Geçtiğimiz hafta içinde İzmir’de; Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İzmir Şubesi ve Konak Belediyesi’nin ortak girişimi ile yapılan ‘İklim Değişikliği; Kent ve Sağlık Sempozyumu’nun ‘İklim Değişikliği Yaşamımıza Neler Getiriyor?’ oturumunun konuşmacılarından Prof. Dr. Levent Kurnaz konuşması sırasında bir-iki yıl önce gündemimize giren; ancak çok çabuk unuttuğumuz bir tehlikeyi hatırlattı: Bir sivrisinek çeşidi olan Aedes’i… Aedes bir kere gördüğünüzde özellikle eklem bölgelerindeki beyaz çizgileri nedeniyle bir daha unutmayacağınız bir çeşit sivrisinek. Yakın döneme kadar sadece tropikal ve subtropik bölgelerde görülen bu sivrisinekler, bugün artık küresel iklim değişikliğinin etkisi ile ısınan dünyamızda Antarktika dışında tüm kıtalarda görülebiliyor. Ülkemizde de ilk kez 2016 yılının yaz aylarında Doğu Karadeniz’de tespit edilen bu cins sivrisinek, gerekli mücadelenin yapılamaması nedeniyle yayılmaya başlamış. Halen Trakya, Marmara ve İstanbul’da da görülen Aedes’in, yakında Ege Bölgesi’nde de görülebileceğini belirtiliyor. Hatta 2019 yazında Ege’de bazı bölgelerde tespit edildiğine dair iddialar da var.
Peki, neden önemli Aedes? Çünkü bu tip sivrisinekler, bazı viral kaynaklı hastalıklar için önemli bir vektör… Dang humması, sarı humma, Batı Nil Ateşi gibi çok sayıda ateşli viral hastalığın etkeni olan virüsleri insanlara bulaştıran Aedesler son yıllarda ise özellikle Brezilya’da ortaya çıkan Zika virüsü hastalığı ile dünya gündemine oturdu. Aslında ilk olarak 1947’de Afrika kıtasında maymunlarda görülen bir viral hastalık olan Zika’nın etkeni olan Zika virüsü daha sonra Aedes türü sivrisineklere geçerek tüm dünyaya yayıldı.
Afrika’da ilk görüldüğü bölgeden ismini alan Zika hastalığının asıl tehlikesi, oldukça silik geçmesi ama özellikle hamile kadınlarda sonucunun ürkütücü olabilmesinde yatıyor. Aedeslerin ısırması veya cinsel temas ile bulaşan Zika virüsünün yol açtığı hastalığa yakalananların %80’inde ya belirtisiz ya da hafif ateş, döküntü, kas ve eklem ağrısı ve konjonktivit görülüyor. Hastalık asıl sorunu daha sonra yaratıyor.
Hamile kadınlarda büyük risk
Özellikle hamile kadınlar virüsle karşılaştıkları zaman hastalığı hafif belirtilerle; bazen de belirtisiz olarak geçirebiliyorlar. Ancak doğum yaptıklarında çocukları mikrosefalili (kafa çevresinin normal ölçütlerden küçük olması) olabiliyor… Bu durumla ilgili araştırma yapan uzmanlar Aedes cinsi sivrisineklerin hamile kadınlara bulaştırdığı Zika virüsü ile yayılan hastalıkla yeni doğan bebeklerde görülen küçük kafa yapısı arasında güçlü bir ilişki olduğuna inanıyorlar. Özellikle 2015 yılında Brezilya’daki salgın bu iddiaları güçlendirdi ve tüm dünyanın dikkatini bu sivrisinek ve onun yaydığı bu hastalığa çevirdi. O dönem Brezilya’da 5000’e yakın insana bulaştığı Brezilya makamlarınca doğrulanan virüs nedeniyle olduğu düşünülen 3500’e yakın mikrosefalili çocuk var. Ayrıca yine bu konuda bilimsel çalışmalar yapan uzmanlara göre başta Guillian- Barre olmak üzere çeşitli nörolojik komplikasyonlar da bu hastalıkla ilişkili…
2016’dan sonra küresel iklim değişikliğinin yarattığı ısınma sonucu tropikal ve subtropik bölgeden çıkıp hızla tüm dünyaya yayılan Aaedesler nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2016’da virüse karşı acil durum ilan etmişti. O yıl bu sivrisinekler sadece 33 ülkede görülmüştü… Ülkemizde de Sağlık Bakanlığı o dönemde özellikle hamile kadınları bu ülkelere yolculuk yapmaması için uyarmıştı. Bugün ise artık Antarktika hariç dünyanın her tarafında varlar.
Aşısı yok
Peki,; ülkemizde de kuzey bölgelerinde görülmeye başlanan Aedeslerle mücadele için ne yapmak lazım? Yine DSÖ’ne göre Zika virüsü bulaşanların sayısı 2010’dan bu yana otuz kata yakın arttı. Hastalığın görüldüğü birçok ülke öncelikle toplum eğitimlerine öncelik verdi. Bu sivrisineğin özellikleri, bulaştırabileceği hastalıklar, sivrisinekle mücadele yolları, bireysel önlemler bu eğitimlerde anlatıldı. Brezilya, Jamaika, El Salvador gibi ülkeler başta durgun suları kurutmak olmak üzere sivrisineğin üreme alanlarını kontrol etmeye çalıştı. Bu ülkeler ayrıca sivrisineğin ürediği bölgelerde yaşayan kadınlara hamilelikle ilgili danışmanlık da verdiler. Halen hastalığa karşı aşı geliştirme ve ilaç çalışmaları devam ediyor. Çalışmalar özellikle virüsün hamile kadınlarda plasenta- fetüs geçişini engelleyici aşı ve ilaç çalışmaları konusunda yoğunlaşmış durumda. Yine haritaya yakından bakarsak; ülkemiz Aedes türü sivrisineğin görüldüğü, ancak bu sivrisineklerden kaynaklanan Zika virüsü hastalığının görülmediği ülkeler içinde… Ancak bu, görülmeyeceği anlamına gelmiyor.
DSÖ, günümüzde sadece Zika virüsü hastalığı değil; dünya üzerinde insanların %80’inin bir veya daha fazla sayıda vektör geçişli hastalıklara açık olduğu uyarısı yapıyor. Örgüte göre dünya üzerindeki yıllık tüm bulaşıcı hastalıkların %17’si vektör geçişli hastalıklardan kaynaklanıyor ve bulaşıcı hastalıklardan yıllık ölümlerin 700.000’den fazlası yine vektör geçişli hastalıklardan kaynaklanıyor. Artık tartışmasız bir gerçek; küresel iklim değişikliğinin etkisi ile ısınan, yağış rejimleri değişen dünyada başta sivrisinek çeşitleri olmak üzere vektörler tropikal ve subtropik bölgelerden tüm dünyaya yayılıyor. Bu yayılımı önlemenin temel çözümü küresel iklim değişikliğini durdurmaktan geçiyor. Ancak bu şu anda çok zor görülüyor. O nedenle temel çözüm yerine diğer acil çözümlere bakmamız gerekiyor; bunun başında da toplum eğitimi geliyor. Bu sivrisineklerin özelliklerinin, -sabahın erken saatleri ve akşam saatlerindeki üreme ve beslenme dönemleri gibi- anlatılması gerekiyor topluma… Başta hamile kadınlar, üreme çağında olanlar, çocuklar olmak üzere kimlerin daha dikkatli olması gerektiği öğretilmeli. Sonra diğer önlemlerin; başta durgun küçük su birikintileri olmak üzere bu alanların ortadan kaldırılması gibi önlemlerin alınması gerekiyor… Bir de aşı geliştirme çalışmalarının başarılı olmasını umut etmemiz…
Aedes; tropik ve subtropik bölgeden yayılan ilk vektör değil; küresel iklim değişikliği durdurulamadığı sürece sonuncu da olmayacak… Kesin çözüm için toplucaAntarktika’ya göç edemeyeceğimize göre, iklim değişikliğini durdurmalıyız.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Türkiye’den ayrılan mültecilere ilişkin açıklama yaptı. Soylu, sosyal medya hesabından Pazar günü 19.40 itibariyle Edirne üzerinden 100 bin 577 göçmenin Türkiye’den ayrıldığını söyledi.
Yunanistan Dışişleri Bakanlığı ise açıklama yayınlayarak “Türk yetkililerin yanlış bilgilendirme kampanyası devam ediyor. Gerçek: 10 bin kişinin dün sabahtan bu sabaha kadar Yunan topraklarına girmesi engellendi. 73 – İdlib ile ilgisi olmayan- kişi yasadışı yollardan geçti, tutuklandı ve buna göre yargılanıyor” dedi.
Disinformation campaign by Turkish authorities continues. The reality: 10,000 people were prevented from entering Greek territory (all along Evros) from yesterday morning to this morning. 73 -unrelated to #Idlib– persons illegally crossed, were arrested & accordingly prosecuted https://t.co/bqN2V6CLDM
Açıklamanın devamında “Kimse Yunan sınırlarını geçemez. Yasadışı giriş yapmaya çalışan herkesin etkili bir şekilde girmesi engellenir. Türk makamları tarafından belirtilen sayılar tamamen yanlış ve yanıltıcıdır” ifadeleri kullanıldı.
Ne olmuştu?
İdlib’de 36 Türk Silahlı Kuvvetleri askerinin hayatını kaybetmesinin ardından AKP Sözcüsü Ömer Çelik, mültecilerin artık durdurulmayacağını iddia etmişti. Bunun üzerine Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler birçok ilden sınır kapılarına doğru ilerlemişti. Yunanistan sınır güvenlikleri mülteci ve göçmenlere biber gazı ile saldırmıştı.
Yunanistan polisinin attığı gaz kapsülüyle yaralananlar oldu. Fotoğraf: Göktay Koraltan
Avrupa Birliği’nden uyarı
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, Türkiye’yi uyararak “Bizim için Türkiye-AB göçmen mutabakatı geçerliliğini koruyor ve Türkiye’nin bu mutabakattan doğan taahhütlerini yerine getirmesini bekliyoruz. Durumu yakından takip ediyoruz ve gerekli olması halinde harekete geçeceğiz” hatırlatmasında bulundu.
Erdoğan: AB sözünde durmadı
Avrupa Birliği’nin (AB) göçmenler konusunda Türkiye’ye verdiği sözleri tutmadığını kaydeden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise “Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız ve bu devam edecek. Neden? AB sözünde durması lazım. Sözünü tutması lazım” diye konuştu.
Erdoğan konuşmasının devamında “Biz bu kadar mülteciyi bakmak, onları beslemek durumunda değiliz. Eğer dürüstseniz, samimiyseniz o zaman siz de buradan bir paylaşımda bulunacaksınız. Bulunmadığınız takdirde biz bu kapıları açarız” dedi.
Osman Kavala‘nın ne yapmadığını kimse bilemez, ama ne yaptığını onu tanıyan herkes bilir. Gezi Direnişi’nin düzenleyicilerinden biri olarak suçlandığı ve iki yıldan fazla tutuklu kaldığı davadan beraat etmesinden sonra, 15 Temmuz Darbesi ile ilişkili olduğu iddiasıyla daha önce salıverildiği bir soruşturmadan dolayı gözaltına alınması bu vakaya hukuki bir yorum yapılmasını iyice imkansızlaştırdı.
Osman Kavala’yı 15 Temmuz ile irtibatlandırmak, olsa olsa patolojik bir zihinsel duruma işaret edebilir. Bu iddialar, AKP’liler dahil kimsenin inanacağı şeyler değil. İsnat edilenlerle bir ilgisinin olmadığını iddianameyi hazırlayan insanlar da büyük ihtimalle biliyor. Kavala’nın bir yasadışı olayla, hele hele bir darbe girişimi ile ilişkilendirilebilecek en son kişi olduğunu herhalde herkes gibi devletin bilgisini sağlayan akıl da biliyor olmalı.
Peki, o zaman bu saçma sapan hayaller neden üretiliyor? Neden yönetimlerin aklı böylesine fantazmagorik bir dünyaya doğru savruluyor? Bu kadar anlamsız, bu kadar saçma, bu kadar akıllara ziyan bir iddialar neden üretiliyor?
Bu sorulara iddianamede yer alan suçlamalara, yani onun ne yapmadığına bakarak cevap vermek mümkün değil. Tıpkı vakaya hukuk tarafından bakmanın bir anlamı olmadığı gibi…
Ne yaptığı için cezalandırılıyor?
Buna karşılık sosyal alandaki anlaşılmaz gibi gözüken şeylerin, yaşanan tuhaflıkların da bir anlamının olabileceğini, bir soruna işaret ettikleri söylenebilir.
Kavala’nın örneğin hiçbir zaman “Gezi olaylarının örgütleyicisi” olduğuna dair en ufak bir delil ortaya konamadı. Gezi gibi kitlesel olaylarda değil “örgütleyici” olarak öne çıkmak, kararların alındığı toplantılara katıldığı bile söylenemez. İddianamenin bir buçuk yıl boyunca hazırlanamamış olması, neyle suçlandığını bu uzun süre içinde bilmemesi, sonunda ortaya konan iddianamenin beraatle sonuçlanan bir önceki “Gezi Davası” iddianamesinden bir adım öteye gitmemesi; üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir tuhaflık olmalı.
Eğer devlet bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyorsa, o zaman herhalde daha çok korkmamız ve “vay halimize” dememiz gerekmez mi? Çünkü bunu bile bilmeyen bir devlet halkının başına kim bilir ne dertler açar? Tıpkı Hrant Dink’in “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla yargılanması gibi. Buradaki benzerlik şaşırtıcı. O tarihlerde “Dink’in böyle bir iddiayla suçlanmasından daha vahim şeyin ve asıl korkulması gerekenin; okuduğunu anlamayan, suçladığı kişinin düşüncelerini, yaptıklarını tanımaya, anlamaya çaba göstermeyen, olmayacak iddialar ortaya atabilen, hayal dünyası içinde yaşayan bir yargı olduğunu” söylemiştim. Böyle bir yargının olduğu yerde kimsenin hak ve hukukundan söz edilebilir mi?
Sorun yalnızca bu saçma sapan iddiaların ortaya atılmış olması değil. Bu iddiaları ortaya atanların, değerlendirenlerin de bunu bildikleri halde bilmiyormuş gibi yapmaları. Sorun “devlet aklı” dediğimiz şeyin gerçeklikle temasını kaybedip bir yerlere doğru savruluyor olması. Otokratik yönetimlerde devlet aklının içindeki bilgiyi üreten, araştıran, öğrenen unsurlar bağımsızlıklarını kaybederler ve doğrudan kendi çıkarlarını, imtiyazlarını korumak için en tepedeki kişinin gölgesi altına sığınırlar. Yöneticiler sözleri dinlendiği için onların kendilerine itaat ve hizmet ettiklerini zannederler. Oysa görüntü aldatıcıdır, imtiyazlı çıkar tabakası kamusal alanı kapatır, kendi çıkarlarını kollarlar. Neo-klasik devletlerde, iktidar gücü ile bilgi üretimi örtüşür. Yönetimler devlet aklından yoksun kalırlar.
Neden birilerinin garezi var?
Otokratik yönetimlerde sorun yöneticilerdeymiş gibi gösterilir, oysa asıl sorun devlet yapısının işleyişidir. Hiç şüphesiz buna bir “sistem krizi” diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, neo-klasik milli yapısını koruyan sekülerleşmemiş sembolik üretim yapısıyla, bu krizin sürekli yeniden üretildiği bir sahnedir. Bu krizin yaratıcısı politik sınıf gibi gözükmekle birlikte asıl fail asimetrik yapıyı imtiyazcı ilişkiler içinde üreten sembolik sınıftır.Bu imtiyazlı tabaka iktidar ayrıcalıklarını kullanarak bilgiyi kapalı uçlu hale getirirler, entelektüel ortamı kuruturlar ve rakiplerini saf dışı ederler. Bürokratik yapı içinde yaratıcılığı felç eden, bilgi üretimini tekellerine alan paralel bir yapı oluştururlar. Hem kamu, hem özel nitelikleriyle ve eylemsellikleriyle hukuku çiğnerler.
Bu nedenle haksızlığın yalnızca tepeden gelen talimatlarla yapıldığını düşünmüyorum.
Kavala ve eşi Ayşe Buğra, Silivri Cezaevi’nde.
Osman Kavala gibi insanlar hiçbir suç işlemedikleri, hukuka aykırı bir fiiliyatta bulunmadıkları halde bu yapıyı, kamu imkanlarını kendileri için kullanan kişileri rahatsız ettikleri için cezalandırıldıkları kanısındayım. Hukuki olmayan bu yapı her zaman, her ortamda kendi sırlarını ele veren kişilere musallat olur. Onlarla uğraşır, yaşam olanaklarını elinden alır. Haklarında ipe sapa gelmez iddialarda bulunur. Kamu gücünü kullanan bu imtiyazlı tabakanın uyguladığı görünmez şiddet, uyguladığı görünür şiddetten çok daha büyük boyutlardadır. Bu şiddet çoğu zaman işleyiş içinde görünmez kılınır. Düşünce üreten, araştıran, deneysel işler yapan sanatçı, gazeteci, düşünce üreten kişileri sürekli yaralanabilir kılınır. Yalnızca mevcut değerler değil, doğmamış fikirler, yaratıcı işler imha edilir. Bu yüzden sembolik ya da yaratıcı büyük sermayenin hayırseverlik alanına sığınır. Özel alana izole olarak yaşama şansına sahip olur ya da kolay yolu seçer. İktidar ilişkilerinin içine girerek yaşamsal işlevini kaybeder. Kitleler şiddete, yoksulluğa, basmakalıp fikirlere mahkum olur. Düşünce alanın kapatılmasının bedelini sermayesi olmayanlar öder.
Sistemin nasıl iyileşebileceğini gösterdi
Onun iktidara karşı geldiği için değil, daha fazlasını yaptığı, yönetimin nasıl iyileşebileceğini, nasıl nefes alabileceğini gösterdiği için cezalandırıldığını düşünüyorum. O, bir seçkin olarak kendisinden beklendiği gibi davranmadı. Fırsatları kendisi için kullanmak yerine tersini yaptı, kendi imkanlarını kullandırdı. İktidarla hiçbir zaman çatışmadı. Hatta bu yüzden eleştiri bile aldı. Ama daha fazlasını yaptı. Sistemin nasıl iyileşebileceğini gösterdi. Siyasal sembolik alan içinde yer alan imtiyazlı seçkinler gibi sistemin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak şekilde hareket etmedi. Araştırmacı deneysel pratiklerin, güncel sanatın büyük sermayenin hayırseverlik alanına izole olması yerine kitlelerle temas etmesi, buluşması için uğraştı. Sanatın, kültürün, entelektüel ortamın nasıl özgürce gelişebileceğini gösterdi. Anadolu’nun uzak köşelerine ulaşması için çaba gösterdi. Bunu yaparak güncel sanatı seçkinlerin bir uğraşıymış gibi gösteren, kamu sahasına çıkmasını engelleyen, kitleleri basmakalıp kültürel politik alana mahkum eden neo-klasik rejimin kutsal sözleşmesini çiğnedi. Bu yüzden güç odaklarını, kamu gücünü kullanan her türlü imtiyaz sahibini rahatsız etti.
Çünkü çatışma eksenlerine bakılırsa iktidarlar, daima dönüşüm yaratabilecek potansiyele sahip olan gelişmeleri iktidar alanına taşıyacak bir “muhalefet”e ihtiyaç duyarlar. İktidarlar kendi başlarına ayakta duramazlar. Filizlenen her türlü yaşamsal dinamiği, yaratıcı fikirleri daha doğmadan etkisiz hale getirmeye yarayan çatışmacı ilişkilerle güçlenirler. İktidarlar yarattıkları çelişkileri, krizleri ancak bu yöntemle denetimleri altına alabilirler. Neo-klasik rejimin efendileri, çatışma halinde de olsalar, birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Şiddetle beslenirler ve karşıt da olsalar birbirlerine çok benzerler. Bu yüzden çatışma istemeyen, şiddetle ilişkisi olmayan insanlardan nefret ederler. Patronaj altına alamadıkları için sürekli arkalarından bir iş çevirdiğini zannederler ve onlardan korkarlar. Nefretlerini açıkça dile getiremedikleri için büsbütün çıldırırlar, histeriye kapılırlar. Onlar için en büyük tehditin fikir üretiminin, sembolik üretimin bağımsızlığı olduğunun bilincindedirler. Bu yüzden onları iktidar alanına çekmeye çalışırlar.
İşte bu yüzden yıkım, şiddet, yoksulluk var. Bu rejim şiddetle nefes alır. Bu nedenle de onu ele geçirmeye çalışanlar, toplumu yönetilecek bir nesne olarak görenler değil, bağımlı ve eşitsiz ilişkileri sorun edenler bu rejimi değiştirebilir.
İnsanların toplumsal kimliklerinin örtüşme biçimlerini tanımlamak için kesişimsellik terimini ortaya atan Columbia ve UCLA’da hukuk profesörü olan Kimberlé Crenshaw,TIME dergisine bu görüşünün nasıl politikleştiğini, kesişimselliğin uzun soluklu geçerliliğini ve neden tüm eşitsizliklerin eşit yaratılmadığını anlattı.
Kesişimsellik terimini 30 yıl önce ortaya attınız. Kesişimselliğin bugün ne anlama geldiğini nasıl açıklarsınız?
Çarpıtma olduğu için, bugünlerde kesişimselliği anlatmaya kesişimselliğin ne olmadığıyla başlıyorum. Steroid almış kimlik politikası değil. Beyaz erkekleri yeni paryalara (toplum dışı bırakılan kimse) dönüştüren bir mekanizma değil. Kesişimsellik aslında çeşitli eşitsizlik biçimlerinin nasıl genellikle bir arada işlediğini ve birbirlerini nasıl kızıştırdıklarını görmek için bir mercek, bir prizma. Irk eşitsizliğini toplumsal cinsiyet, sınıf, cinsellik ya da mülteci statüsünden ayırarak konuşma eğilimindeyiz. Bazı kişilerin bunların hepsine maruz kaldığı ve bu tecrübenin yalnızca onun parçalarının bir toplamı olmadığı genellikle gözden kaçıyor.
Kadınlar eşitsizliği erkeklerden farklı olarak nasıl yaşıyor? Bunu günlük hayatımızda nerelerde görüyoruz?
Eşitsizlikten söz ederken, genellikle hayat şartlarındaki maddi farklardan bahsederiz. Gelir eşitsizliğini ele alalım. Pek çok araştırma kadınlara aynı iş için daha az ücret verildiğini gösteriyor. Bu bir ömür boyunca katlanarak artıyor ve kadınlar yaşlandıkça sorunun kötüleştiği anlamına geliyor. Yoksulluğun kadınlaşması diye bir terim de var, hayati durumların – çocuk yetiştirme, boşanma, hastalık – kadınları daha yoğun etkilediği tüm biçimlere değiniyor. Toplumsal düzlemde, o meseleden bu meseleye, o kurumdan bu kuruma kadınların ortalama olarak erkeklerden daha yoksul olduklarını görürsünüz.
Bu tabloyu ırk nasıl etkiliyor?
Bunun üzerine ırk gibi başka eşitsizlik üreten yapıları eklediğinizde, bir bileşime sahip olursunuz. Örneğin, veriler beyaz kadınların ortalama servetinin 40,000$ civarında olduğunu gösteriyor. Siyah kadınların ortalama serveti ise 100$.
Size göre politika nerede devreye giriyor?
Kadınları ilgilendiren meseleler genellikle sonradan ele alınıyor. Demokratların ırk eşitsizliğine yaklaşımı bile öncelikle erkeklere ve oğlan çocuklarına odaklı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine değinmeye niyetlenen her şey ırksal bir merceğe yer vermek zorunda, ırksal eşitsizliğe değinmeye niyetlenen her şey de bir toplumsal cinsiyet merceğine yer vermeli. Ne yazık ki politik ve siyasi tartışmaların odağı bu değil.
Peki neden değil?
Vatandaş imgesi hala erkek vatandaştan ibaret. Ancak birkaç toplumsal cinsiyet mevzusuna – üreme hakları gibi – gelindiğinde kadınlardan bahsediyoruz. Bununla birlikte politika ve siyaset, hala hem eskiden hem de günümüzde olduğu gibi: Esas beden, erkek bedenidir.
Muhafazakarların kesişimsellik kavramlarının mağduriyeti fetişleştirme aracı olduğu eleştirilerine ve solun dezavantajları bir tür ahlaki üstünlük şeklinde yorumlamasına ne diyorsunuz?
Kesişimsellik, kısaca sizi siz yapan belli durumların hayattaki iyi şeylere erişiminizi ve kötü şeylere maruz kalmanızı nasıl artırdığı hakkındadır. Diğer pek çok sosyal-adalet görüşü gibi, insanların hayatlarında yankı bulduğu için geçerlidir fakat bu nedenle de saldırı altındadır. Statüko savunucularının, haksızlıkların giderilmesini talep edenleri eleştirmesi yeni bir şey değil. Bunların hepsi eşitliğin gerçek olması için işlerin gerçekten de değişmesi gerektiğinin farkındalığı yüzünden yaşanan bir kriz.
Amerika’da daha fazla eşitlik elde etmek için bugün ne yapabileceğini soran sıradan bir kişiye ne tavsiye edersiniz?
Kendini sorgulamakla işe başlayabilir. Eşitsizliği bir “onlar” sorunu ya da bir “talihsiz öteki” sorunu olarak görürseniz, bu da bir sorundur. Yalnızca haksız dışlamayla değil, açıkçası hak edilmemiş katılımla da ilgilenmek eşitlik girişiminin parçasıdır. Sistemlerimizin bu eşitsizlikleri yeniden üretme biçimlerinin hepsine bakabilmek için gözümüzü dört açmalıyız, bu da hem ayrıcalıkları hem de zararları kapsar.
Plastik kirliliği konusunda bireysel olarak nelerin yapılabileceğini son üç haftadır irdelemeye çalışıyorum. Bireylerin bu çevre suçuna olan ortaklığını azaltma amacı taşıyan bu yazıların, kişilerde etki yarattığına şüphe yok. En azından henüz olumsuz bir geri dönüş almadığımı söylemem gerekiyor. Peki, bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu toplulukların davranışlarından kaynaklı olarak meydana gelen plastik kirliliği için ne yapılabilir? Hazır mevsim de yavaş yavaş değişir ve festivaller için hazırlıklar da devam ederken festivallerin plastiklerden nasıl arındırılacağını konuşalım. Çoğunlukla eğlenmek amacıyla bir araya gelen binlerce insanın iki-üç gün gibi kısa bir sürede binlerce ton çöp ürettikleri bu etkinlikler ve diğer organizasyonlarda plastiksizleşmek mümkün müdür bir göz atalım?
İşte festival organize edecekler için plastik çöp miktarını azaltmalarına yarayacak 10 etkili çözüm yöntemi:
Plastiksiz afiş, matara, pipet…
1.Tüm duyuru ilan ve afişlerde, festivalin ilgili yılki temasının mümkün olduğunca az plastik kullanmak şekilde olacağını katılımcılara aktarmak ve bununla beraber katılımcılara kendi su mataralarını ve bardaklarını taşımalarını talep etmek. Basın bültenlerinde festivalin bu özelliğinin özellikle vurgulanmasını sağlamak, festivale gelen katılımcıların önden bilgilenmiş olarak gelmelerine yardımcı olacaktır. Bu da katılımcıların bu yeni temaya adaptasyonuna yardımcı olacaktır.
2. Festival alanının büyüklüğüne göre bir veya daha fazla alanda içme suyu dağıtım merkezleri oluşturmak ve gelenlerin buralarda mataralara su doldurmasını sağlamak, plastik şişe kirliliğini önemli düzeyde azaltacaktır. Bunu yaparken festival alanında pet şişe ile su satışının da engellenmesi bu önlemin amacına ulaşmasına yardımcı olacaktır.
3. Festival süresince özellikle plastik pipet kullanımının yasaklandığının duyurulması, bu konuda ilk ve en anlamlı adımlardan biri olacaktır. Ayrıca köpükten yapılma her türlü plastiğin yasaklanması da insanları farklı alternatiflere itecektir. Bu durum daha çok yeme içme stantlarını kuranların katkısıyla uygulanabilir olur; aksi takdirde uygulamanın amacına ulaşması mümkün olmayabilir.
4. Festival alanında her türlü plastik balon, konfeti ya da diğer materyallerin satışını engellemek önemli bir kirliliği, oluşmadan ortadan kaldıracaktır. Bunu da plastik kirliliğinin etkilerini anlatan bir yöntemle hem katılımcılara hem de stant kuruculara iletmek bu önlemin başarısını arttıracaktır.
5. Stant açan kuruluşların (özellikle gıda üzerine) ıslak mendil dağıtımı konusunda uyarılması ve eğer zaruri ise daha çevreci alternatiflere zorlanması da önemli bir kirlilik kaynağının daha oluşmadan önlenmesine yardımcı olacaktır.
6. Kullanılmasının önüne geçilemeyen plastikler için özel organize edilmiş geri dönüşüm noktaları kurmak ve mümkünse insanları çöplerini buralara atmak için yönlendirmek ve bunun için gerekli görsel materyalleri oluşturmak; festival alanının belli başlı noktalarına nerelerde geri dönüşüm kutuları olduğunu gösteren yönlendirici haritalar koymak bir nebze de olsa görüntü kirliliğini engelleyecektir.
Çok kullanımlık materyaller, ünlüler…
7. İnsanların festival alanlarında çok kullanımlık bardak ve mataralara erişim sağlayabileceği alternatif stantlar oluşturmak ve buralardan gerek promosyon gerekse de ücreti mukabilinde çok kullanımlık bardak ya da şişelerin dağıtımını gerçekleştirmek; plastiksiz festival hedefine ulaşılmasına yardımcı olacaktır. Bu konuda ilgili STK’lerle görüşerek stant kurmalarını sağlamak ve bunları da ilgili su dağıtım noktalarının yakınında konuşlandırmak da etkinin artmasına yardımcı olacaktır.
8. Festivale katılan ünlü figürler üzerinden plastiğin az kullanılmasına dair teşvik edici davranış ve açıklamalar yapılması farkındalığı arttıracaktır. Örneğin bez çanta, çok kullanımlık bardak ve termos/mataraların bu ünlü figürler tarafından kullanılması ve bunun da görünürlüğünün sağlanması önemli derecede etkili olacaktır.
9. Festival programında mümkünse açık havada, değilse kapalı alanda çevre temalı belgesellerin gösterilmesini sağlamak ve böylelikle plastiğin doğaya verdiği zararın da görünür kılınmasını sağlamak farkındalığın artmasına katkı sağlayacaktır. Buna ek olarak festival alanına plastiğin zararlarına ve doğaya olan etkilerine yönelik bilgilendirici görseller yerleştirmek de bu etkiyi arttıracaktır.
10. Festival afişlerinin plastik yerine bez ya da plastik olmayan diğer malzemelerden yapılması festivalin plastiksiz olma konseptiyle oldukça tutarlı olacaktır.
Federal Almanya‘da iki merkez partili sıkıcı tahterevalli yılları biterken, her yeni seçim yeni bir siyasal depreme denk geliyor. Federal Meclis (Bundestag) seçimleri, yerel seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yanı sıra, Federasyonu oluşturan 16 devletin her biri kendi anayasası uyarınca farklı tarih ve periyodlarla ve farklı seçim yöntemleri ile kendi parlamentolarını yeniliyor. Yakın tarihli Thüringen ve Hamburg seçimleri ortamı hayli hareketlendirdi.
Ekim 2019’daki Thüringen seçimleri sonrası sembolik açıdan anahtar önemde bir siyasal kriz patlamıştı. Aylar süren pazarlıklar sonucu kriz, 21 Şubat 2020’de aşıldı ve dört parti (Sol [Parti], Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve Hıristiyan Demokratlar (CDU) ) Nisan 2021’de erken seçim ve seçimlere kadar mevcut başbakan Bodo Ramelow‘nin önderliğinde üç sol partinin Hıristiyan Demokrat destekli azınlık hükümeti formülünde uzlaştı. Thüringen krizinde kabak, görünürde sürekli yalpalayan ve kriz yönetiminde berbat performans gösteren CDU’nun tepesinde birden fazla kez patladı: Seçmen bu partiden hıncını geçtiğimiz pazar günü yapılan Hamburg şehir devleti parlamentosu (”Bürgerschaft”) seçimlerinde dibe vurdurarak aldı. CDU daha 2004’de 121 koltuktan 63’ünü elde ederek tek başına iktidar olduğu Hamburg’da, pazar günü 123 koltuktan 15’ine razı geldi.[1]Angela Merkel‘in yerini elcağızı ile emanet ettiği veliaht prensesi AKK, Annegret Kramp Karrenbauer, bu hezimeti yaşayacak kadar bile tutunamayıp, genel başkanlıktan krizin orta yerinde sinir krizleri içinde istifa etmişti. Partisi, başsız tavuk misali, ama kalan gövdenin de tek parça olduğu su götürür. Tahterevallideki eşleri SPD, durumdan kazanç sağlayacak halde değil, an itibari ile belki daha da sert düşmekte. Bildiğimiz merkez, Antarktika buzulları hızıyla eriyor.
Doğu’daki ‘gole’ kuzeyden cevap
Thüringen ve Hamburg Almanya siyasetinin iki atipik ve belki de aşırı görünümünü temsil ediyor. Sosyo-ekonomik koşullar, dolayısı ile siyasal aktörlerin dizilimi birbirinden çok farklı. Eski Doğu’nun merkezindeki Thüringen, radikal sağ AfD’nin kalesi ve seçimlerden sonra yaptığı bir oylama manevrası ile CDU ve liberallerin (FDP) basiretsizliğini kullanarak Anayasal düzeni ters köşeye yatırdı. Savaş sonrası tarihin en sembolik krizini yaratmayı becerdi, düzene çok tehlikeli bir gol attı. Tepki Kuzeyden, Atlantik kıyısından gelmekte gecikmedi: Hamburg’da sol cenah toplamda 94 koltuk ile tulum çıkarırken, üç sağ parti; AfD, CDU FDP ise 27’de kaldı.
Önce Thüringen’e bakalım. Buranın iki büyüğü, oylarını istikrarla arttırarak federal devleti [2] üç dönemdir yöneten Sol ile son seçimde oyunu %12,8 arttırarak ikiye katlayan aşırı sağ AfD. Her ikisini de ulusal düzeyde tanınan karizmatik liderler taşıyor. AfD’nin lideri Björn Höcke, etrafında yarattığı kişi kültü ile partisi için bile rahatsızlık kaynağı. Kendisine tapınan Höcke Gençliği, Almanca kısaltması ile HJ üzerinden gayet net bir referans veriyor. 90 koltuktan 22’sini aldı, ikinci parti oldu.
Thüringen’de AfDnin lideri Björn Höcke.
29 koltukla en büyük parlamento fraksiyonu olan Sol Parti’nin Thüringen lideri Bodo Ramelow ise çok köklü, tarihte teologlar ve girişimciler yetiştirmiş protestan bir familya olan Fresenius‘lardan geliyor. Kültürel kodları ile merkez sağ seçmene de hitap eden pragmatist bir karakter; ideolog, hiç değil. Sol’un çıkardığı şimdilik ilk ve tek başbakan. Teşbihte hata olmaz, Ekrem Bey için ‘bir nevi İstanbul’un Bodo’sudur’ dense yeri. İki dönem başbakanlığın ardından oylarını %2,8 arttırdı ancak koalisyon ortağı Sosyal Demokratların %4,2 oy kaybederek yenilmesi ile o da “yenilmiş sayıldı”. Almanya’nın Orta Anadolusu’nda “yükselen yeşil hareket” gibi fantezilere zerrece yer yok: Yeşiller burada %0.2 oy kaybı ile %5lik barajı ucu ucuna tutturabilmişti. Art arda ikinci seçimdir oy kaybetmiş oldular. Sonuçta üçlü sol koalisyon parlamentoda 90’da 42 koltuk elde ederken Parlamento’nun toplam dengesi küçük sol çoğunluktan cüz’i sağ çoğunluğa geçmiş oldu.
Buralarda Akdeniz güneşi parlamıyor, bu iklimin seçmeni bu kadar yalpalamayı kaldırmıyor.
AfD ile sağ koalisyon gündem dışı
Ancak yeni Almanya’nın siyasal amentüsü AfD ile işbirliği yapmama ve istikrarla görmezden gelme. Bu ilke gereğince Sağ koalisyon tartışılmadı bile. Sol’un Hıristiyan Demokratlar ile sayısal açıdan yeterli koalisyonu tarihsel bir ilk ve düğümü çözecek sihirli formül idi, CDU’nun yerel lideri Mike Mohring ve fraksiyon çoğunluğu buna sıcak da baktı, ama basit matematik hesabı yapmaktan aciz, şaşkın genel başkan AKK “Sol ile AfD aynıdır !” diye zılgıtı çekince sindiler. CDU için Hamburg’da perçinlenen düşüşün başlangıcı bu sözde tespit oldu. Anayasal düzene bağlılıkları konusunda aralarında fersah mesafe bulunan sol ile AfD’nin aynı kefeye konmasını özgürlükçü aydınlanmış liman kenti Hamburg seçmeni daha sonra CDU’nun oylarını %22’den %16’ya çekerek ağır cezalandırdı. Kamuoyu araştırmaları CDU’yu Thüringen günahı yüzünden cezalandırma eğiliminin yaygın olduğunu ortaya koyuyor.
Thüringen Parlamentosu sonuçsuz koalisyon görüşmeleri ardından kanun gereği başbakan seçimine geçti. Üçlü azınlık sol koalisyon CDU veya FDP’den gelecek üç vicdanlı ödünç oya bakıyordu, bütün Almanya nefesini tutup bekledi, ancak o üç oy gelmedi. Bu noktada Almanya’da bir Güneş Motel bulunmadığını, parlamenter siyasal kültürün üç oya üç bakanlık verecek inceliği yakalayamadığını, üç vicdanlı gizli oy sahibi dışında çözümün akıl edilemediğini hatırlatalım.[3] Sistem teamüllerin esiri olurken, AfD kendi adayını çıkardı ve 22 oyunu verdi, Hıristiyanlar ve Liberaller pas geçti. Sadece basit çoğunluk gereken üçüncü tura Liberaller (5 koltukla en küçük fraksiyon) ‘şan olsun diye’ aday çıkardı, sonuçta üç aday yarıştı. En çok koltuğa sahip olan sol blok 42 oyla başbakan seçilecekti. AfD grubu beklenmedik stratejik golü burada attı: Kendi adayı yerine topluca liberal adaya oy verince liberal aday Thomas Kemmerich Hıristiyan Demokratların ve radikal sağın desteği ile 48 oyla seçilmiş oldu.
Ancak sorun seçilmesi değil, görevi kabul etmesi oldu. Höcke’nin kendisini tebrik eden fotoğrafı ertesi gün tüm basında 8 sütuna manşet verildi; yanında Hitler’in Hindenburg’un elini sıktığı fotoğraf ile birlikte tabii. Bütün Almanya ayağa kalkınca liberal Kemmerich “yuh” tezahüratları altında istifa ederek siyasi kariyerini de bitirmeye yaklaştı. CDU dağıldı, tükürdüğünü güzel yaladı, kriz üç ayın sonunda geçen gün üçlü sol azınlık hükümetine dışarıdan CDU desteği formülü ile çözüldü. Bu görüşmelere FDP çağrılmadı bile. Hıristiyan demokratlar 4 Mart’ta üçlü azınlık hükümetine verecekleri güven oyu ile bu kez de Sol ile faşist partiyi aynı görmediklerini, sınırlı süre için de olsa Sol başbakan Bodo Ramelow’a güven oyu vereceklerini kamuoyuna resmen ilen etmiş olacaklar. Aynı adımı atmayı dört ay önce becerseler, demokratik düzenin bu kadar yara almasına mahal vermeyeceklerdi. Partinin Thüringen örgütü içinde ciddi bir kanat ise AfD ile yakınlığını iyice açık etti, onların da kopması ve radikal sağı daha da büyütmeleri artık an meselesi. Buralarda Akdeniz güneşi parlamıyor, bu iklimin seçmeni bu kadar yalpalamayı kaldırmıyor.
Yeşil listeden meclise giren 33 milletvekilinin 22’si kadın, yaş ortalaması 41. Üçü Türkiyeli olmak üzere en az dördü göçmen kökenli.
Sosyal Demokrat -Yeşil koalisyonu
Thüringen tartışmaları, liberal liman şehir devleti Hamburg seçim kampanyalarına denk geldi ve derinden yankı buldu. Seçmen AfD’yi de onu meşrulaştıran CDU ve FDPyi de affetmedi.
Hamburg Federal Şehir Devleti Parlamentosu (Hamburger Bürgerschaft) seçim sonuçları 2004-2020
2020 seçimlerinde SPD %39’un üstünde oyla hala birinci parti, ancak 2011’den beri süregiden düşüşü durduramıyor; dört koltuk kaybettiler. Ülkesel ölçekten bakınca, Hamburg hala az sayıda kalan kalelerinden biri. Yeşiller %24,2 ile oylarını ikiye katladı ve merkez konuma oturdu. Sol ise %9,1 ile Hamburg’daki en iyi tarihsel sonucunu elde etti, çıkışları istikrarlı. Thüringen sabıkalılarının durumu hiç iyi değil: Hıristiyan Demokratlar %11,2 ile sadece Hamburg’da değil tarihsel olarak en kötü sonuçlarından birini aldılar. AfD ve FDP seçim akşamı ciddi baraj (%5) korkusu yaşadı. Biri kılpayı geçti diğeri kılpayı altında kaldı. Ancak FDP bireysel oylar üzerinden kendi seçim çevresinde en yüksek oyu alan bir adayını bağımsız olarak sokabildi.
Yeşil listeden meclise giren 33 milletvekilinin 22’si kadın, yaş ortalaması 41. Üçü Türkiyeli (Filiz Demirel, Sina Demirhan, Yusuf Uzundağ) olmak üzere en az dördü (muhtemelen altısı) göçmen kökenli. Hükümeti muhtemelen yine Sosyal Demokratlar ile Yeşiller kuracak. Ancak sayısal olarak Hıristiyan Demokratların oyu da yeterli olduğundan onlarla da görüşeceklerini bildirdi SPD.
Yeşillerin yükselişinden sözederken, Hamburg çerçevesinde iki değinme daha yapmak zorunlu: Hamburg aynı zamanda Almanya’nın iklim krizi merkezi. Tam seçim öncesinde 10-12 şubatta şehir merkezi “Sabine fırtınası” ile taşan Atlantik okyanusu ile Elbe nehrinin 2,5 metre kadar altında kalmıştı. İnkarcı FDP ve AfD hariç diğer dört parti, “iklim krizi ile mücadele”yi devletin Anayasal görevi haline getirmek konusunda uzlaştılar ve böylece Hamburg, bu adımı atmış ilk Alman devleti olmuş oldu.
‘Al gülüm ver gülüm’ rejiminin son perdesi
Almanya siyasetinde savaş sonrası oluşmuş ve iki Cumhuriyetin birleşmesini de taşımış olan iki devlet partisinin “al gülüm ver gülüm” rejiminin son perdelerine şahit oluyoruz. Bu değerlendirme artık abartı sayılmıyor. Thüringen krizinde kabak, görünürde Hıristiyan demokratların, özünde rejimin tepesinde patladı. AfD oy verdiği Başbakan adayının görevi kabul etmesi skandalı ile ayağını kapının arasına koymuş oldu. Buna karşın CDU, dört aylık nazlanma ve bedel karşılığında Sol’un siyasal itibarını teslim etmek zorunda kaldı.
Tehdit ciddi: Yoğurttan ağzı ciddi yanmış Almanlar, sütü çok dikkatle üflüyor.
Geleneksel merkez siyasetin taşıyıcıları olan, Sosyal ve Hıristiyan Demokratlar birlikte tepetaklak giderken, merkez sol siyaseti ise temsil edecek yeni güçler belirginleşiyor: Geçmişten çıkıp gelmiş bir bürokratlar ve sendikacılar kulübü görüntüsü veren, kendini kömürcü politikalardan kurtaramayan SPD erirken, Yeşiller ve uygun ortamı ve adayı bulduğunda Sol da merkez sol seçmen nezdinde SPD’nin yerini doldurabilir görünüyor. Hamburg’da oyunu ikiye katlayarak %24e oturan Yeşiller’in bu rolünü artık kanıksadık. Thüringen’de ise merkez solu temsil rolü Sol’a düştü. Bu özgün hikayeyi başka yerlerde tekrarlama ihtimalleri şimdilik çok muhtemel olmasa da, rüştlerini ispat ederek, güvenilir kilit parti, olası koalisyon ortağı, devlet emanet edilir parti imajlarını netleştirdiler. Bu partinin köklerinin eski Doğu’nun devlet partisi SED ve onun devamı PDS’e de dayandığı ve sıra dışı yerel lideri Bodo Ramelow faktörleri hesaba katılmalı.
Almanya’da ciddiye alınabilir bir merkez sağ ise, an itibari ile artık yok sayılır. Hıristiyan demokratlar erirken FDP/Hür Demokratlar siyasal liberalizmle ilişkisini kesmiş bir patronlar lobisi görüntüsü veriyor. Eriyen CDU şimdilik kendi konumunun emanetçi kayyımı gibi duruyor. Göçmen krizi esnasında CDU içinden çıkan, ama dışındaki radikal sağla da zaman geçirmeden flörtleşmeye başlayan AfD, işte tam da o pozisyona, merkez sağa hamle ediyor. Türkiye’de Amerika’da, Macaristan’da olanı zorluyor. Tehdit ciddi: Yoğurttan ağzı ciddi yanmış Almanlar, takdir etmek lazım, sütü çok dikkatle üflüyor. Radikal sağ pozisyonların başka yerlerde olduğu gibi ana akımlaşmasına karşı ciddi direniş var.
Taşların yerine oturması zaman alacak
Bir ülkede merkez sağın mutlaka var olması şart mı ? Çoğu ülkede merkez pozisyona sağ, hatta popülist ve radikal sağ çöreklenmiş durumda, solun esamesi okunmuyor. Almanya’da merkez politikaların bundan sonra bir dönem üç alternatifli sol politikalarca domine edilmesi ve sağ kanatta ise merkezde bir boşluk, buna karşın merkeze erişimi kapalı, ancak hatırı sayılır irilikte bir popülist sağın var olacağı bir yeni pozisyonlanma, olası senaryolardan biri gibi duruyor. CDU’nun daha uzunca bir süre fetret döneminden çıkamaması, toparlanamaması, sağ kanadı popülizme kaptırması, kalan gövdenin ise küçülüp etkisizleşmesi ihtimali gözardı edilmemeli.
Taşların yeniden yerine oturmasına daha zaman var. Bağlarken, federalizmin nimetlerinden hisse çıkarmak farz oluyor: Farklı anlarda farklı periyodlarla seçilen 16 federal devlet parlamentosu, Federal Meclis’in dışında da çok farklı yerel siyasi koalisyonları test etme imkanı sağlamakla, siyasi aktörleri esnekliğe, sürekli değişen koşullarda dinamik diyaloğa zorluyor. En sert siyasi krizleri bile taşıyacak, yumuşatacak tampon zaman aralıklarını ve siyasal zeminleri açıyor. Her siyasal sorunu yeniden farklı zamansal ve mekansal bağlamlarda düşünme imkanı sağlıyor.
***
[1] Almanya’daki seçim sistemleri genellikle dar bölge ve nispi temsilin karışımı oluyor: Her bir federal devlette ve federasyon düzeyinde sistemler farklı olsa da genelde her seçmene 2 (Hamburg’da:10) ayrı oy hakkı veren seçim sistemlerinde hem doğrudan adaylara hem de listelere oy veriliyor. Karmaşık bakiye hesapları ve mahsuplaşmalar sonucunda meclislerin toplam koltuk sayıları her seçimden sonra farklı oluşuyor. Kanunlar, asgari koltuk sayısını belirliyor. Üst sınır değişken.
[2]Bundessaat, Türkçedeki yerleşik yanlış kullanımı ile ‘eyalet’. Almanya Federasyonu 13 arazi+3 şehir devletinden oluşuyor. Her birinin ayrı anayasası, parlamentosu, hükümet, farklı idari yapılanma düzeni ve farklı seçim kanunu var. Kaplumbağanın sincapla alakası ne kadarsa, Alman Federasyonun oluşturan federal devletlerin Osmanlı merkeziyetçiliğinin ürünü “eyalet’ler ile alakası da o kadar.
[3] Thüringen anayasasına göre Başbakan gizli oyla seçiliyor. İlk iki turda salt çoğunluk gerekli, üçüncü turda ise birinci gelmek yeterli. Başbakan, seçildikten sonra federal devlet kabinesini kuruyor. Pazarlıkları daha önce yapılmış oluyor.
Nükleer silahların yığınak yapılması gibi, çoğunlukla fosil yakıtların yakılmasının neden olduğu, atmosferdeki karbon miktarının sürekli artışı da yeryüzüne büyük ve belirgin bir tehdit oluşturuyor. 2019 yılında kömür emisyonlarındaki azalmanın etkisini ortadan kaldıran petrol ve doğal gaz üretimindeki artışla, sera gazı emisyonu rekor düzeye erişti. Birlikte ele alındığında kömür, doğalgaz ve petrol, Sanayi Devrimi’nden itibaren açığa çıkan tüm karbondioksitin yüzde 80’ine denk geliyor. Sonuç olarak, Fosil Yakıtların Önlenmesi Anlaşması’na; 50 yıl önce Nükleer Silahların Önlenmesi Anlaşması’na nasıl ihtiyaç duyulduysa, o denli ihtiyaç var. (Doğrusu istenirse “istemezükçülere” rağmen bu yapılmalı).
Yükselen deniz seviyeleri, yüksek sıcaklık dalgaları, daha kuvvetli ve daha sık meydana gelen kasırgalar ve tehlike altındaki gıda arzının da kanıtladığı üzere, dünyadaki petrol ve doğal gaz üretiminin daha fazla artırılması mümkün değil. Tüm bunlar ortadayken fosil yakıt çıkarmaya daha fazla para akıtılmaya ise devam ediliyor. Sadece yeni petrol ve doğal gaz projelerine 1,3 trilyon dolar gidiyor. Birleşmiş Milletler ve diğer örgütlerin analizlerine göre bu sektöre sürekli yatırım yapılması, bizi 2030 yılında küresel ortalama sıcaklık artışını 1,5 santigrat derecenin altında tutabilmemiz için izin verilenden iki kat daha fazla fosil yakıt üreten bir noktaya getiriyor. Ve bu da sektörü, uluslararası çapta kabul gören iklim hedefleriyle çatışma noktasına getirip dünyayı feci bir iklim yıkımına doğru sürüklüyor.
Talep kadar arz da düşürülmeli
Meydana gelecek yıkıcı iklim değişikliğinin artan kanıtlarına rağmen mevcut gidişatımızı değiştirmiyoruz ve ulusal hükümetlerin büyük çoğunluğu 2019 yılının Aralık ayında Madrid’de düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda ifade edilen kötü sona kayıtsız kalıyor.
Artan bir iklim tehlikesiyle yüzleşen modern toplumun fosil yakıtların yaygınlaşmasının önlenmesi için acilen harekete geçmesi gerekiyor. Paris İklim Anlaşması’nın ana hedeflerinden olan fosil yakıtlara duyulan talebin azaltılması kadar önemli olan bir şey varsa o da petrol, doğal gaz ve kömür rezervlerinin ve altyapılarının geliştirilmesinin durdurulması yoluyla arzın düşürülmesi ve zamanla mevcut üretimin sona erdirilmesidir. Ne yazık ki arz temelli politikaların ne uluslararası iklim müzakerelerinde, ne de ulusal hükümetlerin hazırladıkları planlarda bahsi dahi geçmiyor.
Fosil yakıt üretimi ve zayıf iklim savunuculuğu bir araya geldiğinde durum daha da kötüleşiyor. İklim değişikliği nedeniyle evlerini kaybedenlerin sayısı, savaşlar nedeniyle evlerini kaybedenlerden fazla. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’ndan (CIA) Dünya Ekonomik Forumu’na kadar çok çeşitli örgütler, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin hafifletilmesi ve adaptasyonundaki başarısızlığı dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük risklerden biri olarak nitelendiriyor.
On yıllar öncesinde nükleer savaşlar insanlığın geleceğine bir tehdit olarak adlandırılıyordu. Soğuk Savaş’ın en gergin dönemlerinde ülkeler gerginliği azaltmak amacıyla bir araya gelip kitle imha silahlarını aşamalı olarak bitiren, mevcut silah stoklarını azaltan ve teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanımını hedefleyen bir anlaşma tasarlayıp hayata geçirdiler. Bu çabalar sayesinde 1986 yılında 64,449 olan nükleer füze sayısı, bu yazı kaleme alındığı vakit 10,000 civarına düşerek dünya nükleer silah stoklarında kayda değer bir düşüş meydana geldi.
Bugün artık fosil yakıtların üretiminin ve kullanımının yaşamın kaynağı olan okyanusları, ormanları, suyu, havayı ve istikrarlı iklimi tehdit ettiği biliniyor. Mantar biçiminde nükleer bulutlar olmasa da iklim değişikliği, uluslararası işbirliğini kaçınılmaz kılan varlıksal bir tehdit haline geldi.
Yeni bir yaklaşım zamanı
Tek başına Birleşmiş Milletler iklim müzakerelerinin ihtiyaç duyulan hızlı karbonsuzlaştırma sonucunu doğurması muhtemel görünmüyor. Şimdi ilk olarak refah düzeyi yüksek toplumların hızlıca harekete geçmesiyle fosil yakıt arzının ele alınarak, sorunun temeline inen yeni bir anlaşma hazırlanması gerekiyor.
Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması modeli temelinde hazırlanacak bir Fosil Yakıtları Önleme Anlaşması, tıpkı Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi örneğindeki gibi üç sacayağı üzerine inşa edilebilir: Yayılımının önlenmesi, silahsızlandırma ve barışçıl amaçlarla kullanılması.
Yayılımının önlenmesi: Yeni keşifleri ve üretimi engelleyebilir. İklim yıkımına neden olan gereksiz ilave fosil kaynaklarının önüne geçebilir ve böylece yatırımları, işçileri ve toplulukları içine düştükleri çıkmazdan kurtarabilir.
Silahsızlanma: Paris Anlaşması’yla uluslararası camia tarafından öngörülen iklim hedefleriyle uyumlu bir fosil yakıt arzı için, mevcut stokları ve üretimi aşamalı olarak azaltabilir.
Teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması: Temiz ve yenilenebilir enerji, daha yoksul ülkelere hızlıca transfer edilebilir. Böylece fosil yakıtlara bağımlı ülkelerde ekonomik çeşitlenme desteklenir ve işçiler ve topluluklar için daha adil bir geçiş süreci için zemin hazırlanır.
Gelişmiş ve zengin ülkelerde petrol ve doğal gaz endüstrilerine yapılan trilyonlarca dolarlıksübvansiyonların yeniden dağıtılmasıyla, bu çabaların finansmanı için önemli bir kaynak yaratılabilir. Bu durum söz konusu paraların, fosil yakıtları yerin altında tutmak için harcanacağı anlamına geliyor.
Tarihin de bize gösterdiği gibi, bir avuç ülke önderlik etme taahhüdünde bulunsa dahi, hızlı ve dramatik bir değişim mümkündür. Müreffeh ülkelerin öne atılıp, Amazon’un kutsal pınarları olarak bilinen bölgenin kalbinde Ekvator ve Peru’nun yaptığı sondaj çalışmalarına alternatif yollar gösterdiğini ve sunduğunu hayal edin. Bu, yerli halkların haklarına saygı duyarken, iklimi düzenlemede önem arz eden yeryüzünün biyosferinin hayati bir organını koruyarak, 60 milyon ton karbonun açığa çıkmasını önleyebilir.
Kayda değer avantajlar
Bir Fosil Yakıt Önleme Anlaşması, tıpkı nükleer silahlar gibi varoluşsal bir tehdit oluşturan, güvenli iklim limitlerinin ötesinde dinmek bilmeyen fosil yakıt yayılımına ilişkin farkındalığı da artırabilir. Böyle bir anlaşma, talep ve emisyonları azaltmaya odaklanan Paris İklim Anlaşması ile birlikte yürütülerek, fosil yakıtların arzını durdurmak için uyumlu uluslararası işbirliği ihtiyacını vurgulayabilir. Ayrıca böyle bir anlaşma bireylerin, örgütlerin, şehirlerin, devletlerin ve ulusal hükümetlerin etrafında bir araya gelebilecekleri somut bir öneri anlamına gelir.
Fosil yakıtların üretimine ve arzına odaklanılması, talep yönlü çabaları tamamlıyor ve daha da pekiştiriyor. Muhtemel üretim, emisyonlar ve küresel ısınmaya dair kenetlenme potansiyelini sınırlandırıyor. Diğer güvenilir, düşük maliyetli, düşük karbonlu çözümler için ihtiyaç duyulan kaynakları kurtarıyor. Sınırlı sayıda aktöre, şirkete ve tesise odaklandığı için de hem uygun maliyetli ve hem de pratik.
Fosil yakıtların üretimini artırdığımız mevcut yöntem, yanan bir gezegeni benzin dökerek kurtarmaya çalışan itfaiyeye benziyor. Bu sürdürülebilir değil.
Çocuklarımız riskleri kavrıyor. Hala bir şansımız olduğunu söyleyen bilimin görmezden gelinmemesi talebiyle sokaklarda gösteriler düzenliyorlar. Onların çağrısına kulak vermeliyiz. Hükümetlerin hem iklim değişikliğine dair Paris Anlaşması’nı güçlendirmeleri, hem de fosil yakıt üretiminin yaygınlaşmasını sınırlandırmaları gerekiyor. Sorunun boyutuyla orantılı çözümler önermenin tam zamanı.
Başta flamingolar olmak üzere nesli tehlikedeki tepeli pelikan, mahmuzlu kız kuşu, akça cılıbıtın ve yalı çapkını gibi 281 çeşit kuş türüne ev sahipliği yapan Gediz Deltası’nın koruma altına alınması için imza kampanyası başlatıldı.
İzmir Mavişehir‘den Foça‘ya kadar uzunan Delta, Avrupa flamingo nüfusunun yüzde 30’unu barındırıyor. Ancak bölgedeki üç farklı sanayi bölgesinden gelen atıklar ve kentleşme buradaki doğal hayata zarar veriyor.
Yalı çapkını kuşu
‘Yaşam alanlarını işgal ediyoruz’
Gediz Delta’sının koruma altına alınması talebiyle Change.org üzerinden bir kampanya başlatan Ekin Koleji öğrencileri şu açıklamada bulundu:
Başta kuşlar olmak üzere bu bölgede yaşayan tüm canlılar fabrikalardan ve evlerden atılan atıklar nedeniyle zarar görüyor. Artan yapılaşma nesli tükenmekte olan kuşların hayatını tehlikeye atıyor. Biz insanlar onların yaşam alanlarını işgal ettik. Evlerini ellerinden aldık. Şimdi onlara yaşayabilecek alanlar bırakma zamanı geldi.
Biz FPS kulübü öğrencileri olarak onların evlerini işgal ettiğimiz için üzüntü duyuyoruz. Yaşam savaşlarına destek vermeliyiz diyoruz. Biz insanlar onlara yaşanabilecek alanlar bırakmalıyız. Çünkü Gediz Deltası hepimizin ortak yuvası. Kuşların da insanların da ortak yaşam alanı. Bu yüzden Gediz Deltasının koruma statüsünün artırılmasını istiyoruz.
Şu ana kadar 10 bin 280 kişi tarafından imzalanan kampanyaya bu link üzerinden destek verebilirsiniz.
İdlib’de 33 TSK askerinin öldürüldüğü saldırının ardından gelen ‘Türkiye’nin Avrupa’ya gidecek mültecileri engellemeyeceği’ yönündeki iddialar üzerine sınır kapılarına giden mülteciler ancak Edirne‘ye kadar ilerleyebildi.
Karayoluyla Yunanistan ve Bulgaristan‘a geçmek isteyen mültecilerden Pazarkule Sınır Kapısı’na kadar giden mülteciler burada beklerken, bazıları da Yunanistan-Türkiye arasındaki tampon bölgeden ilerisine geçemedi.
Yunanistan polisinden müdahale
Yunanistan, sınır bölgesindeki güvenlik önlemlerini arttırdı ve sınırı tüm geçişlere kapattığını duyurdu. Medyascope’tan Egemen Tok’un aktardığı bilgilere göre Yunanistan polisi burada bekleyen mültecilere biber gazıyla müdahalede bulundu.
Fotoğraf: Egemen Tok
Moria kampına götürüldüler
Anadolu Ajansı’nın haberine göre, deniz yoluyla Midilli’nin Skala Sikaminea bölgesine ulaşmayı başaran beşi çocuk, 15 Afganistanlı mülteci ise yaşam koşullarının oldukça kötü olduğu Moria kampına götürüldü.
‘Sınıra yönlendirmeler yeni hak ihlallerine yol açabilir’
Mültecilerle Dayanışma Derneği Türkiye’nin Avrupa’ya gidecek mültecileri engellemeyeceği yönündeki iddialar üzerine bir açıklama yayımlayarak “Sanki ‘isterlerse mültecilerin Avrupa’ya rahatça gidebileceği’ gibi yanlış haberlerin yayılmasının yol açabileceği olumsuzluklardan çekiniyoruz” dedi.
Sınır kapılarından çıkışların yalnızca pasaport ve vize ile mümkün olduğunun diğer kara ve deniz yolundan geçişlerin ise düzensiz geçiş olarak sayılacağının hatırlatıldığı açıklamada mültecilerin karşılaşabileceği riskler şu şekilde sıralandı:
Öncelikle, birikmelerin olduğu sınır hatlarında gerilimlerin çıkması riski mevcuttur. Mülteci ve göçmenler, düzensiz olarak Türkiye’den çıksalar bile, sınırına ulaştıkları ülkelerdeki sınır güçlerince engellenmeye çalışılacağını ve bu esnada şiddet kullanılması riskini unutmamak gerekiyor. Bütün bu nedenlerle de, tüm yetkilileri, medyayı, mülteci ve göçmenleri ve halkımızı sağduyulu davranmaya davet ediyoruz.
Fotoğraf: AA
Avrupa Birliği’nden göçmen mütabakatı hatırlatması
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Sözcüsü Peter Stano, “Bizim için Türkiye-AB göçmen mutabakatı geçerliliğini koruyor ve Türkiye’nin bu mutabakattan doğan taahhütlerini yerine getirmesini bekliyoruz. Durumu yakından takip ediyoruz ve gerekli olması halinde harekete geçeceğiz” dedi.
İdlib’de 33 Türk Silahlı Kuvvetleri askerinin yaşamını yitirdiği saldırı sonrasında bölgeye yönelik askeri hareketlilik sürüyor. Rusya’nın Karadeniz Filosu’ndan iki firkateyn Akdeniz istikametinde İstanbul Boğazı’ndan planlı geçiş gerçekleştirdi. Gemiler, Çanakkale Boğazı’na doğru ilerliyor.
Rus Karadeniz Filosu Sözcüsü Yarbay Aleksey Rulyov, “Kalibr-NK füze sistemi gibi hassas silahla donatılan Amiral Makarov ve Amiral Grigoroviç firkateynleri Sivastopol’den, Rus Donanması’nın Akdeniz’deki daimi grubuna katılacağı uzak deniz bölgesine planlı geçiş gerçekleştiriyor” dedi.
20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan, yenilenme tarihi geçilmesine rağmen uygulamada devam eden Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre Türkiye’nin savaş gemilerinin geçişini engelleyebilmesi için bir savaş durumunda veya yakın bir savaş tehdidi içerisinde olması gerekiyor. ‘Barış zamanı’ olarak tanımlanan zamanlarda ise Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere ait savaş gemileri, önceden Türkiye’ye bildirim yapmak koşuluyla Boğazlar’dan geçebiliyor.