Ana Sayfa Blog Sayfa 1894

Covid-19’a yakalanan Trump, virüsü yaymakla suçlanıyor

Covid-19‘a yakalanan ABD Başkanı Trump, Twitter hesabından durumuyla ilgili paylaşımda bulundu.

Trump videolu paylaşımında “Walter Reed Askeri Hastanesi’ne gidiyorum. Gayet iyi olduğumu düşünüyorum ama her şeyin yolunda olduğundan emin olacağız” dedi.

‘Trump biliyordu’

ABD basınında Trump’ın yakın zamanda Demokrat rakibi Joe Biden‘le canlı yayına çıkması, Kongre üyeleriyle görüşmesi ve miting düzenlemesi; virüsü etrafındakilere bulaştırmış olabileceği yorumlarına yol açıyor. Beyaz Saray’ın sağlık ekibi filyasyon çalışmalarına başladığını söylerken, pek çok köşe yazarı da Trump’ı sorumsuzluğu nedeniyle eleştirdi.

MotherJones sitesinde yayınlanan Jacob Roenberg imzalı bir yazıda şu ifadeler yer aldı:

Trump Perşembe günü New Jersey‘de yaklaşık 150 kişiyle bağış toplama etkinliğine gitmeden önce, koronavirüsle enfekte olduğu ihtimalinin bilincindeydi, ama görünüşe göre umursamıyordu.

(…) Koronavirüsle enfekte olduğu onaylanmış birine (danışmanı Hope Hicks) maruz kaldı, ama yine de 200.000’den fazla ABD’linin ölümüne neden olmuş bir virüsü daha da yayma riskini göz aldı; sırf yeniden seçilmesi için para toplamak uğruna.

En erken yarın çıkabilir

Doktoru bugün yaptığı basın açıklamasında Trump’ın durumunun iyiyi gitmekle birlikte hastalığın gelgitli bir seyir izlediğini ve en erken yarın taburcu edilebileceğini söyledi.

ABD’de Covid-19 kaynyaklı yaşamını yitirenlerin sayısı gün itibarıyla 214,611’yi buldu, vaka sayısı ise 7,5 milyonu aştı.

İzmir Kuş Cenneti kuruyor

İzmir’de yaşayanların hemen herkesin sevdiği bir yer olan kuş cenneti bugünlerde kuruma tehlikesi ile karşı karşıya. Hatta büyük bir bölümü kurudu ve bölgedeki binlerce kuşun yaşamı büyük bir tehdit altında.

Kuş Cenneti Çiğli ilçesinin hemen yakınında bulunan Çamaltı Tuzla’sının doğal bir uzantısı. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) tarafından koruma altında olan alan, 1982’de Su Kuşları Koruma ve Üreme Sahası olarak ilan edilmişti. 1985’de birinci derece doğal sit alanı olarak tescil edilen alanı, 1987’de ise İzmir Büyükşehir Belediyesi ‘kuş cenneti’ olarak tanımlamıştı. Yaklaşık 8000 hektar büyüklüğündeki alanda bugüne kadar yapılan çeşitli çalışmalarda 205 kuş türünün yaşadığı belirlenmiş. Alandaki ünlü kuş türleriyse tepeli pelikan, pembe kanatlı flamingo, yalı çapkını ve siyah leylek… Yalı çapkını 2005 yılında İzmir’de yapılan üniversite olimpiyatlarının da (Universiade 2005) maskotuydu.

Peki, kuşların göç yolu üzerinde ve kuş gözlemcileri için önemli bir çalışma alanı olan, yılda 50 000’nin kuşun gelip geçtiği, 205 kuş türünün yaşadığı ülkemizin bu önemli sulak alanı neden kuruyor? Nedeni kuraklık değil, iki kamu kurumunun arasında olduğu iddia edilen bir anlaşmazlık.Kuş cennetini yaşatmak için akademik yaşamının 36 yılını veren Ege Üniversitesi Fen Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mehmet Sıkı’nın Egeli Gazete ’ye verdiği bilgiden öğreniyoruz ki, Milli Parklar Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) ile yaptığı; alana tatlı su sağlanmasıyla ilgili protokolü iptal etmiş. Bu nedenle bölgeye su kuşları için yaşamsal bir öneme sahip tatlı su verilemiyor. Oysa yıllardır bölgenin tatlı su gereksiniminin sağlanması için İzmirli doğa savaşçıları mücadele ediliyor.

DSİ bölgenin tatlı su gereksinimini karşılamak için iki adet pompa istasyonu yapmıştı. Bu pompaların bakım masrafları ise Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından karşılanıyordu. Ancak yine Prof. Dr. Sıkı’nın Egeli Gazete ‘ye verdiği bilgiden öğreniyoruz ki, Haziran ayında bu protokol Doğa Koruma ve Milli Parklar IV. Bölge Müdürlüğü tarafından feshedilmiş. DSİ şimdi alana tatlı su vermiyor. Bu nedenle kuş cennetinin özellikle sazlıklar ve uçak tavası bölümü tamamen kurumuş ve tuzla kaplanmış. Bölgedeki kuşlar ise zor durumda. Su krizi kısa bir süre içinde çözülemezse kuş cenneti yok olacak.

Kuş Cenneti tek örnek değil

Aslında Kuş Cenneti’nde yaşananlar korana günlerinde İzmir’de çevre ve doğal yaşama yapılan tek saldırı değil. Çeşme turizm projesi, Selçuk Meryem Ana Parkı’nın sit derecesinin değiştirilerek imara açılması, Tarihi Elektrik Fabrikası’nın kültür merkezi olarak değerlendirilmek üzere ihaleyi kazandığı halde Büyükşehir Belediyesine verilmemesi, belki de kentin tek yeşil alanı olarak kalan İnciraltı bölgesinin tarım arazi statüsünden çıkarılarak; son olarak geçen hafta kentin merkezi Alsancak’ta Tariş’e ait arazilerin mahkeme kararına rağmen tekrar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kararı ile imara açılmak istenmeleri… 

Tabii bir de Karşıyaka Mavişehir’de kent planlarında rekreasyon alanı olarak işaretlenen bir alanın TOKİ tarafından ünlü bir inşaat firmasına devredilmesi ve imar planının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından konut ve ticaret alanına dönüştürülmesi var. Tüm bunlar son 5-6 ay içinde gündeme geldi. Covid-19 pandemisi gerekçe gösterilerek meslek odalarının, çevre örgütlerinin toplantı ve eylemlerinin adeta yasaklandığı bir dönemde kentin tüm doğal ve çevresel kaynakları yağmalanıyor.

Peki, Kuş Cenneti’ne tatlı su verilmemesi, adeta oradaki kuşların ölüme veya göçe zorlanmasının altında yatan neden ne olabilir? Neden DSİ’nin bölgeye su sağlamasıyla ilgili 30 yıldan fazladır iki kamu kurumu arasında işleyen bir protokol bugün bozuldu? Yukarıda son bir yıl içinde yaşanan örneklere bakarak birkaç yıl içinde bölgede Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yeni imar planları hazırlanırsa hiç şaşırmayalım.

Selçuk’ta, Çeşme’de, Karşıyaka-Mavişehir’de öyle yapmadılar mı; halen de yapmıyorlar mı? Fakat umutsuzluğa kapılmayalım; az da olsa umut verici haberlerde var İzmir’den… Geçen hafta Güzelbahçe’de tarım arazilerinin içine go-kart pisti yapılmasının önünü açan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın imar planının mahkeme yürütmesini durdurdu. Bunu önceden tahmin eden bakanlık ikinci bir plan yaptı. Onunla ilgili Güzelbahçelilerin açtığı yeni dava süreci de devam ediyor.

Her zorluğa rağmen mücadeleye devam… Çünkü biz doğadan yanayız. Ülkemizin çevresel ve doğal kaynaklarını korumak için çabalıyoruz.

ASAM tarafından hedef gösterilen Garo Paylan suç duyurusunda bulundu

ASAM (Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) yayınladığı bildiride Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışmanın diyalog ile çözülmesi gerektiğini belirten Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) ve HDP Milletvekili Garo Paylan’ı ihanet ile suçladı.

Bazı gazetelerde de ilan olarak yayınlanan açıklamada “Ermenistan’ın işgalci ve saldırgan tutumunu kınayan TBMM bildirisine imza koymaktan kaçınan PKK terör örgütünün siyasi partisi HDP’nin bu ihanetçi tavrı Türk milleti tarafından not edilmiştir” denildi.

Paylan’a yönelik de değerlendirmede bulunulan bildiride “HDP’li Garo Paylan’ın Azerbaycan ve Türkiye’yi hayasızca suçlayan ve Ermenistan’a açıkça arka çıkan sözleri asla kabul edilemez bir ihanetin belgesidir. Bağımsız yargıyı ve TBMM’yi bahsi geçen şahıs hakkında gereğini yapmaya çağırıyoruz” ifadeleri kullanıldı.

Paylan’dan suç duyurusu

Paylan, bildirinin gazetelerde yayımlanmasının ardından ASAM yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunduğunu belirtti.

HDP’li milletvekili “Bazı odakların beni susturmak için harekete geçtiğini görüyorum. Buna rağmen savaşları durdurmak için sorumluluk almaktan geri durmayacağım” ifadelerini kullandı.

Açıklamada “Azerbaycan ve Ermenistan arasında Dağlık Karabağ konusunda süren gerilim, ne yazık ki son günlerde bir savaşa doğru evirilmiştir. Tüm dünyanın çatışmasızlık ve ateşkes çağrılarına karşılık, AKP-MHP iktidarı, komşumuz olan Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki gerilimde açıkça savaş yanlısı bir tutum sergilemiştir” denildi.

‘Hükümet savaş propagandası yapıyor’

Paylan açıklamasının devamında “Hükümet, çatışmadan yana tutumu, Ermenistan Devleti’ne yönelik açıkça düşmanca söylemleri ve iki ülke arasında müzakere ve çatışmasızlık yerine, alenen savaşı destekleyerek savaş propagandası yapmaktadır. Hükümet yetkilileri, savaş propagandası yaparak suç işlemektedir” ifadelerini kullandı.

HDP ve temsilcilerinin her daim barışı savunduğunu belirten Paylan “Arkadaşlarım ve ben, yaşamın ve siyasetin her alanında, hem iç hem dış politikada savaşa karşı durarak, yılmaksızın barışı savunduk ve savunmaya devam edeceğiz” dedi.

‘Yalnızca barışı savundum’

Bütün çatışmalara karşı tutumunun barıştan yana olduğunu belirten Garo Paylan, “Hükümetin her daim, çatışma, şiddet ve savaş politikalarıyla yaklaştığı tüm meselelerde; Ege meselesinde de Kürt meselesinde de Karabağ meselesinde de barışçı çözümün yanında durdum. Çatışmalar başladığı andan itibaren, Azeri ve Ermeni halklarının büyük yıkım yaşayacağı savaşı durdurmak için ve bu savaşa dünyada tek destek veren ülke olan Türkiye’nin pozisyonunu değiştirmek için çaba harcadım. Yaptığım açıklamalarda yalnızca barışı savundum” ifadelerini kullandı.

ASAM imzasıyla yayınlanan ilanlarda barış istedikleri için hedef haline getirildiklerini belirten Paylan, ASAM açıklamasını yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğunu belirtti.

‘Başıma gelebilecek saldırılardan onlar sorumlu’

İktidarın savaş politikalarının ülkeyi ve tüm bölgeyi hızla karanlığa doğru sürüklediğini belirten HDP’li Milletvekili “Savaş tamtamlarını çalanlar, barışın sesini yükseltmeye çalışanların sesini kesmeye çalışıyor. Ne yaparlarsa yapsınlar ben ve arkadaşlarım ‘barış’ demeye devam edeceğiz. Çünkü savaşın kazanan, barışın kaybedeni yoktur” dedi.

Paylan açıklamasının devamında “Bazı odakların beni susturmak için harekete geçtiğini görüyorum. Bu açıklamanın ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Buna rağmen savaşları durdurmak için sorumluluk almaktan geri durmayacağım. Başıma gelebilecek her türlü saldırıdan, iktidar kadar, geçmiş nefret saldırılarında da sorumluluğu bulunan ASAM ve türevi organizasyonlar sorumludur” ifadelerini kullandı.

Açıklama “Savaşa karşı barışı savunmak için, barışa inanan tüm kişi ve kurumları savaş politikalarına karşı seslerini yükseltmeye çağırıyorum” çağrısıyla sona erdi.

 

 

 

 

 

 

 

Hayvanları Koruma Günü’nde 230 STK’dan çağrı: Avcılık yasaklansın

1931 yılında Dünya Hayvanları Koruma Federasyonu 4 Ekim’i Dünya Hayvanları Koruma Günü olarak ilan etti. Her yıl 4 Ekim’de tehlike altında olan hayvanlarla ilgili farkındalık yaratmak ve hayvan haklarını gündeme getirmek amacıyla çeşitli etkinlikler yapılıyor.

Bu yıl da birçok ekoloji örgütü ve siyasi parti 4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü‘nde hayvanların yaşadıkları hak ihlallerine, avcılık yasasına ve nesli tükenmekte olan hayvanlara dikkat çekti.

230 örgütten çağrı: Yaşamlarımız birbirine bağlı

Bir araya gelerek ortak bir açıklama yapan 230 sivil toplum kuruluşu, yaban hayvanlarını öldürmenin spor, turizm, hobi ya da ihale konusu olamayacağını ve avcılığın tamamen yasaklanması gerektiğini söyledi.

Türkiye’de farklı alanlarda çalışma yürüten ve konularında uzman 230 sivil toplum kuruluşu, Dünya Hayvanları Koruma Günü’nde yaptığı açıklamada ”Dünyayı birlikte yaşadığımız diğer canlılarla paylaşıyoruz. Ormanlar, dağlar, dereler hepimizin yaşam kaynağı ve hepimizin yaşamı birbirine bağlı. Bu nedenle haklarını bizim dilimizde ifade edemeyen tüm canlıların sesi olmak için bir aradayız” dedi.

Yalnızca diğer canlıların değil, insanların da yaşam hakkının korunması için avcılığın bir an önce yasaklanması gerektiğinin altı çizilen açıklamada spor veya hobi amaçlı ya da bir turizm faaliyeti olarak yaban hayvanlarının öldürülemeyeceği, yaşam hakkının ihaleye açılamayacağı belirtildi.

Avcılığın yasaklanması için imza kampanyası

Sivil toplum kuruluşları Tarım ve Orman Bakanlığı’nın avcılığı tamamen yasaklaması için binlerce doğa severin desteğiyle bir imza kampanyası başlattı.

Yapılan açıklamada yaban hayatı kökenli hastalıkların yaygınlaşarak pandemilere dönüştüğü günümüzde avlanmanın artık bir ihtiyaç olmaktan çıkıp biyoçeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinden biri haline geldiği ve yaban hayatına zarar verdiği belirtildi.

Sivil toplum kuruluşları, Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün öncelikli görevinin hangi hayvan türünün ne kadar avlanacağından çok yaban hayvanlarını korumak olması gerektiğini vurguladı.

’10 yılda 500 bin kişi avcılık sertifikası aldı’

Son 16 yıl içerisinde 500 bin kişinin avcılık sertifikası almasını eleştiren 230 sivil toplum kuruluşu, avcıların sayıları artarken, pek çok canlı popülasyonunun tükenme tehlikesi altında olduğunun bilimsel verilerle ortaya konulduğunu belirtti.

UNESCO tarafından hazırlanan Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre, her hayvanın yaşam hakkına saygı duyulması gerektiğini hatırlatan sivil toplum kuruluşları; hayvanları yaşatmak ve avcılığı durdurmak için herkesi harekete geçmeye ve change.org/vurmabeni adresi üzerinden imzacı olmaya çağırıyor.

‘Çocuklarımız üveyik sesi duymadan, geyik görmeden büyüyebilir’

230 kurum için konuşan ülkemizin ilk yaban hayatı uzmanlarından olan Tansu Gürpınar şu ifadeleri kullandı:

Düşünün ki çocuklarımız hiç üveyik sesi duymadan, geyik, karaca, ceylan görmeden büyüyebilir. Böyle bir şeyi bu ülkede bir kişinin bile isteyeceğini sanmıyorum. Bir araya gelen 230 kurum arasında konularında uzman birçok kuruluş ve kişiler var. Bilimsel verilerle ortaya konan bu gerçeklerin göz ardı edilmeyerek Türkiye doğasının daha iyi korunması için mevcut Kara Avcılığı Kanunu’nda gereken yeni düzenlemelerin ivedilikle yapılması gerekmektedir.

Tehlike altındaki türler vuruluyor

2020-2021 Av Sezonu için Merkez Av Komisyonu’nun avına izin verdiği türler arasında, tehlike altında olan türler de bulunuyor. Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN) tarafından hazırlanan kırmızı listede dünya ölçeğinde tehlike altında olan üveyik ve elmabaş patka kuş türleri de yer alıyor.

IUCN’nin “hassas” kategorisinde bulunan türlerden üveyik nüfusunun son 40 senede yüzde 78, elmabaş patka nüfusunun ise son 20 yılda yüzde 50 gibi büyük bir oranda azaldığı belirtiliyor.

Tepkiler sayesinde kurtuldular

230 sivil toplum kuruluşu, düzenledikleri imza kampanyasının yanı sıra, sosyal medyada yaşam hakları ellerinden alınan canlılar adına tepkilerini dile getiriyor. Tarkan, Ezgi Mola, Can Dündar, Ziynet Sali gibi pek çok ünlü ismin de sosyal medya üzerinden destek verdiği kampanya sonucunda, canlıların yaşamlarını tehdit eden birçok yanlış karar iptal edilmiş bulunuyor.

Binlerce doğa severin tepkisi sonucunda iptal edilen bu kararlar arasında şunlar yer alıyor:

  • Dersim‘deki 17 dağ keçisinin avlanmasıyla ilgili ihale iptal edildi.
  • Eskişehir‘de belli noktalarda kızıl geyik acente kotalarının avlattırılmasına ilişkin 20 Temmuz’da yapılacak ihale durduruldu.
  • Erzincan’da mahkeme kararıyla, dağ keçileri vurulmaktan kurtuldu.
  • Şanlıurfa’daki ceylanların avlanması için düzenlenen ihalenin iptalini talep eden dava açıldı, ihale için yürütmeyi durdurma kararı verildi.
  • Mersin’de yaşam hakları ihaleye açılan 75 dağ keçisinin vurulmasıyla ilgili karara Mersin Barosu tarafından dava açıldı.

#HayvanlarYaşamakİstiyor

“Hayvanlar Yaşamak İstiyor” etiketi üzerinden sosyal medya kampanyası yürüten örgütler paylaşımlarıyla avcılık yasağının getirilmesini talep etti.

Kuzey Ormanları Savunması tarafından yapılan paylaşımda “Tahrip altındaki doğa ve ormanlarda yaşayan az sayıdaki yaban hayvanı, sayıları ikiyüz bini bulan avcı pusularında can veriyor. #HayvanlarYaşamakİstiyor. Sezonu, turizmi ihalesi olmaz. Avcılık tamamen yasaklanmalıdır” denildi. 

Buğday Derneği de yaptığı paylaşımla avcı sayısının artışına dikkat çekerek “Son 16 yılda 500 binin üzerinde kişi avcılık sertifikası almış durumda. Hayvanların yaşam alanları daralıyor, avcı sayısı artıyor.
Oysa; #HayvanlarYaşamakİstiyor” ifadelerini kullandı.

Yeşiller Partisi: Yaban hayvanı ticaretine izin vermeyeceğiz

Yeşiller Partisi tarafından yapılan paylaşımda “Biz Yeşiller, kara avcılığına, satılması ve sergilenmesi dahil her türden yaban hayvanı ticaretine izin vermeyeceğiz. Denizlerde yanlış, aşırı ve zamansız avlanmayı durdurmak için gerekli önlemleri alacağız” denildi. 

 

 

Biyoçeşitlilik Sözleşmesi

30 Eylül’de Dünya liderlerinin çevrim içi katılımlarıyla Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Zirvesi gerçekleştirildi. “Sürdürülebilir Kalkınma Yolunda Biyoçeşitlilik İçin Acil Eylem” temasıyla düzenlenen bu zirvede liderler biyoçeşitliliğin ne derece önemli olduğu konusunda konuşmalar yaptılar, ancak bu konuda somut adımların atılması yine mümkün olmadı. İklim krizi gibi çok daha gündemde olan bir problemin bile arka plana atıldığı bu pandemi döneminde Biyoçeşitlilik Zirvesi’nde liderlerin esas problemden uzak durmaları şaşırtıcı değil.

Aslında biyoçeşitlilik ve iklim krizi konusunda uluslararası çabalar 1992’de Rio’da yapılan Dünya Zirvesi’ne kadar uzanıyor. Bu zirvede üç uluslararası anlaşmanın temelleri de atıldı, konumuz dışındaki Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Rio’da imzaya açıldı. Biz bu anlaşmalardan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini çok daha yakından takip ediyoruz. Bu sözleşmenin Taraflar Konferansları her senenin sonunda toplandığı zaman çevre açısından önemli bir gündem yaratıyor.

Bu konferanslara bilimsel girdi sağlamak üzere yapılan bilimsel çalışmalar Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporları olarak karşımıza çıkıyor. Ancak diğer iki anlaşmanın da benzer bir yapısı olmasına rağmen bu konular bugüne değin gündemimize sıkça taşınmadı. Bundan dolayı da en azından gerçekleşen Biyoçeşitlilik Zirvesi bağlamında konuyu biraz açıklamanın faydalı olacağını düşünüyorum.

Türkiye 1997’den beri taraf

29 Aralık 1993’te yürürlüğe giren Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’ne ülkemiz de 15 Mayıs 1997’de Meclis‘ten geçirerek taraf oldu. Bu sözleşmenin üç temel amacı vardır:

  1. Biyolojik çeşitliliğin korunması
  2. Biyolojik çeşitliliğin parçalarının sürdürülebilir biçimde kullanımı
  3. Genetik kaynaklardan elde edilen faydaların adil ve eşit biçimde paylaşılması

Bu amaçlara ulaşılmasına yardımcı olmak üzere sözleşmenin tarafları düzenli olarak toplantılar düzenlemeyi ve raporlar yayımlamayı kararlaştırdılar. Bu toplantıların ilki 1994’te Nassau’da yapıldı. 15-28 Ekim 2020 tarihlerinde   Çin’de (Kunming) yapılması planlanan 15. Taraflar Konferansı da Covid-19 nedeniyle 2021’e ertelendi. 16. Taraflar Konferansı’na da ülkemiz ev sahipliği yapacak.

Kyoto Protokolü veya Paris Anlaşması’nın benzeri olarak, Biyoçeşitlilik Sözleşmesi de iki önemli anlaşmayı imzaya açtı. 1999 yılında Cartagena, Kolombiya’da Biyogüvenlik üzerine Cartagena Protokolü ve 2010 yılında Nagoya, Japonya’da Genetik Kaynaklara Erişim ve Elde Edilen Faydaların Adil ve Eşit Paylaşımı üzerine Nagoya Protokolü kabul edildi. Ülkemiz bunlardan Cartagena Protokolü’ne 24 Ocak 2004’de taraf oldu, ancak Nagoya Protokolü’ne henüz taraf olmadı.

2021 zirvesi Türkiye’de

Biyogüvenlik üzerine Cartagena Protokolü dediğimiz zaman çoğumuzun aklına biyolojik silahlar gelebilir. Bu protokolün amacı biyolojik silahlarla alakalı değildir. Aksine biyolojik olarak üretilen ve çoğunluğunu Genetiği Değiştirilmiş Organizma olarak tanımladığımız tarım ürünlerinin ülkelerin doğal bitki türlerine zarar vermesini önlemek üzere yapılmış bir sözleşmedir. Bu bağlamda devletlere, kendi öz bitki türlerine zarar vereceği düşünülüyorsa, GDO’ların ülkeye girişini yasaklama hakkı da tanır.

Nagoya Protokolü ise genetik kaynakların sürdürülebilir kullanımının sağlanmasını ve bunlardan elde edilecek gelirlerin adil ve eşit biçimde dağıtılabilmesini amaçlar.

2010 yılında Nagoya’da aynı zamanda 2011 ila 2020 yılları arasındaki biyolojik çeşitliliğin korunabilmesi için atılması gereken adımları belirleyen Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri beş temel amacın başarılması için planlanmıştır. Bu amaçlar şöyle sıralanabilir:

  1. Biyoçeşitliliğin devlet ve toplum genelinde yaygınlaştırılarak biyoçeşitlilik kaybının altında yatan nedenlerin ele alınması,
  2. Biyoçeşitlilik üzerindeki doğrudan baskıların azaltılması ve sürdürülebilir kullanımın teşvik edilmesi,
  3. Ekosistemlerin, türlerin ve genetik çeşitliliğin korunarak biyolojik çeşitliliğin durumunun iyileştirilmesi,
  4. Biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetlerinden herkese sağlanan faydanın artırılması,
  5. Katılımcı planlama, bilgi yönetimi ve kapasite geliştirme yoluyla uygulamanın geliştirilmesi.

Bu amaçların başarılabilmesi için de 20 hedef belirlenmiştir. Bu hedefleri bir sonraki yazıda daha ayrıntılı olarak anlatmaya çalışacağım. Ülkemiz Çin’den sonra 2021’de Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin dönem başkanlığını yükleneceğinden ve bir sonraki Taraflar Konferansı ülkemizde yapılacağından Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri’nin özellikle ülkemizde çevreye önem veren herkes tarafından özümsenmesinin gerekli olduğu düşüncesindeyim.

Haftaya Aichi Hedeflerinin yanı sıra bu hedeflere ulaşma çabalarını ve genel olarak biyoçeşitliliğin korunması alanında yeryüzünde yapılan çalışmaları değerlendiren 5. Küresel Biyoçeşitlilik Raporu’nun sonuçlarından bahsedeceğiz.

 

Yarışma’nın düşündürdükleri: Taksim imgesi nasıl canlandırılabilir?

Taksim’de bizi karşılayan ulusdevletin kamusallığı.  

Şehirsel hizmetlerin kamusallaştırılması (o zaman millileştirme deniyor) gibi kültürün de kamusallaştırılması.  Gaz, su, elektrik. toplu taşıma gibi hizmetlerin millileştirilmesinden sonra, kültürün de millileştirilmesi.

Taksim’deki hafıza dediğimiz şey de galiba biraz bununla ilişkili. Kültürün millileştirilmesinin, kamuya devredilmesinin arkasında gizli bir kimlikçilik ve imtiyazcılık (soylulaştırma) dinamiği (ve şiddeti) var. Seküler bir görünüm altında, kapitalizmin yarattığı şiddetin ve çelişkilerin ulusdevlet temsil sahnesindeki imgelerinin semptomatik mücadelesi.  

Taksim meydanı çok amaçlı salonları, tiyatroları, stadyumu, operası ile devasa bir program içinde bir gösteri/tören alanı olarak yer aldığında ya da tasarlandığında şehir, bütün kayıplarına rağmen hiç şüphesiz kültürel alanda uzun bir geçmişi olan bir modernleşme sürecinin kurumlarına sahipti. Ulusdevlet bu programla bir bakıma onları da kendi kapsama alanına almış oldu.

Gezi direnişi: Tarih yapan evrensel bir eylem

Taksim’in hafızası deyince ne anlaşılıyor?  Bugün bile hala karanlıkta kalmış birtakım travmatik olaylar. Katliamlar, protestolar. Taksim’in resmi hafızasına bakıldığında zaman içinde meydanın taşınmasından kışlanın yıkımına kadar her müdahalenin bir diğerini işaretsizleştirme, silme eylemi olarak gerçekleştiğini görmek mümkün. Bu meydanın resmi hafızasında hep ötekileştirme girişimleri var. Bu yüzden Taksim, imgelerin travmatize edildiği ve ettiği bir meydan. Peki bu resmi hafızadan kurtarılıp Taksim imgesi nasıl canlandırılabilir? Bu sorunun artık bir cevabı var.  Mesele onun politik temsil sahnesine, yani eylemselliklerin kurgulandığı gösterene taşınması.

Kamusal alandan söz ederken asıl mesele de bu travmaların iyileştirilmesi. Buradaki hakikat gösterilenler, yani imgeler değil. Onları kayda geçen, işleyen toplumsal hafıza. Burada toplumsal hafızanın ulusdevlet kamusallığı tarafından askıya alındığını söylemek mümkün. Tıpkı Gezi Direnişi‘ni gösterenleri iktidar gücüyle denetim altına alarak işlemeye çalışan, baskılayan resmi karşı hafıza gibi.

Gezi direnişi, iyileştirici bir olaydı. Barışçıl, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın asla travmatize edilemeyen, bütün dünyanın konuştuğu. gündemine taşıdığı bir durum. Eğer Gezi Direnişi olmasaydı biz Taksim’e ve dolayısı ile şehre musallat olan ve  hala yalnızca bu imge rejimi içinde, gösterilenlere mahkum edilmiş olarak yaşamaya devam edecektik. Gezi Direnişi, bu dayatmacı imge rejimi içinde gösterileni değil, göstereni; yani gösterilenlerin nasıl işlendiğini, zaaflarını ortaya çıkaran bir “politik dönemeç” yarattı. Şehrin ya da Taksim’in hafızası sadece bu rejimin bağımlı imgelerinden, gösterilenlerden ibaret olmadığını gösterdi. Gezi gibi karşımızda gösterenin canlı olduğu bir örnek var. Gezi Direnişi gibi tarih yapan evrensel bir eylem.   

Gezi Direnişi ulusdevletin seküler olmayan, yani iktidara bağımlı olan, gösterilen olarak dayatılmış ve gösterenin nasıl yapılandığını sorun etmeyen, nesneleştirici temsil rejimiyle bir kopuş olduğunu düşünüyorum. Tarihi bir kırılma noktası. Zorluk ise bunun politik karşılığını, ifadesini bulmak. Bu yazı bunun için bir deneme mahiyetinde.

Taksim Yarışması projeleri neyi gösteriyor?

Şimdi Taksim Yarışması sonuçlandı. Şimdi finale kalan üç proje halk oylamasına sunulacakmış.  Halk bu projeleri nasıl yorumlayacak ve oylayacak? Projeler, yani imgeler içeriklerini gösteriyorlar. Ancak bu gösterilenler gösterenleri gizliyor. Yarışma gösterenleri canlandırmak, oluşum süreçlerini gösterilenlerin kayıtsız şartsız egemenliğinden kurtarmak için önemli bir fırsat. Ancak yeterli değil. Bu yarışmanın ilanı gibi bir başlangıç noktası olmayan, sınırsız bir süreç. Bu yüzden bu yarışmayı düzenlemek için çırpınan, uğraşan insanların çabalarını değerli buluyorum. Onlara diyebileceğim bir şey yok. Ama politik temsilinde bir problem var ve bununla yüzleşmek zorundayız.

Bu çatışma ekseninde ilişkilerin, değerlerin eyleme dönüştüğü kamusallıklar, gösterenler silindi, imgelerin dışında başka bir şey kalmadı. Şehir nesneleştirildi, gösterilenlere mahkum edildi.

Resmi ulusdevlet imgeleri gösterilene dönüştüren “neoplatonik” bir temsil rejimini dayatıyorlar. Sorun bununla baş etmeye çalışmak.

Peki bu yarışma bu kamusallığı güncellenmeye dair bir işaretler taşıyor mu? Yoksa bu kamusallık biçimi de modern görünümü altında, tıpkı geçmişteki gibi bu soylulaştırıcı süreçlerde kamudan elde edilen imtiyazlar altına  gizlenen bir kimlikçilik hareketini mi dayatacak? Kamu erkini kullanan imtiyazcı sınıfları, mekanları kullanmaya çalışan hayırseverlik kurumlarını ve piyasa aktörlerini mi harekete geçirecek? Bunu anlamak için dediğim gibi imgelere, içeriklere değil, gösteren ilişkilerine bakmak gerekli.    

İmgeler bizi içerik üzerinde konuşmaya zorluyor. Temsiller, imajlar izleyicileri, katılımcıları -ya da aktörleri diyelim- içerik üzerinde tartışmaya yönlendiriyor.

Biz projelere baktığımızda bu canlandırma teknikleri ile içeriği görüyoruz ve onun üzerinde konuşuyoruz. Bu imgelerin dışındaki her şey iptal oluyor. Böylece temsiller gösterilenin kayıtsız-şartsız egemenliği altına giriyor. Oysa bütün süreci yapılandıran eylemler gösterenler üzerinde gerçekleşiyor. 

Bu nedenle içeriğe karşı direnmek gerekir. Çünkü eğer içeriğe teslim olunursa mimari imajlar piyasa odaklı profesyonel çalışmalarda yalnızca gösterilenlerden ibaret oluyor.

Hayalet şehirler…

Roland Barthes‘ın “resimler ölümü gösterirler” dediği gibi acaba şehirle ilgili planlar, temsiller de ölmüş şeyleri mi gösterirler? Yoksa… daha da fazlasını yapıp, göstermekle de kalmaz, canlı olanları da öldürüverirler mi?  Yalnızca geçmişi değil, gösterileni gösterdikleri için travmatiktirler. Gezi Direnişi’nde olduğu gibi canlandırılmak için beklerler.

Şehirlerle ilgili planların her şeyi temsil etmesi mümkün değil. Kaldı ki mükemmel bir temsil olsa dahi, her zaman planların geçmişte kalacağı açık. Temsilin paradoksu bu.

Oysa süreci yapılandıran eylemler gösterenler üzerinde gerçekleşiyor, yapılanıyor.

Şehir planlama-tasarlama eylemliliklerinde asıl uğraşlar, kapasiteler, güçler orada saklandığı için gösterilenlerin ölüler dünyasına sıkışıp kalıyoruz. Mimarlık, tasarım gibi yaratıcı uğraşlar gösterende yapılanıyor ve ne yazık ki o da içerik arkasına saklandığı için kolay kolay gözükmüyor.

Bu yüzden artık hayalet şehirlerde yaşıyoruz, ne kadar gösterilenlerin canlı olduğunun farkında olsak ve bu imge rejimi içinde güya katılımcı eylemselliklerle, çalıştaylarla v.b. etkinliklerle onları temsil sahnesine sokmaya çalışsak da. Modernleşmenin asıl meselesi gösterilenin yerine geçtiğinin, temsil ettiğinin canlı olduğunu bilmek değil. Nesneleştirici olmayan bir temsil ilişkisi kurmak, gösterenin de canlı olabileceğini hayal etmek. Belki de imkansız bir işle uğraşmak. Gösterenin canlandırılması için çabalamak. Demek ki modernleşmenin asıl meselesi gösterilenin yerine geçtiğinin canlı olduğunu bilmek değil. Gösterenin canlandırılması için sınırsız ve sonuçsuz bir uğraşla çabalamak. Bu imkansız gibi gözükebilir ama temsilin canlandırılması, bu koşullarda bu imgeleri gösterilene dönüştüren dayatmacı estetik rejimini değiştirmek için tek yapılabilecek şey bu. Bu yüzden bu siyasal hafıza meselesi önemli. Bunun için de kendi uğraşlarımızla, profesyonelliklerimizle kamunun rolünü yeniden yapılandırmamız gerekiyor.

Gezi Direnişi’ndeki gibi imgeleri canlandırmak… Bu belki ilk bakışta bu koşullarda imkansız gibi gözükebilir ama temsilin özgürleştirilmesi, canlandırılması, imtiyazcı ilişkilerden kurtarılması için tek yapılabilecek ve her şeyi radikal bir biçimde değiştirecek olan şey bu.  

Atık ithalatının ekonomik ve çevresel boyutu

Türkiye, Avrupa’nın en fazla atık ithal eden ülkesi. Bu durum, övünülecek bir başarı değil maalesef. Bu olgunun bize söylediği şu: Bir yandan kendi atığımızı yeterince geri dönüşüme tabi tutamıyor, diğer yandan başkasının atığını satın alarak döviz ödüyor ve bazen de başka ülkelerin kurtulmak istediği zararlı madde içeren atıkları satın alıyoruz. Konunun çevre açısından arz ettiği önemin yanı sıra bir de ekonomik boyutu var. Bu yazıda hem atık ithalatının yapısına ve gelişimine bakacağım hem de konuyu çevre ve ekonomi açısından analiz etmeye çalışacağım.

Sanayileşme, atık ve geri dönüşüm

Ülkeler sanayileştikçe ve üretim hacimleri arttıkça ürettikleri atık miktarı da doğal olarak yükselir. Üretimde kullanılan hammadde göreli olarak ucuz olduğunda bu gelişmiş ekonomiler hammadde kullanımına ağırlık verirler. Ayrıca, bu ülkelerde genellikle geri dönüşüm alt yapıları gelişmiş olduğundan üretimde kaynağında ayrıştırılmış ve kaliteli yerli atık da kullanılır.

Mesela ABD’de araba sahipliği oranı çok yüksek olup dolaşımdaki arabaların ortalama yaşı da oldukça düşüktür. Bu, her gün binlerce arabanın hurdaya çıktığı ve sanayide tekrar kullanıma sunulduğu anlamına gelir. Bu ülkelerde atık boldur ama kaliteli olmayan atıklarını çoğunlukla ihraç etme yolunu seçerler. Bu atıkları ithal eden ülkelerin ise genellikle emeğin ucuz, çevre ile ilgili düzenlemeleri zayıf ve denetim açığı ciddi olan gelişmekte olan ülkeler olduğu görülüyor. Ayrıca bu ülkelerde çoğunlukla ülke içi atık miktarı sınırlı olup geri dönüşüm oranları da oldukça düşük seviyelerde bulunuyor. Bu kategoriye giren ülkeler yukarıda açıklanan nedenlerle ithal atığı hammaddeye göre daha ucuza elde ettiklerinden ülke içi atıklara ve hammaddeye zorunlu olmadıkça yönelmeyip ithalatı tercih ediyorlar. Ama ithalatçı ülkenin gelişme hızına göre bu durumun sürekli devam etmesi söz konusu olmayabilir.

Örneğin başta araba olmak üzere metal sektöründe önemli bir üretici olan ABD, ülkesindeki düzenlemelerin katılığı ve geri dönüşüm maliyetlerinin yüksekliğinden dolayı belirli nitelikteki atıklarını uzun yıllar boyunca hızlı büyümesi nedeniyle hurda çelik ürünlerine talebi yüksek olan Çin’e hurda atık ihracatı yapmıştır. Ancak Çin sanayisi gelişip üretim ve tüketim artınca yıllar içinde kendi hurda rezervlerine sahip olmaya başlamış ve bir süre sonra ABD’den hurda çelik ithalini durdurmuştur. Daha sonra da önceleri ABD’nin yaptığı gibi elindeki hurda rezervlerini ihracat yaparak eritmeye başlamıştır.

Türkiye’de sanayileşme ve geri dönüşüm

Türkiye, özellikle son 20-30 yılda demir-çelik ve plastik üretiminde Avrupa ve dünyanın önemli ülkelerinden biri haline geldi. Çelik üretimine baktığımızda, yıllık ortalama 52 milyon ton üretim kapasitesinin yaklaşık 37 milyon tonunu kullanan Türkiye, dünya çelik üretiminde sekizinci, Avrupa’da ise ikinci konumda. Ayrıca, dünya çelik ihracatında ise ilk 10 ülke arasında yer alıyor. Bir zamanlar sanayileşmenin en belirgin göstergesi olan çelik üretimi, üretim süreçleri gelişmiş ekonomilerde artık doğaya ve insana son derece zararlı bulunduğu için son yıllarda gelişmekte olan ülkelere aktarılan endüstri dallarından birisi haline geldi.

Plastik sektöründe de benzer bir durum var. 10 milyon tonluk yıllık üretim kapasitesiyle Türkiye dünyada altıncı, Avrupa’da ise ikinci sırada. Sektör, yurt içi tüketimi karşılamanın yanı sıra ihracat da yapmakta. Plastik Sanayicileri Derneği (PAGDER) verilerine göre 2018 yılında sektörün üretimi 850 bin ton olmuş, kullanılan ithal atık miktarı ise 436 bin ton olarak gerçekleşmiş. Aşağı yukarı üretim miktarının yarısı kadar atık ithalatıyla sağlanan girdi kullanılmış. Özellikle 2019 yılından itibaren plastik atık ithalatının artmasıyla birlikte üretimde kullanılan ithal atığın oranının daha da yükseldiği tahmin ediliyor.

Türkiye bu ürünlerde önemli bir üretim merkezi haline gelmekle beraber ülke içerisinde henüz yeterli atık üretemediği ve geri dönüşüm sağlayamadığı için hammadde olarak kullanmak amacıyla atık ithalinde önemli bir oyuncu olmaya devam ediyor. Türkiye’de tüm atıkların geri dönüşüm oranı sadece yüzde 7, plastik atıkların geri dönüşüm oranı ise yüzde 20 seviyesinde. Geri dönüştürülen atıkların yüzde 43’ünü kağıt, yüzde 27’sini plastik,  yüzde 12’sini cam, yüzde 8’ini tekstil, yüzde 4’ünü ise metaller oluşturuyor. Örneğin çelik üretiminde yurtiçi hurda ihtiyacın sadece yüzde 30’unu karşılamakta, gerisi ithal yoluyla karşılanmakta. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı‘nın 2017’den beri yürüttüğü Sıfır Atık Projesi ile atıkların kaynağında ayrı toplanması, atık sektörüne kazandırılması ve bilinçlendirme çalışmalarının yapılması hedefleniyor. Ama bu konuda kısa-orta vadede belirgin bir ilerleme kaydedilmesi maalesef çok zor görünüyor.

Atık ithalatının devam etmesinde ülke içinde üretilen atıkların sınırlı olmasının yanı sıra kaynağında ayrıştırma yetersizliğine, toplama ve bağlı olarak kalite ve sürdürülebilirliğin sağlanamaması da önemli bir rol oynuyor. Ancak, bu atıkların ithalatında ve işlenmesinde çevreyi ve insanı korumak için gerekli olan kuralların oldukça gevşek olması ve son derece denetimsiz bir şekilde uygulanmasının etkilerinin bulunduğu da yadsınamaz bir gerçek.

Örneğin, Türkiye uzun yıllardır gelişmiş ülkelerde parçalanıp yeniden kullanılmasına izin verilmeyen ve asbest/kanserojen maddeler içeren hurda tankerlerin neredeyse tek adresi haline gelmiştir. Basında izlediğimiz kadarıyla bu tür zararlı tankerler kamuoyunun gözü önünde ve yetkili mercilerden izin alınarak Türkiye’ye getirilip yoğun emek içeren bir prosedürle sökülmekte ve daha sonra demir-çelik fabrikalarında eritilerek yeniden kullanılmaktadır.  Bu konuların çoğunda yeterli sayılabilecek düzenleme bulunmakla birlikte uygulama ve denetim son derece gevşek ve yetersizdir. Sorun da esas olarak buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’nin atık ithalatı

Yukarıda belirttiğim üzere demir-çelik ve plastik sektörlerinin önemli büyüklüklere ulaşması ve ülke içi atıkların yetersiz olması nedeniyle Türkiye’nin atık ithalatı içerisinde en önemli kalemleri demirli metal ve plastik oluşturuyor. Eurostat tarafından yayımlanan rapora göre AB ülkelerinin atık ihracatı 2004-2019 yılları arasında % 66 oranında artıyor. 2019’da AB tarafından, AB üyesi olmayan ülkelere atık ihracatı toplam 31 milyon tona ve 13,4 milyar € değerine ulaşıyor. Rapora göre AB tarafından ihraç edilen atıkların birinci adresi Türkiye. 2019 yılında Türkiye AB’nin atık ihracatının 11,4 milyon tonluk kısmını satın alırken, bu rakam 2004 yılının neredeyse üç katını oluşturuyor. 2019 yılında AB’den ihraç edilen tüm atıkların %50’sini, 15,6 milyon tonluk hacimle demirli metal atıkları oluşturuyor. Türkiye AB’den ihraç edilen demirli metal atıklarının yaklaşık 2/3’ünü (10 milyon ton) ithal ediyor.

İthal atık içerisinde dikkat çekenlerden bir diğeri plastik atıklar. Greenpeace verilerine göre, Türkiye’ye 2004 yılından bugüne AB ülkelerinden ithal edilen plastik atıklar 173 kat artmış. Türkiye’nin ithalatı 2016 yılı başında ayda 4 bin ton iken 2018 başında aylık 33 bin tona yükselirken, 2019 yılında plastik atık ithalatı en yüksek seviyeye ulaşarak aylık ortalama 48,5 bin tona yükselmiş. Bu rakam, her gün 213 kamyon dolusu plastiğin Türkiye’ye girmesi demek. 2018’den itibaren plastik atık ithalatının artmasının nedeni ise Çin. 2018 yılına kadar dünyada plastik atıkların büyük kısmı Çin tarafından ithal edilirken 2018’de Çin % 99,5 saf olmayan plastik atık ithalatını yasaklayınca, atık ithalatı Malezya, Vietnam ve Tayland gibi ülkelere kaydı. Daha sonra bu ülkelerin de atık ithalatına kısıtlama getirmesiyle Türkiye Avrupa plastiğinin yeni adresi oldu. Plastik atıklarını Türkiye’ye ihraç eden Avrupa ülkeleri arasında ilk beş sırayı İngiltere, İtalya, Belçika, Almanya ve Fransa alıyor.

Atık ithalatı kamu sağlığını ve çevreyi ilgilendiren oldukça hassas bir konu olarak kapsamlı düzenlemeler, kurumsal altyapı ve denetim mekanizmaları gerektiriyor. Bunu tam olarak sağlayamayan Türkiye açısından ithal atıklar ekonomik girdi olmanın yanısıra çevre için bir tehdit haline gelebiliyor. Çin’in yasağının ardından birdenbire AB ülkeleri atıklarının yeni adresi olan Türkiye’de kontrolsüz, denetimsiz ve şeffaf olmayan atık ithalatı çevreye ve insana zarar verecek boyutlara ulaşıyor. Çin ve diğer Asya ülkelerinin atık ithalatını kısmen veya tamamen yasaklamalarında, gelen atık içerisinde zehirli ve tehlikeli maddelerin tespit edilmesi gerçeği yatıyor. Nitekim 2018’de Çin’in ithalatı durdurmasından sonra önemli bir plastik atık ithalatçısı konumuna gelen Malezya, aynı yıl AB ülkelerinden gelen plastiklerin 3000 tonunu zehirli ve tehlikeli maddeler içermesi nedeniyle iade etmişti.

Ne yapılmalı?

Görüldüğü üzere hızlı büyüyen, hammadde kaynakları ve ülke içi atık üretimi yetersiz olan ülkeler için atık ithalatı bir anlamda zorunluluk. Türkiye, bu ülkelerden birisi. Çin örneğinin ortaya serdiği gibi, ülkeler geliştikçe, bilinçlendikçe ve kendi atığını artırdıkça dışarıdan ithalatı azaltmakta veya tümden kesmekte. Türkiye’nin şu anki atık ithalatı kompozisyonu ve miktarı bir yandan ekonomik bir zorunluluk gibi sunulurken, diğer yandan çevre ve insan sağlığına vurgu yapan birçok kesimi rahatsız ediyor. Peki, ne yapılması gerekiyor?

  1. Öncelikle, bu kadar hızlı ve ne pahasına olursa olsun, bol zigzaglı bir büyüme grafiği çizmek zorunda mıyız? Bu konunun çok etraflıca sorgulanması gerekiyor. İşin yurt dışından finansman ve maliyet boyutunu bir kenara bırakıyorum, birkaç sene hızlı büyümek uğruna çevreyi, insanı ve doğayı hırpalamak ne kadar doğru bir politika seçeneği? Esas olan, uzun seneler boyu devam edebilecek, çevre, doğa ve insanla uyumlu “sürdürülebilir” büyümedir. O halde öncelikle büyüme olgusu üzerinde düşünmek ve büyümeyi seçim kazanmak için kısa vadeli olarak üzerinde oynanacak bir gösterge değil çok uzun vadeli bir perspektifle planlamak durumunda olduğumuz bir alan olarak değerlendirmeliyiz.
  2. Atık ithalatından önce, ülke içi atıkların kaynağında ayrıştırılması ve geri dönüşümü için ÇOK YOĞUN ve KAPSAMLI çalışmalar yapılmalı, teşvikler verilmeli ve geri dönüşüm olabildiğince artırılmalıdır. Çoğu zaman olduğu gibi ithalat yaparak kestirme çözümler bulmak yerine uzun vadeli eğitim ve bilinçlendirme ile geri dönüşümü sonuna kadar teşvik etmeliyiz. Böylece hem kendi atıklarımız geri dönüşüme tabi tutularak çevreye olumlu katkıda bulunulmuş olacak, hem de başka ülkelerden daha az atık ithal edilerek kıt olan döviz kaynaklarımız tasarruf edilecektir.
  3. İthal atığı üretimde kullanan firmalara belirli oranda geri dönüşümle elde edilmiş yerli atık kullanma mecburiyeti getirilerek ve yıllar içerisinde bu oran artırılarak yerli atık geri dönüşümü teşvik edilmelidir. Ambalaj sektöründe ana ürün grupları bazında yerli atık kullanma oranı getirilmiş olmakla birlikte bunun ithalatı yapılan bütün atık türlerine ve bütün atık kullanan firmalara genelleştirilmesi ve önceden ilan edilerek zaman içerisinde artırılması gerekiyor. Öte yandan, kamu kurumları ve belediyeler tarafından yürütülen geri dönüşüm kampanyalarına göre özel sektörün daha etkili yollarla geri dönüşümü artırması beklenir. O halde bu kanalı olabildiğince zorlamak gerekiyor. Aksi takdirde firmalar ithal etme kolaylığına kaçacaktır.
  4. Ekonominin gereği olarak mutlaka atık ithalatı yapılacaksa bunların nitelikli olmasını ve içerisinde doğaya ve insana zarar verecek maddeler bulundurmamasını sağlamak durumundayız. Bu konuda düzenlemeler olmakla beraber uygulamada birçok açık olduğu görülüyor. Dolayısıyla varolan düzenlemelerin sıkı denetim ve ağır cezalarla desteklenmesi gerekiyor! Bunun için de büyüme oranına değil, büyümenin doğa ve insana etkisine odaklanan bir yönetim anlayışına ihtiyacımız var.

Araştırma: Doğru politikalarla 2050 itibarıyla deniz yaşamı kurtarılabilir

Yazan: Manu San Felix 

Yeşil Gazete için çeviren: Nilüfer Ağaç

*

Nature’da yayımlanan yeni bilimsel araştırmaya göre agresif koruma politikalarıyla, yüzyıllarca sürmüş aşırı avlanma ve kirliliğe rağmen, 30 yıl gibi kısa bir zamanda dünya okyanuslarındaki deniz yaşamı tümüyle kurtarılabilir. Araştırma, okyanus hayvanlarının güçlü esnekliklerine ve kambur balinaların da dahil olduğu çeşitli türlerin başarıyla kurtarılabileceğine işaret ediyor.

Deniz yaşamını kurtarabilmek için küresel ölçekte, ulusların, denizlerinin % 20-%30 unun korunmuş deniz alanları olarak tayin etmeleri, sürdürülebilir avlanma yönetmeliklerini devreye almaları ve kirliliği düzenlemede mutabık kalmaları gerekiyor. Sonuçta bu tedbirler yıllık 20 milyar $ ya da daha fazla maliyet yaratabilir ancak çalışma sonuçlarına göre, bu yatırımın ekonomik dönüşü ona katlanacak ve milyonlarca yeni iş yaratılacak.

Balık stoğunun yenilenmesi ve sürdürülebilir avlanma politikalarının sağlanması küresel deniz ürünleri endüstrisinin karını yıllık $ 53 milyar artırabilir. Çalışma, sulak kıyı alanları korunarak azaltılmış fırtına hasarı ile sigorta endüstrisinde yıllık $ 52 milyar tasarruf sağlayabileceğini söylüyor.

İklim değişikliğine uygun politikaları geliştirilmeli

Deniz suyu sıcaklıklarını artıran ve asitlenmeyi tetikleyen iklim değişikliğinin de deniz yaşamının restorasyonunun başarılı olabilmesi için ele alınması gerektiğine dair bilim insanları uyarıyor.

Suudi Arabistan’daki Kral Abdullah Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nde deniz biyoloğu olarak görev yapan araştırmanın baş yazarı Carlos Duarte, ”Şu noktadayız ki esnek ve canlı okyanus mu, geri dönülemez şekilde bozulmuş okyanusu mu miras olarak bırakacağımız seçebiliriz” diyor:

”Torunlarımızın jenerasyonuna sağlıklı bir okyanus bırakmak için dar bir fırsat penceremiz var ve bunu gerçekleştirmek için bilgimiz ve araçlarımız da bulunuyor. Bu mücadeleye sahip çıkmamak ve böyle yaparak yüksek kalite geçim kaynağı sağlamayan, tahrif edilmiş bir okyanusa, torunlarımızı mahkum etmek bir seçenek değildir.”

Makalenin İngilizce orijinali

PETaz: Plastiği eriten mucize enzim (mi)!

Başlığında mucize olan her türlü habere oldum olası şüpheyle yaklaşmışımdır. Çünkü mucizevilik kendi içerisinde problem barındıran ve gerçekliğin bükülüp gerçek üstülüğün övüldüğü bir duruma işaret eden bir şey. Bu durum da olayın etkilerinin gerçekle bağının kopmasına neden olabiliyor. Bu nedenle herhangi bir gelişmenin mucize olarak sunulmasını problemli olarak işaretleyip orada bırakıyorum. Ancak bazı durumlarda, bilimin bilgi üretimindeki birikimsellik özelliği nedeniyle, ortaya çıkan yeni bir bilgi –özellikle konuya uzak olanlar için- mucize gibi görünebilir. Bunun tarihte birçok örneği mevcut.

Konumuz bilim ya da buluş tarihi olmadığı için detaya girmeyeceğim. Ancak konumuz plastik kirliliği olunca bazı örneklerden bahsetmekte yarar var. Öncelikle plastiğin de ilk ortaya çıktığında mucizevi bir buluş olarak sunulduğunu belirtmekte yarar var. Kolay kolay kırılmayan, dayanıklı, esnek, sert, yumuşak ve daha bir sürü özelliği ile hayatımızı kolaylaştıran bir mucize olarak tanıtılmıştı. Ancak sonuçta ne oldu? Başka mucizelere ihtiyaç duyan devasa bir problemler silsilesine dönüştü. Artık neredeyse her gün plastiğin yarattığı problemleri ortadan kaldırdığını iddia eden yeni bir bilgi dolaşıma giriyor. Bu bilgilerin sansasyonel haberlerde ortaya çıkıyor olması da zaten konunun yakıcılığı ve içinde bulunduğumuz çaresizlik ile ilişkili.  

Hepimiz zaman zaman, plastik yiyen mantar, ekmekten plastik üreten dâhiler, okyanusu etkili bir şekilde temizleyen aleti geliştiren genç mühendisler ve daha bir sürü benzeri bir mucizevi bir haberle karşılaşmışızdır. Konuya biraz hakim olanların şüpheyle yaklaştığı bu haberler çoğu insanda heyecan uyandırabiliyor. Ancak işin arka planına eğilince durumun pek de iç açıcı olmadığı kolayca anlaşılabiliyor. İşte PETaz enzimi de zaman zaman böyle bir konu olarak karşımıza çıkıyor.

Plastiği parçalayıp plastiğe dönüştüren enzim!

Öncelikle PETaz enziminin ne olduğundan biraz bahsedelim. PETaz enzimi PET plastiği parçalayarak onu tekrar plastik haline dönüştürebilecek forma sokmaya yarayan enzime verilen isim. Aslında herhangi bir şeyi parçalayan enzim için parçaladığı şeyin isminin sonuna “az” takısını ekleyince enzimin adını elde etmiş olursunuz. Bu kural çok yaygın bir kuraldır denilebilir. İşte bu PETaz polyester/PET türündeki plastikleri parçalayarak onları tekrar yapı taşlarına ayırmaktadır. Bu da haliyle yeniden birleştirilip tekrar plastik olarak üretilmesinin yolunu açmaktadır. Ancak bunun için özel ve kontrollü şartların oluşturulması gerekiyor. Aksi takdirde bu işlem eksik ya da hiç gerçekleşmeyebilir.

PETaz enzimi ile ilgili ilk kayda değer haber 2016 yılında yapılmıştı. Habere göre Japonyalı bilim insanları, çöp biriktirme alanında tesadüfen bir bakteri (Ideonella sakaiensis) keşfetmiş ve bu bakterinin de ürettiği bir enzim –ki PETaz dediğimiz- yardımıyla özellikle PET şişleri parçalayabildiğini tespit etmişlerdi. Haber çöp sorunu altında ezilen dünya için bir umut ışığı yaratmış ve tüm çevrelerde heyecana neden olmuştu.

Ancak kısa süre sonra bu durumun bir çözüm değil ileride çözüm olabilecek başka yeni gelişmeler için bir kapı olduğu görüldü. Nitekim öyle de oldu. Zaman içerisinde ilgili enzim üzerine çalışan bilim insanları olukça önemli bir ilerleme kaydederek yeni bir “süper enzim” formu üretecek seviyeye geldiler. Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir çalışmada daha önce varlığı ortaya konulan PETaz enzimi geliştirilerek altı kat daha hızlı şekilde parçalama gerçekleştirebilen bir forma dönüştürdüler. Burası oldukça önemli çünkü daha önceki keşiflerde belirtilen en önemli problem de parçalanma hızı idi. Çünkü yılda 50 milyon ton plastiğin denizlere akacağı 2030 yılına kadar gerçekten de çok hızlı olması gereken bir enzime ihtiyaç söz konusu. Kimin için? Tabii ki PET şişeli ürün satan büyük şirketler için.

Nitekim bu son ortaya konulan enzimin geliştirilmesine de en büyük katkıyı sağlayanlar yine büyük şirketler. Burada elbette bir sorun yok. Hatta oldukça faydalı olduğu da söylenebilir. Ancak sorun şu ki yıllık plastik üretim hedefini 1 milyar ton olarak belirlemiş ve ürettikleri plastiği de tüketsin diye Afrika ülkelerini hedefine oturtmuş bir endüstri söz konusu. Hal böyleyken PET şişeyi oldukça hızlı parçalayabilen bir enzimin tespiti gelecek için nasıl bir umut vaat edebilir? Üstelik toplam plastik üretimi ve tüketimi içerisinde PET dışı ambalajların yarattıkları kirlilik ve sorun daha ciddi. Çünkü toplam üretilen plastiğin %50’den fazlası PET dışındaki plastiklerden oluşuyor. Bu durum da PETaz mucizesinin kendi içinde anlamlı olsa da plastik kirliliği açısından çözümün sadece küçük bir parçası olmaktan öteye geçemeyeceğini ortaya koymaktadır.

O halde PETaz enzimi ve etrafında dönen mucizevilik tartışmaları, bir nevi bir algı işi olabilir. Çünkü ortaya konulan teknolojik gelişme, gerçeğinden çok ama çok daha büyük bir görüntüyle pazarlanıyor. Bu da algı işi olma ihtimalini güçlendiriyor. Her ne kadar böyle olsa da plastik kirliliğine çözüm olabilecek tüm gelişmeler anlamlı ve olumlu gelişmelerdir. Mucize olamasalar da puzzle’ın bir parçası olmaya adaydırlar. Ancak plastik bağımlılığının tüketim çılgınlığı yarattığı gerçeğini kabul etmeyen ve prensip olarak plastik üretim ve tüketiminin azaltılmasını merkezine almayan hiçbir gelişmenin ya da önerinin çözüm olamayacağını da belirtmekte fayda var.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Savaş renklerimizi çalarsa…

Hep renklerin duygularımızı, yaşadıklarımızı ifade etmek için en etkili araçlardan biri olduğunu düşünmüşümdür. Öyle ki bazen hissettiklerimiz renklerin ta kendisine bürünür. Renkler acılarımızın, korkularımızın, sevinçlerimizin ta kendisi olur. Renkler bu etkileriyle edebiyatta da yazara derdini anlatmak için aracı olur.

İran’ın çocuk ve gençlik edebiyatı alanındaki en önemli yazarlarından Mohammad Reza Yusefi de Güzel Renkleri Seviyorum adlı kitabında savaşı renklerden yola çıkarak anlatmayı tercih etmiş. Kitabı okurken yazarın savaşın yıkıcılığını çok derinden yaşamış bir coğrafyada doğduğunu, o coğrafyayı soluduğunu satırların arasında hissettiğiniz acı, kaygı ve öfkeden anlıyorsunuz. Yusefi sözcüklere döktüğünden daha fazlasını yansıtmış kitaba. Üstelik bunu duyguları son derece yalın bir dille, masalsı bir anlatımla okura aktarmayı başararak yapmış.  Küçük serçenin hikâyesi, savaşın, yıkımın, acının, öfkenin ve başkasının acısına bakabilmenin hikâyesi olmuş.

Barış, dostluk, dayanışma ve empatinin kitabı         

 2004 yılında Bolonya Çocuk Kitapları Fuarı Yeni Ufuklar Ödülü’nü alan Güzel Renkleri Seviyorum yalnızca savaşın ve barışın değil; dostluk, dayanışma ve empatinin de kitabı aynı zamanda.

Her şey, Küçük Serçe’nin bir gün yuvasının dağıldığını görmesiyle başlıyor. Küçük Serçe’nin çektiği acıyı gören deniz, dağ, orman ve ovanın da renkleri de buhar olup uçuyor. Doğanın renklerini yeniden alabilmesinin tek yolu barışı yeniden kazanmaktan, tüm doğanın bir olup savaşa karşı mücadele etmesinden geçiyor. Yoksa “dünya böyle çok çirkin görünüyor” Küçük Serçe’nin dediği gibi. Her yer yıldızlar gibi gümüş rengi olsa da, Güneş gibi altın sarısı olsa da, Küçük Serçe yuvasını, doğa ise renklerini geri istiyor. Bakalım, hep beraber savaş isteyenleri alt edebilecekler mi? Savaşın çaldığı renklerini geri alabilecekler mi?

M. Reza Yusefi.

Yusefi, bu kitapta savaşın aslında savaş isteyenleri nasıl hiçleştirdiğini, savaşın savaşana bile aslında zafer getirmediğini anlatıyor bize. Renklerimiz kimliğimizdir. Kimliğimize, benliğimize sahip çıkmanın yolunun savaş ancak bizim kapımızı çaldığında ses çıkarmaktan değil, komşumuzun kapısını çaldığında, onun da acısını görebilmekten, hep beraber direnmekten geçtiğini söylüyor. Serçe yuvasız kaldığında, onunla dayanışan dağ, orman, deniz ve ova, ve de gökyüzü ancak böyle barışı yeniden kazanabiliyorlar.

Savaşın elini bir türlü çekmediği, milyonlarca canlıyı evsiz bıraktığı coğrafyamızda, Güzel Renkleri Seviyorum daha da anlamlı hale gelen bir kitap… Bir gün savaşı yazmaya gerek kalmayacağı bir dünya özlemiyle, bu kitabı çocuk, yetişkin tüm okurlara tavsiye ediyorum.

*

Künye

Yazar: Mohammad Reza Yusefi

Resimleyen: Banafsheh Ahmadzadeh

Çeviren: Fulya Alikoç

Yayınevi: Evrensel Çocuk Kitaplığı

6-10 yaş