Hafta SonuKitapKöşe YazılarıManşetYazarlar

Fosil Kapital ve Sonrası: Bu karmaşaya nasıl geldik?

0

Geçtiğimiz yıl Ayrıntı Yayınları’ndan tartışmalı bir kitap çıktı: “Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır?”. Kitabın yazarı, Andreas Malm, iklim aktivizminin şiddetsizlik ilkesine bağlılığını sorguluyor ve ‘akıllı sabotaj’ adını verdiği mâla zarar veren yöntemleri meşru bir metot olarak görüyordu.[1]

Malm’ın adı kısa süre içerisinde uluslararası medyada gündem olmaya başladı. Tepkiler bölünmüştü. Amerika’nın muhafazakâr haber ajansı Fox News onu “iklim değişikliği ekstremisti” ve “eko-terörist” olarak değerlendirirken, Naomi Klein’a göre “konu [iklim krizi] üzerinde en orijinal düşünenlerden biri[ydi]”.[2]

Bana kalırsa yazarın konuya asıl katkısı — şiddetin meşruluğu sorusuna verdiğiniz yanıttan bağımsız olarak —, Türkçeye kazandırılmamış eseri Fosil Kapital‘de (Fossil Capital) yatıyor. Fosil Kapital, “fosil yakıtların artan tüketimine dayanan ve bu nedenle karbondioksit emisyonlarında süregelen bir büyüme yaratan, kendi kendini idame ettiren bir ekonomi[nin]” doğuşunu ve günümüzdeki işleyişini anlatıyor (Malm, 11).[3] Özetle, kitap, küresel ısınmanın kökenlerini inceleyen bir tarih kitabı. Peki, iklim krizi bugün çözülmesi gereken bir problemken, dönüp değiştiremeyeceğimiz tarihe bakmaya ne gerek var?

Tarihte iklim mi, iklimde tarih mi?

Malm’ın amacı tarihte iklimi araştırmak değil, iklimde tarihi araştırmak (Malm, 5). Şu anda yüzleştiğimiz ve gelecekte yüzleşeceğimiz sorunlar, bu yılın veya herhangi bir yılın emisyonunun sonucu değil; atmosferde biriken toplam emisyonun sonucu. Üstelik, her ne kadar adına Antroposen desek de, dünyayı daha önce görülmemiş bir düzensizliğe iten ‘insan’ aktivitelerinde herkesin aynı derecede sorumlu olmadığının farkındayız.[4][5] Bu sebeplerden, Malm için küresel ısınmanın tarihine bakmak, bizi krizden çıkartacak geçişin formülünü bir önceki enerji geçişinde bulmak için değil, bu geçişin önündeki engelleri anlamak ve kaldırmak için önemli. Malm’ın Marx’a bir atıfla söylediği gibi, “doğa bilimciler şimdiye kadar küresel ısınmayı doğada bir fenomen olarak yorumladılar; ancak asıl mesele, onun insan kökenlerinin izini sürmektir” (19).[6] Kısacası mesele, bu karmaşaya nasıl geldiğimizi anlamak.

Fosil yakıtlar neden tercih edildi?

Başlangıç noktası şaşırtıcı değil: İngiltere, 1800’ler. Kömürle beslenen buhar makinesi, yaşam koşulları arasındaki uçurumun giderek derinleştiği işçi sınıfı ve sermaye sahipleri arasındaki çekişmelerin merkezinde. Buhar makinası, Çartist bir işçi-şair Edwin Mead tarafından işçileri köleleştiren “kana susamış, kibirli, cüretkâr” bir “acımasız Kral” olarak tasvir edilirken; İngiltere’nin dört bir tarafında Watt’ın heykellerini diktiren, onu bir mesih statüsüne yükselten sermaye sahipleri için “güçsüz [= karşı koyamayan] güç”, “saatlice çalışan, viski içmeyen ve hiç yorulmayan” ideal işçi.[7]

21’inci yüzyıla kadar, sanayi devrimi sürecindeki değişim büyük ölçüde E.A. Wrigley’nin kendi kendine yeten ekonomik büyümeyi (self-sustaining growth) temel alan paradigmasıyla açıklanıyordu. Wrigley için Sanayi Devrimi, organik ekonomiden, inorganik ekonomiye geçiş noktasıydı. Aslında organik/inorganik ayrımı kömürün karbon temelli olması dolayısıyla durumu tam olarak tabir edemese de kavramlar günümüzde hâlâ geçerli. Organik ekonomide, üretim toprağa dayanıyordu. Kas gücüne bağlı ekonominin, sürekli arazi genişlemesinden başka kendi kendine büyüme sağlama veya evrenselleşme gibi bir imkânı yoktu. Nüfus kısıtlı sayıda olduğu müddetçe bu bir problem yaratmayabilirdi, ama nüfus artışıyla birlikte ihtiyacın karşılanabilmesi için sulak alanlar (bataklık, longoz, vb.), yamaçlar gibi işlenmeye daha az uygun alanlar ekip biçilmeye başlanmıştı. Daha zor işlenen bu alanlar kârı düşürüyor, birikimi yavaşlatıyor ve ihtiyacı karşılayamıyordu. Wrigley’ye göre Endüstri Devrimi öncesinde, nüfus artışının gerçekleşmesi, verimli alanların yorulması ve ihtiyacı karşılayamayacak hale gelmesiyle toplum bir çıkmazda kalmıştı. Fosil yakıtlara dayalı inorganik ekonomi ise tam da bu darboğazı ortadan kaldırıyordu. Kömür, kas gücüne ve fiziksel sınırlara dayanmaksızın enerji sağlayabiliyordu. Toprak altında kalan geçmişin enerjisini kullanmak, sınırlı yüzey alanı problemini çözüyor ve durgunluğun üstesinden geliyordu. Bu açıdan bakıldığında kömüre geçiş bir tercih değil, zorunlu bir gelişmeydi.

Fakat bu resmin tamamı değil. Sonuçta, buhar makinesinin ve kömürün yükselişi — çoğu yeni teknolojide olduğu gibi — aslında tam bir ‘devrim’ değildi; aniden ve lineer bir çizgide gerçekleşmedi. Kömür, su tekerleği ile bir arada bulunduğu, farklı nedenlerle, farklı kesimlerin bu ikisi arasında çıkar çatışmalarına girdiği bir sürecin sonunda temel enerji kaynağı haline geldi. Sürecin tamamını burada özetlemek mümkün değil ama kaynakların kıtlığı varsayımını sorgulamak mümkün. Örneğin, enerji tarihçisi Robert B. Gordon’ın çalışmaları, dönemde su enerjisinin potansiyelinin varsayıldığı gibi tüketilmediğini gösteriyor. Gordon’ın bulgularına göre 1828’de Irwell, Dervent ve Dove nehirleri başta olmak üzere 11 nehrin toplam potansiyelinin sadece %40’ı kullanılıyordu (Malm, 82).[8] Gordon bulgularının yorumunu şu şekilde yapıyor:  “Sanayi bölgelerinin sürekli coğrafi genişlemesiyle, yüksek başlangıç maliyetleri veya aşırı değişken ulaşım ve diğer maliyetlerle karşılaşmadan daha fazla su gücü elde edilebilirdi. Bundan, düşük maliyetle su gücünün mevcudiyetine ilişkin fiziksel sınırların, endüstrinin gelişimi üzerinde bir sınırlama olmadığı sonucu çıkarabiliriz” (Malm, 82).[9]

Sadece daha fazla su enerjisi üretmek değil, sanayileşmeyi olumsuz etkilemeyecek şekilde enerji üretimini arttırmak mümkündü. Bu, Wrigley’nin enerji dönüşümünü, kıtlığın çözümü üzerinden açıkladığı tezini temelsiz hale getiriyor. Dahası, kömürün daha verimli ve ucuz olduğu savına karşıt durumlar da bulunabilir. Bu açıdan, kitaptaki en çarpıcı örnek, 1824’te Robert Thom tarafından tasarlanan ve Lancashire bölgesindeki Irwell Nehri’ne inşa edilmesi planlanan su tekerleği projesinin gerçekleşememesinin hikayesi. Yapılan projeksiyonlar, su tekerleğinin uzun vadede büyük kazanç getireceğini gösteriyor, dönemin pamuk sermayedarları için basılan Manchester Guardian dergisi projeden “daha fazla avantaj olasılığına sahip az yatırım metodu vardır” şeklinde bahsediyordu (Malm, 107).[10][11] Enerji sağlanacak bölgenin kapsamı haricinde, projeyi çekici kılan Thom’un yeni icadı, otomatik bent kapağıydı.[12] Bu icat sayesinde su tekerleğinin kömür karşısındaki temel dezavantajı, akışın gün içerisinde ve mevsimsel düzensizliği (temporal fluctuation), ortadan kalkıyordu. Thom su kemerine bir şamandıra yerleştirip, onu bir manivelaya bağlamış ve manivelayı bent kapağına sabitlemişti. Böylece, su seviyesi yükseldikçe şamandıra da yükseliyor; kola basıyor ve kanal kapatılıyordu. Benzer şekilde, su seviyesi tekerleği döndüremeyecek kadar azaldığında, şamandıra da onunla alçalıyor; bent açılıyor ve su seviyesi yükseliyordu. Rezervuar kapakları da su akışının durumuna göre açılıp kapanıyordu. Günümüzde gözümüze basit gelen bu icatla, Thom yüzyıllardır su enerjisi önünde duran engeli aşmış, su akışını büyük ölçüde düzenlenmesini sağlamıştı.

Fakat böyle bir projenin gerçekleşebilmesinin belli başka koşulları da vardı. Doğası gereği, akan nehir bir müşterekti. Bu yüzden projenin hayata geçmesi için Parlamento’ya sunulup onaylanması ve yönetiminde ortak kararlar alınması gerekiyordu. 1832’de verilen tasarıya göre kararlar, değirmenden su kullanan bütün insanların toplantıya katılım hakkının bulunduğu yarı-demokratik bir konseyde verilecekti (Malm, 107). Katılımcılar kullandıkları miktara göre inşaat ve bakım için düzenli ücret verecekti. Yine kullanılan miktarla orantılı olarak katılımcıların alınacak kararlardaki etkisi artacaktı. Konseyde verilen kararla belirlenen yetkililer, ücretlerin düzenli ödendiğini, ekipmana düzenli bakıldığını ve arazi alım satımlarının belirlenen kurallara uygun yapıldığını kontrol etmek için görevlendirilecekti. Tasarıya göre oluşacak yönetim bir özel veya anonim şirkete değil, “belediye otoritesi ve kurumsal bürokrasi” arasında; vergilendirme, enerji ihtiyacını karşılama, arzı düzenleme güçlerine sahip bir lokal hükümete benziyordu (Malm, 108). Malm’ın özetiyle, Irwell projesi sayesinde “bir fabrika sahibi ucuz ve düzenli enerji alabilirdi, ama sadece kendi sermayesinin elinden değil.” (Malm, 108). [13] Tasarıyla birlikte, projeye ümitle bakan yatırımcılar arasında fikir ayrılıkları yaşanmaya başladı. Temel problem söz hakkı dağılımının ve kooperasyon gereksiniminin zaten rekabet içerisindeki aynı nehirde konuşlanmış farklı yatırımcılar arasında yaratacağı sorunlardı. Kimi büyük sermayeler projenin kendisine faydasının diğerlerinden az olduğu kanısında olduğu için değişiklik istemiyor, kimi küçük işletmelerse söz hakları dağılımının tüketilen su ile orantılı olmasının kendi işlerini baltalamak için kullanılacağına inanıyordu (Malm, 110-2). Bu sebeplerle, proje Parlamento’dan geçemedi ve 1838’de tamamen askıya alındı. Ortak, verimli ve ucuz enerji kaynağını tercih etmektense, yatırımcılar bireysel çıkarlarını koruyan pahalı alternatifi tercih ettiler.

Kömürün avantajı: İnsan

Pahalı olsa da kömürün avantajları vardı. İstenildiği zaman istenildiği miktarda tüketilebiliyor ve işgücünün bulunduğu yere kolayca ulaştırılabiliyordu. Bu sadece üretim ile pazar arasındaki mesafeyi ortadan kaldırdığı için değil, aynı zamanda, dolaylı olarak, işçilerin iş bırakma eylemlerini değersizleştirdiği için büyük bir avantajdı. Su tekerleğine yatırım yapmak, kırsal alanda bir topluluk oluşturmak, bir koloni kurmak demekti. İşgücü bulabilmek için bölgeyi ilgi merkezi haline getirmek gerekiyordu. Fabrika sahipleri çalışanların bir yandan eğitimini, sosyal aktivitelerini, sağlığını düşünmek zorunda kalıyor; masraflarına bölgede yaşayanlara uygun yaşam koşullarını sağlamak da ekleniyordu. Üstelik çalışan bulmak kolay olmadığı için herhangi bir anlaşmazlıkta üretim aksıyor, iş bırakanın yeri kolayca doldurulamıyordu.[14] Kırsal bölgelerden farklı olarak, sermaye şehirde fabrika kapısının dışındaki hayattan sorumlu değildi. Yoksulluğun ve nüfus yoğunluğunun arttığı şehirlerde, özellikle Manchester ve Londra’da, disiplinli ve uslu ‘eller’ bulmak kolaydı. Bu şekilde, fabrikanın şehirde olmasına izin veren bir enerji kaynağı, sermaye sahibinin karşısında işçi sınıfının müzâkere gücünü elinden alıyordu.

Bu durumun dönemde farkındalığını 1842’de gerçekleşen ve Tıpa İsyanları (Plug Riots) olarak da bilinen, Çartist hareketin en büyük genel grevinde görebiliyoruz. Söz konusu tıpa buhar makinesinin kazanına takılan, makinenin çalışmasında güvenlik önlemi sağlayan tıpaydı. Buhar makinesine zarar vermenin ölümle cezalandırılabildiği dönemde bin beş yüzden fazla işçinin yargılanmasıyla sonuçlanan grevde, işçiler ya yerlerini değersiz kılan makineyi tıpayı çekerek sabote edip çalışmaz hale getiriyor ya da onu besleyen kömürün marketten çalınmasını hedef alıyordu (Malm, 228). Tüm bunlar gözetilerek buhar gücünün temel yakıtı olarak kömürün; iş birliği ve planlama gerektirmediği, marketteki rekabeti sürekli besleyebildiği ve taşınabilirliği sayesinde işgücü bulmayı kolaylaştırdığı için tercih edildiğini söyleyebiliriz.

Bundan sonrası?

Fosil enerjiye geçiş uzak geçmişte kalmış olabilir, ama fosil kapital günümüzde de benzer şekilde hareket ediyor. Marketteki rekabeti sürekli kılabilmek için fosil yakıta dayanan sermaye düzenlenmedikçe, “fabrikaları, fosil enerjinin yeni büyük tüketim döngüleri aracılığıyla, emek gücünün ucuz ve disiplinli olduğu, artık-değer oranının en yüksek olacağı vaat ettiği durumlara” taşımaya devam ediyor (Malm, 333).[15]  Malm bu hareketi, kitabın sonuna doğru, “Dünyanın Bacası Olarak Çin” (China as the Chimney of the World) bölümünde inceliyor. 2002’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla birlikte yabancı yatırımların önündeki engeli kaldıran Çin’in 2002-7 arasında karbondioksit emisyonları yıllık %13 artış gösterdi (Malm, 331). Bu aralıkta toplam emisyonun yüzde 48’i ise ihraç edilen ürünlerin emisyonuydu (Malm, 331). Üretim-emisyonu temelli hesaplamaların bu gibi yüksek rakamları göz ardı ettiğini fark eden araştırmacılar, emisyon hesaplarına “ticarette somutlaşan emisyon” (emissions embodied in trade, EET) adı verilen kriteri katmaya başladılar. Örneğin, bu şemada, 2019 yılında ihracat emisyonu %14 olan Çin’in toplam üretim emisyonundan %14 düşülüyor ve bu oran ihracatın yapıldığı ülkelere ihracat büyüklüğü oranında ekleniyordu.[16] Böylece emisyon oranlarını düşürmesi gereken Çin’de üretimde bulunanlar değil, ABD içerisinde Çin’den ithal edilen ürünleri alan tüketiciler oluyordu.

Ticaretin emisyondaki önemi yadsınamaz olsa da ticarette somutlaşan emisyonun tüketim odaklı olduğu için sorgulayamadığı bir kör noktası var: Üretimin uluslararası boyutu. Bu kör noktanın izdüşümünü tüketici talebini emisyonların tek belirleyici faktörü olarak gören kampanyalar ve politikalarda görmek mümkün.[17] Oysa bu emisyonların artışını tetikleyen ABD’deki tüketicilerin — birbirinden farklı sosyo-ekonomik koşullarla belirlenen — satın alma alışkanlıkları değil, ucuz ve disiplinli iş gücü bulmanın kolay olduğu yerlere göç eden üretimcilerin kararları. Ne Walmart’ta rafların önünde Çin’den ithal edilen tabakları yerel kaynaklarla el emeğiyle yapılmış pahalı tabaklara tercih eden ortalama bir Amerikan tüketicisi, ne de saatlik ücreti 3 dolardan düşük olan uluslararası bir şirketin fabrikasında çalışan işçi, üretim sürecinin nasıl düzenleneceği konusunda söz sahibi değildi. Bu emisyonun yaratılmasında rol oynamadı ve bundan kazanç sağlamadı. İklimde tarihi bulmak istiyorsak, işgücü ile kapital arasındaki ilişkiye bakabilmemiz ve iklim krizi karşısında önerilen çözümleri bu ilişkiyi gözeterek değerlendirmemiz gerekiyor.

Geçtiğimiz yirmi yılda jeomühendislik alanında yapılan araştırmalar ve yatırımlar gözle görülür bir artış gösterdi. İnsanların çevreye müdahale etmesi ne yeni ne de problemli bir durum ama çözüm olarak önerilen bazı projeler kimin yararının öncelik görüldüğünü sorgulatır cinsten. Örneğin, Paul Crutzen’ın ileri sürdüğü, volkanik patlamaları taklit etmesi öngörülen ‘Pinatubo seçeneği’ projeler arasından en dikkat çekeni. Atmosfere düzenli aralıklarla sülfat aerosollerinin salınmasıyla güneş ışınlarını engelleyen, böylece ısı artışını durduracak bir tabaka oluşturulması bekleniyor. Her geçen yıl daha fazla sülfat gönderilecek olsa da hem sülfatın ucuz olması hem de var olan teknolojilerle bunun gerçekleştirilebilecek olması bu çözümü çekici kılıyor.

Çözümün tabii ki problemleri de var: Ozon tabakasının hasar görmesi, gökyüzünün beyazlaşması/renk değiştirmesi, gün ve gece, kış ve yaz arasındaki dengenin değişmesi gibi. Daha vahimi, bir terslik yaşanırsa, biriken karbondioksit emisyonlarının etkisinin bir çığ gibi hissedilecek, neredeyse 3 dereceyi bulacak bir ısı artışını bir anda gerçekleşmesine sebep olacak olması. Bu dezavantajlara rağmen projenin çare olarak görülmesi tam da iklim krizinin insan kökenlerinin görmezden gelinmesinden kaynaklanıyor. İşlerin olağan gidişatını bozmamak, toplum yararına ve 1,5 derece hedefinin ulaşılmasını daha çabuk sağlayacak fosil yakıtların terk edilmesi temelli bir dönüşümden daha kolay geliyor. Aslında inovasyonun, farklı düşünmenin sınırlarına eriştiğimizin örneği olarak yüceltilen bu ve benzeri çözümlerde, bizi çevreleyen sistemden farklı düşünemeyen kısır bir hayal gücüyle karşılaşıyoruz.

Peki ya alternatif ne? Bir değil, birçok çıkış mümkün. Hepsinin ortak noktası: Planlı, katılımcı, eşitlikçi dönüşüm politikaları. Malm bu noktada kesin bir yol çizmese de eko-Marksist, Leninist bir perspektifle devlet kontrolünün arttığı planlı bir çözümü destekliyor. Kitaptan sapıp ne devletin ne özel sermayenin işletmediği, ortak yönetilen müşterekleri de düşünülebilir. Böyle bir çıkış yolunu da bir sonraki değerlendirmede, Derek Wall’un Elinor Ostrom’un müşterekler üzerine yaptığı çalışmaları irdeleyen “Elinor Ostrom’s Rules for Radicals: Cooperative Alternatives Beyond Markets and States” kitabında incelemek üzere.

Sonsöz

Aslında kitap değerlendirmelerinin amacı okuyucuyu yeni çıkan eserler hakkında bilgilendirmek, kitabevine girip raflar arasında dolanırken seçim yapmasına yardımcı olmaktır. Dolayısıyla bu yazı geleneksel anlamda bir değerlendirme değil. Belki de bir çağrı; öncellikle, okuyucuya. Biraz özet biraz yorumla kitaptan aktardığım bu parçalar ilginizi çektiyse, Fosil Kapital’in zamanınıza ve dikkatinize değer olduğunu söylemek için. Sonra da yayınevlerine, kitabın Türkçeye kazandırılması için.

Yazar hakkında

Andreas Malm, İsveçli yazar ve akademisyen. Lund Üniversitesi’nde insan ekolojisi alanında doçent olarak görev yapmakta, aynı zamanda Historical Materialism (Tarihsel Materyalizm) dergisinin editör kurulunda yer almaktadır. Fossil Capital haricinde, “How to Blow Up A Pipeline” (Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır) ve “White Skin, Black Fuel” (Beyaz Deri, Siyah Yakıt) kitapları ile tanınıyor.

Kaynakça

Malm, Andreas, Fossil Capital: The Rise of Steam Power and the Roots of Global Warming, Verso, 2014.

*

[1] Yazarın kitabın temel argümanını özetlediği Guardian makalesine buradan ulaşabilirsiniz.
[2] İlgili Fox News haberlerine buradan ve buradan ulaşabilirsiniz. Naomi Klein’ın Andreas Malm hakkındaki yorumları için ise This Changes Everything: Capitalism vs. the Climate, pp. 11, 31.  
[3] Cümlenin orijinali şu şekilde: “(…) an economy of self-sustaining growth predicated on the growing consumption of fossil fuels, and therefore generating a sustained growth in emissions of carbon dioxide” (Malm, 11).
[4] Bu yazıyı kaleme alırken Kylie Jenner’ın özel jet almış olması, ister istemez geçim emisyonları ve lüks emisyonlar arasındaki farkı hatırlatıyor. İnsan şu haberde gösterilen uçurumu görmezden gelebiliyor.
[5] Antroposen anlatısının eleştirisi çoktan yapıldı. Terimin dönüşümünü en güzel Donna Haraway’in “Making Kin: Antroposene, Capitalocene, Chthulucene ve Plantationocene” bölümünde görmek mümkün.
[6] Cümlenin orijinali şu şekilde: “Natural scientists have so far interpreted global warming as a phenomenon in nature; the point, however, is to trace its human origins”.
[7] Şiirin tamamına buradan ulaşabilirsiniz. Buhar makinelerinin sermaye sahiplerinin aktardıkları “güçsüz güç” (“powerless power”) ve “saatlice çalışan, viski içmeyen ve hiç yorulmayan makine” (“the engine keeps good hours, drinks no whiskey, and is never tired”) söylemleri, yazarın dönemin gazetelerinden alıntısı (Malm, 194-5).
[8] Kaynak makale: Gordon, Robert B., “Cost and Use of Water Power during Industrialization in New England and Great Britain: A Geological Interpretation”, The Economic History Review, 36.2 (1983): 240-59.
[9] Cümlenin orijinali şu şekilde: “More waterpower could have been obtained by continued geographical extension of the industrial districts without encountering either high initial costs or excessive variable, transportation, or other costs. It follows those physical bounds on the availability of waterpower at low cost was not a limitation on the development of industry” (Malm, 83).
[10] Karşılaştırmak gerekirse, Irwell’deki su tekerleğinden tek seferde sağlanabilecek ortalama güç 1,666 hp (horsepower = ~746 vat/dk) iken, İngiltere’deki buhar makinelerinin ortalama kapasitesi 29 hp idi. Hidrolik güç aynı zamanda kömür gibi sürekli bir harcama gerektirmiyor ve su tekerleği buhar makineleri kadar aşınma ve yıpranma göstermiyordu (Malm, 99).
[11] Cümlenin orijinali şu şekilde: “(…) there are very few modes of investing capital which hold our fairer prospects of advantage”.
[12] İngilizcesi “self-acting sluice” olan bu icadı, daha doğrusunu bilemediğimden, ‘otomatik bent kapağı’ olarak çevirdim.
[13] Cümlenin orijinali şu şekilde: “A mill-owner would receive cheap and regular power, but not from the hands of its own capital”.
[14] Tabii ki burada özgür olmayan işçilerin, köleliğin tarihini de unutmamak gerekiyor. Malm 1807’de imzalanan köle ticaretini yasaklayan kanunu, koloni tipi su enerjisinden kömür enerjisine dönüşümü hızlandıran sebeplerden biri olarak sunuyor.
[15] Cümlenin orijinali şu şekilde: “Globally mobile capital will relocate factories to situations where labour power is cheap and disciplined — where the rate of surplus-value promises to be largest — by means of new rounds of massive consumption of fossil energy.”
[16] 2019 EET verilerine buradan ulaşılabilir.
[17] Organik ve lokal beslenmek, hızlı modadan kaçınmak, doğaya inzivaya çekilmek gibi tavsiyelerle üretilen ana akım çevrecilik söylemleri, çoğu zaman bu davranışları imkansızlaştıran sosyal eşitsizliği göz ardı ediyor.

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.