Modern demokrasinin yaklaşık 200-250 yıllık bir tarihi var. Bugün geldiği yer oldukça sorunlu; seçimlere katım oranları düşüyor, kararsızlar çoğalıyor… Demokrasi ve katılım, demokrasin katılımcı süreçlerle geliştirilerek yaşamımıza toplumsal ve yaşadığımız kentin yönetimine girmesi ve katılımcı bir kent yönetiminin ve katılımcı planlamanın yapılabilirliği üzerine tartışmayı geliştirirken, demokrasi kavramının son yüzyılına şöyle bir “kuşbakışı” göz atmak, sanırım yararlı olacak. Ancak bu kısa yazı bütün demokrasi tarihini incelemeye yetmeyeceği için, Ege-Anadolu-Yunan polislerindeki uygulamalara, buradaki kent demokrasilerinin anlamına ve seyrine göz gezdirerek başlayamayacağız.
Sondan, bugünü etkileyen koşulların oluşmasından başlayalım:
20. yüzyılın son yarısında, özellikle 1980 sonrasında, neo-liberal anlayıştaki kapitalizmin küreselleşmesiyle bütün kentler büyük bir değişim geçirmeye başladı. Bu değişim önce kentlerdeki toplumsal yaşam ve çalışma-üretme ve ilişki biçimlerinde görülmeye başladı; giderek kentin mekanları da bu yeni yaşama göre biçimlenmeye, gelir dağılımındaki kutuplaşmaya uygun yeni biçimler almaya yeni bir kent makro-formu geliştirmeye başladı.
Çalışan sınıflar ve yoksullar için demokrasi
Bu değişimler aynı zamanda demokrasi anlayışında ve demokratik kurumların ve kuralların işleyiş biçimlerinde de ortaya çıktı ve zaten her zaman ekonomik ve ideolojik olarak güçlü ve egemen olan sınıfların saldırılarına uğrayan/ kırpılan-kötürümleştirilen ve körleştirilen demokrasi düşüncesi giderek daha başarısız ve daha sönümlenmiş bir illüzyon; dışı yaldızlanmış ama içi boşaltılırmış bir kavram olarak, ülkelerin ve kentlerin yaşamındaki terimlerden biri gibi olmaya başladı.
1980’li yılların sonuna kadar dünyada soldaki egemen güç için demokrasinin içeriği neredeyse sınıfsal ve sınıfların ekonomik durumundaki kaba bir eşitliğe, (bürokrasinin ve teknokrasinin kayrılmış durumu ve olağanüstü yaygın rüşvet mekanizmaları sayılamazsa) baskıcı ve merkezi bir devletçiliğe dönüşmüş durumdaydı.
Kapitalist dünyada ise demokrasi daha çok bir soğuk “savaş” retoriğine indirgenmişti. Gerçekte, çalışan sınıflar ve yoksullar için en iyi olasılıkla, seçim yıllarında oy kullanma hakkı kadar bir demokrasi söz konusu olabilir. Ancak daha çok Avrupa ülkelerinde ve sosyal demokrat partilerde ve belki bazı sosyalist ya da komünist düşünürlerin literatüründe demokrasiye rastlayabiliriz. Yine de, 20. Yüzyıl’ın ilk yarısında, demokrasi ile ilgili düşüncelerin pek fazla tartışıldığı söylenemez. Savaş sonrasından 1980’lere kadar önde gelen kavramlar, savaşan kapitalist ülkeler için yoksulluğunun azaltılması ve orta sınıflaşmanın güçlendirilmesi, diğer “az gelişmiş” ülkeler dünyası için de kalkınma idi.
Kalkınmanın doğal olarak daha demokratik, en azından periyodik olarak seçim sandıklarının konduğu politik bir sistem getireceği düşünülüyordu. Az gelişmiş ülkelerde bu sandıklar, eğer konduysa bile, kısa zamanda askeri ya da sivil diktatörlüklerin demokrasisine dönüştü. Eğer kendiliğinden askeri diktatörlük oluşmuyorsa, kapitalizmin militer ve diplomatik mekanizmaları önce Vietnam’da, sonra da Yunanistan’da, Türkiye’de, Şili’de olduğu gibi, ABD Merkezi İstihbarat Örgütü‘nün yol göstericiliği ve desteğindeki darbelerle bütün demokratik kıvılcımlanmaları, kıpırdanmaları boğmakla meşguldü.
Sanki demokrasi ile ilgili bütün sorunlar 19. Yüzyıl’da, meşruti veya cumhuriyetçi parlamentoların kurulması, anayasaların seçim sistemlerini tanımlaması ve çok partili- temsili demokrasilerin oluşturulmasıyla çözülmüş gibi düşünülüyordu. 19. Yüzyıl’da ve 20. Yüzyıl’ın başlarında bu tür bir demokrasiye karşı çıkışlar sadece işçi sınıfının örgütlenme, sendikalaşma, kooperatifleşme hareketinde ve kadınların eşit oy hakkı (ve tümel bir eşitlik) mücadelesinde görülüyordu. Gündelik yaşam uygulamalarında (ailede, mahallede, okulda, işyerine vb.) demokrasi düşünülmüyordu bile. 19. Yüzyıl’da, bunların dışında sadece, (küçük ama düş gücümüzü hala aydınlatmakta olan) ütopyalardaki demokrasi arayışından bahsedebiliriz.
‘Kendiliğinden’ demokrasi
20. Yüzyıl’da, savaşa kadar ve iki savaş arasında demokrasi arayışı, belki sadece protestolar, sokaklarda ve kamusal alanlardaki yoğun mücadele potasında gerçekleşiyordu. Ancak bu mücadelelerde demokrasi kavramından çok, demokrasi için öncül kavramlar olduğunu söyleyebileceğimiz “gender/ toplumsal cinsiyet” ya da “sınıf” açısından emeğin özgürleşmesi ve çalışmanın adil bir karşılığının alınabilmesi, eşitlik gibi kavramlar ön plandaydı.
2. Dünya Savaşı sonrasında kentlerde hızla, planlamanın ve orta sınıflar için yaşanabilir konut alanlarının üretilmesine girişildi ve problem teknik olarak çözüldü. Toplumlar, demokrasi arayışını nerdeyse terk etmiş gibiydi. Avrupa’nın bir-kaç önde gelen ülkesinde tartışmalar daha çok özgürlükler, modern dönüşümler/ modernleşme, yabancılaşma, toplumsal ve kültürel ilerleme ve bilimin gelişmesiyle ortaya çıkan nükleer silahların yarattığı tehdit ve dehşet dengesi, sömürgelerin bağımsızlık savaşları gibi konular çerçevesindeydi. Az gelişmiş ve yoksul ülkeler ise daha çok, emperyalist sömürüden kurtulmak ve kalkınma gibi konular üzerinde konuşuluyordu.
Demokrasi, sanki modernleşmenin doğal bir uzantısı, kalkınma ve ilerlemenin bir türevi gibiydi. Vitrininize bir parlamento koyduğunuz zaman her şeyin kendiliğinden demokratik olacağı gibi bir düşünce egemendi. Bu, Türkiye için de böyle oldu. Türkiye önce Cumhuriyeti kurdu, vitrine bir parlamento koydu ve 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde de çok partili bir seçim düzeni geliştirerek, demokratik arayışını tamamlamış oldu ve “demokratik dünya” topluluğuna katıldı. Aynı meclis, kentlerde de vardı. Kent yönetimi, seçimli veya merkezi yönetim tarafından atanmış belediye başkanlarıyla “demokrasiye” kavuşmuş durumdaydı zaten. 1970’lerde, bazı kentlerdeki sosyal demokrat ve yenilikçi belediye başkanları merkezi yönetimin düşmanca çelmeleriyle karşılaşana kadar, Türkiye kentlerinde demokrasi arayışı hemen-hemen hiç olmadı diyebiliriz.
’68…
Dünyada ve Türkiye’de tabandan gelen ve sarsıcı bir biçimde demokrasinin yaşamsal bir gereksinim olduğunu söyleyen ilk tsunami, 1968’de oluştu. Bütün dünya toplumlarını silkeledi ve etkilerini hala yaşamaktayız. 1968 gerçekte, çok köklü ve radikal bir demokrasi talebiydi. Tuhaf olan bu radikal depremin üniversitelerde, öğrenciler tarafından başlatılmış olmasıydı. Bazı ülkelerde ve bazı durumlarda, işçi sınıfının özgürlük-eşitlik ve emek mücadelesi ile bütünleşti. Ama neredeyse bütün dünya ülkelerinde, her zaman işçi sınıfı mücadelesinden ve onun yüzyıllar süren (bazen şiddet içeren/ bazen içermeyen) protesto geleneklerinden yararlanmış bir isyan dalgasıydı. Bütün dünyada topyekun bir ayaklanmaydı bu…
Demokrasinin ve demokratik arayışın aşağıdan yukarı doğru örülmesi talebinin/gereğinin, belki yüzyıllar, belki binyıllar sonra yeniden canlanmasıydı 68. Bir ideal olarak demokrasi, demokrasinin genişletilmesi/ demokratik hakların gündelik yaşamın her anında daha çok kullanılabilir olması mücadelesi ancak 1968’de anımsandı. Başlangıçta belki, eğitim için, işyerleri içindi; ama orada hiç durmadı.
Özgürlüklerimizi kullanmak ve genişletmek için yeterli ve nerdeyse tek şart, demokrasiydi. Onu yeniden kurmak, öyle temsili olarak ve meclislerde temsil edilerek/ temsilcilerimiz eliyle değil, kendi ellerimizle ve aklımızla, her an, her dolayım için doğrudan inşa etmek gereksinimi, herkesin bilincinde yeniden ışıldamaya başladı.
1980’lerin öncesinde ve daha güçlü olarak sonrasındaki ekolojik hareketler de bu demokrasi arayışının ikinci güçlü dalgasını oluşturdu. Dünyanın bütün kentleri, modernin gereğine göre geliştirilmiş, parlamış ve gönenmişti ama aynı ölçüde ekolojik olarak kirlenmiş, sorunları yoğunlaşmış ve katmerlenmiş, bazı kentler soluk alamaz hale gelmiş, bazı kentlerde ulaşım nerdeyse tam olarak tıkanmış, gürültü artmış, tüketim sarhoşluğundan ne yapacağını bilmediği çöp yığınlarına boğulmuş, betonlaşmış ve çelikleşmiş, toplumsal ilişkileri yapaylaşmış ve yabancılaşmış bir hale gelmişti. Ayrımcılıklar ve ötekileştirmeler hiç bitmemişti zaten. Güvenlik-şiddet-katliam sorunları arttı ve kentlerde polis, güvenlikçi-bekçi orduları oluştu.
Postmodernist demokrasi
Neo-liberalizm ve onunla birlikte yıldızı parlayan post modernizm ise, dünyanın ve kentlerinin üzerine yeni ve dayanılması çok daha güç, yeni yükler bindirdi: Kentlerdeki emeğin/ işçi sınıfının durumu kötüleşti/ yoksullaştı ve sosyal güvenceleri birer birer elinden alındı. Fabrika türü büyük ölçekli üretim birimleri önce kentlerden, sonra da gelişmiş ülkelerden çıktı ve az gelişmiş ülkelere gitti. Buna karşılık, inorganik enerji kullanımı ve kirlenmeler çoğaldı, gelir dağılımında kutuplaşma ve toplumsal adaletsizlikler arttı. Kentteki güvenlik azaldıkça çitlenmiş ve kapısı kontrollü konut siteleri gelişti, sokak ve pazar alış-verişi, küçük esnaf işi üretimler azaldı ve perakende ticaret, enerji oburu ve gösterişçi AVM’lerde toplanmaya başladı.
Kentler bir yandan kırdan güçlü göç akımlarıyla kalabalıklaşır ve yoğunlaşırken, neo-liberalizmin kentlere katkısı da emlakçıların spekülatif rant yaratma ve buna el koyma arayışını güçlendirmek ve bunu inşaat sektörünün aç güzlü hırsıyla desteklemek ve dokuyu yoğunlaştırmak oldu. Artık kentler, gökdelenlerle bezenmiş, rant mücadelesi alanıydı. Kentlerde boğulma ve kirlenme olgusuyla birlikte merkezdeki çöküş, kent yoksullarının, mülk sahibi olmayanların ve giderek orta sınıfların, çaresizleşmesine neden oldu. Belediyeler, merkezi yönetimin ve kapitalizmin güçlü sınıflarının baskısı altında, merkezi yönetim modelinin benzeri bürokratik ve teknokratik hiyerarşiler geliştirdiler.
Buna karşı kentlerdeki en güçlü ve ısrarlı protestolar ve direnişler ekolojistlerden gelmeye başladı. Protestoların en geniş ortak tabanı radikal ve çoğul bir demokrasi talebiydi. Kent halkları artık daha özgür olmak ve çeşitlilik içinde bir birliktelik ve doğrudan yöntemlerle, bireyden ve küçük topluluktan başlayan ve (mümkün olabildiği kadar) temsili olmayan, taban hareketi biçiminde dinamik bir demokrasi istiyor.
Kentlilerin demokrasiye ve bunun eskisinden de geniş ve doğrudan ve özgürlük alanlarını genişleten bir demokrasi olmasına ihtiyacı var. Dünyanın bütün kentleri, belki Latin Amerika’daki kentler başta olmak üzere yoksulluğa, işsizliğe, sermaye baskısına ve despotik yaklaşımlarla kentsel kimliklerin yok edilmesine karşı mücadele ediyor. İşte bu mücadele için daha geniş ve özgürlükçü bir demokrasiye, katılımcı ve bireye/ küçük alt topluluklara kadar ulaşan bir demokrasiye ihtiyacımız var.
Ama bunu yaratabilecek miyiz?
Nasıl yaratacağız?
Bilmediklerimiz ve bilmemiz gerekenler neler?
Tartışmayı sürdüreceğiz.