Ana Sayfa Blog Sayfa 474

Türkiye’nin güneş enerjisi kurulu gücü 10 bin megavatı aştı

Türkiye Elektrik Anonim Şirketi (TEİAŞ) verilerine göre, Türkiye‘nin elektrik kurulu gücü 16 Mayıs itibarıyla 104 bin 600 megavata, güneş enerjisi kurulu gücü ise 10 bin 7 megavata ulaştı.

Güneş enerjisinde 2014’te 40 megavat olan kurulu güç, yaklaşık 10 yılda 10 bin megavatı aşarak büyümesini sürdürdü.

Ağırlıklı olarak lisanssız santrallerin oluşturduğu güneş enerjisi kurulu gücü “dağıtık” yapısıyla öne çıkarken, Türkiye’nin 78 ilinde farklı ölçekte güneş enerjisi santrali bulunuyor.

Güneşte hedefin beşte birine erişildi

Enerji Yatırımcıları Derneği (GÜYAD) Başkanı Cem Özkök, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 10 bin megavat güneş kurulu gücünün aşılmasının sektör için son derece önemli bir kilometre taşı olduğunu belirterek, “Güneş, diğer yenilenebilir enerji teknolojilerine göre maliyetlerinin düşmesinin biraz daha fazla zaman alması dolayısıyla belki daha geç yola çıktı ancak şu anda çok hızlı yol alıyor” ifadelerini kullandı.

güneş enerjisii

Özkök, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından 19 Ocak’ta kamuoyuyla paylaşılan Ulusal Enerji Planında güneş kurulu güç hedefinin 2035 itibarıyla 52 bin 900 megavat olarak açıklandığını anımsatarak, bu hedefin yaklaşık beşte birine erişilmiş olduğunu aktardı.

Türkiye’de güneş enerjisi sektörünün hem lisanslı hem de lisanssız santraller alanında hızlı bir şekilde ilerlediğinin altını çizen Özkök, şunları kaydetti:

Güneş Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA), son Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması (YEKDEM) uygulamasında yapılan döviz bazlı eskalasyona dayalı revizyonlar, depolamalı güneş santralleri alanında açılan kapasiteler gibi etkenler sayesinde bundan sonraki kurulu güç artışının daha hızlı gerçekleşeceğini öngörüyoruz. Ulusal Enerji Planı’ndaki hedeflere ulaşmak için her yıl 3 bin megavatlık kurulu güç gerçekleştirilmesi öngörülmektedir. Sektör de bunu yapabilecek kapasite, bilgi birikimi ve kararlılığı haizdir. Burada öne çıkan sorun finansman olarak nitelendirilebilir. Öte yandan lisanssızlardaki dağılımın yüksek olması güneşi ülkemizin her yanında yaygınlaştırmıştır. Elbette Konya bu alanda öne çıkmaktadır ancak ışınım oranları yüksek olan güney illerimizdeki güneş yatırımlarının ve ayrıca deprem bölgesindeki iller özelinde açıklanan kapasiteler sayesinde buralardaki kurulumların daha da artacağını öngörebiliriz.”

[22 Mayıs Dünya Biyoçeşitlilik Günü] Biyoçeşitlilik emisyonların azaltılmasında önem taşıyor

Birleşmiş Milletler (BM), canlı yaşamının devamlılığını sağlayan hayvan ve bitki türlerinin korunmasına dair farkındalık yaratmak için, 2001 yılında aldığı kararla, 22 Mayıs gününü “Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Günü” olarak kabul etti. Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Günü, bu yıl “Anlaşmadan Eyleme: Biyolojik Çeşitliliği Yeniden İnşa Etme” temasıyla kutlanıyor.

AA muhabirinin WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) raporlarından derlediği bilgilere göre, bazı hayvan ve bitki türleri, atmosferdeki oksijen seviyesini yükseltmelerinin yanı sıra küresel ısınmaya neden olan sera gazı emisyonlarının azaltılmasına katkı sağlıyor.

Dünyada 22 türü bulunan ve leş yiyen akbabalar, bu beslenme alışkanlıklarıyla sera gazı artışını engelleyen canlıların başında geliyor. Öldükten sonra çürüyen hayvanlar, karbondioksit ve metan da dahil olmak üzere atmosfere çeşitli sera gazları salıyor. Türüne bağlı olarak, tek bir akbaba günde 0,2 ila 1 kilogram hayvan leşi ile besleniyor. 1 kilogram hayvan leşinin, akbabalar tarafından tüketilmediği takdirde, yaklaşık 0,86 kilogram karbondioksit eşdeğeri emisyona neden olduğu hesaplanıyor. Bu, dünya genelinde sayıları 134-140 milyon arasında olduğu tahmin edilen akbaba popülasyonuyla çarpıldığında, her yıl on milyonlarca metrik ton emisyonun önlenmesi anlamına geliyor.

‣ Araştırma: Balıklardan sonra akbabalar da plastik atıklarla beslenmeye başladı

biyoçeşitlilik

Akdeniz‘e özgü bir tür olan ve deniz çayırları olarak da bilinen posidona oceanica, bulunduğu ortamdaki oksijen seviyesini yükseltiyor. Akdeniz ülkelerinin neden olduğu karbondioksit emisyonlarının yüzde 11 ila 42’sini depoladığı varsayılan deniz çayırları, gövdeleri, yaprakları ve deniz tabanından 4 metre derine kadar uzanan kökleriyle oluşturduğu kalın katman sayesinde karbon yutağı görevi görüyor.

biyoçeşitlilik

Atmosferdeki karbonu yakalamada ve küresel iklimi düzenlemede önemli rol oynayan balinalar uzun ömürleri boyunca vücutlarında karbon biriktiriyor ve öldüklerinde okyanusun dibine batarak bu karbonu yüzlerce yıl boyunca hapsediyorlar. Her büyük balina ömrü boyunca ortalama 33 ton karbondioksit tutuyor.

Balinaların karbon yakalama potansiyelinin bir kısmı da fitoplankton üretimini artırmadaki rolleriyle gerçekleşiyor. Balinalar beslendikten sonra okyanuslara demir ve nitrojen açısından zengin atık bırakıyor. Bu atıkları tüketen fitoplanktonlar ideal büyüme koşullarını sağlıyor ve sayıları artınca daha fazla karbon yakalayabiliyorlar. Bu mikroskobik deniz organizmaları, atmosferdeki oksijenin yaklaşık yarısını üretmenin yanı sıra üretilen tüm karbondioksitin yaklaşık yüzde 40’ını yakalıyor.

‣ Derin balina düşüşü: Yıllar süren bir tükeniş

biyoçeşitlilik

‣ İklim limit aşımı, ‘geri dönüşsüz’ biyoçeşitlilik kaybına neden olacak
‣ [COP15] Biyolojik çeşitlilik için tarihi bir anlaşmaya imza atıldı

‘İklimde yaşanan değişim bütün sistemi altüst ediyor’

WWF-Türkiye Yaban Hayatı Kıdemli Uzmanı Nilüfer Araç, iklim krizine neden olan esas şeyin insan faaliyetleri nedeniyle atmosfere gereğinden fazla sera gazı salınması olduğunu ve bu sorunun, kaynağından çözülmesi gerektiğini belirtiyor.

Araç, “İklim kriziyle mücadelede en önemli müttefiklerimiz olan pek çok canlı, iklim krizinden etkileniyor ve popülasyonları hızla azalıyor. Bu canlılar, karbon yutağı görevi görerek iklim krizinin nedeni olan atmosferdeki sera gazlarını azaltma gücüne sahipler. Ne zaman ki orman varlığımızı artırırsak, ne kadar çok canlıyı korursak, o zaman iklim krizini bir adım daha geriye çekmiş oluruz” diyor.

Sera gazı emisyonunu engelleyen akbabaların popülasyonlarının, özellikle Afrika ve Asya türlerinde hızla azaldığını, Türkiye‘de ise kara akbaba, kızıl akbaba, küçük akbaba ve sakallı akbaba olmak üzere dört türün bulunduğunu aktaran Araç, küresel ölçekte akbaba popülasyonunun düşüşte olduğunu, bu düşüşün, tarım ilaçları, elektrik tellerine çarpılma ve yaşam alanlarının daralması gibi nedenlerden kaynaklandığını bildiriyor.

Balina türlerinden bazılarının da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkati çeken Araç, “Bu türlerin yaşam döngüleri iklim krizinden çok fazla etkilenebiliyor. Mevsimlerin kayması, özellikle göç eden türlerin yaşam koşullarını zorlaştırıyor. Bu döngü içinde iklimde yaşanan değişim bütün sistemi altüst ediyor” ifadelerini kullanıyor.

biyoçeşitlilik

‣ Açık denizlerde biyoçeşitliliğin korunması konusunda anlaşma sağlandı
‣ Ormansızlaşma ve biyoçeşitliliğin azalması salgınları neden daha olası hale getiriyor?

‘Domino gibi, bir taş devrildiğinde bütün sistem etkileniyor’

Karbon yutağı olarak doğada var olan orman, deniz ve sulak alan ekosistemlerinin önemine değinen Araç, “İklim krizini en az zarar verecek seviyeye getirmemiz öncelikle emisyonlarımızı azaltmamız ve bununla birlikte sahip olduğumuz doğal ekosistemleri korumamızla mümkün” diyor.

Ekosistemler arasındaki bağıntı için domino taşı benzetmesini kullanan Araç, şunları kaydediyor:

“Domino taşı gibi, bir taşı devirdiğiniz zaman bütün sistem etkileniyor. Tüketici olarak palmiye yağı içerikli bir ürün aldığınız anda en büyük karbon yutağı olan yağmur ormanlarının kesilerek palmiye plantasyonlarına dönüştürülmek üzere tahrip edilmesine bir nevi katkı sunmuş oluyorsunuz. Domino taşının ucunda biz de varız, herkesin elini taşın altına koyması ve bunun farkına varıp yaşam şeklini bu yönde değiştirmesi gerekiyor. Bu, mümkün olduğunca toplu taşıma kullanmadan tutun da tüketim alışkanlıklarımıza kadar yaşam şeklimizi ivedilikle değiştirmemiz gerektiği anlamına geliyor.”

[Seçim Günlüğü] Yurt dışında oy kullananların sayısı bir milyonu geçti

Cumhurbaşkanı seçimleri için yurt dışı temsilciliklerde ve gümrüklerde, 20 Mayıs Cumartesi günü başlayan oy verme işlemleri sürüyor. Yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı seçmenlerden, yurt dışı temsilcilikler ve gümrüklerde oy kullananların toplam sayısı, üçüncü günde saat 10.30 itibarıyla 1 milyon 153 bin 842 oldu.

73 ülkede 156 temsilcilikte ve gümrük kapılarında oy kullanılabiliyor. Yurt dışında toplam 3 bin 461 sandık kuruldu.

Yurt dışı temsilciliklerde oy verme işlemleri 24 Mayıs’a kadar, gümrüklerde ise 28 Mayıs saat 17.00’a kadar sürecek.

1,5 milyon seçmenin bulunduğu Almanya’da ilk 2 günde 393 bin 580 oy kullanıldı. Cumhurbaşkanı Seçimi’nin 14 Mayıs’ta yapılan ilk tur oylamasında, beş günde toplam 697 bin 577 seçmen sandığa gitmişti.

Karaburun’da RES’lerden sonra GES tartışması

İzmir’in şirin sahil ilçesi Karaburun’da son yirmi yıl içinde yoğun olarak yapılan rüzgar enerjisi santrallerinden (RES) sonra herkesin dikkatinin seçimler üzerinde olduğu bugünlerde güneş enerjisi santralleri de (GES) kurulmak isteniyor.

Bilindiği gibi RES’lerin ülkemizde en yoğun kurulduğu bölgelerin başında Karaburun ve Yarımada bölgesi yer alıyor. RES’ler ve GES’ler için özel şirketlere, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı izin veriyor. Yapımları ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararı almalarına bağlı. ÇED süreci ise tamamen finansmanını yatırımı yapanın; yani RES veya GES’i kuran şirketin sağladığı özel ÇED şirketleri ile yürütülüyor. Yani ÇED raporu hazırlayan özel firmaların ücretini bu tesisleri kurmak isteyen şirket ödüyor.

Durum böyle olunca ister istemez yapılan ÇED’in güvenilirliği tartışılıyor. Karaburun’a yıllardır kurulan RES’ler için yapılan ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan ‘olumlu’ alan ÇED raporlarının da büyük bir kısmı tartışmalı. En azından yapılacak yatırımlar için bölge halkının hassasiyetlerini öğrenmek ve katkılarını almak için ÇED yönetmeliği gereği yapılması gerekli olan halkın katılımı toplantıları ya yapılamadı ya da kurulana uygun gerçekleştirilemedi. Bunun sonucunda Karaburun’un yerli halkı için yaşamsal önemde olan meralar, RES’ler bahane edilerek halkın kullanımına kapatıldı, yörenin simgesi keçi yetiştiriciliği yok edildi. Şimdi ise bölgede RES’lerin yanı sıra GES’ler de kurulmak isteniyor.

Yalnızca 9-10 keçi sürüsü kaldı

Bunun son örneği de Karaburun’un şirin dağ köyü Yaylaköy’de kurulmak istenen GES.  118.9 hektarlık bir alan üzerinde kurulmak istenen GES,  14 Mart 2019’da Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile ilan edilen Özel Çevre Koruma Bölgesi sınırları içinde kalıyor. RES’lerden sonra, ellerinde kalan son zeytinlik ve mera vasıflı bu alanı da kaybetmemek için Yaylaköylüler dava açarak ÇED raporunun iptali için yasal süreci başlattı. Karaburun’un Yaylaköy’ü, Yarımada bölgesinin de tek dağ köyü. Köyün genel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık; özellikle de keçi yetiştiriciliği. Bölgede yüzyıllardır kullanılan meralar RES’ler nedeniyle daralırken, rüzgar tribünü alanların etrafının tel örgüler ile çevrilmesi ortak kullanılan mera alanlarına ve su kaynaklarına köylülerin ve hayvanlarının erişimini engelliyor. Yaylaköylüler yeni yapılacak GES’in yanı sıra, aynı zamanda rüzgar enerji santrallerinin en yoğun olduğu Yaylaköy’de artık 9-10 keçi sürüsünün kaldığını söylüyor. Bir yandan hayvan sayısı azalırken, bir yandan da keçilerin bitki türlerine erişimin azalmasıyla süt verimi de düşüyor. Güneş panelleri için doğrudan bitki örtüsünün sıyırılması da bölgedeki flora ve fauna varlığına da olumsuz olarak etkileyecek.

Üstelik Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ÇED raporu ekinde yer alan Biyolojik Çeşitlilik Raporu da ÇED raporunda dikkate alınmamış. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın raporuna göre bölge öncelikle iki göç döneminde (ilkbahar ve sonbahar) izlenmeliydi. Ancak ÇED raporundan bunun yapılmadığı anlaşılıyor. Başka bir konu ise 14.03.2019 tarih ve 823 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile ilan edilen “Karaburun-Ildır Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi” için henüz karasal biyoçeşitlilik çalışması ve yönetim planının yapılmaması… Buna rağmen bölgede RES ve GES enerji yatırımlarına yangından mal kaçırırcasına onay veriliyor. Bölgede hâlâ alana ilişkin sürdürülebilirlik ilkeleri, hassas bölgeler ve etkileşim geçiş sahası belirlenmemesine rağmen enerji yatırımlarına göz açıp kapayıncaya kadar kısa sürede “ÇED olumlu kararı” veriliyor.

Özel Çevre Koruma Bölgesi kararı yok hükmünde

Geçtiğimiz yıl, özellikle yaz aylarında dünyada birçok ülkede yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimindeki payı %25’lere ulaştı. Küresel iklim değişikliğinin yavaşlatılabilmesi, 2015 Paris İklim Antlaşması’nın zaten yetersiz olan hedeflerine ulaşılabilmesi için fosil yakıtlar bir an önce yerini yenilenebilir enerji kaynaklarına bırakmalı, Ancak bu değişim yapılırken RES ve GES’lerin kurulacağı bölgelerde; bölgesel yaşama, ekosistemlere ve bölge ekonomisine dikkat edilmesi büyük önem taşıyor. Bunun için ise bu tip yatırımların yapılacağı bölgelerin ekolojik bir bakış açısı ile belirlenmesi şart.

İşte sorun tam bu noktada başlıyor. Ülkemizde; kendi ilan ettiği ‘Özel Çevre Koruma Bölgesi’ kararını bile dikkate almayan, ÇED dosyasında yine kendi yönetimindeki Tarım ve Orman Bakanlığı’nın ‘Biyolojik Çeşitlilik Raporunu’ görmemezlikten gelen, yönetmelikleri hiçe sayan bir yönetim anlayışı var. Bu anlayış, RES ve GES’lerin kurulmasına sera gazı emisyonlarını azaltma hedefi için değil, rant için izin veriyorlar.

Enerji yatırımlarına ekolojik kaygı ile bakan ve enerji üretim ve dağıtımının bir kamu hizmeti olması gerektiğini bilen ve hukuka saygılı bir yönetime gereksinimimiz var. Bunu gerçekleştirme açısından ilk adımı atmak için önümüzde bir haftadan az zaman kaldı.

Herkesin bunun sorumluluğunu hissederek, oyunu kullanması şart…

Gezegen, kent ve seçim

[email protected]

14 ve 28 Mayıs seçimlerinin sonuçları ve olası sonuçlar, dünyada ve Türkiye’deki kentlerin durumu ve geleceği üzerinde yeniden düşünmeyi gerektiriyor.

İçinde bulunulan durumun en temel karakteristiğinin belirsizliklerin çok sayıda olması, buna karşılık antroposantrik toplumsal-politik körleşmenin giderek yoğunlaşması ve yaygınlaşması olduğu söylenebilir. “İnsan topluluklarının demografik eğilimleri, kırda ve kentte yerleşme ve yaşama biçimleri ile iklim değişikliği, teknolojik gelişmeler, enerji üretim ve kullanım biçimleri ve geleceği biçimlendirebilecek düşüncenin/ ideolojilerin ve tartışmaların kapitalizm/ popülizm/ nasyonalizm ve militarizm arasındaki ilişkilerin sorunları çoğaltacak biçimde gelişiyor olması bütün gezegen/ insanlık için temel kaygı alanıdır” diyebiliriz.

Ancak yukarıdaki genel önerme, Türkiye coğrafyası ve ülkenin içinde bulunduğu moment açısından çok daha fazla geçerli. Türkiye çok kritik ve oldukça kapsamlı, geleceği kurmak bakımından kritik ve stratejik bir seçim yapma durumunda. Eğer yapacağı seçimlerindeki belirsizlik ve bulanıklık, kısa erimli ve bencil çıkarcılık ve gezegeni çökertmekte olan ekolojik dengelerdeki kayıpları umursamama hali sürerse ekolojik-kentsel sorun giderek ivmelenecek demektir.

Kentlerin seçimi bekleyen sorunları

Toplumların yapacakları seçimler, ilerisi için taşıdıkları anlamlar bakımın, kazanımlar/ kayıplar ya da durağanlık-belirsizlik türünde sonuçlar üretebilir. Türkiye de böyle bir seçimin eşiğinde ve son derece kutuplaşmış, gerilimli ve öngörülebilirlik açısından puslu ve güvenilmezliklerle dolu bir atmosferde yapıyor/ yapacak seçimlerini. Toplumun niteliksel özellikleri, olgunluğu ya da bazı siyasi yorumcuların söylediği gibi “Anadolu irfanı” belirliyor, yaptığı ve yapacağı seçimleri ve sonuçlarını…

Küçük bir yazıya sığabilecek biçimde özetleyecek olursak, Türkiye’deki kırın ve kentlerin (ama nüfusun giderek artan bölümünün farklı büyüklüklerdeki kentlerde yaşadığını dikkate alacak olursak, kentlerin) karşı karşıya bulunduğu temel sorunlar nelerdir?

Bu sorunları, hem yerel toplumlar düzeyinde hem de (teorik olarak yerel toplumlar tarafından demokratik olarak belirlenmiş olması gereken) kent-kamusal yerel yönetimler-işletmeler düzeyinde düşünürsek;

  • İklim değişikliği karşısında, kentsel coğrafyanın ve planlamanın gerektirdiği değişimleri; ekolojik, morfolojik, toplumsal-ekonomik ve kültürel olarak anlamış ve içselleştirmiş olma düzeyi,
  • Toplumsal kararların üretilmesindeki demokrasinin varlığı ve bu demokrasinin temsili-katılımcı olma özellikleri bakımından işlevselliği,
  • İdeolojik ve otoriter baskı rejiminin giderek yadırganmaması, benimsenmesi,
  • Hızla gelişen teknolojilerin kentlerde, özellikle üretim, iletişim ve ulaşım alanlarındaki kullanım biçimlerinin, emek süreçleri ve emeğin nitelik ve nicelik olarak konumunu değiştirmesi, buna karşılık giderek endüstrisizleşen ve hizmet-inşaat vb. alanlarında değişen işbölümünün, kentsel (toplumsal-politik ve mekânsal-morfolojik) etkilerinin üzerinde durulmuyor olması,
  • Yerel durum ve sorunlar için üretilen kararlarla ülkesel politikalar arasındaki ilişiklerin, merkeziyetçi ve adem-i merkeziyetçi[1] olma özelikleri bakımından konumlanışı,
  • Giderek artan bir hızla mülkiyetin ve kentsel rantın özel kişiler elinde birikmesine/ tekelleşmesine yönelik politik baskının, kentlerin bütün ekolojik değerlerini baskılamasına/ yok etmesine varmış olması ve kentsel-toplumsal yaşamın bundan olumsuz etkilemesine rağmen, kentsel demokratik ve katılımcı planlama anlayışının yerine geçmiş/ egemenliğini kurmuş olması,
  • Toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kimlikleri, din ve mezhep, etnik köken ve anadil, toplumsal sınıf ve gelir bölüşümü gibi temel kategorilerdeki ayrımcılık uygulamalarının radikalleşmesi, ayrımcılıkların ve düşmanlaştırmaların, kent mekanında giderek ayrışmaya/ yalıtıma ve yabancılaşmalara varmış olması,
  • Toplumsal kutuplaşmaların giderek artması ve sertleşmesi ve bu durumun (özellikle konut, alış-veriş ve ticaret vb. bakımlarından) kent mekanına yansımış olması,
  • Kentsel gündelik yaşamdaki güvenlik kaygısının ve şiddet eğiliminin giderek artıyor olması ve yaşam kalitesi bakımından bunun olumsuz etkilerinin artması,
  • Kentsel yerel kültürlerindeki çeşitlenmelerin ve çoğulculuğun, çok kültürlülüğe/ çoğul yaşama özgü toplumsal pratikleri baskılanması ve kent toplumunun giderek tek-tipleştirilmesi veya iktidardaki güç odağının tercihlerine bağlı standartlaştırılması eğiliminin güçlenmesi,
  • Kentlerin yerel kimliklerinin, bir yandan dünya popüler kültürünün hızla yayılabildiği teknolojilerle erozyona uğratılması, diğer yandan da “siyasal İslamcı” ideolojik politikalarla baskılanması ve erimesi, “koruma” kültürünün de zayıf ve seçmeci olması nedeniyle, giderek yok olma tehdidi altında olması
  • Kentsel kamusal alanlardaki karşılaşmaların ve yüz yüze gerçekleştirilen, yerel ve evrensel kültürel-sanatsal etkinlikler alanın giderek daraltılması, (popüler / popülist alana) indirgenmesi ve şablonlaştırılması,

bakımlarından kentlerin güç durumda olduğu, üzerinde çalışılması/ politika üretilmesi gereken sorun alanlarıyla yüklü olduğu gibi sonuçlara varabiliriz.

*

Hangi ‘tek adam’?

Gerçi Türkiye’nin önündeki seçim, bir “tek adam” seçimi olacak. Ancak yukarıdaki konuların (ve elbette başka pek çok konunun) bu seçimle, doğrudan veya dolaylı bir biçimde etkilemesi söz konusu. Türkiye kendi seçimiyle ya da yönlendirilmiş/ yanıltılmış seçimiyle onayladığı anayasaya göre tek bir otoritenin yarına dair her şeyi etkileyebilecek iradi kararlar üretmesine olanak sağlıyor.

Kentleri ve kentsel toplumun boğuştuğu sorunların hiç biri kuşkusuz bir “tek adam” rejimiyle çözülemez ama giderek kötüleştirilebilir veya zaten bu tür olumsuz gelişmeler çıkarcı-kayırmacı yaklaşımlar nedeniyle yeğleniyor olabilir.

Bu nedenle Türkiye, belirsizliklerle dolu, son derece güvenliksiz ve körleşmiş bir ortamda seçim yapmaya hazırlanırken, umutsuzluğa kapılmaksızın, “tam bir başarı”, “net bir çözüm” veya “her şeyi yeniden kurabilmek” vb. türdeki politik programlara uymayacak olsa bile “elde edilebilecekleri elde etmek”, “değiştirilebilecekleri/ değiştirilebildiği kadar değiştirmek” vb. biçiminde tanımlayabileceğimiz, daha minimal bir beklentiye göre çaba gösterebilir.

Total bir yengi veya yenilgi belki hiçbir zaman olmayacak. Göreli bir “gelişme,” göreli bir “iyileşme veya onarım” için olsa bile ya da sadece deneyimini çoğaltmak amacıyla olsa bile sınava kesin bir kararlılıkla hazırlanmak zorundayız.

Böyle bir karar momentinde, karamsarlık veya küskünlük, kullanılamaması gereken bir “lüks” olacaktır.

Hala bir şansımız var.

Bunu iyi kullanmalıyız.

*

[1] “Adem-i merkeziyetçilik” terimi oldukça eski olmakla birlikte, yerine geçebilecek daha iyi ve Türkçe bir terim bulmak oldukça zor. Ancak, “adem” yokluk anlamına geliyor ve adem-i merkeziyetçilik tamlaması da, merkezin yokluğu, tek merkezde toplanmış bir güç veya karar erkinin olmamasını ifade ediyor. Türkiye kamu yönetimi örgütlenmesinde, hemen hemen yaklaşık bir buçuk yüzyıldır bu sorun üzerinde tartışıyor olmakla birlikte “merkeziyetçilik” yaklaşımı her zaman yeğleniyor ve uygulanıyor.

Ham meyve

Öznelerden oluşmuş bir toplumun olgunluğunu hükmedilenlerin hükmedilme (= ya da hamlık) oranı belirler.

Emir vermek ve itaat etmek [1] ile adına konuşmak ve adına konuşulmak arasındaki haysiyetsizlik [2] oranı da geçerli bir ölçüttür.

Düşünce ise her zaman bir yol ayrımındadır: Ya bu gerilim noktalarını dikkate alan yeni kavramlar önererek sorun çözer ya da yok edicilik özelliğini tahkim ederek kendi kendisini de yok eden bir süreci adımlar.

Bir düşünce biçimi olarak savunduklarını istikrarlı bir biçimde gerçekleştirmiş olan insan merkezciliğin yok edicilik oranı ise faşizmden fazladır.

Örgütlenmesinde “hükmeden ve hükmedilen”, “emir veren ve itaat eden” ile “adına konuşan ve adına konuşulan” olduğu sürece toplum kendisini özne ol(a)mayanların toplamı olarak sürdürür, –olgunlaşamaz (Horkheimer&Adorno).

Özne ol(a)mayanların oluşturduğu toplama yakışacak ad önerilerinden birisi ise “insan merkezci toplum” olabilir.

Bir sorunu çözebilmek için ilk düğmeyi doğru iliklemek, ilk adımı doğru atabilmek, ilk tanımı doğru yapabilmek bu yüzden çok önemlidir.

Sonra arkası (belki) gelir. [3]

*

[1] Esin kaynağı için bkz.: Horkheimer, M.,& Adorno, T. W., Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, s. 59, 62.
[2] Faruk, Ö., Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, s. 64 ve tüm kitap.
[3] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Rapor: Küresel anlaşma ile plastik kirliliği yüzde 80 oranında azaltabilir

Plastik kirliliğini azaltarak 2024’e kadar sonuçlandırılması öngörülen uluslararası anlaşmanın kabul edilmesinden bir yıl sonra, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), çevreye karışan plastik hacminin önemli ölçüde azaltılmasına yönelik yol gösterici bir rapor yayımladı.

Deutsche Welle‘nin aktardığına göre, salı günü (16 Mayıs) yayımlanan ve plastik kirliliğiyle mücadeleye yönelik kanıtlanmış tekniklere dayanan rapor, 2040 yılına kadar plastik kirliliğini dörtte üçten fazla azaltabilecek, yüz binlerce istihdam yaratabilecek ve trilyonlarca dolar tasarruf sağlayabilecek sistemik değişikliklere işaret ediyor.

UNEP direktörü Inger Andersen, “Rapor, yalnızca bütünleşik, doğrusal bir ekonomiden döngüsel bir ekonomiye sistemik bir geçiş ile plastiği ekosistemlerimizden ve bedenlerimizden ve ekonomiden uzak tutabileceğini gösteriyor” dedi.

Rapor, mayıs ayının sonunda Fransa’nın başkentinde gerçekleştirilecek bir toplantı öncesinde yayımlandı. Uluslararası delegeler, Paris’te BM Çevre Meclisi‘nin “Paris (İklim) Anlaşmasından bu yana en önemli çevre anlaşması” olarak nitelediği anlaşmanın müzakerelerinin ikinci turu için bir araya gelecek.

Dünya şu anda her yıl yaklaşık 350 milyon ton plastik kirliliği üreterek biyolojik çeşitlilik kaybına, küresel gıda arzı ve gıda arzı sorunlarına neden oluyor.

Fotoğraf: AA
‣ Neden tek kullanımlık plastiklerin yaşam döngüsü analizlerine itibar etmemeliyiz?
‣ Küresel plastik anlaşması için müzakereler başladı: Türkiye ne yapacak?

Ne yapılması gerekiyor?

Rapor, geri dönüştürülemeyen, yeniden kullanılamayan veya kompost edilemeyen gereksiz ve sorunlara yol açan plastiklerin yanı sıra aşırı ambalajlama veya insan sağlığı için tehlikeli kimyasallar içeren plastiklerin ortadan kaldırılması için yasaklar getirilmesi ve anlaşmalar yapılması çağrısında bulunuyor.

Ayrıca, yeniden kullanım, geri dönüşüm ve alternatif malzemelere geçişi içeren üç yönlü bir yaklaşım ortaya koyuyor.

Yeniden doldurulabilir şişeler, yeniden kullanılabilir torbalar, marketlerde dispenserlar, depozito iade projeleri ve ambalaj geri alma uygulamaları gibi yeniden kullanım düzenlemeleri, 2040 yılına kadar plastik kirliliğini yüzde 30 oranında azaltmayı mümkün kılacak en kolay ulaşılabilir çözümler arasında yer alıyor.

Geri dönüşüm oranlarının iyileştirilmesi, geri dönüşümün daha kolay hale getirilebilmesi için daha katı tasarım standartları ve  sorunlu katkı maddeleri ve polimerlerin yasaklanmasıyla elde edilebilir. Rapor, fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılmasının, geri dönüşümü işlenmemiş plastik üretmekten çok daha ekonomik hale getirdiğini de gösteriyor. Geri dönüşüm oranlarının geliştirilmesi,  plastik kirliliğinde yüzde 20’lik bir azalma sağlayabilir.

Tüm bunlara rağmen insanların kısa ömürlü ürünlerin kullanımıyla yaklaşık 100 milyon metrik ton plastik atık üretmeye devam edeceği öngörülüyor.

Fotoğraf: Reuters
‣ Kuzeydoğu Akdeniz kıyıları mikroplastik kirliliği nedeniyle yüzmeye elverişli değil
‣ Adana’dan sonra Gana: Batı Afrika nasıl plastik içinde boğuluyor?

Bu, plastiğin sonu anlamına mı geliyor?

UNEP ekonomi bölümünün müdür yardımcısı ve çalışmaya katkıda bulunan yazarlardan Steven Stone, UNEP’in amacının plastik kullanımını tamamen ortadan kaldırmaktan ziyade, plastik kirliliğini sona erdirmek olduğunu söyledi:

“Plastiklerin değeri kullanımda olduğu süreçte en yüksektir. Dayanıklıdır, hafiftir, arabada kullanılır, uçaklarda kullanılanır ve birçok değer yaratan toplum için çok özel işlevleri bulunur. Yani hiçbir şekilde plastiği düşman gibi göstermeye çalışmıyoruz.”

Stone, tıpkı ozon tabakasındaki incelmenin durdurulması amacıyla global anlaşmalarla kloroflorokarbon gazlarının yasaklanmasının ardından alternatif soğutucu gazların yaratılması yönündeki rekabette olduğu gibi, söz konusu hedefin bu süreci şirketler için finansal açıdan teşvik edici hale getirerek katılmalarını sağlamak olduğunu belirtti.

Stone, “Çöpe dönüşen ve insan sağlığına zarar veren tek kullanımlık plastik üretmeye devam etmek, endüstri için de gerçek bir kazanım değildir.Raporun asıl amacı plastiklerin görünürde ucuz olsa da aslında böyle olmadıkları. Çünkü maliyetler ya geleceğe bırakılarak ya da belki de plastiği kullanmamış olduğu halde maruz kalmanın bedelini ödeyecek diğer kişilere mal ediliyor.”

[Seçim Günlüğü] Müzakere etmem demişti: Erdoğan- Oğan sürpriz görüşmesi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ata İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Sinan Oğan ile Dolmabahçe‘deki Çalışma Ofisi‘nde bir araya geldi.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna dokuz gün kala, ilk turda yaklaşık 3 milyon seçmenin desteğini alan Oğan’ın, hangi adaya destek açıklayacağı merak ediliyordu. Oğan’ı aday gösteren Ata İttifakı‘nın bileşeni, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ da sabah saatlerinde Millet İttifakı‘nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmüştü.

[Seçim Günlüğü] Özdağ-Kılıçdaroğlu görüşmesinden ortak açıklama

Basına kapalı olarak yapılan Dolmabahçe’deki sürpriz görüşme, Erdoğan’ın resmi planında yer almıyordu.

‘Bu şekilde müzakere etmeyi seven biri değilim’ demişti

CNN International‘a dün konuşan Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk turunda yüzde 5’i aşkın oy oranına sahip Sinan Oğan’ın isteklerine boyun eğmeyeceğini söylemiş; Oğan’ın ikinci turda belirleyici olacağı yönündeki yorumlara yanıt olarak da “Ben bu şekilde müzakere etmeyi seven biri değilim. İktidarı belirleyecek olan, halktır” demişti.

 

Dünyadaki büyük göllerin yarısından fazlası son 30 yılda küçüldü

Dünyadaki büyük göllerin ve durgun su rezervlerinin yarısından fazlası 1990’ların başından beri – özellikle iklim krizi ve insan tüketimi nedeniyle – tarım, hidroelektrik ve insan tüketimi için su temini ile ilgili endişeleri yoğunlaştırarak küçüldü.

Uluslararası araştırmacılardan oluşan bir ekip, Avrupa ile Asya arasındaki Hazar Denizi‘nden Güney Amerika‘nın Titicaca Gölü’ne kadar dünyanın en önemli tatlı su kaynaklarından bazılarının yaklaşık otuz yıl boyunca kümülatif olarak yılda yaklaşık 22 gigaton su kaybettiğini bildirdi. Bu, ABD’nin 2015 yılında toplum su kullanımının tamamına denk geliyor.

Araştırma: Yaklaşan El Niño, küresel ekonomiyi trilyonlarca dolar zarara uğratabilir

Yeni bir çalışma, geçmişte yaşanan en yoğun El Niño olaylarından bazılarının sonraki yıllarda küresel ekonomide 4 trilyon dolardan fazla zarara neden olduğunu ortaya koyuyor.

Önümüzdeki aylarda etkisini göstermesi beklenen bir El Niño yaklaşırken, dün (18 Mayıs) Science dergisinde yayımlanan araştırma, doğal bir şekilde meydana gelen El Niño iklim modelinin, etkileri yıllar boyunca sürdüğü için küresel ekonomiye trilyonlarca dolara mal olabileceğini gösteriyor.

Rakamlar, yalnızca kısa süreli ekonomik zararları hesaba katarak yürütülen daha önceki çalışmaların gösterdiğinden çok daha yüksek.

Bilim insanları, geçmişte yaşanan en yoğun El Niño olaylarından bazılarının sonraki yıllarda küresel ekonomiye 4 trilyon dolardan fazlaya mal olduğunu ifade ediyor.

İklim krizinin gelecekteki El Niño olaylarının sıklığını ve gücünü artıracağı öngörüldüğünden, araştırmayı yürüten bilim insanları, karbon emisyonlarını azaltmak için mevcut taahhütler yerine getirilse bile, küresel ekonomik kayıpların 21’inci yüzyılın sonunda 84 trilyon dolara ulaşacağını tahmin ediyor.

84 trilyon dolarlık zararın 21’inci yüzyılın küresel ekonomik çıktısında yaklaşık yüzde 1’lik bir azalmaya tekabül ettiği tahmin edilse de, bazı ülkelerin daha yüksek maliyetler ve kayıplar yaşayacağı öngörülüyor. En ağır şekilde etkilenenlerin ise düşük gelirli ülkeler olacağı kaydediliyor.

Fotoğraf: Guillermo Flores/IPS
‣ El Niño zamanı geliyor: Benzeri görülmemiş sıcak dalgaları görülebilir
‣ Dünya Meteoroloji Örgütü: El Niño ihtimali arttıkça sıcaklık rekorları kırılacak

‘İklim değişikliğine adaptasyonumuz düşündüğümüzden çok daha zayıf’

The Washington Post‘un aktardığına göre, Dartmouth College‘dan doktora adayı ve araştırmanın baş yazar Chris Callahan, “Bu hava olayının bu kadar maliyetli olduğunu fark etmek kesinlikle şaşkınlık yarattı. Bu aşırı hava olayları sonrasında, ekonomik büyümede beş hatta on yıl süren kalıcı buhranlar görülüyor.”

Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi‘nden (NOAA) meteorologlar, okyanus sıcaklıkları bu yıl halihazırda rekor seviyelere ulaştığı için 2023’ün sonlarında güçlü bir El Niño olayı bekliyor.

2016’da yaşanan son El Niño döneminde kayıtlardaki en yüksek küresel sıcaklıklar, orman yangınları, kutup buzlarının erimesi ve daha birçok durum yaşandı. Yeni araştırmayı yürüten bilim insanları, çalışmalarında bu rakama yer vermeseler de, 2023 El Niño olayının küresel ekonomiyi önümüzdeki beş yıl içinde 3 trilyon dolar zarara uğratabileceğini tahmin ediyor.

Araştırmanın yazarlarından Dartmouth College‘dan Justin Mankin, “Enerji ve ulaşım sektörlerinizi etkileyen hava ve iklim tehlikeleri söz konusuysa, bunların ekonomi üzerinde farklı açılardan yansımaları olacaktır. İklimdeki değişkenliğinin şimdiki haline adaptasyonumuz, düşündüğümüzden çok daha zayıf düzeyde” diyor.

Fotoğraf: Reuters
‣ Araştırma: Küresel ısınma La Niña ve El Niño olaylarını daha güçlü hale getirecek
‣ İklim krizi El Nino’ları, El Nino’lar iklim krizini besliyor

‘Tropikal ülkeler kişi başı yüzde 5 ila 19 GSYİH kaybetti’

Son 60 yıldaki en büyük iki El Niño olayı 1982-83 ve 1997-98’de meydana geldi ve beş yılı aşkın bir süre içerisinde sırasıyla 4,1 trilyon dolar ve 5,7 trilyon dolar zarara yol açtı. Bu yıllar aynı zamanda kayıp ve zararın daha da derinleşmesine neden olan büyük finansal krizlerle aynı zamana denk geldi. Ancak araştırmacılar bu mali krizleri analizden çıkardığında bile, uzun vadeli küresel GSYİH‘da yine önemli düşüşler keşfetti.

Kayıpların çoğu, El Niño fenomeninin daha yakınında bulunan ve genellikle gelişmekte olan veya düşük gelirli ülkelerde meydana geldi. Araştırma ekibi, örneğin 1998 El Niño olayı gerçekleşmemiş olsaydı, Peru‘da yaşayan ortalama bir kişinin gelirinin 2004’te 1,246 dolar (yüzde 19) daha yüksek olacağını hesapladı. Ekvador, Brezilya ve Endonezya’nın aralarında bulunduğu tropikal ülkeler, kişi başı yüzde 5 ila 19 GSYİH kaybetti.

Mankin, “El Niño’nun maliyetli olduğunu zaten biliyoruz. Biz bu maliyetlerin daha önce anladığımızdan çok daha yüksek olduğunu gösteriyoruz” diyor.

Fotoğraf: Reuters
‣ El Niño etkisi önümüzdeki aylarda daha da güçlenecek

El Niño nedir?

Doğu ve orta Pasifik Okyanusu‘ndaki okyanus sıcaklıklarında yaklaşık her üç ila beş yılda bir görülen yükseliş, El Niño’nun açık belirtilerinden biri. Bu durum dünya genelinde birbirini tetikleyen aşırı hava koşulları yaratarak bir yıla kadar etkili olabiliyor.

Bu dönemde doğu Pasifikte uzanan güney ABD gibi bölgelerde ortalamanın üzerinde yağış ve hatta tahribat yaratan toprak kaymaları yaşanabiliyor.

Okyanusun diğer ucundaki, Endonezya ve güneydoğu Asya gibi bölgelerde ise kuraklık etkili oluyor ve bu kuraklık yıkıcı orman yangınlarını tetikleyebiliyor.

Dünyanın diğer bölgelerinde ise yıkıcı seller, gıda güvensizliğine yol açabilecek mahsul kayıpları, tropikal hastalıklardaki artış ve balık popülasyonlarında düşüş gibi etkiler gözlemleniyor.

Bu olayların tamamı, hem yerel hem de küresel ekonomileri zarara uğratabiliyor.