Ana Sayfa Blog Sayfa 1689

Tarihi Divanhane Kapısı Karakolu’nda hiltili restorasyon

İstanbul Kasımpaşa ilçesinde bulunan, Sultan Abdülaziz Han tarafından yaptırılan tarihi Divanhane Kapısı Karakolu‘nda kompresörlü hilti ile yapılan restorasyon tepki gördü.

Mimari Restorasyon Kültür Varlıklarını Koruma Derneği Başkanı Serhat Şahin tarafından paylaşılan videoda restorasyonu devam eden tarihi yapının üstünde yer alan duvarların hilti ile yıkıldığı görüntüleniyor.

Görüntüleri sosyal medya hesabından paylaşan Şahin, “Bir tarih yok edilmemeli. Çok Yazık. Bu vahşet yıkımı durdurun”ifadelerini kullandı.

‘İstanbul tarihinin kaderi hilti mi?’

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ise yaptığı paylaşımda yapılan restorasyon çalışmasına “İstanbul’da tarihinin kaderi hilti mi!” sözleriyle tepki gösterdi.

Tarihi karakolun içerisinden yeni görüntüler paylaşan Polat,  “Galata Kulesi’nden sonra Sultan Abdülaziz Han’ın yaptırdığı Divanhane Kapısı Karakolu’nun da hiltilerle yıkılması ve kurul onayı ile daha geride taklidinin yapılması İstanbul’un tarihi kimliği için büyük yanlış” ifadelerini kullandı.

‘Şantiye acilen durdurulmalı’

Paylaşımda ayrıca “Divanhane Ön Karakol Binası eşsiz bir mimari tarihi değerdir. Yol genişletmeye kurban edilip taklidinin yapılması çok yanlış bir uygulamadır. Şantiyenin acilen durdurulmalı, binanın kurtarılmalı, Osmanlı’ya, İstanbul’a, ecdada saygı için koruma kurulları kararını iptal etmeli” ifadeleri kullanıldı.

Mahir Polat ek olarak “Bu yanlış karardan dönülmesi ve Koruma Kurulu kararının iptal edilmesi, sahada iş makineler ile yapımın durdurulması için İBB KUDEB birimi denetim ekiplerimiz şantiye alanındalar” açıklamasında bulundu.

 

Deprem vergisine zam geldi

Kamuoyunda “deprem vergisi” olarak bilinen ve konuşma, mesajlaşma, internet gibi iletişim hizmetlerine uygulanan Özel İletişim Vergisi’ne (ÖİV) zam geldi.

29 Ocak tarihinde Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla yayınlanan kararla birlikte ÖİV yüzde 7,5’ten yüzde 10’a çıkarıldı.

Vergilerin nereye harcandığı bilinmiyor

Özel İletişim Vergisi, 1999 yılında Gölcük Depremi’nin ardından “geçici” olarak getirilmişti. 2003 yılında AKP hükümeti döneminde ise kalıcı hale getirilmişti.

20 yılda bu vergiden toplamda 70 milyar TL’nin üzerinde gelir elde edildiği belirtiliyor. Ancak toplanan bu paralar ile ne yapıldığına dair herhangi bir bilgi kamuoyuyla paylaşılmadı.

Neler vergi kapsamında?

6802 sayılı Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesinin birinci fıkrasında ÖİV kapsamına giren hizmetler şu şekilde sıralanıyor:

a) Her nevi mobil elektronik haberleşme işletmeciliği kapsamındaki (ön ödemeli hatlara yüklemeler için yapılan satışlar dâhil) tesis, devir, nakil ve haberleşme hizmetleri yüzde 10,
b) Radyo ve televizyon yayınlarının uydu platformu ve kablo ortamından iletilmesine ilişkin hizmetleri yüzde 10,
c) Kablolu, kablosuz ve mobil internet servis sağlayıcılığı hizmeti yüzde 10,
d) a, b ve c bentleri kapsamına girmeyen diğer elektronik haberleşme hizmetleri yüzde 10

15 yaylanın statüsü kaldırıldı: Yapılaşmanın önü açıldı

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın imzasıyla cumartesi günü Resmi Gazete‘de yayımlanan karara göre, Amasya, Bolu ve Trabzon‘daki 15 yaylanın statüsü kaldırıldı. Alınan bu kararla birlikte yaylaların imara açılmasının da önü açılmış oldu. Listede Trabzon’daki dünyaca ünlü Hıdırnebi Yaylası da bulunuyor.

Hangi yaylaların statüsü değiştirildi?

Amasya’da bulunan Ahmetoğlu, Keşbeli, Çukurtuzla, Melikli, Çukuryayla, Alanbaşı, Kadı Çayırı, Kulam, Peynirçayı, Düvenci ve Fındıkpınar yaylaları; Bolu’daki Göllü Ören, Yaylabeli ve Trabzon’daki Hıdırnebi-1, Hıdırnebi-2 yaylalarının statüleri değiştirilmiş oldu.

Resmi Gazete’de yer alan kararda şu ifadelere yer verildi:

Ekli listede adları belirtilen alanların ‘yayla alanı’ olarak ilan edilmelerine ilişkin aynı listede tarih ve sayıları yazılı Bakanlar Kurulu kararlarında yer alan hükümlerin yürürlükten kaldırılmasına, 6831 sayılı Orman Kanununun 17’nci maddesi gereğinde karar verilmiştir.”

Yayla için ön izin alınmıştı

Trabzon’un Akçabat ilçesinde yer alan Hıdırnebi Yaylası’nın da statüsünün değişmesi tartışmalara yol açtı. Yayla, doğa turizmi açısından Uzungöl‘den sonra yerli ve yabancı en çok ziyaretçi sayısına sahip olan yer olarak kabul ediliyor.

Yayla ve yakın çevresi için imar planı ve master plan çalışmalarına ilçe belediyesi tarafından Turizm Bakanlığı‘ndan alınan ön izinle başlanmıştı.

‘Yaylalar TOKİ eliyle talan edilecek’

Alınan bu kararı eleştiren CHP Doğa Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç, söz konusu alanların orman iken yayla statüsüne getirildiğini, şimdi ise yayla statüsünün kaldırıldığı için bu alanların tekrar orman statüsüne alındığını hatırlatarak şu yorumlarda bulundu:

2013 yılında bu alanlar orman iken yayla statüsü getirildi. Şimdi de yayla statüsü kararını kaldırdıkları için, bu alanlar tekrar orman statüsüne alınmış oldu. Bu arada, imar barışı nedeniyle yaylalar yayla olmaktan da çıkarıldı.Yurttaşın yapı kayıt belgesi başvuruları, yayla alanı olduğu için kabul edilmedi. AKP bir sonraki hamlesinde, buralarda kentsel dönüşüme giderek, yaylaları TOKİ eliyle talan edecek. İmar barışı kapsamında yurttaşlardan toplanan yapı kayıt belgesi ücretleri bu kentsel dönüşümün masrafı olarak, yandaş müteahhitlerin cebine doldurulacak.”

Boğaziçi Dayanışması: Arkadaşlarımız serbest bırakılsın

Boğaziçi Dayanışması, Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasına yönelik protestolar kapsamında düzenlenen sergide yer alan bir resimde Kabe görseli ve LGBTİ+ bayrakları kullanılması üzerine beş öğrencinin gözaltına alınmasına ilişkin bir açıklama yayınladı.

Gözaltına alınan öğrenciler İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tarafından hedef gösterilmiş ve iki öğrenci hakkında ise ev hapsi kararı, iki öğrenci hakkında ise ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme veya aşağılama’ suçlamasıyla tutuklama kararı verilmişti.

Rektör Bulu ise öğrenciler hakkında okul içerisinde soruşturma başlatıldığını ifade ederek “Bir grup kendini bilmez tarafından İslamiyet’in kutsallarına saldırı hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Bunun Boğaziçi değerlerinde asla yeri yoktur. Bu şuursuz saldırıdan sorumlu olanlar hakkında kapsamlı soruşturma başlatılmıştır” dedi.

Tutuklanan öğrenci: Bundan sonrası sizde

Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde tutuklama kararı çıkarılan öğrencilerden biri “Moralimiz çok kötü değil. İtirazlar edilecek. Bizim için çok endişelenmeyin. Bizi destekleyin. Bundan sonrası sizde” ifadelerini kullanmıştı.

‘LGBTİ+ bayrakları suç teşkil ediyormuş gibi toplandı’

Bu çağrıya yanıt veren Boğaziçi Dayanışması ise “Bundan Sonrası Bizde” etiketiyle yaptığı açıklamada “29 Ocak günü okulumuzda düzenlenen ve direnişimizin bir parçası olan sergi etkinliği sonrasında beş öğrenci arkadaşımız özel güvenlikler ve sivil polisler tarafından afişe edilerek gözaltına alındı” denildi.

Kulüp odalarının kimseye haber verilmeden basılarak arandığını belirten Dayanışma, “Sergilenen eserler, LGBTİ+ bayrakları ve pankartlar suç teşkil ediyormuş gibi toplandı” dedi.

‘Melih Bulu’nun görevde kalması en büyük saldırı’

Açıklamada “Arkadaşlarımız hükümet yetkilileri ve hükümet yanlısı medya tarafından açıkça hedef gösterilirken, kayyum Melih Bulu’nun sosyal medyada başlatılan linç kampanyasına katılarak attığı tweet ve rektörlük tarafından açılan soruşturma gösteriyor ki Melih Bulu’nun atandığı görevde kalması üniversitenin özgürlüğüne şu ana kadar yapılan en büyük saldırıdır” ifadeleri yer aldı.

Melih Bulu’nun onu atayan iktidarın sesinden fazlası olmadığını bu hareketiyle bir kez daha gösterdiği söylenen açıklamada “Bu saldırılar içişleri Bakanlığı, Yükseköğretim Kurulu (YÖK), Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Valiliği ve kayyum Melih Bulu’nun sanatçı arkadaşlarımızı ye LGBTİ+’ları bedef göstermesiyle bizzat ve açıkça devlet otoriteleri tarafından işlenen bir nefret suçu boyutuna ulaşmıştır” denildi. Bileşenin talepleri ise şu şekilde sıralandı:

  • Tutuklanan arkadaşlarımız derhal serbest bırakılsın, ev hapsi uygulaması kaldırılsın!
  • Polis, kampüsü ve çevresini bir an önce terk etsin!
  • Kayyum Melih Bulu ve tüm kayyımlar derhal istifa etsin.
  • Rektörlük seçimleri, üniversitelerin tüm bileşenlerinin katılımıyla demokratik bir biçimde yapılsın!
  • LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi suç kapsamına alınsın.

Güney Kapı’ya eylem çağrısı

Bu açıklamaya ek olarak, Boğaziçi Dayanışması tarafından 1 Şubat Pazartesi günü saat 17.00’da Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs kapısına eylem çağrısında bulunuldu.

Çağrıda “Üniversite dayanışmalarını, gençlik örgütlerini, kadın örgütlerini, LGBTİ+ örgütlerini ve tüm lubunyaları, siyasi örgütleri, meslek odalarını, sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, hocalarımızı, okulun tüm emekçilerini ve mezunlarını hep birlikte omu omuza durmaya çağırıyoruz” ifadeleri kullanıldı.

‘İfade özgürlüğüne karşı çıkılıyor’

Boğaziçi Direnişi ise tutuklama kararına karşı bir video yayınladı. Her cümlenin farklı öğrenciler tarafından seslendirildiği videoda tutuklama gerekçesi gösterilen resmin sergideki diğer eserler gibi anonim olarak gönderildiğini söylendi.

Konuşmalarda, “Barışçıl protestolarımızın amacı en başından beri akademiye dayatılan kısıtlayıcı ve antidemokratik atamalara karşı çıkmaktır. Ve amacımız kesinlikle toplumun değerlerine saygısızlık etmek değildir. Sergi üzerinden dile getirilen hassasiyetlerin farkındayız. Her sanat eseri eleştiriye açıktır ancak bir sanat eserini yargılanması en basit tabiriyle ifade özgürlüğüne karşı çıkmaktır” ifadeleri yer aldı.

Mutsuz ailelerin çocukları: Bonkis

Blutv’den gözlerimizi kulaklarımızı şenlendiren bir diziyle hafta sonuna başlamanın sevincini ve heyecanını yaşıyorum. Şüphesiz Bonkis’den bahsediyorum. Diziyle ilgili paylaşımların, röportajların ve yorumların çoktan referans verdiği Phoebe Waller-Bridge’in Fleabag’i ve Lena Dunham’in Girls’ü tadında kadın keskin zekâsının Türkiyeli ve Deniz Tezuysal’ın elinden çıkma tezahürü Bonkis.

Mükemmelliğin, her zaman toplumsal değerlere göre doğru yolu seçmenin sıkıcılığına ve yavanlığına karşı sadece istediğini yapmaya çalışan, hatta diğer türlüsünü yapamayan Deniz’in arkadaşı olmak istedim diziyi izlerken. Zengin anne babasına rağmen kredi kartı kapatılan, borç içinde yüzen, dostlarına bir daha ona borç para vermemeleri için yemin ettiren, işlettiği kafe Bonkis’in patronundan ziyade orası kapanmasın diye didinen bir kadın Deniz. ITÜ mezunu bir mimarken mimarlık yapmıyor, haciz yemiş kafesi Bonkis devam etsin diye her yolu deniyor çünkü kendini sıkıcı ofislerde, kurumsal safsataların dünyasında paralı köle olarak bulmaktansa kendi topluluğunu yaratacak bir mekânın bileşeni olmayı tercih ediyor.

Kadın dayanışmasının Kadıköy hali

Bonkis’in hayatta kalma mücadelesiyle birlikte Kadıköy’deki değişime, avokadolu bistro kültürü ve onun donukluğuna, intermittent fasting’ci sıfır beden yeni nesil genç kızların sıkıcılığına karşı patates kızartması ve ruhsatsız bira happy hour’larının heyecanlı ama hafifletici hissini izliyoruz Bonkis çatısı altında. Aynı zamanda sürekli değişen trendlerin uçuculuğunu da gözlemliyoruz.

Bir yandan da Deniz’in Ilgın’ı var, menajer olarak çalıştığı için çevresi geniş olan ve Bonkis’e yeni müşteriler, potansiyel ortaklar bulan, Deniz’in en yakın dostu. Ilgın’ın kendini Deniz’in arabasında ve Bodrum‘a doğru yolda bulduğu an “Ne işim var lan Bodrum’da benim” demesiyle kendimi bir an Cem Yılmaz’ın Her şey Çok Güzel Olacak  (1998) filminde Altan ve abisinin Bodrum’a doğru araba yolculuğunda ve kurdukları ikili ilişkinin kadın halinde buldum. Altan’ın bar açma hayalinin günümüz Deniz’li versiyonunda ve Bonkis’i elinde tutma mücadelesinde, iki kadını bir araya getiren ve bir arada tutan elbette kan bağı değil, çok daha fazlası.

Kan bağı olmayan aileler

Dizide iyilerle kötülerin savaşı şöyle dursun bu kutupların çok da olmadığı, Deniz’in anne babasının kendilerince onun iyiliği için uğraşmalarına karşı Deniz’in hem kendisi hem de ahalisi için uğraştığı ve Bonkis’in devam edebilmesi için birlikte, zorlama ve duygusal kök söktüren bir yük olmaksızın verdikleri mücadeleyi izliyoruz. Başlarda “geçerli” bir işi ve eşi olmadığı için anne ve babası tarafından kendisine üstten bakılıyor. Esnaflıktan hevesini alması ve “gerçek dünya”ya geri dönmesi bekleniyor.  Üstüne üstlük hep kendi gibilerini etrafına topluyor bu Deniz. Ancak sonrasında onlar da Deniz’in yoluna geliyorlar, onu anlamaya başlıyorlar, onun gibi olabiliyorlar.

Deniz ve eski sevgilisi Onur’un ilişkisinde de öncelikle Onur’u aldattığı için hatalı ve kaybedenin Deniz olduğuna dair bir düşünce uyandırarak başlayan dizide sonradan olayın iç yüzünün çıktığı noktada on yıllık ilişkilerinde hiçbir şey yapmama ve sadece Deniz’in yanında bulunma yolunu seçen Onur’un, sonunda bunun işe yaramadığını ancak Deniz’in hayatına bir başka isim girince anlayan, başka türlü anlayamayacak kadar kendine dönük ve bencilce yaşayan, artık demode olmuşçasına klasikleşmiş bir erkek. Gözü ancak Deniz’i kaybedince açılan o arkaiklerden.

Bonkis’le birlikte izlediğimiz mutsuz ailelerin çocukları Deniz, Ilgın, Özberk, Eylül, Onur ve onları bağlayan aile ötesi birliktelik duygusu, bu birlikteliği (artık giderek kalabalıklaşsa da) mekânsal olarak devam ettiren Kadıköy’ün arka sokakları, esnafı, mahallelisi, apartmanları mutsuzluğu katlanılır kılıyor. Otuz beş yaşına gelmişlerle, hayatlarını otuz beş yıldır birlikte ve evli geçirenlerin özgürleşme ve Deniz’in tabiriyle “salma” hikayeleri. “Bir salsak, giderek katılaşan toplumsal değer yargılarından, kendimize koyduğumuz sınırlardan bir salabilsek, zoru başarabileceğiz” diyor Bonkis.

 

Gelecek de bir gün gelecek: Emekliliğe hazırlık ve BES

[email protected]

Yazının başlığının ilk kısmı 1990’larda bir sigorta şirketinin reklam sloganıydı ve epey ses getirmişti. Gerçekten zaman hızla geçiyor ve bir gün bakıyorsunuz ki, her ne kadar çalışma süreleri sürekli uzatılsa da, emeklilik zamanı gelmiş. Artık biraz dinlenmek, iş ortamının stresinden uzak huzur bulmak, hobilerinizle uğraşmak, ertelediğiniz bazı hayalleri gerçekleştirmek gibi bir sürü projeyle emekliliğe hazır olduğunuzu düşünüyorsunuz. Ayrıca bir zamanlar çok kıt olan zamanın bollaştığı bu dönemi dolu dolu yaşamak da istiyorsunuz. Hakkınız, elbette yaşamalısınız. Ama hangi gelirle veya birikimle?

Biliyorum çok sevimsiz bir soru oldu bu ama maalesef yaşamın da gerçeği. Emeklilik için çok önceden bazı adımlar atmak durumundayız. Özellikle bizim gibi devletin verdiği emeklilik maaşının çok düşük olduğu ülkelerde sadece sosyal güvenlik kurumlarından alacağımız maaşa güvenerek emekliliği bekleyemeyiz. Olabildiğince erken bir tarihte başlayarak, aktif çalışma hayatımız süresince bir yandan da emeklilik için tasarruf etmemiz gerekiyor. Bunu söylerken, bugünü hiç yaşamadan sadece yarını düşünerek tasarruf yapmaktan bahsetmiyorum elbette. Herkes kendisine göre bir denge noktası bularak, yarını da ihmal etmeden bugünün keyfini çıkarmak durumunda olmalı diye düşünüyorum.

Nasıl tasarruf edeceğiz?

Türkiye ortalama geliri ve tasarruf oranı düşük bir ülke. (Tasarruf açığı ve gelir dağılımı üzerine yazdığım önceki yazılarımı okumanızı tavsiye ediyorum). “Elde ettiğimiz sınırlı gelirle bir yandan geçinmeye çalışırken, diğer yandan emeklilik için nasıl para biriktireceğiz” diye soranlarınız olacaktır. Ucu ucuna yaşayan insanlara bu konuda söyleyecek fazla sözüm yok. Ama tüketim alışkanlıklarınızı gözden geçirerek biraz da olsa biriktirme kapasiteniz varsa mutlaka emeklilik için bir tarafa uzun vadeli bir bakış açısıyla para koymanız gerekiyor. Gerçekten, tasarrufa erken başladığımız takdirde önümüzdeki zaman uzun olduğu için çok küçük tasarrufların bile bu süre içerisinde aşağıda detaylı açıklayacağım bileşik getiri sayesinde ciddi rakamlara ulaşması mümkün.

Geleneksel olarak bakıldığında, emekliliğe yönelik tasarrufta ev, arsa, altın, döviz gibi araçlar ilk anda göze çarpanlar. Bunlardan özellikle altın ve döviz, kolay nakde dönüştürülebilir değerler olduğu için bazı insanlar için daha cazip olabiliyor. Bu araçların bir diğer avantajı da küçük tasarruflarla yatırım yapılabilir olmaları. Örneğin 1000TL tutarında tasarruf yapmak istediğinizde bununla döviz veya altın alabilirsiniz ama bir arsa veya daire satın alamazsınız! Son yıllarda, özellikle belli bir gelir grubunun üzerindeki insanlar açısından menkul kıymetler de (özellikle hisse senedi) uzun vadeli bir tasarruf yöntemi olarak emeklilik amaçlı tasarruf araçları arasına girdi. Sermaye piyasası araçları arasında artık sadece hisse senedi, tahvil ve yatırım fonları değil döviz, altın ve gayrımenkul gibi geleneksel yatırım araçlarına endeksli menkul kıymetler de var. Uzun vadeli emeklilik tasarrufu için menkul kıymetleri düşünüyorsanız mutlaka yetkili bir kuruluşa giderek, onların tavsiyeleri ve sizin tercihleriniz doğrultusunda karar vererek yatırım yapmalısınız.

Bileşik getiri

Bileşik getiri, her dönem yaptığınız tasarrufa bunun kazandığı faiz getirisinin de eklenmesi sonucu elde edilen toplam getiriyi ifade eder. Bu nedenle, dönem sonunda elde edilen toplam getiri çok daha yüksek olur. Çok basit bir örnek vermek istiyorum. Her ay 100TL tasarruf yaptığınızı düşünün. Bu rakam size çok düşük gelebilir ve şöyle düşünebilirsiniz: “Her ay 100 liradan yılda 1200, 10 yılda 12.000, 30 yılda 36.000TL tasarruf ederim. Bu da pek bir işe yaramaz, o halde neden tasarruf edeyim ki?”

Oysa bileşik getiri mantığıyla bakarsak durum çok farklı. 100TL’lik aylık tasarrufunuzun her ay %1 faiz geliri elde ettiğini düşünün. Bu faizi sürekli ana paraya ekleyerek 360 ay (30 yıl) boyunca her ay 100TL tasarruf etmeniz durumunda 30 yıl sonunda toplam birikiminiz 36.000TL değil, tam tamına 349.496TL olacaktır. Yani yaklaşık 10 misli. Elbette enflasyonu dikkate alarak bu paranın alım gücünü düşünmek gerekir ama burada vurgulamak istediğim nokta bileşik getiri faktörünün yarattığı çoğaltan etkisidir.

Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)

Bu yazıda asıl vurgulamak istediğim konu BES. BES birçok ülkede çok uzun zamandır uygulamada olan, Türkiye’de ilk olarak 2001’de düzenlenip 2003 yılında faaliyete geçen, 2013 yılından itibaren ise devlet desteği eklenerek geliştirilen emeklilik amaçlı bir tasarruf sistemi. Türkiye’de devlet de SGK emekli maaşlarının zaman içerisinde gittikçe eridiğini gördüğü için böyle bir ilave tasarruf sistemi kurulması yoluna gidilmiştir. Bu anlamda BES, SGK’nın varolan emeklilik sistemine bir alternatif değil, onu tamamlayıcı bir ek tasarruf ve gelir imkanıdır.

BES’e bir iş yerinde çalışsın veya çalışmasın herkes katılabilir. Katılım, bu amaçla kurulmuş olan Bireysel Emeklilik Şirketleri aracılığıyla olmaktadır. BES’e yapılabilecek en çok yıllık katkı tutarı brüt asgari ücretin yıllık tutarına eşittir. 2021 yılı için bu tutar toplam 42.930TL, aylık olarak ise 3.577,50TL’dir. Bu rakam en çok katkı tutarı olup bunun altında istenen katkı tutarı belirlenebilir. BES’in en avantajlı yanı, yapılan katkının %25’i kadar ilave devlet katkısı bulunmasıdır. Mesela 2021 yılı boyunca en yüksek tutardan (42.930TL) katkı yaparsanız, devlet de sizin adınıza 10.732,50TL katkı yapacaktır. Dolayısıyla, hem sizin katkınız ve bunun getirisi hem de devlet katkısı BES hesabınızda birikecektir. Bundan dolayı, tasarruf yapma imkanı olanların, yıllık en çok tutara kadar mümkün olduğunca en yüksek BES katkısını yapmaları tavsiye edilmektedir.

Yaptığınız BES katkıları sizin seçmiş olduğunuz emeklilik yatırım fonlarına yatırılmaktadır. Bu fonlar, diğer yatırım fonları gibi olup, içerisinde sizin tercih ettiğiniz risk seviyesine uygun menkul kıymetler veya altın ve dövize endeksli değerler bulunabilmektedir. Hatta isterseniz bazı şirketlerin kullandığı ve yapay zeka mantığıyla çalışan yatırım robotları da sizin adınıza yatırımlarınıza yön verebilir. Belirli aralıklarla yatırım yaptığınız fonları değiştirebilir, hatta birikimlerinizi hiçbir kayıp olmaksızın başka Bireysel Emeklilik Şirketlerine de aktarabilirsiniz.

BES’ten emekli olabilmeniz için sisteme ilk giriş tarihinden itibaren en az 10 yıl süreyle sistemde kalmanız ve 56 yaşınızı doldurmanız gerekmekte. Emeklilik hakkını elde ettiğiniz zaman isterseniz bütün birikiminizi ve devlet katkısını toptan alabilir, isterseniz aylık olarak alabilirsiniz. Bu konuda daha detaylı bilgiyi aşağı yukarı her bankanın yan kuruluşu olarak faaliyet gösteren Bireysel Emeklilik Şirketlerinden birisinden alabilirsiniz.

Geleceğin hızla geldiği, yaşam sürelerinin gittikçe uzadığı günümüz koşullarında emeklilik için mutlaka çok önceden hazırlık yapmaya başlamak, tasarruf etmek gerekiyor. BES, bu çerçevede kesinlikle yararlanılması gereken bir ilave tasarruf ve gelir imkanı. Az ya da çok ama mutlaka  belirli bir tutarla BES’e katılın ve geleceğe hazırlıksız yakalanmayın!

 

 

 

Alija Madjovic: Serbia and the Balkans are not colonies where polluters will fulfill their dreams [Climate Generation-18]

Alija Madjovic is a 14 year old climate activist from Serbia. In early March 2019, he began climate striking and working for environmental protection.

Since there were not many climate groups in Serbia at the time, he decided to take responsibility and founded Fridays for Future Novi Pazar. He wishes the citizens to better understand the issue of climate change and that the planet is our home.

‘I became activist at the age of 11’

Atlas: How did you become a climate activist and why do you continue your climate strikes?

Alija: I became an activist at the age of 11. In my city and environment, people have not thought much about how dangerous climate change is and how harmful the negative impact of people on nature is. I first got in touch with FFF Serbia and activists and then I got in touch with the OSCE Mission to Serbia and local activists.

I got a lot of support but again I saw that I would not succeed all by myself. My friend joined me and then we started actively dealing with climate issues. I continued to strike because I believed we would succeed. I believe that the people in Serbia will change and will not allow anyone to destroy our nature, rivers, natural resources, etc. Although many times I wanted to give up, I told myself to continue, you are not alone – you will succeed.

‘Government signed a new investment plan with Rio Tinto’

What specific climate crisis is the most important issue in your country?

In my country and the whole region, the biggest problem is a lot of air pollution, plastic and dirty rivers. The state is not doing anything about polluting rivers, lakes and air. Instead, the ministry and the government signed a new investment plan with the mining company Rio Tinto.

Rio Tinto is known for its negative impact (low wages, poor working conditions, poor environmental impact, river pollution in South America that still persists). Protests throughout Serbia continue, we will not allow them to destroy our wealth and exploit us with nuclear weapons. Apart from Serbia, which can be polluted, this can be extended to local states.

Credit: Marta Pascual Juanola

‘Lots of people joined the protest’

A group of activists, actors and international activists, both local and international, joined the protest and campaign against Rio Tinto. I say this because I never dreamed that Serbia would wake up, that we would be able to fight against investors and the government that works against the citizens.

We send a lesson to all polluters, not just Rio Tinto, that Serbia and the Balkans are not colonies where they will fulfill their dreams. We have the right to a healthy environment and we will fulfill that together!

‘People want answers’

How would you describe the climate consciousness in your country – amongst politicians and public at large?

Political awareness of climate change and environmental protection is very low. They don’t care if the citizens like something, if we have something to say, if we agree with what they will do, what we want. It is only important for them to attract investors, without the permission of the citizens. Does it matter what the salaries are, what are the working conditions, is it profitable, is domestic production better, and they do not ask anyone.

That has been the case so far, and now the people want answers. Where does our money go, what do you bring us, who is behind it … If you want Serbia to join the EU soon, you have to listen to young people and citizens a little and not work on your own and test us with empty stories.

‘We are in favor of environmental education’

As far as society is concerned, society is still divided. Some are aware and some are not. Young people are mostly unaware and not interested in the issue of ecology. Yet it is not their fault, the parents, the state and society itself is to blame for it. That is why we are in favor of environmental education.

In order for young people to stay in Serbia in the future, they admire the beauty, in a world without climate change. In a world that used to be normal and now abnormal.

‘For who they work?’

If you had a platform to speak to the leaders of the world, what would you say to them?

If I had a platform to address politicians, I would tell them that how they do not feel sorry for the hungry people who die every day in the Middle East, how they do not feel sorry for the people in the southern hemisphere who live from agriculture, and there is a great drought.

How they are not sorry that they are silent and watch what is happening around us. How they are not sorry and how they sleep watching and listening to people die and wars, how people die from climate disasters, from famine, from earthquakes, from floods. For who they work, for the people or only for their own interests. Where has that humanity and goodness in human hearts gone? Where did that love for nature and people go? Why do we just look at ourselves and care about others? That is what I will tell them .

How do you envision yourself and the world in 2030?

In 2030, I imagine myself as a successful young man full of goals and knowledge. I imagine myself as a man who lives his life, travels, does beautiful things, is religious and proud of himself. I’m optimistic what to tell you hehe. I think positively all the time.

I think we still have time for change, systematic change. I think that our world will turn around and that we will step into 2030 proud and happy – without climate change. We still have time, a full 9 years. Let our stories turn into action.

What can you say about the relation of Covid-19 epidemic and the climate crisis in your country and in the world? What are your thoughts about how the transition should be?

The crisis in the world with the corona virus has put us in a position where the whole year of activism, schooling, and everything else has failed. Still, this year has been one of the most beautiful for me. I think that the pace will be slow and that we will not fully recover from all this before the summer, but later I hope that everything will return to normal.

We should also have in understanding that viruses can still appear (later) but still we are human beings, we will be careful but we will not reduce our lives to zero and lock ourselves.

Climate activism can be very consuming for young people, so how do you take care of yourself, do you have any hobbies to take your mind off the climate crisis?

And yes, I have a lot of hobbies. I like to play video games, watch educational programs and movies, I like to swim and play volleyball, to lie on warm beaches and travel, to read interesting books and to forget, I laugh a lot!

Do you have any support from your family, friends or any NGO’s for your activism?

I have the support of my family from the beginning. Some friends supported me some didn’t. Those who matter to me have supported me, that’s the most important thing. Local organizations supported me from day one, including the OSCE, UNICEF, UNDP in Serbia, etc.

Also, many world activists and public figures (journalists, the most famous Serbian actress in Hollywood), etc. I think that even in the most difficult moments, when I wanted to give up activism, they helped me and gave me hope.

Alija Madzovic: Sırbistan ve Balkanlar kirleticilerin hayallerini gerçekleştireceği koloniler değil [İklim Kuşağı-18]

Alija Madzovic, 14 yaşında Sırbistanlı bir iklim aktivisti. Mart 2019’un başlarında, iklim grevlerine ve çevrenin korunması için çalışmaya başladı.

O dönemde Sırbistan’da çok fazla iklim grubu olmadığı için sorumluluk almaya karar verdi ve Fridays For Future Novi Pazar‘ı kurdu. Vatandaşların iklim değişikliği konusunu ve gezegenin bizim tek evimiz olduğunu anlamasını diliyor.

‘Aktivizme 11 yaşında başladım’ 

Nasıl iklim aktivisti oldun ve neden iklim grevlerine devam ediyorsun?

11 yaşında aktivist oldum. Şehrimde ve çevremde insanlar iklim değişikliğinin ne kadar tehlikeli olduğu ve insanların doğa üzerindeki olumsuz etkisinin ne kadar zararlı olduğu konusunda pek düşünmüyorlar. Önce FFF Sırbistan ve aktivistlerle temasa geçtim, ardından OSCE Sırbistan Misyonu ve yerel aktivistlerle temasa geçtim. Çok destek aldım ama yine tek başıma başaramayacağımı gördüm. Arkadaşım bana katıldı ve sonra aktif olarak iklim sorunları ile ilgilenmeye başladık.

Greve devam ediyorum çünkü başarılı olacağımıza inanıyorum. Sırbistan’daki insanların değişeceğine ve kimsenin doğamızı, nehirlerimizi, doğal kaynaklarımızı vb. yok etmesine izin vermeyeceğine inanıyorum. Birçok kez vazgeçmek istesem de kendime devam etmemi söyledim, “Sen yalnız değilsin, başaracaksın” diye tekrarladım.

‘Hükümet Rio Tinto ile yatırım planı hazırladı’

Ülkende yaşanan iklim krizileri arasından sence en önemlileri neler?

Ülkemde ve tüm bölgede en büyük sorun çok fazla hava kirliliği, plastik ve kirli nehirler. Devlet nehirleri, gölleri ve havayı kirletme konusunda hiçbir şey yapmıyor. Bunun yerine bakanlık ve hükümet, madencilik şirketi Rio Tinto ile yeni bir yatırım planı imzaladı.

Rio Tinto, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, zayıf çevresel etki, Güney Amerika‘da hala devam eden nehir kirliliği gibi olumsuz etkileri ile biliniyor. Sırbistan genelinde protestolar devam ediyor, doğal zenginliğimizi yok etmelerine ve nükleer silahları kullanmalarına izin vermeyeceğiz.

Fotoğraf: Marta Pascual Juanola

‘Protestolara çok fazla kişi destek verdi’

Rio Tinto’ya karşı protesto ve kampanyaya hem yerel hem de uluslararası bir grup aktivist ve aktör destek verdi. Bunu söylüyorum çünkü Sırbistan’ın uyanacağını, yatırımcılara ve vatandaşlara karşı çalışan hükümete karşı mücadele edebileceğimizi asla hayal etmemiştim.

Sadece Rio Tinto’ya değil, tüm kirletenlere Sırbistan ve Balkanlar’ın hayallerini gerçekleştirecekleri koloniler olmadığı dersini veriyoruz. Sağlıklı bir çevre hakkına sahibiz ve bunu birlikte yerine getireceğiz!

‘İnsanlar cevap istiyor’

Ülkende politikacılar ve genel olarak halk arasında iklim bilinci nasıl?

İklim değişikliği ve çevrenin korunmasına ilişkin siyasi farkındalık çok düşük. Vatandaşların bir şeyi beğenmesi, söyleyecek bir şeyimiz olması, onların ne yapacaklarına, ne istediğimize katılıp katılmamaları umurlarında değil.

Vatandaşların izni olmadan yatırımcıları kendilerine çekmek onlar için çok önem taşıyor. Ücretler, çalışma koşulları, karlılık, yerli üretim daha mı iyi, kimseye sormuyorlar.

Şimdiye kadar durum böyleydi ve şimdi insanlar cevap istiyor: Paramız nereye gidiyor, bize ne veriyorsunuz, yapılanların arkasında kimler var? Sırbistan’ın yakında AB’ye katılmasını istiyorsanız, gençleri ve vatandaşları biraz dinlemeli, kendi başınıza çalışmamalı, boş vaatleri bırakmalı ve bizi denemelisiniz.

‘Çevre eğitimi gerekiyor’

Toplum söz konusu olduğunda, toplum hâlâ bölünmüş durumda. Bazıları farkında, bazıları değil. Gençler çoğunlukla farkında değiller ve ekoloji konusuyla ilgilenmiyorlar. Yine de onların suçu değil, ebeveynler, devlet ve toplumun suçu bunlar.

Bu nedenle çevre eğitiminden yanayız. Gençlerin gelecekte Sırbistan’da kalabilmeleri için iklim değişikliğinin olmadığı bir dünya olmalı. Çok eskiden normal ve şimdi anormal olan bir dünya…

‘İnsanlar için mi kendi çıkarları için mi çalışıyorlar?’

Dünya liderlerine seslenebileceğin bir platformda olsaydın, onlara ne söylemek isterdin?

Politikacılara hitap edecek bir platformda olsaydım, Ortadoğu’da her gün ölen aç insanlara nasıl olup da üzülmediklerini, bu büyük kuraklığa rağmen güney yarımkürede tarıma dayalı yaşayan insanlara nasıl üzülmediklerini sorardım. Sessiz oldukları ve etrafımızda olup bitenleri izledikleri için nasıl oluyor da üzülmüyorlar?

İnsanların ölümlerini ve savaşları izleyerek ve dinleyerek nasıl uyuduklarını, insanların iklim felaketlerinden, kıtlıktan, depremlerden, sellerden nasıl öldüğünü görerek nasıl üzgün olmadıklarını sorardım. İnsanlar için mi veya sadece kendi çıkarları için mi çalıştıklarını sorardım. İnsan kalbindeki o insanlık ve iyilik nereye gitti? Doğa ve insan sevgisi nereye gitti? Neden sadece kendimize bakıp başkalarını önemsiyoruz? Onlara söyleyeceklerim bunlar olurdu.

‘Hikayelerimizin eyleme dönüşmesine izin verin’

2030’da kendini ve dünyayı nasıl görüyorsun?

2030’da kendimi hedefleri olan, bilgilerle dolu, başarılı bir genç adam olarak hayal ediyorum. Kendimi, hayatını yaşayan, seyahat eden, güzel şeyler yapan, dindar ve kendisiyle gurur duyan bir adam olarak hayal ediyorum. Söyleyeceklerim konusunda iyimserim, hehe!! Ben her zaman olumlu düşünüyorum.

Bence değişim için, sistematik değişim için hala zamanımız var. İklim değişikliği olmadan dünyamızın döneceğini ve 2030’a gururlu ve mutlu adım atacağımızı düşünüyorum. Hâlâ vaktimiz var, tam 9 yıl.  Hikayelerimizin eyleme dönüşmesine izin verin!

Ülkendeki ve dünyadaki Covid-19 salgını ile iklim krizinin ilişkisi hakkında ne söyleyebilirsin? Geçişin sence nasıl olması gerekiyor?

Koranavirüs ile dünyada yaşanan kriz, bizi tüm aktivizm, eğitim ve diğer her şeyin başarısız olduğu bir konuma getirdi. Yine de bu yıl benim için en güzel yıllardan biri oldu. Yaza kadar temponun yavaşlayacağını ve tüm bunlardan tam olarak kurtulamayacağımızı düşünüyorum, ancak daha sonra her şeyin normale döneceğini umuyorum.

Ayrıca virüslerin daha sonra da ortaya çıkabileceğini anlamalıyız ama yine de insanız, dikkatli olacağız ama hayatımızı sıfıra indirip kendimizi kilitlemeyeceğiz.

İklim aktivizmi gençler için çok tüketici olabiliyor, peki kendi akıl sağlığını iklim krizinden uzaklaştıracak hobileriniz var mı?

Ve evet, benim birçok hobim var. Video oyunları oynamayı, eğitim programları ve filmleri izlemeyi, yüzmeyi ve voleybol oynamayı, sıcak kumsallarda uzanmayı ve seyahat etmeyi, ilginç kitaplar okumayı ve unutmayı çok seviyorum, çok gülüyorum!

Aktivizmin ile ilgili ailenden, arkadaşlarından veya herhangi bir STK’dan destek alıyor musun?

Başından beri ailemin desteğini alıyorum. Bazı arkadaşlarım beni destekledi, bazıları desteklemedi. Benim için önemli olanlar beni destekledi, bu en önemli şey. OSCE, UNICEF, Sırbistan’daki UNDP dahil olmak üzere yerel kuruluşlar beni ilk günden bu yana destekliyor.

Ayrıca birçok dünya aktivisti ve halk figürü (gazeteciler, Hollywood’daki en ünlü Sırp aktristi) vb. de destek verdi. Bence en zor durumda bile aktivizmden vazgeçmek istediğim anlarda bana yardım ettiler ve umut verdiler.

 

Sudan karaya, yosundan ağaca: Ormanın evrimi -1 [1]

Öğrencilik ve asistanlık yıllarımda orman ve ormancılığın yeterince ilgi görmediği konuşulurdu. Ormancılığın, kırsal kesim hariç halktan kopuk bir meslek olduğu, kent topluluklarının ormancılık çalışmalarından haberdar olmadığı sıklıkla dile getirilirdi. Öyle ki, büyük hukukçu ve hoca Hıfzı Veldet Velidedeoğlu tam da bu konuyla ilgili olarak 1986 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde “Orman deyince okumazlar ki” başlıklı bir yazı yayımlamış ve bu açıdan Türk aydınını eleştirmişti. Bu nedenle ormancının yaptığı işi daha fazla anlatması gereği, üzerinde mutabakat sağlanmış bir görüştü. Yüksek lisans öğrenimine başladığımızda akademinin görmüş olduğu en beyefendi hocalardan biri olan Prof. Dr. Metin Özdönmez’den Ormancılıkta Halkla İlişkiler dersi almamızın altında yatan neden de buydu.

Şimdi ise durum tam tersine döndü. Yani köyde ya da kentte herkes ormanı konuşuyor. Fakat bu kez de konuşulanlar içerisinde, özellikle kentlilerin konuştuklarında pek çok yanlış bilgi var ve korkunç bir dezenformasyon yaşanıyor. Bu dezenformasyon bir yandan ormanları koruma hassasiyetinin her orman tahribi haberine koşulsuz olarak inanmaya dönüşmesiyle ilgiliyken (örneğin, yanan orman alanlarına otel yapılması haberleri) diğer yandan da, belki de daha önemli bir etken olarak hükümet ve yandaşlarınca ormanlarla ilgili her şeyin güllük gülistanlık olduğu algısı yaratmaya dönük yaklaşım ve çabaları (ağaçlandırmada çağ atladığımız ya da orman alanını artıran nadir ülkelerden olduğumuz gibi haberler) ile ilişkili.

Yani, öyle ya da böyle ormanı ve ormancılığı anlatma ihtiyacı ortadan kalkmış değil. Pek çok başka konuda (eğitim, sağlık, adalet vb.) olduğu gibi özelde ormancılık genelde ise doğa koruma konusu da birilerine yandaş ya da muhalif olmaktan çok daha derin anlamlar taşıyor. Bu yüzden fırsat buldukça bu ihtiyaca yanıt verecek yazılar yazmaya çalıştım, çalışmaya da devam edeceğim.

Hâsılı, ormanla yatıp ormanla kalktığımız bir dönem yaşıyoruz. Bu böyle de devam edecek, çünkü gezegenimizdeki yaşamın devamlılığı ormanlarla çok ama çok yakından ilişkili. Mademki bu kadar önemliler, ormanların nasıl oluştuğunu, dünya karasal alanlarını nasıl kapladığını, zaman içerisinde nasıl bir değişim geçirdiğini hiç düşündünüz mü? Gelin, isterseniz buna bir göz atalım.

Elbette ilk ormanın ortaya çıkabilmesi için önce yaşamın başlaması, yani ilk canlıların ortaya çıkması, sonra da bitkilerin evrimleşmesi gerekiyordu. Dünyanın bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl önce ortaya çıktığını, yaşamın oluşması içinse yaklaşık 1,5 milyar yıl kadar soğuması gerektiğini biliyoruz. Yaşam bundan 3 milyar yıl önce suda başladı. İki milyar yıldan daha eski olan, son derece küçük ve basit bazı deniz canlılarının fosillerine ulaşılmış durumda.

Su, tıpkı şimdi olduğu gibi yaşam için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Bu nedenle yaşam suda başladı. Peki, karada yaşayacak canlılar suya nasıl ulaşacaktı? Belki de yaşamın sudan karaya geçmesindeki en önemli sorun buydu? Bu sorunun çözümü için ilk adım gel-git ile sık sık su altında kalan ıslak kıyılar oldu. Bu alanları kullanan bazı su yosunları evrimleşerek kara yosunlarını oluşturdular ve kıyıları yeşil bir kadife örtü gibi örttüler. Eğrelti otlarının atası sayılabilecek bu yosunların ortaya çıkışı bundan yaklaşık 380 milyon yıl önce gerçekleşti. Fakat hâlâ aşılması gereken önemli sorunlar bulunuyordu.

Sudan karaya

Ormanların oluşması için yaşamın sudan karaya geçmesi gerekiyordu. Önce kara canlılarının sonra da bitkilerin evrimleşmesine ihtiyaç duyuldu. Yaşamın sudan karaya geçişi, yani ilk kara canlılarının ortaya çıkması için yaşamın başlangıcından itibaren 2,5 milyar yıl daha geçmesi gerekti.

Su, tıpkı şimdi olduğu gibi yaşam için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Bu nedenle yaşam suda başladı. Peki, karada yaşayacak canlılar suya nasıl ulaşacaktı? Belki de yaşamın sudan karaya geçmesindeki en önemli sorun buydu? Bu sorunun çözümü için ilk adım gel-git ile sık sık su altında kalan ıslak kıyılar oldu. Bu alanları kullanan bazı su yosunları evrimleşerek kara yosunlarını oluşturdular ve kıyıları yeşil bir kadife örtü gibi örttüler. Eğrelti otlarının atası sayılabilecek bu yosunların ortaya çıkışı bundan yaklaşık 380 milyon yıl önce gerçekleşti. Fakat hâlâ aşılması gereken önemli sorunlar bulunuyordu.

Sadık yâr

Dünya karaları bir ateş topundan soğumuş kayalardan oluşmaktaydı. Kayalardaki besin maddelerini taşıyan fakat onlar kadar sert olmayan, yağışlarla gelen suyu akıtmayıp bünyesinde tutabilecek bir ortama, toprağa ihtiyaç vardı karalardaki yaşamın gelişip serpilmesi için. Gerçi soğuma, ısınma, ıslanma, kuruma gibi fiziksel etkenlerin altında kayalardan bir miktar toprak oluşuyordu ama bu o kadar yavaş ilerleyen bir süreçti ki, sırf buna kalsa bugün bile dünyada henüz ormanlar ortaya çıkmamış olabilirdi. İşte bu noktada likenler yardıma koştu.

Tek başlarına kayaların yüzeyinde ya da çatlaklarında yaşama yeteneğine sahip olmayan algler ile mantarların yaşam birliği sonucunda oluşan likenler kayaların parçalanarak toprağın oluşması sürecine büyük hız kattılar. Bakın büyük hoca Hikmet Birand bunu nasıl anlatıyor[2]:

…görüyorsun ki o yanı başındaki taşın üzerindeki liken, ta o zamanlar, dünyamızı yeşertmek, canlandırmak için soyunun sopunun üzerine aldığı göreve bak hâlâ ne kadar sadakatla devam ediyor. Bütün dağlarda tepelerde mevsimlere göre taşlar, kayalar üzerinde kâh yeşeren kâh sararan kâh koyulaşan kararan bu ince kabuklar hep likendir.”

Yeryüzünde toprak miktarı arttıkça bitkilerin evrimi için uygun koşullar da ortaya çıkmış oldu. Yaklaşık 350 milyon yıl önce, bir yandan dünya karalarının jeolojik hareketliliği devam ediyor, sıradağlar oluşuyorken diğer yandan da iklimsel çeşitlenmeyle birlikte evrim hız kazanıyordu. 300 milyon yıl önceye geldiğimizde boyu 30 metreyi bulan ilk ağaçlar oluşmuştu bile. Daha sonra, yaklaşık 290 milyon yıl önce dünya karalarının büyük bölümünü bugünkü Amazon ormanlarına benzeyen yağmur ormanları kaplamıştı. Elbette o zamanki ağaç türleri şimdiki ağaç türleri değildi. Bu ağaçlar bugünkü tohumlu bitkilerin ataları olan eğrelti ve eğreltiye benzeyen ilksel tohumlu bitkilerdi. Bu ağaçlardan oluşan bataklık ormanlarında bugünkü benzerlerinden çok daha büyük boyutlarda böcekler, kırkayaklar ve akrepler yaşamaktaydı.

İlk ormanların nasıl göründüğüne ilişkin bir illüstrasyon ve bitki fosili fotoğrafı (https://www.earthhistory.org.uk/recolonisation/vegetation-in-devonian)

Elbette ormanlar o zamandan günümüze çok büyük değişimler geçirdiler. Yazıyı uzun ve sıkıcı bir hale getirmemek için şimdilik burada bir noktalı virgül koyup, devamını bir sonraki yazıya bırakalım. Bakalım bugünkü orman formlarına gelirken neler yaşanmış.

*

[1] Bu yazıda belirtilen tarihler değişik kaynaklarda küçük de olsa farklılıklar gösterebilmektedir. O nedenle bu tarihlerin fikir vermek amacıyla kullanıldığı unutulmamalıdır.

[2] Alıç Ağacı ile Sohbetler. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019 (4. Basım), s. 16.

Kentlerin demokrasi tarihi

Modern demokrasinin yaklaşık 200-250 yıllık bir tarihi var. Bugün geldiği yer oldukça sorunlu; seçimlere katım oranları düşüyor, kararsızlar çoğalıyor… Demokrasi ve katılım, demokrasin katılımcı süreçlerle geliştirilerek yaşamımıza toplumsal ve yaşadığımız kentin yönetimine girmesi ve katılımcı bir kent yönetiminin ve katılımcı planlamanın yapılabilirliği üzerine tartışmayı geliştirirken, demokrasi kavramının son yüzyılına şöyle bir “kuşbakışı” göz atmak, sanırım yararlı olacak. Ancak bu kısa yazı bütün demokrasi tarihini incelemeye yetmeyeceği için, Ege-Anadolu-Yunan polislerindeki uygulamalara, buradaki kent demokrasilerinin anlamına ve seyrine göz gezdirerek başlayamayacağız.

Sondan, bugünü etkileyen koşulların oluşmasından başlayalım:

20. yüzyılın son yarısında, özellikle 1980 sonrasında, neo-liberal anlayıştaki kapitalizmin küreselleşmesiyle bütün kentler büyük bir değişim geçirmeye başladı. Bu değişim önce kentlerdeki toplumsal yaşam ve çalışma-üretme ve ilişki biçimlerinde görülmeye başladı; giderek kentin mekanları da bu yeni yaşama göre biçimlenmeye, gelir dağılımındaki kutuplaşmaya uygun yeni biçimler almaya yeni bir kent makro-formu geliştirmeye başladı.

Çalışan sınıflar ve yoksullar için demokrasi

Bu değişimler aynı zamanda demokrasi anlayışında ve demokratik kurumların ve kuralların işleyiş biçimlerinde de ortaya çıktı ve zaten her zaman ekonomik ve ideolojik olarak güçlü ve egemen olan sınıfların saldırılarına uğrayan/ kırpılan-kötürümleştirilen ve körleştirilen demokrasi düşüncesi giderek daha başarısız ve daha sönümlenmiş bir illüzyon; dışı yaldızlanmış ama içi boşaltılırmış bir kavram olarak, ülkelerin ve kentlerin yaşamındaki terimlerden biri gibi olmaya başladı.

1980’li yılların sonuna kadar dünyada soldaki egemen güç için demokrasinin içeriği neredeyse sınıfsal ve sınıfların ekonomik durumundaki kaba bir eşitliğe, (bürokrasinin ve teknokrasinin kayrılmış durumu ve olağanüstü yaygın rüşvet mekanizmaları sayılamazsa) baskıcı ve merkezi bir devletçiliğe dönüşmüş durumdaydı.

Kapitalist dünyada ise demokrasi daha çok bir soğuk “savaş” retoriğine indirgenmişti. Gerçekte, çalışan sınıflar ve yoksullar için en iyi olasılıkla, seçim yıllarında oy kullanma hakkı kadar bir demokrasi söz konusu olabilir. Ancak daha çok Avrupa ülkelerinde ve sosyal demokrat partilerde ve belki bazı sosyalist ya da komünist düşünürlerin literatüründe demokrasiye rastlayabiliriz. Yine de, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında, demokrasi ile ilgili düşüncelerin pek fazla tartışıldığı söylenemez. Savaş sonrasından 1980’lere kadar önde gelen kavramlar, savaşan kapitalist ülkeler için yoksulluğunun azaltılması ve orta sınıflaşmanın güçlendirilmesi, diğer “az gelişmiş” ülkeler dünyası için de kalkınma idi.

Kalkınmanın doğal olarak daha demokratik, en azından periyodik olarak seçim sandıklarının konduğu politik bir sistem getireceği düşünülüyordu. Az gelişmiş ülkelerde bu sandıklar, eğer konduysa bile, kısa zamanda askeri ya da sivil diktatörlüklerin demokrasisine dönüştü. Eğer kendiliğinden askeri diktatörlük oluşmuyorsa, kapitalizmin militer ve diplomatik mekanizmaları önce Vietnam’da, sonra da Yunanistan’da, Türkiye’de, Şili’de olduğu gibi, ABD Merkezi İstihbarat Örgütü‘nün yol göstericiliği ve desteğindeki darbelerle bütün demokratik kıvılcımlanmaları, kıpırdanmaları boğmakla meşguldü.

Sanki demokrasi ile ilgili bütün sorunlar 19. Yüzyıl’da, meşruti veya cumhuriyetçi parlamentoların kurulması, anayasaların seçim sistemlerini tanımlaması ve çok partili- temsili demokrasilerin oluşturulmasıyla çözülmüş gibi düşünülüyordu. 19. Yüzyıl’da ve 20. Yüzyıl’ın başlarında bu tür bir demokrasiye karşı çıkışlar sadece işçi sınıfının örgütlenme, sendikalaşma, kooperatifleşme hareketinde ve kadınların eşit oy hakkı (ve tümel bir eşitlik) mücadelesinde görülüyordu. Gündelik yaşam uygulamalarında (ailede, mahallede, okulda, işyerine vb.) demokrasi düşünülmüyordu bile. 19. Yüzyıl’da, bunların dışında sadece, (küçük ama düş gücümüzü hala aydınlatmakta olan) ütopyalardaki demokrasi arayışından bahsedebiliriz.

‘Kendiliğinden’ demokrasi

20. Yüzyıl’da, savaşa kadar ve iki savaş arasında demokrasi arayışı, belki sadece protestolar, sokaklarda ve kamusal alanlardaki yoğun mücadele potasında gerçekleşiyordu. Ancak bu mücadelelerde demokrasi kavramından çok, demokrasi için öncül kavramlar olduğunu söyleyebileceğimiz “gender/ toplumsal cinsiyet” ya da “sınıf” açısından emeğin özgürleşmesi ve çalışmanın adil bir karşılığının alınabilmesi, eşitlik gibi kavramlar ön plandaydı.

2. Dünya Savaşı sonrasında kentlerde hızla, planlamanın ve orta sınıflar için yaşanabilir konut alanlarının üretilmesine girişildi ve problem teknik olarak çözüldü. Toplumlar, demokrasi arayışını nerdeyse terk etmiş gibiydi. Avrupa’nın bir-kaç önde gelen ülkesinde tartışmalar daha çok özgürlükler, modern dönüşümler/ modernleşme, yabancılaşma, toplumsal ve kültürel ilerleme ve bilimin gelişmesiyle ortaya çıkan nükleer silahların yarattığı tehdit ve dehşet dengesi, sömürgelerin bağımsızlık savaşları gibi konular çerçevesindeydi. Az gelişmiş ve yoksul ülkeler ise daha çok, emperyalist sömürüden kurtulmak ve kalkınma gibi konular üzerinde konuşuluyordu.

Demokrasi, sanki modernleşmenin doğal bir uzantısı, kalkınma ve ilerlemenin bir türevi gibiydi. Vitrininize bir parlamento koyduğunuz zaman her şeyin kendiliğinden demokratik olacağı gibi bir düşünce egemendi. Bu, Türkiye için de böyle oldu. Türkiye önce Cumhuriyeti kurdu, vitrine bir parlamento koydu ve 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde de çok partili bir seçim düzeni geliştirerek, demokratik arayışını tamamlamış oldu ve “demokratik dünya” topluluğuna katıldı. Aynı meclis, kentlerde de vardı. Kent yönetimi, seçimli veya merkezi yönetim tarafından atanmış belediye başkanlarıyla “demokrasiye” kavuşmuş durumdaydı zaten. 1970’lerde, bazı kentlerdeki sosyal demokrat ve yenilikçi belediye başkanları merkezi yönetimin düşmanca çelmeleriyle karşılaşana kadar, Türkiye kentlerinde demokrasi arayışı hemen-hemen hiç olmadı diyebiliriz.

’68…

Dünyada ve Türkiye’de tabandan gelen ve sarsıcı bir biçimde demokrasinin yaşamsal bir gereksinim olduğunu söyleyen ilk tsunami, 1968’de oluştu. Bütün dünya toplumlarını silkeledi ve etkilerini hala yaşamaktayız. 1968 gerçekte, çok köklü ve radikal bir demokrasi talebiydi. Tuhaf olan bu radikal depremin üniversitelerde, öğrenciler tarafından başlatılmış olmasıydı. Bazı ülkelerde ve bazı durumlarda, işçi sınıfının özgürlük-eşitlik ve emek mücadelesi ile bütünleşti. Ama neredeyse bütün dünya ülkelerinde, her zaman işçi sınıfı mücadelesinden ve onun yüzyıllar süren (bazen şiddet içeren/ bazen içermeyen) protesto geleneklerinden yararlanmış bir isyan dalgasıydı. Bütün dünyada topyekun bir ayaklanmaydı bu…

Demokrasinin ve demokratik arayışın aşağıdan yukarı doğru örülmesi talebinin/gereğinin, belki yüzyıllar, belki binyıllar sonra yeniden canlanmasıydı 68. Bir ideal olarak demokrasi, demokrasinin genişletilmesi/ demokratik hakların gündelik yaşamın her anında daha çok kullanılabilir olması mücadelesi ancak 1968’de anımsandı. Başlangıçta belki, eğitim için, işyerleri içindi; ama orada hiç durmadı.

Özgürlüklerimizi kullanmak ve genişletmek için yeterli ve nerdeyse tek şart, demokrasiydi. Onu yeniden kurmak, öyle temsili olarak ve meclislerde temsil edilerek/ temsilcilerimiz eliyle değil, kendi ellerimizle ve aklımızla, her an, her dolayım için doğrudan inşa etmek gereksinimi, herkesin bilincinde yeniden ışıldamaya başladı.

1980’lerin öncesinde ve daha güçlü olarak sonrasındaki ekolojik hareketler de bu demokrasi arayışının ikinci güçlü dalgasını oluşturdu. Dünyanın bütün kentleri, modernin gereğine göre geliştirilmiş, parlamış ve gönenmişti ama aynı ölçüde ekolojik olarak kirlenmiş, sorunları yoğunlaşmış ve katmerlenmiş, bazı kentler soluk alamaz hale gelmiş, bazı kentlerde ulaşım nerdeyse tam olarak tıkanmış, gürültü artmış, tüketim sarhoşluğundan ne yapacağını bilmediği çöp yığınlarına boğulmuş, betonlaşmış ve çelikleşmiş, toplumsal ilişkileri yapaylaşmış ve yabancılaşmış bir hale gelmişti. Ayrımcılıklar ve ötekileştirmeler hiç bitmemişti zaten. Güvenlik-şiddet-katliam sorunları arttı ve kentlerde polis, güvenlikçi-bekçi orduları oluştu.

Postmodernist demokrasi

Neo-liberalizm ve onunla birlikte yıldızı parlayan post modernizm ise, dünyanın ve kentlerinin üzerine yeni ve dayanılması çok daha güç, yeni yükler bindirdi: Kentlerdeki emeğin/ işçi sınıfının durumu kötüleşti/ yoksullaştı ve sosyal güvenceleri birer birer elinden alındı. Fabrika türü büyük ölçekli üretim birimleri önce kentlerden, sonra da gelişmiş ülkelerden çıktı ve az gelişmiş ülkelere gitti. Buna karşılık, inorganik enerji kullanımı ve kirlenmeler çoğaldı, gelir dağılımında kutuplaşma ve toplumsal adaletsizlikler arttı. Kentteki güvenlik azaldıkça çitlenmiş ve kapısı kontrollü konut siteleri gelişti, sokak ve pazar alış-verişi, küçük esnaf işi üretimler azaldı ve perakende ticaret, enerji oburu ve gösterişçi AVM’lerde toplanmaya başladı.

Kentler bir yandan kırdan güçlü göç akımlarıyla kalabalıklaşır ve yoğunlaşırken, neo-liberalizmin kentlere katkısı da emlakçıların spekülatif rant yaratma ve buna el koyma arayışını güçlendirmek ve bunu inşaat sektörünün aç güzlü hırsıyla desteklemek ve dokuyu yoğunlaştırmak oldu. Artık kentler, gökdelenlerle bezenmiş, rant mücadelesi alanıydı. Kentlerde boğulma ve kirlenme olgusuyla birlikte merkezdeki çöküş, kent yoksullarının, mülk sahibi olmayanların ve giderek orta sınıfların, çaresizleşmesine neden oldu. Belediyeler, merkezi yönetimin ve kapitalizmin güçlü sınıflarının baskısı altında, merkezi yönetim modelinin benzeri bürokratik ve teknokratik hiyerarşiler geliştirdiler.

Buna karşı kentlerdeki en güçlü ve ısrarlı protestolar ve direnişler  ekolojistlerden gelmeye başladı. Protestoların en geniş ortak tabanı radikal ve çoğul bir demokrasi talebiydi. Kent halkları artık daha özgür olmak ve çeşitlilik içinde bir birliktelik ve doğrudan yöntemlerle, bireyden ve küçük topluluktan başlayan ve (mümkün olabildiği kadar) temsili olmayan, taban hareketi biçiminde dinamik bir demokrasi istiyor.

Kentlilerin demokrasiye ve bunun eskisinden de geniş ve doğrudan ve özgürlük alanlarını genişleten bir demokrasi olmasına ihtiyacı var. Dünyanın bütün kentleri, belki Latin Amerika’daki kentler başta olmak üzere yoksulluğa, işsizliğe, sermaye baskısına ve despotik yaklaşımlarla kentsel kimliklerin yok edilmesine karşı mücadele ediyor. İşte bu mücadele için daha geniş ve özgürlükçü bir demokrasiye, katılımcı ve bireye/ küçük alt topluluklara kadar ulaşan bir demokrasiye ihtiyacımız var.

Ama bunu yaratabilecek miyiz?

Nasıl yaratacağız?

Bilmediklerimiz ve bilmemiz gerekenler neler?

Tartışmayı sürdüreceğiz.

[email protected]