Ana Sayfa Blog Sayfa 1690

Gezegenimizdeki ormansızlaştırılan alanlar katlanarak artıyor

Yazan: Martine Valo  

Çeviren: Esin İleri

*

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) ormansızlaştırılan alanların katlanarak arttığını ve daha geniş bölgelere yayıldığını açıkladı. Sekiz bin yıl önce Dünya’nın yüzde ellisi ormanlarla kaplıyken, günümüzde bu oran yalnızca yüzde otuz. Afrika’da –Liberya, Gana, Madagaskar– ve Güney Amerika’da -özellikle Meksika ve Guatemala– yangınlar ve arazi boşaltma faaliyetleri nedeniyle zarar gören yeni alanlar ortaya çıkıyor. Bununla birlikte sık ormanlar, bâkir ya da kuru ormanlar ve ağaçlık savanların tahribatı gezegenin dört bir yanında hızlanıyor.

Hazırladığı raporu 13 Ocak’ta kamuoyuna duyuran WWF, bu çalışma kapsamında otuz ülkede yirmi dört ana alan tespit etmiş ve incelemiş. Kurumun beş yıl önce gerçekleştirdiği incelemeyle karşılaştırdığımızda durumun daha da kötüleştiğini görüyoruz: Yalnızca bu yirmi dört alanın toplamı bile dünya üzerindeki tropikal ormanların beşte birini tehdit ediyor.

2004 ile 2017 arasında, bu bölgelerdeki ormanlık alanlarının yüzde onundan fazlası yok olmuş, bu da en az 43 milyon hektarlık bir yüzölçümüne tekabül ediyor. Kalan ormanlık alanların yaklaşık yarısı (%45) ise yollar ya da başka altyapı çalışmaları tarafından parçalanmış halde; bu da onları yangınlara ve iklim değişikliğine karşı daha savunmasız kılıyor. Güney Amerika, Madagaskar, Güneydoğu Asya’da Sumatra ve Borneo en çok etkilenen bölgeler arasında.

WWF-Fransa Başkanı Véronique Andrieux, yaptığı açıklamada, “Bu gidişat hiç iyi değil. Uluslararası sözleşmelere ve büyük şirketlerin verdiği “sıfır ormansızlaştırma” taahhütlerine rağmen, orman kaybı ne durdurulabildi ne de 2015 raporumuzdaki hızına geri döndürülebildi. Ormanlar, bize sundukları çevresel faydalar bir yana insanları hayvanlardan bulaşan hastalıklara karşı da korur, bunu hatırlatmakta fayda var” dedi.

Andrieux, “COVID-19 pandemisini ve biyoçeşitliliğin korunması konusunda yapılacak çok sayıda uluslararası toplantıyı göz önünde bulundursak, 2021 son derece önemli bir yıl olacak” diye ekledi.

Tarım, maden işletmeleri

Arazi boşaltmalarının doğal alanların giderek daha derinine yayılmasının ardındaki en önemli itici güç tarım. Uzun süre korunabilmiş olan bu havralar çok sayıda hayvan ve bitki türünün yetiştiği doğal ortam olmanın yanında virüslere de ev sahipliği yapıyor. Tarımın etkisi günümüzde madenlerin ve ağaç kaynaklarının sömürülmesinden (kaynağın ihraç edilmesi olsun, yerel nüfusa yakıt olarak temin edilmesi olsun) daha tehlikeli bir boyuta ulaştı.

Göz alabildiğine uzanan yağ palmiyesi dikim alanları, devasa yangınlardan sonra elde edilen ve sığır sürülerini barındırmak için kullanılan otlaklar, tarımsal yakıt sektörüne yönelik kilometrelerce kareye yayılan soya tarlaları: Tüm bunlar, doğal alanların dönüşümünün artık herkes tarafından bilinen araçları haline geldi.

Ama, demografik büyümenin etkisi altında, küçük boyutlu ticari tarım işletmeleri ve hatta geçimlik tarım, ormanların kıyısından köşesinden yok edilmesine hizmet ediyor, özellikle de Afrika’da. Gelişmiş ülkelerin çikolata iştahının ormanların büyük bölümünü hatta milli parkları tahrip ettiği Gana ve Fildişi Sahili gibi ülkelerde, sık ormanlarda bir yol açılır açılmaz, toprağa muhtaç köylüler sebze, tahıl ekmeye veya bir iki kakao ağacı dikmeye geliyor.

Arazi spekülasyonu, yerel seçkinlerin yolsuzluğu, kayıt dışı ekonomi, hammadde fiyatlarındaki dalgalanmalar: Tüm bu unsurlar ormansızlaşmanın giderek artışını etkiliyor. Resmi veriler, örneğin Endonezya’da 2009 ile 2011 arasında 500 bin hektarın altına düşen orman kaybının 2000’lerin başında ve 2014-2015 yılları arasında bir milyon hektardan fazla olduğunu gösteriyor.

Yerel bağlama uygun çözümler

WWF’nin analizinde kullanılan uydu görüntüleri, Brezilya, Arjantin, Bolivya ve Paraguay’ı kapsayan bir coğrafyaya yayılan Gran Chaco düzlüğünde, endüstriyel tarımın baş döndürücü bir şekilde genişlediğini kanıtlıyor.

Bu kötüye gidiş, 2006’da Brezilyalı tüccarlarla yapılan müzakereler sonucunda Amazon ormanlarının talanıyla oluşturulan soya ekili tüm arazilerde gerçekleşen duraklama döneminin ardından hızlandı. O dönemden beri üretim hızlıca güneye doğru yayıldı. Bu da doğal alanların korumasının karşısındaki engellerden birini oluşturuyor.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, rapor bu konuda evrensel bir çözüm yolu olmadığını belirtiyor. Rapor, koruma alanlarının oluşturulması gibi belirgin cevaplar dışında, yerel bağlamlara uyarlanmış ve yerele uyumlu hale getirilmiş çeşitli çözümlerin benimsenmesini önermekle birlikte, bu yönde çalışmalara önayak olunması ve çalışmaların kontrol altında tutulmasının öneminin altını çiziyor. Raporda, bu çalışmaların önkoşulu olarak “yerli halklar ve toplulukların haklarının tasdik edilmesi”nin birincil önemi de vurgulanıyor.

Tarım alanının genişletilmesi ya da yeni bir maden işletmesinin kurulması söz konusu olduğunda ne yerli halkların ata topraklarının ne de yerli halkların kültürlerine duyulması gereken saygının bir önemi kalıyor. Öyle ki bazı durumlarda, vahşi bir türün korunmasını amaçlayan tavizsiz bir proje, bu yerli halkları yaşadıkları ormandan kovmaya alet edilebiliyor.

Finansal yatırımcıların tercihlerinin belirleyici rolü

Raporu kaleme alanlar, toprağın kullanım seçenekleri üzerinde finansal yatırımcıların tercihlerinin belirleyici rolünün altını çiziyor. Yazarlara göre, doğal alanların dönüştürülmesindeki risklerin azaltılması finansal aktörlerin sorumluluğuyken, buradan doğacak çatışmaları çözmeye gayret göstermek de kamu politikasının sorumluluğu kapsamında.

Geniş çaplı ve kalıcı bir program oluşturulduğu takdirde, biyoçeşitliliğin korunması ya da telafisi için çiftçilere para vermek bir çözüm yolu olabilir.

Ormansızlaştırmaya bağlı ihracat ile mücadele konusunda yerel çözümler yetersiz kalıyor ve mutlaka uluslararası hammadde ticaretinde köklü değişikliklere gidilmesi gerekiyor. Fransa, bu yaklaşımın öncülerinden biri olsa da stratejisinin etki alanı yetersiz kalıyor.

Emmanuel Macron’un çağrısıyla 11 Ocak’ta Paris’te büyük ölçüde video konferans olarak düzenlenen One Planet Summit sırasında, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bu yönde bir inisiyatifin yıl içinde duyurulacağını teyit etti. Véronique Andrieux’ya göreyse ormansızlaştırmanın önemiyle orantılı çözümler bulunması gerekiyor: Ekonomimizi, beslenme sistemimizi ve kalkınma yöntemlerimizi değiştirmemiz şart.”

Makalenin orijinali için tıklayın

 

Plastik ve geri dönüşüm fabrikalarından yükselen kirli dumanlar

Dünya genelinde uzun süredir özellikle atık sektöründeki yasadışı faaliyetlerle bağlantılı olarak, plastik ve geri dönüşüm fabrikalarında meydana gelen yangınlar dikkat çekiyor. Bu dikkatler Interpol tarafından yayınlanan bir rapor sonrası ise daha da arttı. 

Hatırlarsanız Interpol yayınladığı raporda atık ticaretinin bir suç faaliyetine dönüştüğünden ve uluslararası dolaşıma giren plastik atıkların Türkiye, Malezya, Bangladeş, Filipinler gibi ülkelerde yasa dışı şekilde bertaraf edildiğinden bahsetmişti. Bu rapor daha yayınlanmadan bir sene kadar önce sektör içinden birisiyle yaptığım bir konuşma esnasında bu yangınların bahsi geçmiş ve bazı firmaların getirdikleri ithal plastikleri bazı depolarda “fabrika yangını” süsü verilerek yaktığını ve hatta yapabiliyorsa bir de sigortadan tazminini sağladığını söylemişti. Bunun üzerine ben de ne kadar yaygın olduğunu araştırmak için ufak çaplı bir araştırma yapmaya karar vermiş ve 2017 ve 2018 yılları için yaptığım araştırmada 20 farklı geri dönüşüm ve plastik fabrika yangınının haberlere konu olduğunu fark etmiştim.

Daha sonra bu araştırmayı 2019 için de gerçekleştirdim ve yangın sayısının sadece bu yılda 33’e yükseldiğini fark edince hemen bir Google uyarısı oluşturarak basına yansıyan plastik ve geri dönüşümle ilgili tüm yangın haberlerini radara aldım. 2020 yılı sonuna geldiğimizde yanan plastik ve geri dönüşüm fabrika sayısının 65’e yükseldiğini ve bunun ekserisinin de deposu yanan geri dönüşüm tesisleri olduğunu tespit ettim. 

Burada şunu belirtmekte fayda var, listesini tuttuğum yangınlar sadece basına yansıyanlar. Basına yansımayan benzer onlarca irili ufaklı yangının olduğu şüphe götürmez. Çünkü habere konu olması için gerçekten büyük bir yangın olması ve fark edilmesi lazım. Yoksa ufak tefek yangınlar ne haber değeri taşıyor ne de işletmeler tarafından not ediliyor. Oysa bu yangınların hepsinin listesinin tutulup kayıtlarının ilgili kuruluşlarca paylaşılması ve bizim de bu verilere rahatça ulaşabilmemiz gerekiyor.  Bu uygulamanın en azından bizim ülkemizde olmadığı açık.

Ne kayıt var ne hesap soran

Üstelik bizdeki yangınların kayıtlarının nasıl tutulduğu, herhangi adli bir soruşturmaya konu olup olmadığı ve ortaya çıkan bu zehirli ve pis dumanın hesabının sorulup sorulmadığı da belirsiz. 2021 yılının Ocak ayı için konuşacak olursak, meydana gelen 12 yangın bize kimsenin ne önlem ne de soruşturma açtığı izlenimini veriyor. Konu hakkında Milliyet gazetesinden Gökhan Kam’ın iki defa ayrıntılı haber yapması bile kimseyi harekete geçirmemiş. Kontrolsüzlük ve umursamazlığı gördüğü için bu yangınları alışkanlık haline getirenler bile var gibi görünüyor.

Bu yangınların hepsinin kasıtlı çıkarıldığını söylemek güç. Ancak bu kadar sık yaşanıyor olmasının da normal ya da olağan karşılanacak bir tarafı da yok. 

Sorular…

Burada, çevreyi mahveden bu yangınların çıkış nedeni için iki ihtimal söz konusu. Birinci ihtimal tamamıyla iş güvenliği ile ilgili. Özellikle yangınların çıktığı depo kısımlarında uygun ve yeteri önlemlerin alınmıyor olması, biriken gazların zamanla alev almasına ve yangın çıkmasına neden olabiliyor. Ancak burada da şu sorular akla geliyor: 

Neden bu yangınlar için doğru düzgün bir alarm sistemi ya da müdahale yok?

Diğer bir deyişle, bu fabrikalar kurulurken bu önlemler için neden bir zorunluluk getirilmiyor?

Eğer getirilmişse nasıl oluyor da bu fabrikalar bu kadar sıklıkla yanabiliyor?

Diğer ihtimal ise daha mümkün. O da kasıt! Haberleri incelediğimizde yangınların çoğunlukla gece vakti ve yine depo kısımlarında meydana geldiğini görüyoruz. Böylelikle hem fail bulunamıyor hem de ana merkezdeki alet edevat bu işten zarar görmüyor.  Depolanmış işe yaramaz plastik çöpler de buhar olup gidiyor. Bir de kılıfına uydurulabilirse, tüm zararlar ilgili sigorta şirketlerinden tazmin edilebiliyor.

O halde bunun ortaya konulması gerekmez mi? Bu bir suç değil midir? İşletme sahibinin sorumsuzluğundan dolayı, plastiklerin yanmasıyla ortaya çıkan zehirli gazları solumak zorunda mıyız? Sorular sorular!

[Çevre ve sağlıkta risk iletişimi -8] Salgından korunmak için yurttaşlar ne yapmalı?

Sadece aptal sığırlar kasaba oy verir. (Bir TV dizisinden replik)

Saptamalarımıza devam edersek, şehir yaşamında dahi kırsal, göçebe ve aşiret düzeni alışkanlıklarımızı terk edememişiz. Çarpık kentleşme, çarpık sanayileşme, çarpık bir ‘yenileşme karşıtlığı’ ve çarpık bir ‘milliyetçilik’ bunlara eşlik etmeye devam ediyor. Yani hâlâ, yeni bitmiş gecekonduya taşınma ve yerleşme telaşesinde gibiyiz; başımızı kaldırıp da çevremizde neler olup bittiğine bakmaya, bahçe düzenlemesine vb. bir türlü sıra gelmiyor. Bu nedenle, dördüncü yazımızda Uğur Tanyeli’nin sözünü ettiği nükleer santral, hava kirliliği, Covid-19 virüsü salgınları gibi çağdaş korkularımız henüz oluşmamış. Türkiye için yapılmış bilimsel risk iletişimi ve risk algılaması çalışmaları olmadığı gibi; Türkiye’de sağlıkta risk iletişimini bilen, önemseyen, merak eden de yok (bkz. Birinci yazı: Bilgisizlik ve Tam Bilgisizlik Belirsizliği’). Sağlık Bakanlığı’nın, devlet kurumlarının ve iktidarların ‘risk iletişimine kafa yormak, kapasite geliştirmek’ diye bir dertleri olmamış. Sivil toplum örgütleri, medya, senaryo yazarları ve edebiyatçılar vb. da halkta böyle bir talep yaratamamışlar. Büyük toplum çoğunluğu bir strateji ve öngörü oyunu olan satrançtan ve fen bilimlerinden habersiz.

Oysa, çevre ve sağlıkta risk değerlendirmesi, riski yönetimi ve riski iletişimi konuları uzak hamleleri iyi görmekle ve hesaplamakla çok ilgili. Ülkenin pek çok istatistiği gibi çevre ve sağlık istatistikleri de ya hiç ya da il- ilçe-mahalle/köy özelinde yayımlanmıyor. Medya, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ve üniversiteler özgür/özerk değil. Ülkenin çeşitli konularda gereksinimi olan Ülke Karakter/Veri Tabanları -Profile/Data Base (örneğin Ulusal Bireysel Besin Tüketimi ve veya ilaç tüketimi, aşı karşıtlığı vb.) yok vb vb…

Ülkemizde iletişim deyince sadece iletişim fakültesi, basın-yayın ve medya anlaşılıyor. Ülkenin risk iletişimi becerileri konusunda deneyimli az sayıdaki insan gücü, SB’nın kariyeri ve deneyimi ödüllendirmeyen işlendirme (istihdam) politikaları nedeniyle küstürülmüş ve ilgisiz görevlerde kaybedilmiş.

Türkiye’nin ithal etmek zorunda kaldığı (Covid-19 dışı) tüm aşıların üç yıllık maliyeti (40 milyon dolar) gibi bir harcamayla ile ancak tekrar kurulabilecek Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi’nin önce Aşı Üretim Enstitüsü, 2004’de; sonra da tamamı 2011’de 663 sayılı kanun hükmündeki kararname ile büyük bir strateji eksikliği ve öngörüsüzlükle kapatılmış. 

Bireyler ne yapabilir?

Yukarıdaki paragraflardaki saptamalarımızın çevre ve sağlıkta risk iletişimi ve algılamasıyla ilgisini kurmayı okurumuza bırakıyorum. İnsanların çoğu, korktuğu tehlike başına gelmeden tehlikenin olasılığını derinlemesine anlayıp algılamazlar. Dördüncü yazımda belirttiğim gibi, Türk halkının ekonomik kriz olmasından korkmasının (%76’sı) temelinde ekonomik kayıplara uğramaktan ve işini kaybetmekten korkmak vardır. Risk iletişiminde ekonomik kayıplara uğrama ve işini kaybetme riskine yeterince vurgu yapılmamakta ve anlaşılır bir risk senaryosu yazılmamaktadır. İnsanların kurallara uymadıklarında domino etkisi (it ite, it kuyruğuna) nedeniyle işlerini kaybedebileceklerini anlatmak, algılatmak gerekir. 

Bu konuda devleti ilgilendiren toplumsal önerilerimi bir önceki yazımda yapmıştım. Bunlardan bilinemezliklerle ilgili, sorulamayan, söylenemeyen ve bireylerin yapabileceği üç eylemi yazarak yazı dizimizi sonlandırıyoruz. 

Toplumun yüzde 60’ının aşılanması 2022 Ocak’a kadar sürer

Ülkemize gelen Çin malı Sinovac inaktive (ölü virüs içeren) Covid-19 aşısının 3 milyon dozluk ilk partisi, birinci öncelikli grup olan çalışan sağlıkçılara yapılmaya başlandı. Çalışan sağlıkçılara aşı önceliğinin bittiği 18.01.2021 pazartesi akşamına kadar sevindirici bir oranla (her yüz sağlıkçıdan 78’i) 830 bin halen çalışan sağlık görevlisi aşı oldu. Emekli sağlıkçıların aşılaması için verilen süre (19.01.2021 Çarşamba akşamı) bitiminde 953 bin olan aşılanan kişi sayısı, diğer öncelikli risk gruplarına yapılamaya başlandığı 20 Ocak sabahından sonraki iki günün (22.01.2021) sonunda 1.202.050 kişi oldu. İki günde öncelikli risk gruplarından 249 bin kişiye yani günde 124 bin 525 kişiye aşı yapılabildi.

Bu aşılama hızıyla en az bir kronik hastalığı olan ya da 65 yaş üzerindeki yaş gruplarında olup acil aşılaması gereken 23 milyonun (sağlık personeli hariç) aşılanması yaklaşık 185 gün yani yaklaşık 6 ay (Temmuz 2021 sonuna kadar) sürer. Toplumun %60’ının (49,8 milyon) aşılanması ise yaklaşık 13 ay (2022 yılı Ocak ayı sonuna kadar) sürecek demektir.

Bu nedenlerle aşı tedariğini takip eden günlerde nüfusun %60’ının dahi ilk doz aşılamaların üç ay içinde bitirilebilmesi için önceki yazımda da belirttiğim gibi ekiplerin tek vardiya çalışması halinde günde en az 553 bin kişi aşı yapılmalıdır.

Elimizdeki Sinovac aşısının koruyuculuğu hakkında henüz yeterli bilgi yoktur. 15-59 yaş aralığında aşının koruyuculuğu en düşük: Yüz aşı yapılanda 50,4 kişi (9000 sağlık çalışanı üzerindeki Brezilya Faz 3 çalışması:). Sonraki: Yüz aşı yapılanda 65,3 kişi (1620 kişilik Endonezya Faz 3 çalışması:). En yüksek ise: Yüz aşı yapılanda 91,25 kişidir (1300 kişilik sağlık çalışanındaki Türkiye Faz 3’ü geçici ilk sonuçları).

Bir aşının koruyuculuğu düştükçe aşılanması gereken toplum yüzdesi artar. Salgınbilimciler  salgının bulaştırıcılığı, bir kişinin 2,5-3,5 kişiye bulaştırması hızında -R0 2,5-3,5 iken- yüzde yüz etkili bir aşıda toplum bağışıklığını sağlayabilmesi için nüfusun % 60-72’sinin; yüzde 80 etkili aşıda nüfusun % 75-90’ının; koruyuculuğu daha düşük aşılarda ise tüm nüfusun aşılanması gerektiğini ifade etmektedir.  Bu nedenle, aksi açıklanıncaya kadar elimizdeki Çin aşısının bir-iki, en geç üç ay içinde nüfusun en az %90’ına yapılması gerekir.

Aşısı yaptırma eğilimleri ve aşı direncinin nedenleri

Ne var ki, Ipsos’un Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırması’nın 37. Dönemi Koronavirüse Karşı Aşı Yaptırma Eğilimi verilerine göre 22-26 Ekim haftasından 25-29 Aralık haftasına kadar tekrarlanan bir kamuoyu araştırmasına göre 18 yaş üzeri yurttaşlarımız arasında “Her 10 kişiden 4’ü aşı hazır olunca ilk 3 ay içinde aşı yaptıracağını ifade ediyor.” Aşı yaptırmayı düşünenlerin sayısı 25-29 Aralık haftasında % 44’e yükselmiştir. Çünkü ilk hafta %51 olan aşılanma isteği,  %38 kadar düşmüş, 25-29 Aralık yurttaşların % 32’i kararsız, % 24’ü kesinlikle aşı yaptırmayı düşünmediklerini söylemişlerdir.

Aşı yaptırmayı düşünmeyenlerin nedenleri

Aşı yaptırmayı düşünmeyenler veya kararsız olan bireyler, en çok (yüz kişiden 50-48’i) koronavirüs aşısının yeni olmasından ötürü olası yan etkilerinden endişe ettiklerini belirtmişlerdir.  2-7 Aralık haftasında “Aşı firmasına/aşıya güvenmiyorum” diyenler ikinci, “Aşının beni koronavirüse karşı koruyacağını düşünmüyorum” diyenler ise üçüncü en çok aşı yaptırmama nedeni olarak bulunmuştur.

Bir örnek üzerinde tartışalım: Aşının koruyuculuğunun % 60 olduğunu varsayalım. Yukarıdaki araştırma verilerine göre toplumda zaten yüz kişiden 24’ü aşı yaptırmayacak olursa kalan 76 kişi aşı yaptırsa bile bunların içinde 30 kişi Covid-19’a karşı korumasız olacak, yakalanırsa hastalığı hafif geçirecek, ama yüz kişiden 54’ü hâlâ hastalığı yayacak. Bunu Türkiye nüfusuna yansıtırsak 44,82 milyon kişi hastalığı geçirme ve bulaştırma olasılığında olacaktır. Gerçek toplumsal bağışıklık oranı % 48 gibi ( salgınbilimcilerin istemediği, yani salgından korumayan bir oranda kalacaktır.

İŞTE BU NEDENLERLE:

1- Özellikle ölü virüs aşısı olan ve ülkemizin ilk ağızda yapmaya başladığı Çin firmasınca üretilen Sinovac aşısını gönül rahatlığıyla yaptırın. Koruyuculuk yüzdesi ne olursa olsun, aşı oldukları halde Covid-19’a yakalananlarda hastalık hafif seyretmekte ve ölüme neden olmamaktadır. Aşı sonrası yan etki oluşma riski,  Covid-19 hastası olma riskine kıyasla çok çok azdır. Aşı olmak bedensel, ulusal koruma ve özgürlüklerimizin geri gelmesi için tek çaredir. Eğer aşılama çalışmaları hızla istenen oranda toplumsal aşılamayla sonuçlanmazsa 2-3 ay içinde hastalık virüsünde olası mutasyon (yapı değişiklikleri) nedeniyle, var olan aşıların korumadığı yeni bir tip Covid-19 salgını olabilir. Bu nedenle aşı olmak sadece bireysel korunmanın çaresi değil, bir yurtseverlik, milliyetçilik, insan haklarına saygı göstergesidir.

2- Bize ve sevdiklerimize acımayanlara acımak, kendimizi aldatmaktır. ‘Maske’yi (uygun olarak) takmayan ve aşı olmayı reddettiğini bildiğiniz kişileri çalıştırdığı/bu kişilerin çalıştığı işyerlerinden hizmet ve mal alışverişi yapmayın. Kurumsal ve birden fazla kişinin çalıştığı işyerlerinde çalışanların sadece biri bu hatayı yapıyorsa dahi, kurum veya işyeri sahibine acımasızca şikayet edilmelidir. Böyle sorunlu çalışanların işyerleri sahipleri, ‘nedeninin önlemlere uymayan hangi çalışan olduğunu bütün ekibe söyleyerek’, çalışan ekibin hepsine (geçici olarak) maddi veya sosyal hak (performans) cezası vermelidir. Böylece çalışanların içlerinden birisi maske takmaz, aşı olmazsa bütün ekibin işsiz kalacağını anlamaları ve diğer çalışanların maske takmayana sosyal baskı yapması sağlanarak salgın kural ve yasaklarına uyulması sağlanacaktır.

3- Son olarak: Birey olarak gelecekteki salgınlardan korunmak için yapabileceğimiz en iyi işlerden birisi de yaklaşan ilk seçimde oyumuzu kasaplarımıza vermemektir. Ülkemizdeki siyasi mevzuatın eksiklikleri nedeniyle cumhurbaşkanları ve milletvekili gibi yöneticilerin ve siyasetçilerin cezalandırılmaları, ancak genel ve yerel seçimlerdeki oylarımızla olmaktadır. Ayasofya Camii’nin açılışı, Giresun mitingi gibi sosyal mesafe ve maske denetimlerinin yapılamadığı büyük toplantılar yapmakta ısrar ederek toplumdaki salgın riskini arttırıp risk algısını zayıflatan, riski uzun süre saklayarak topluma yalan söyleyen, Türk Tabipleri Birliği’nin kapatılmasını isteyen, mazlum çoğunluğu değil zalim azınlığın haklarını ve gelirini koruyan vb. siyasetçilere oy vermeyerek kendisi ve partisi cezalandırılmalıdır.

BİTTİ… 

Dr., Halk Sağlığı Uzmanı

Sivil toplum Espoo Sözleşmesi’nin neresinde -2

Mevcut yasalar uyarlanmış, hukuk tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmişse mücadelenin bu ayağını sınır ötesine doğru uzatmak bir seçenek olmanın ötesinde midir? Geçen hafta Akkuyu Nükleer Santrali‘yle ele aldığımız Espoo Sözleşmesi‘nin örtük ihtimallerini bu defa Sinop Nükleer Santral Projesi için değerlendirelim.

Türkiye’de biri bitmeden ikincisinin kurulması için Sinop’un işaret edildiği nükleer santral projesine dünyanın ikinci büyük nükleer felaketinden iki yıl sonra karar verildi. Fukuşima’dan yükselen radyoaktif etkilere dair kabuslar dünya kamuoyu tarafından da görülmeye başlamışken Japonya ile hükümetlerarası anlaşma 2013 yılında imzalandı. “Hatalarımızdan ders alıyoruz!” mottosuyla ülke içinde yaşanan korku ve paniğin sevk ettiği nükleer santralleri tekrar çalıştıramama ihtimaliyle dünya nükleer endüstrisinin imajını kurtarmak adına en “akılcı” yol, şirketleşen dünyanın pazarlama mantığına uygun olacaktı. Kullanamadığını parlatarak satmak gibi bir stratejiyle bu sermaye yoğun riskli teknoloji ve binlerce insan kaynağına yönelik yeni müşteri küresel piyasada nasılsa bulunabilirdi…

Eskiyen yurt dışına

Bu düşünceler Türkiye ve Japonya [1] arasında nükleer anlaşmanın imzalanmasının ardından Fukuşima nükleer felaketinin neden ve sonuçlarının küresel manada anlaşılması için parçası olduğum Fukuşima’ya düzenlenen bir eğitim gezisi kapsamında beni Oneda Nükleer Santrali’nin yetkilisine şu soruyu sormaya sevk edecekti: “Japonya’da 53 reaktör var ve bunların bazıları ömrü dolduğu için kapatıldı, bazıları ise geçici olarak devreden çıkarıldı, binlerce personelin ve teknolojinin maliyetini nasıl tolere edeceksiniz?

Bir “yabancı” olarak dolambaçlısını beklediğim yanıtın dik açılı saflığı, düzlüğü ve netliği beni şaşırtmıştı: “Onları yurt dışı projelerimizde değerlendireceğiz…”

Fukuşima Nükleer Santrali’nden bir görüntü

Bu uzun girişi küresel sermayenin tıkanan damarlarını açma taktiğine nükleer güç bağlamında bir örnek olarak düşünelim. Zira Türkiye’de gerek Japonya’nın gerekse küresel nükleer endüstrinin taleplerine cevaz veren bir hükümet on sekiz yıldır icraatlarını sürdürmekte. Bu gibi planların gerçeğe dönüşmesi için izlenen yolda ise demokratik kitle örgütlerinin ve halkın itirazlarının engellenmesine ek olarak geriye düşülen hak ve özgürlüklerde en son “Kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi kanunu” üzerinden mesnetsiz suçların atfedilmesi, kayyım atanmasına kadar vardı.

Küresel sermayeyi kendi yöntemiyle yenmek

Tıkandığı noktada uluslararası çözümler üretebilen nükleer endüstrinin karşısında mağduriyete uğrayacak olan halkların sınırların ötesine taşarak dayanışma sağlaması açısından 1970’lerde Avrupa ve ABD halklarını bir araya getiren nükleer testlerin durdurulmasını sağlayan hareketler hatırlanabilir. Bununla birlikte 1997’de yürürlüğe girerek Sınır aşan Çevresel Etki Değerlendirmesi Sözleşmesi (Espoo) ortak bir coğrafyada bulunan herkesin çevresel bilgiye ulaşmasını ve kararlara katılmasına olanak tanımasıyla yasalar kapsamındaki önemli bir seçenek olarak değerlendirilebilir. Zira Karadeniz çevresindeki ülkelerden Rusya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Bulgaristan’da yaşam, görece kapalı bir deniz olan Karadeniz’in kıyısındaki Sinop‘a kurulacak bir nükleer santral nedeniyle etkilenecek.

Avrupa Komisyonu: Türkiye Espoo’yu imzalamalı

Karadeniz’in kıyısına kurulmak istenen Sinop NGS’nin bu denizi Avrupa ülkeleriyle paylaşıyor olmasından hareketle Fizikçi Prof. Dr Hayrettin Kılıç da sivil toplumun sorumluluk duyan bir ferdi olarak Türkiye’nin Espoo Anlaşması’nı imzalaması için Avrupa Komisyonuna ve Bükreş Konvansiyonu Sekreteryası‘na ithafen bir mektup kaleme aldı.

Mektubunda Sinop NGS’nin kaza gibi bir felaket olmasa dahi salt kurulmasıyla Karadeniz ekosistemine nasıl olumsuz etkilerde bulunacağını açıklayan Kılıç, Türkiye’nin Sinop NGS projesiyle 1982’de taraf olduğu Sofya Protokolü ile 1986’da taraf olduğu Bükreş Konvansiyonunu açıkça ihlal ettiğini de hatırlatıyor. Mektupta Sinop NGS’nin özellikle tüm deniz organizmalarını içeren kıyı yüzey suyunu emerek sadece ısı ile değil, aynı zamanda ayrıca soğutma suyu sistemine enjekte edilen kimyasallarla da zehirleyerek 10 yıl içinde Karadeniz’de yerel deniz yaşamının yok olmasına yol açacağını açıklandığı gibi ÇED raporunda toksik kimyasalların buharlaşma oranlarıyla bölge nüfusu üzerinde oluşabilecek sağlık risklerine dair herhangi bir bilgilendirmenin de belirtilmemiş olduğuna vurgu yapılıyor.

Bu çerçevede projenin her açıdan Karadeniz’in güvenliğini tehdit ettiği gibi olağan ÇED sürecinin de demokratik olmayan, şeffaflıktan uzak bir şekilde ve yurttaşların katılımının engellenmesiyle gerçekleştirildiği belirtilerek Espoo Anlaşması uyarınca uluslararası prosedürün Sinop-ÇED prosedürüyle birlikte yürütülmesi gerektiğine de işaret ediliyor.

6 Şubat 2018- Sinop NGS için halkın katılamadığı Halkın Katılımı Toplantısı.

Türkiye Hükümeti’nin Espoo Sözleşmesi’ni imzalamaktan imtina etmesinin nedenini nükleer santralin lisans sahipleri / işletmecilerinin Karadeniz’in güney kıyılarında sadece 200-300 metre sınırlı deniz yaşamının sonunun başlangıcı olacak bir kazanın meydana gelmesi halinde zararın tazmin yükümlülüğüyle karşılaşılmasını önleme amacı taşıdığına da vurgu yapılan mektupta, Karadeniz Bükreş Anlaşması imzacılarının ilgisi talep ediliyor. Zira Türkiye Sinop NGS Projesi ile aslında Karadeniz ‘in çevresini ve doğal ortamını korumak üzere Karadeniz çevresindeki ülkeleri (Rusya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Bulgaristan) de bilgilendirmeyerek imzalamış olduğu Bükreş Anlaşmasını ihlal etmekte [2].

Avrupa Komisyonu Çevre Komisyonu Başkanı Davor Percan tarafından değerlendirilen bu tespitler “Türkiye’de çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek nükleer projelerle ilgilenildiği” şeklinde karşılık buluyor. Nitekim Percan’ın yanıt mektubunda ülkelerin kendi topraklarında nükleer santral kurma kararlarına yönelik herhangi bir müdahale veya yaptırım olmasa da hala ‘AB üyeliği bekleyen bir Türkiye’den bahsediliyor ve Avrupa ile çevre, deniz, karasal çevre ve nükleer güvenlik dahil yasal müktesebat açısından uyumunun önemine işaret ediliyor.

Ne dersiniz? Hazır Bükreş Anlaşması Sekreteryası’ndan Türkiye’nin anlaşmayı ihlal ediyor olmasına dair bir geri dönüş yapılması beklenirken demokratik kitle örgütlerinin/sivil toplum örgütlerinin sözleşmeye taraf olan ülkelerin hükümetlerinin sessiz kalmayı tercih etmesi ihtimaline karşı sınır aşırı ülkelerde işbirlikleri geliştirmesi, bu girişime ivme kazandırabilir mi?

*

[1] 2019 yılında Japonya hükümeti ve şirketleri Sinop’taki nükleer santral projesinden çekilmişse de Sinop’a nükleer santral kurulması için girişimler devam ediyor. Halihazırda hangi ülkenin know-how teknolojisiyle inşa edileceği bilinmese de bir referans reaktör baz alınarak buna Çevre Etki Değerlendirme Onayı verildi. demokratik kitle örgütlerinin ve halkın itirazlarıyla proje yargı sürecinde bulunuyor.

[2] Kılıç, H.  ve Atal, İ. H. Violation of the Convention on the Protection of the Black Sea against Pollution, Bucharest’s Convention of 1992 and the Sofia Protocol of 2018 by Turkish Government’s Sinop Nuclear Power Complex Project (Karadeniz’in Kirliliğinin önlenmesini hedefleyen Bükreş sözleşmesi ile Türkiye tarafından 2018 yılında imzalanan Sofya protokolünün ihlali) Journal of Environmental Science and Engineering, A 10 (2021), 34-38

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.) 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Darwin’le tanışan soluğu bilimde alıyor

“Başta biyoloji olmak üzere birçok bilim dalını kökünden değiştiren bilim insanı kim?” diye sorsalar akla ilk gelen isim Charles Darwin’dir. Uzun araştırmalar sonucu elde ettiği bulgulara dayanarak, türlerin seçilim yoluyla evrimleştiği fikrini, aslında fikirden öte bir doğa yasası olduğunu bütünsel ve sistematik bir şekilde ortaya koymayı başardığı için onu evrim teorisinin mimarı olarak da tanıyoruz.

Ne var ki, 1859’da birinci basımı gerçekleşen en bilinen eseri Türlerin Kökeninde, dünyanın muhtemelen ilk ekolojik deneyinin sonuçlarını da irdelediğinden pek az kişi haberdar. Darwin, kitabın ilgili yerinde deneysel olarak ekilen otlar çeşitlendirildiğinde, bu bitkilerin veriminde de artış gözlemlendiğinden bahseder; ki biyoçeşitlilik ile ekosistemlerin işleyişi arasındaki bu ilişki halen ekolojinin en güncel konularından biridir. Ancak Türlerin Kökeni’nde bu deneyin nerede, ne zaman gerçekleştiğine dair bir not bulunmaz.

Bu sırrı çözmek, biri Londra’da Imperial College’de, diğeri Japonya’da National Institute for Environmental Studies’te bilimsel araştırmalarını sürdüren Andy Hector ile Rowan Hooper’e nasip oldu. Sürdükleri iz onları kütüphaneden kütüphaneye, sonunda da Darwin’in tamamlanmamış bir manüskriptinin sayfaları arasında kuruttuğu otlara ve yanlarına düştüğü notlara götürünce, söz konusu deneyin, ilk baskısı 1816’da yapılan Hortus Gramineus Woburnensis adlı eserde ayrıntılarıyla ele alınan George Sinclair’in deneysel bahçesinde gerçekleştirildiği ortaya çıktı.

Sinclair bu bahçeyi, normalde dünyanın farklı coğrafyalarında yetişen otların karma ekim koşullarındaki davranışlarını gözlemlemek ve verimlerini karşılaştırmak için kurmuş ve böylelikle ekoloji kavramı henüz doğmamışken dünyanın ilk planlı ekolojik deneyini gerçekleştirmişti.

Milli Müfredat’tan çıkarıldı!

Araştırmalarını bir doğa bilimcisinin merakı ve yöntemleriyle sürdüren Darwin’in, canlı ve bitki türlerini aynı zamanda ekolojik bir bakış açısıyla de incelediğini, Solucanların Verimli Toprak Oluşumundaki Rolü adlı eseri de çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.

Bu eserden bir alıntı, Bilgi Yayınevi tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlanan ve milli eğitimin müfredattan çıkardığı Darwin’i ve insanlığa yaptığı bilimsel katkılarını gençlerle buluşturmayı amaçlayan Charles Darwin bir devrim adlı kitapta da yer bulmuş:

“Solucanlar dünya tarihinde insanların büyük çoğunluğunun hiç anlayamayacağı kadar önemli bir rol oynadı. (…) Dünyadaki bütün bitkilerin solucanların bedeninden geçtiğini ve daha sonra hiç de fazla sayılmayacak bir süre içinde bir kez daha geçtiğini hayal etmek muhteşem bir his.”

Annabelle Kremer’in yazdığı, François Olislaeger’in resimlediği ve Tonguç Çulhaöz’ün Türkçeleştirdiği kitap pekâlâ yetişkinler için de doyurucu bilgiler ve ilginç ayrıntılar barındırmasına karşın öncelikle bilime meraklı genç okurlara hitap ediyor.

Charles Darwin’in özgeçmişini, araştırma yolculuklarında tuttuğu günlük notlarını, eserlerinden alıntıları kronolojik bir sıralamayla bir araya getiren kitap, ayrıntılı yorum ve açıklamalara da geniş yer veriyor. Darwin’in bilime ve insanlığa olan katkısının neden devrim niteliğinde olduğunu irdeleyen yazar, olaylara bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşmanın önemini ve temel ilkelerini, Darwin’i örnekleme yoluyla gözler önüne seriyor.

Bilim yolculuğu

Karmaşık bilimsel gerçekleri basitleştirmeden de anlaşılır kılmak mümkün. Bu düsturdan hareket eden yazar, Charles Darwin’in macera dolu hayat yolculuğunu aydınlatırken, genç okurun ilginç, heyecanlı ya da komik bulacağı ayrıntıları es geçmemiş. Böylece bizi kitabın bilimsel içeriğinin yükü altında ezilme riskinden kurtaran küçük duraklar yapabiliyor, arada küçük Charles’in ağzına bok böceği soktuğunu ya da yetişkin Charles’in evliliğin fayda ve zararlarından oluşan bir liste tuttuğunu okuyup biraz ferahlayabiliyoruz. Kitabın, evrim teorisinin doğumuna şahitlik eden çağın atmosferini yansıtan büyük boy renkli çizimlerle bezenmiş olması da aynı amaca hizmet ediyor.

Son sözü, bilim dünyasına adım atmaya hazırlanan gençlere bu kitap aracılığıyla da ilham vermeye devam eden Darwin’in kendisine bırakmadan önce, daha küçük yaş grubu için Türlerin Kökeni’nin Sabina Radeva’nın çizimleriyle resimli kitap olarak yorumlanmış halinin kısa süre önce Domingo Yayınları’ndan çıktığını da hatırlatalım:

“Bana uzun bir yolculuğa çıkıp çıkmamakla ilgili bir soru önceden yöneltilseydi, yanıtım tamamen bir yolcunun hangi bilim dallarından keyif aldığına ve bu yolculuğun onun çalışmaları konusunda kendisine ne gibi faydalar sağlayacağına bağlı olurdu. (…) Kısacası, insanın bir amacı olması; bu amacı da tamamlanması gereken bir çalışma, ortaya çıkarılması gereken bir gerçeklik olması, yani özetin de özeti dersek, böylesi bir amacın sizi desteklemesi ve cesaretlendirmesi şarttır.” (Charles Darwin, Araştırma Gazetesi, 1845.)

*

Annabele Kremer: Fransa’da Souffelweyersheim’de bulunan Collège des Sept Arpents’de öğretmenlik yapan Kremer, aynı zamanda yarı zamanlı olarak öğretmenlerin bilim ve teknoloji alanındaki araştırmacı yönünü geliştirmeyi amaçlayan MPLS-Elsass adlı eğitim kuruluşunda çalışmaktadır.

2017’de Ulusal Doğa Tarih Müzesi ve Fransız Polar Enstitüsü’nün ortak bir projesi çerçevesinde Antarktika’ya bir araştırma gezisine katıldı. Charles Darwin bir devrim, kaleme aldığı ilk kitap.

François Olislaeger: Tanınmış Belçikalı karikatürist, dansla illüstrasyonu bir araya getiren çeşitli sanat projelerini yürümenin yanı sıra çok sayıda çocuk kitabı resimledi.

 

 

Bakan Koca: 17 kentte İngiltere varyantı mutasyonlu virüs tespit edildi

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca koronavirüsün mutasyona uğramış varyantının Türkiye’de de görüldüğünü söyledi.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Koca, “Avrupa’daki vaka artışlarının arkasındaki etmenlerden biri virüsün mutasyonlu varyantı. Ülkemizde mutasyonlu virüs tespit edilen vatandaş sayısı 128’e yükselmiştir. 17 şehrimizde İngiltere varyantı görüldü” dedi.

‘Mutasyonlar aşı çalışmalarını etkileyebilir’

Virüsün mutasyona uğramış olmasının şimdilik aşı çalışmalarını etkilemediğini vurgulayan Bakan, şu ifadeleri kullandı:

“Ancak yeni mutasyonlar aşı çalışmalarını da zorlayabilir. En büyük silahımız halen maske ve mesafe kuralına uymak. Vaka sayılarını kontrol etmek elimizde. Kontrol elimizdeyken kıymetini bilerek temkinli hareket etmeli ve kalabalık ortamlardan uzak durmalıyız.” 

Johnson & Johnson ve Novavax koronavirüs aşılarının etkililik oranlarını açıkladı

Dünyanın en büyük sağlık ürünleri şirketlerinden Johnson & Johnson‘a bağlı ilaç firması Janssen, geliştirdiği tek dozluk koronavirüs aşısının etkililik oranlarını açıkladı.

Belçika merkezli ilaç şirketi, 44 bin kişiyle yapılan Faz 3 çalışması sonuçlarına göre aşının orta ve ağır şiddetteki vakaların önlenmesinde yüzde 66 etkili olduğunu duyurdu.

Ayrıca aşının ağır enfeksiyonları yüzde 85, hastaneye yatış ve hastalıktan ölümleri de yüzde 100 oranında engellediği belirtildi.

Koronavirüs varyantına karşı daha az etkili

NY Times’ın aktardığına göre yapılan açıklamada aşının daha bulaşıcı olduğu düşünülen koronavirüs mutasyonlarına karşı da etkili olduğu belirtildi. Ancak aşının etkililik oranı ABD’de yüzde 72 olurken, 501.V2 varyantının çok fazla görüldüğü Güney Afrika’da yüzde 57’ye düştü.

Çalışmalar, bu varyantın Pfizer-BioNTech, Moderna ve Novavax tarafından yapılan Covid-19 aşılarının etkinliğini de körelttiğini gösteriyor.

Fotoğraf: Shutterstock

Johnson & Johnson, önümüzdeki hafta Gıda ve İlaç İdaresi‘ne aşı için acil durum yetkilendirmesi için başvurmayı planladığını ve şubat ayında izne tabi tutulacağını söyledi.

Şirketin baş bilim sorumlusu Dr. Paul Stoffels, “Bu, tek bir dozla fark yaratabilen pandemik aşısı” ifadelerini kullandı.

Hisseleri yüzde 4 değer kaybetti

Aşı açıklanan rakamlara göre Moderna ve Pfizer aşılarından daha az etkili duruyor. Bu şirketler, yüzde 95 civarında etkinlik oranı açıklamıştı. BBC’nin aktardığına göre sonuçların açıklamasının ardından Johnson & Johnson’ın hisseleri yüzde 4 değer kaybetti.

Ancak uzmanlar, bu sonuçların doğrudan kıyaslanamayacağını çünkü denemelere hafif vakaların dahil edilmediğini söylüyor. Ayrıca yıllık grip aşılarının tipik olarak yüzde 40 ile 60 arasında etkili olduğu belirtilerek bu oranların da güçlü bir aşıyı yansıttığı belirtiliyor.

Novavax: Etkililik oranımız yüzde 89,3

Amerika Birleşik Devletleri merkezli ilaç şirketi Novavax,  ise geliştirdiği koronavirüs aşısına karşı Birleşik Krallık’ta sürdürdüğü üçüncü faz aşı çalışmalarına karşı yüzde 89,3  oranında başarı sağladığını açıkladı.

AA’nın aktardığına göre açıklamada aşının İngiltere’de 15 bin kişi üzerinde yapılan denemelerinin devam ettiği, ilk defa Güney Afrika‘da görülen virüsün yeni mutasyonuna karşı da “belli ölçüde işe yaradığı” belirtildi.

Geliştirdikleri aşının Güney Afrika’daki koruma oranının yüzde 49 olduğunu belirten şirket, denekler arasında AIDS hastalarının da bulunduğunu, aşının etkinlik oranının HIV taşımayan hastalarda yüzde 60’a çıktığını söyledi.

CHP’de yol ayrılığı: Üç vekil istifa etti

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekilleri Mehmet Ali Çelebi, CHP Karabük Milletvekili Hüseyin Avni Aksoy ve CHP Yalova Milletvekili Özcan Özel partilerinden istifa etti. Üç milletvekilinin CHP’nin eski Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce‘ye yakın oldukları ve kuracağı yeni partiye geçecekleri öne sürülmüştü.

Vekiller, Mehmet Ali Çelebi ve Hüseyin Avni Aksoy’un CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘na mektup yazarak parti yönetimini eleştirdiği kamuoyuna yansımıştı. Kılıçdaroğlu’nun da “Cumhuriyet Halk Partisi’nde genel başkana mektup yazılmaz. Genel başkandan randevu alınır, gelinir, konuşulur” yanıtını verdiği iddia edilmişti.

Üç vekil geçtiğimiz salı günü CHP grup toplantısının ardından Kılıçdaroğlu ile görüşüp rahatsızlıklarını iletmiş, ardından çarşamba günü de CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel ile bir görüşme gerçekleştirmişlerdi.

Üç vekilin istifasıyla CHP’nin Meclisteki sandalye sayısı 138’den 135’e düşmüş oldu.

Adil Tek: Dünyanın enerji problemi çözülmeden küresel iklim değişikliği çözülmez

Kuraklık, iklim değişikliği ve yağışlarla ilgili değerlendirmelerde bulunan Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Meteoroloji Laboratuvarı Başkanı Adil Tek, iklim değişikliğinin aslında dünyanın enerji problemi olduğunu belirterek bu sorunun çözülmeden küresel iklim değişikliğine çözüm bulunamayacağını belirtti.

Türkiye’deki yağışlara da dikkat çeken Tek, “Pasifik ısındığı zaman bizde kuraklık oluyor, Pasifik soğuduğu zaman bizde yağışlar biraz daha artmaya başlıyor. Geçtiğimiz yaz ülkemiz ‘El Nino’ dönemindeydi. Pasifik’te sıcak sular vardı, o dönemde bizde kuraklık kendisi gösterdi. Yavaş yavaş ‘El Nino’ periyodundan çıkıyoruz, ‘La Nina’ periyoduna giriliyor. ‘La Nina’ periyoduna girildiğinde yağışlar başlamış vaziyette.” dedi.

Üç ay yağışlar ortalama ve üzerinde seyredecek

AA’dan Lale Bildirici‘nin haberine göre, Adil Tek önümüzdeki günlerde devam edecek yağışların ocak ayı sonuna kadar ülkenin önce batı, sonra doğu ve orta kesimlerinde etkisini göstereceğini belirterek şunları söyledi:

Mart, nisan ve mayıs aylarında, yağışlar ortalama ve üzerlerinde gözüküyor. Burada yağışların karakteri önem kazanıyor. Dönem dönem kuraklık yaşıyoruz ve bundan sonra da yaşayacağız. Kullanma suyunun sadece yağışlara bağlı olarak çözülmeye çalışılması çok doğru bir yaklaşım değil. İstanbul’daki baraj havzaları topladığımızda kentin 200 günlük suyuna yetiyor. Çözümlerden biri de belli belli metrekare üzerinde alanları olan yerlerde sarnıçlar kurulması.”

Fotoğraf: DHA

Tek, su tasarrufunun kuraklık döneminde tek başına yeterli olamayacağını, nüfus artışıyla birlikte su kaynaklarının çeşitlendirilmesi gerektiğini de vurguladı.

‘Kurak süreçleri yaşamaya devam edeceğiz’

Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi Meteoroloji Laboratuvarı Başkanı Adil Tek, kurak süreçlerin tekrar yaşanacağına dikkat çekerek şunları ifade etti:

Ocağın ikinci periyodunda kuzeyden akımlar gelmeye başladı. Bu ayda gelmeye başlayan yağışlarla birlikte İstanbul’daki baraj doluluk oranları yüzde 30’ların üzerine çıktı. Ocak ayı sonuna kadar yine yağışlı sistemler gelecek. Önümüzdeki yağışlarla İstanbul barajlarındaki doluluk oranının yüzde 40’lara kadar ulaşacağını düşünüyoruz. Kurak süreçleri ülkemizde yaşamaya devam edeceğiz.”

Adil Tek, normal yağışın sızma denilen yeraltı sularının beslenmesine çok faydası olmadığını, kar yağışının barajların doluluk oranını daha çabuk artırdığını söyledi.

Yağışların karakteri değişiyor

Adil Tek, “Yağışlar bir anda kuvvetli bir şekilde düşüyor, sel oluyor ve gidiyor, bir faydası olmuyor. Bu durum da küresel iklimin önemli göstergelerinden bir tanesidir” diyerek yağışların karakterinin giderek değiştiğini kaydetti. Tek, yağışların miktarının arttığını ancak bununla birlikte yağışlı gün sayısının azaldığını da ekledi.

Bireysel tedbir alınamıyor

Adil Tek, dünyadaki doğal afetler sıralamasında ilk sırada meteorolojik karekterli doğal afetler olduğunu şöyle hatırlattı:

Deprem çok büyük bir felakettir fakat depreme dayanıklı bina tercih ederseniz depremden bireysel olarak korunabilirsiniz. Meteorolojik karakterli doğal afetlerde ise tek başınıza bireysel tedbir alamıyorsunuz. Dünyadaki doğal afetler sıralamasında deprem dördüncü sırada geliyor. İlk sırada meteorolojik karakterli olan doğal afetler, sıcak hava dalgaları, sel su baskınları ve fırtına olayları var.”

Zeytinburnu’nda bir gemi fırtına sebebiyle karaya oturdu

İstanbul Zeytinburnu ilçesinde Ahırkapı bölgesinde demirli bulunan Streamline isimli kargo gemisi, fırtına nedeniyle kıyıya sürüklenerek karaya oturdu. İstanbul Valiliği bölgeye Kıyı Emniyet Müdürlüğü ve Sahil Güvenlik ekiplerinin gönderildiğini duyurdu.

İstanbul Valiliği Zeytinburnu açıklarında karaya oturan gemiye ilişkin “Bugün saat 15.00 sıralarında Sahil Güvenlik Harekat Merkezinden alınan bilgiye göre; Zeytinburnu Ahırkapı (D) bölgesinde demirli bulunan, Morini Limanına kayıtlı ve Comoros Bayraklı “STREAMLİNE” isimli kargo gemisinin, hava muhalefeti nedeniyle demir tarayarak kıyıya sürüklendiği ve sancak tarafından karaya oturduğu bildirilmiştir” açıklaması yapıldı.

Fotoğraf: Elif Yavuz/DHA

‘Çevre kirliliği yaşanmadı’

Açıklamada olay yerine Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne ait üç kurtarma römorkörü, Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait iki bot ile tahlisiye (can kurtarma) ve çevre ekibi sevk edildiği belirtildi.

Valilik “Yapılan kontrollerde olay nedeniyle çevre kirliliği yaşanmadığı rapor edilmiştir” ifadelerini kullandı.