Blutv’den gözlerimizi kulaklarımızı şenlendiren bir diziyle hafta sonuna başlamanın sevincini ve heyecanını yaşıyorum. Şüphesiz Bonkis’den bahsediyorum. Diziyle ilgili paylaşımların, röportajların ve yorumların çoktan referans verdiği Phoebe Waller-Bridge’in Fleabag’i ve Lena Dunham’in Girls’ü tadında kadın keskin zekâsının Türkiyeli ve Deniz Tezuysal’ın elinden çıkma tezahürü Bonkis.
Mükemmelliğin, her zaman toplumsal değerlere göre doğru yolu seçmenin sıkıcılığına ve yavanlığına karşı sadece istediğini yapmaya çalışan, hatta diğer türlüsünü yapamayan Deniz’in arkadaşı olmak istedim diziyi izlerken. Zengin anne babasına rağmen kredi kartı kapatılan, borç içinde yüzen, dostlarına bir daha ona borç para vermemeleri için yemin ettiren, işlettiği kafe Bonkis’in patronundan ziyade orası kapanmasın diye didinen bir kadın Deniz. ITÜ mezunu bir mimarken mimarlık yapmıyor, haciz yemiş kafesi Bonkis devam etsin diye her yolu deniyor çünkü kendini sıkıcı ofislerde, kurumsal safsataların dünyasında paralı köle olarak bulmaktansa kendi topluluğunu yaratacak bir mekânın bileşeni olmayı tercih ediyor.
Kadın dayanışmasının Kadıköy hali
Bonkis’in hayatta kalma mücadelesiyle birlikte Kadıköy’deki değişime, avokadolu bistro kültürü ve onun donukluğuna, intermittent fasting’ci sıfır beden yeni nesil genç kızların sıkıcılığına karşı patates kızartması ve ruhsatsız bira happy hour’larının heyecanlı ama hafifletici hissini izliyoruz Bonkis çatısı altında. Aynı zamanda sürekli değişen trendlerin uçuculuğunu da gözlemliyoruz.
Bir yandan da Deniz’in Ilgın’ı var, menajer olarak çalıştığı için çevresi geniş olan ve Bonkis’e yeni müşteriler, potansiyel ortaklar bulan, Deniz’in en yakın dostu. Ilgın’ın kendini Deniz’in arabasında ve Bodrum‘a doğru yolda bulduğu an “Ne işim var lan Bodrum’da benim” demesiyle kendimi bir an Cem Yılmaz’ın Her şey Çok Güzel Olacak (1998) filminde Altan ve abisinin Bodrum’a doğru araba yolculuğunda ve kurdukları ikili ilişkinin kadın halinde buldum. Altan’ın bar açma hayalinin günümüz Deniz’li versiyonunda ve Bonkis’i elinde tutma mücadelesinde, iki kadını bir araya getiren ve bir arada tutan elbette kan bağı değil, çok daha fazlası.
Kan bağı olmayan aileler
Dizide iyilerle kötülerin savaşı şöyle dursun bu kutupların çok da olmadığı, Deniz’in anne babasının kendilerince onun iyiliği için uğraşmalarına karşı Deniz’in hem kendisi hem de ahalisi için uğraştığı ve Bonkis’in devam edebilmesi için birlikte, zorlama ve duygusal kök söktüren bir yük olmaksızın verdikleri mücadeleyi izliyoruz. Başlarda “geçerli” bir işi ve eşi olmadığı için anne ve babası tarafından kendisine üstten bakılıyor. Esnaflıktan hevesini alması ve “gerçek dünya”ya geri dönmesi bekleniyor. Üstüne üstlük hep kendi gibilerini etrafına topluyor bu Deniz. Ancak sonrasında onlar da Deniz’in yoluna geliyorlar, onu anlamaya başlıyorlar, onun gibi olabiliyorlar.
Deniz ve eski sevgilisi Onur’un ilişkisinde de öncelikle Onur’u aldattığı için hatalı ve kaybedenin Deniz olduğuna dair bir düşünce uyandırarak başlayan dizide sonradan olayın iç yüzünün çıktığı noktada on yıllık ilişkilerinde hiçbir şey yapmama ve sadece Deniz’in yanında bulunma yolunu seçen Onur’un, sonunda bunun işe yaramadığını ancak Deniz’in hayatına bir başka isim girince anlayan, başka türlü anlayamayacak kadar kendine dönük ve bencilce yaşayan, artık demode olmuşçasına klasikleşmiş bir erkek. Gözü ancak Deniz’i kaybedince açılan o arkaiklerden.
Bonkis’le birlikte izlediğimiz mutsuz ailelerin çocukları Deniz, Ilgın, Özberk, Eylül, Onur ve onları bağlayan aile ötesi birliktelik duygusu, bu birlikteliği (artık giderek kalabalıklaşsa da) mekânsal olarak devam ettiren Kadıköy’ün arka sokakları, esnafı, mahallelisi, apartmanları mutsuzluğu katlanılır kılıyor. Otuz beş yaşına gelmişlerle, hayatlarını otuz beş yıldır birlikte ve evli geçirenlerin özgürleşme ve Deniz’in tabiriyle “salma” hikayeleri. “Bir salsak, giderek katılaşan toplumsal değer yargılarından, kendimize koyduğumuz sınırlardan bir salabilsek, zoru başarabileceğiz” diyor Bonkis.