı beslenme danışmanı programlarına katıldım. Yani bir hastalık başlangıcıyla hayatım değişmiş oldu.

Kitabınızda çocuk menüleri, içecekler, tatlılar ve çok çeşitli tarifler var. Raw Food beslenmede olmazsa olmaz dediğiniz besinler ve yöntemler hangileri?

Olmazla olmazım ilk olarak kesinlikle alet olarak, robot ve blender’lar. Enzimden zengin koyu yeşil yapraklı sebzeler, sarımsak, soğan, bağırsaklarımızda iyi bakteriyi arttıran fermente olmuş gıdalar, probiyotikten zengin şalgam suları, lahana turşuları, organik elma sirkesi, avokado. Tatlılar için; hurma şeker niyetine kullanılabilir. Soğuk sıkım hindistan cevizi yağı, glütensiz karabuğday, nohut, fasulye, mercimek, baharatlardan sumak, kırmızı biber, muskat, kekik. Özellikle taze zencefilsiz yaşayamam. Ayrıca portakal ve limon.

Beslenme alışkanlıklarımızla ekolojik krizler arasındaki ilişkiden biraz bahseder misiniz?

Bugün dünyada iklim krizi gerçeğimiz var. Aşırı su tüketimi bir sorun ve tarım alanlarının büyük bir kısmı aslında hayvancılık sektörüne bağlı durumda. Karbon ayak izimiz ve iklim krizi arasında doğrudan bir ilişki var. Dünyada et tüketimi bu şekilde devam ederse ekolojik denge daha çok bozulacak ve biyolojik çeşitlilik büyük ölçüde yok olacaktır.

Ekolojik duyarlılığı önemseyen her yaklaşım moda olarak tanımlanıyor? Raw Food için de benzer yorumlar var. Sizce de öyle mi?

Kesinlikle hayır. Raw food hiçbir zaman moda veya bir trend değildir, aksine bir yaşam felsefesidir dünyada. İlk insanlardan beri çiğ beslenme var. Bu mutfak anlayışı henüz Türkiye’de yeni, fakat yıllar içerisinde bütün bu hastalıklar yaygınlaştıkça (kanser, kalp krizi, damar tıkanıklığı, tansiyon, diyabet vb.) ülkemizde de hak ettiği değeri göreceğine inanıyorum.

Son olarak çiğ beslenme, toplum beslenmesi açısından sürdürülebilir bir beslenme şekli olabilir mi?

Bir Akdeniz ülkesi olduğumuzdan çiğ beslenme aslında bizim ülkemiz için çok uygun. Çünkü dört mevsimi birden yaşıyoruz. Her insan %30 bir şekilde çiğ beslenebilir. Biz meyve ve sebze konusunda zengin bir ülkeyiz. Onun dışında zamanla ekonomik problemler arttıkça duygusal yiyicilikten çıkıp vücudun işlevlerini sürdürebilmesi için işlenmemiş gıdalar tüketmemiz gerekir. Bakliyatlar, kuruyemişler ve tohumları tüketmemiz gerekir. Ayrıca öğünlerimizi de ikiye düşürmemiz gerekiyor. Bugün ne kadar çok pişmiş yemek yersek o kadar çok mutsuz oluyoruz. Seratonin üretimi bağırsaklarda başlıyor ve insanlar işlenmiş gıdalar yiyerek mutsuz oluyorlar. Hem ceplerinden çok para çıkmış oluyor hem de kan şekerleri düştüğü için sürekli sinir ve stres problemleri yaşıyorlar.

Elçin Oflaz hakkında

Uzun yıllar yaşadığı New York’ta psikoloji eğitimi gördü. Burada Hippocrates Sağlık Enstitüsü Sağlık ve Beslenme Eğitmeni Programı’nı tamamladı. Raw food konusunda eğitmen ve şeftir. Aynı zamanda on yıla yakın bir süre yoga terapisti olarak çalışmıştır.

2011 yılında New York’tan, büyüdüğü şehir olan İstanbul’a dönen Oflaz, The LifeCo Istanbul Detox and Well -being Center’da üç yıl yemek ve beslenme atölyesi eğitmenliği yaptı. 2013’de Nişantaşı City’s Mahalle’de organik raw mutfağını başlattı.

Halen sağlık ve beslenme danışmanlığı eğitimi yapıyor. Eğitimleri ve detoks programları sadece çiğ yemek öğrenimi (raw food classes) içermekle kalmayıp aynı zamanda sağlıklı yaşam, yoga ve ‘super foods’ gibi anti-aging tarifleri ve eğitimini de içeriyor.

En etkili eylem türü nedir?

İnsanın gerçekleştirebileceği en etkili ve sonuç alıcı eylem türü kendisine karşı ayaklanabilmek için kendisi adına düşünmektir; –başkası adına düşünmek başkası için ayaklanmaktır.

Çünkü tek, mutlak ve kutsal bütüne her itaat eden aslında kendisine itaat ediyordur.

Bu yüzden, “İnsan sadece boyun eğişte bir araya gelir, birbirine benzer ve kendini yalnız hissetmez. İtaat bir araya toplar. İtaatsizlik böler. (…) İtaat etmek başkasına evet diyerek kendine hayır demektir.” [1]

Bu yüzden insan, kendisinin nedeni ve sonucudur.

Evet, itaat kitleselleştikçe “düşünce oranı” da düşer.

Düşen düşünce oranı insanın kendisine “sadık kalma” ya da “ihanet etme” oranının da ölçüsüdür. [2]

*

[1] Gros, F., İtaat Etmemek, s. 21, 131.
[2] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan “Çok Kalpli Asi”adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Acımasızlığın normalleşmesi

Mevcut hükümetin yönetiminde süren ayrıştırma politikaları, küresel sahnede de yaşanan doğrudan hayatları etkileyen çevresel ve siyasi krizler sonunda, 2010’ları geride bıraktığımızda inanılmaz bir öfke ve nefret dönemine girdiğimize inanıyorum. Temel demokratik erdemler yerini yankı odalarında köpüren ve altı boş sahte ithamlarla karşı gruplara gözü dönmüş bir hasetle hareket eden insanlarla doldurmuş durumda.

Kendi kimliklerimden ötürü bu nefretin bazı cephelerinde hedef oldum, kadınlığım ve trans kimliğim daima sosyal medya üzerinden saldırı altında. Hatta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sürekli LGBTİ+’ları hedef göstermesiyle oluşan cüretkar nefret ortamı nedeniyle sokakta geçen arabalardan bile “travesti” diye laf yediğim örnekler de oldu. Bundan belki de bir sene önce bunu yaşamıyordum.

Böyle durumlarda şunu düşünüyorum: “Ben kendi hayatımı özgürce yaşamaktan başka ne yapıyorum ki?”

Nefret yankı odaları

Son olarak sanatçı Gülşen’in başına gelenleri de kadın kimliği ve LGBTİ+ desteğinden bağımsız okuyamayız. Huysuz Virjin’in sahnelerden uzaklaştırılması, Netflix/Disney+ gibi platformlara sansür uygulanmak istenmesi de benzer bir sebepten. Oluşturulan bu nefret yankı odalarına, biz LGBTİ+’ların da insan olduğu, haklarımız olduğu ve demokratik bir toplumda saygıyı herkes gibi hak ettiğimizin fark edilmemesi adına, her alanda saklanmaya çalışıyoruz.

Twitter’da geçen gün bir haber paylaştım: ABD’de yaşayan Ashley Diamonds adındaki bir siyah trans kadın, atıldığı erkek koğuşunda 14 kez tecavüze uğramış. Trans düşmanı çevrelerce bu insanlık suçu bile “erkek erkeğin kurdudur” gibi sözlerle aklanmaya çalıştı. İşte tam olarak burada gördüğümüz durum, insanların hissettikleri öfke ve nefreti ancak hali hazırda güçsüz, siyasi bir önemi olduğu düşünülmeyen azınlıklardan çıkarmak. Translar, ülkeye ve ülkedeki devlet işleyişine sirayet etmiş ataerkil şiddetin üreticisi veya sorumlusu mu? Neden hapishanelerde devlet, erkek-kadın fark etmeksizin oradaki mahkumları koruyamıyor? Neden tecavüz kültürü, “benden değilse meşru” görülüyor? Çünkü aslen kadınlara saldıran, onları hedef alan tecavüzcü ve taciz aklayıcı kimselere güç yetmiyor, hatta o çevrelerde kendi suçlarını başka azınlıklara atıyor ve hedef gösteriyor (örneğin mülteciler) Ve burada tanık olduğumuz şeyse, acımasızlığın normalleşmesi.

Savunmasız gruplara yönelik yaygınlaşan saldırganlık

Hande Kader yakılarak öldürüldü. Katili hala aramızda. Peki ya sahile cansız bedeni vuran iki yaşındaki Alan Kurdi? Hedef gösterilen bu savunmasız grupların sürekli şeytanlaştırılması ve karikatürleştirilmesi üzerine asıl eleştirilmesi ve engellenmesi gereken suçlar görünmez kılınıyor. Tüm translar, tüm Kürtler, tüm mülteciler veya tüm Aleviler, saymakla bitmez bir sürü büyük ya da küçük toplumsal grup belirli bir karikatüre oturtulup bunun üzerinden saldırıya uğruyor.

Kendi nefret yankı odalarında kalan bu kayıp ve çaresiz insanlar, rahatlamayı gücü yettiği gruplara çevrimiçi ve anonim olarak saldırmakta, bu saldırıları cesaretlendiren siyasi odağı olan gruplara katılmakta buluyor.

Bu yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada gördüğümüz üzücü bir akım. Sosyal medyada böylesine negatif düşünceleri hemen nefret gruplarına faydalı şekilde aktaran bir de algoritma sistemi var. YouTube, Tiktok veya Twitter fark etmez, yalnızca bir konuda sahip olduğunuz öfke hemen bu algoritmayı sömüren ve kullanan nefret gruplarınca manipüle edilebiliyor. Bir çözüm olarak bu algoritmayı kullanan ve güncel, doğru haberleri kitlelere ulaştıran kurumlar da gerekiyor fakat bunların da ne yazık ki siyasi bir destek alması zor. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada otoriterleşmekte olan çoğu hükümet sosyal medyaya ve buradaki ayrıştırıcı gruplara yatırım yapıyor.

İstanbul Sözleşmesi kaldırılırken trans düşmanlıklarını feminizm arkasına saklayan isimlerin, KADEM ile beraber ücretli programlara katıldıklarını gördük. Burada trans kadınları, kadın haklarının baş düşmanlarından olarak resmederken, kadın düşmanı politikaları hayata geçiren, bunları siyasi koz olarak kullanan gruplarla yan yana poz vermekten utanç duymuyorlar.

“Helalleşmek” diye aylardır konuşan muhalefetin öncelikle bu mikro düzeyde nifak tohumu saçmakta olan trol ordularına dur demesi, yankı odalarında sıkışmış nefretle dolmuş insanlara ulaşması gerekiyor. Nefreti pompalayan bu çevreler susmadıkça, kontrol altına alınmadıkça toplumdaki kutuplaşma da devam edecektir.