Ana Sayfa Blog Sayfa 1016

Ukraynalı iklimbilimciler, bombalamalar yüzünden IPCC toplantısını terk etmek zorunda kaldı

Zia Weise ve Karl Mathiesen’in politica.eu’da yayımlanan bu haberi, Yeşil Gazete tarafından kısaltılarak çevrilmiştir.

*

Ukrayna‘nın önde gelen iklim uzmanları, küresel ısınmanın etkilerine dair en önemli raporu sonuçlandırmak için yapılan global toplantıdan Rusya‘nın işgali yüzünden ayrılmak zorunda kaldı.

Delegeler, iklim değişikliğinin dünyadaki toplumlar ve ekosistemler üzerindeki etkilerini ele alan ve 28 Şubat’ta yayımlanacak olan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) araştırmasının özet metni üzerine iki haftadır yürütülen müzakerenin son günlerindeydi.  Ancak Ukrayna heyeti, üyeleri Rus bombardımanı yüzünden sığınaklarına saklanmak zorunda kaldığı için çevrimiçi müzakareden çekilmek zorunda kaldı.

Fotoğraf: Lynsey Addario – New York Times

Ukrayna heyetinin başkanı iklim bilimci Svitlana Krakovska,  perşembe günü IPCC‘ye internet erişimi eksikliği nedeniyle geri çekilmek zorunda kaldıklarını bildirdiğini söyledi.

Krakovska, “Sadece Kiev‘den değil, başka şehirlerden de delegelerimiz var ve sığınaklara gitmek zorunda kaldılar” dedi:  “Fakat asıl önemlisi, Kiev’imizdeki Rus füzeleri ve tankların etkisi altındayken iklim değişikliğinin etkilerini düşünmenin çok zor olması.”

Ukrayna’nın başkentinde dört çocuğuyla birlikte yaşayan Krakovska, çalışmaya devam etmeye çalıştığını söyledi ve ekledi:

“Ama sonra bunun mümkün olmadığını anladım; çünkü ben, ailem ve tüm delegelerimiz için gerçek bir tehlike var.”

 

IPCC raporlarının bu son aşamasında Ukraynalılar ilk kez baş yazarlar olarak dahil oluyor, bu yüzden “şimdi geri çekilmek adil değil” diyen Krakovska için savaşın ve iklim değişikliğinin itici güçlerinin aynı olduğunu düşünmek de çok acı.

Kraskova, “Şöyle bir bağlantı var ki; bu saldırının tüm finansmanı petrolden ve fosil yakıtlardan geliyor. Bunları ne kadar çok kullanırsak, bu saldırganlığı o kadar çok destekleriz ” dedi.

 

Bu arada, Rus iklim diplomatları toplantıyı IPCC raporunun uyarılarını önemsizleştirmek için fırsat bildiler. Süreci bilen iki kişiye göre, Rusya delegeleri, küresel ısınmanın kaynak çıkarma ve nakliye için yarattığı yeni fırsatlar, Rusya’nın Arktik bölgelerindeki tarım üzerindeki olumlu etkileri gibi faydalarından defalarca bahsetti.

Öte yandan 650 Rus bilim insanı -hükümet destekli Rus Bilimler Akademisi‘nde çalışan onlarcası da dahil- yayımladıkları açık mektupla savaşı kınadı ve işgalin, Rusya’yı bilim dünyasında da “parya haline getirdiğini söyledi.

Mektupta, “Diğer ülkelerden meslektaşlarla tam işbirliği olmadan bilimsel araştırma yapmak düşünülemez. Rusya’nın dünyadan izolasyonu, geleceğe dair ümitlerin tamamen yok olduğu da düşünüldüğünde ülkemizde kültürel ve teknolojik bir gerilemeye sebep olacağı anlamına geliyor. Ukrayna ile savaş, hiçbir yere varmayacak bir adımdır” denildi.

Fotoğraf: Tyler Hickss – New York Times

Kamu politikalarına rehberlik etmek için her yedi yılda bir yayımlanan IPCC raporları, iklim değişikliğindeki son durumun güvenilir bir özetini sunuyor.

IPCC’deki müzakerelerin dün tamamlanması bekleniyordu,  fakat bu haber yayınlandığı sırada yalnızca yüzde 55’i tamamlandı. Delegeler, görüşmelerin planlanan zamanda bitmeyebileceğini söylüyor.

Yeşiller’den Rusya Büyükelçiliği önünde protesto: Savaşlar her zaman kıyım getirir

Yeşiller Partisi, Rusya Büyükelçiliği önünde toplanarak Rusya‘nın Ukrayna saldırısını kınadı. Her zaman barıştan yana olduklarını yineleyen Yeşiller uluslararası aktörlere seslenerek güçlerini barıştan yana kullanmaları yönünde çağrıda bulundu.

Yeşiller Büyükelçilik önünden şöyle seslendi:

“Türkiye Yeşilleri olarak Ukrayna’da derhal barışın tesis edilmesi için uluslararası aktörlere sesleniyoruz. Güçlerini lütfen barıştan yana kullansınlar. Ukrayna’nın işgali hiçbir uluslararası sözleşmeye uygun bir davranış değil. Tamamen bir ülkenin haklarının ve uluslararası hukukun ihlali söz konusu. Savaş ve işgal halklara her zaman kıyım getirir, ekolojiyi yok eder, insanların yarattığı kültürel, arkeolojik değerlerin yok olmasına sebep olur. Savaşlar ekokırım suçlarıdır.

Türkiye engelliyor, Avrupa tanıyor

Öte yandan, Avrupa Yeşiller Partisi (EGP-Europen Green Parties) Rusya’nın Ukrayna‘yı işgali üzerine, güncel gelişmeleri ve Avrupa Yeşilleri’nin saldırıya karşı yanıtını görüşmek üzere, Komite toplantısında bir araya geldi.

Toplantıda, Yeşiller Partisi de, EPG’de Türkiye Yeşilleri’ni temsil etmek üzere resmen tanındı.

Parti’nin kuruluşu, resmi prosedüre uygun şekilde 21 Eylül 2020’de İçişleri Bakanlığı’na başvurusunu yapılmasına rağmen, İçişleri Bakanlığı’ndan prosedürel “alındı belgesi” verilmediği için resmi olarak yapılamıyor.

CİMER’e yapılan başvuruda belgenin teslim edilmemesine gerekçe olarak, Yeşiller’in başvurudan altı ay sonra gecikme nedeniyle bakanlık hakkında açılan dava gösterilmişti.

Avrupa Yeşiller Partisi ise yeşil politikayı destekleyen siyasi partiler federasyonu olarak Avrupa çapında faaliyet gösteriyor. Avrupa Serbest İttifakı (EFA), Avrupa Korsan Partisi ve Volt Europe ile birlikte “Yeşiller-Avrupa Özgür İttifakı” adı altında Avrupa Parlamentosu’nda siyasi bir grup olarak ittifak kurmuş durumdalar.

‘Ukrayna halkıyla dayanışma içindeyiz’

Aralarında İtalya, İspanya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Sırbistan, İrlanda’nın da bulunduğu yaklaşık 30 temsilcinin katıldığı Komite toplantısında, Avrupa Yeşiller Partisi nezdinde bundan böyle resmen temsil edilecek Yeşiller Partisi, Ukrayna işgaliyle ilgili tavırlarını da bir kez daha teyit etti.

Türkiye’nin ticaret, enerji, turizm, gıda gibi alanlarda savaşan ülkelere olan bağımlığı ve coğrafi konumu yüzünden endişeli olduklarını kaydeden Yeşiller, “Türkiye’nin de başında otoriter bir figür bulunduğu için özellikle Rusya ile olan ilişkilerin gidişatını öngöremiyoruz. Bir an önce uluslararası örgütlerden yaptırım kararı ve uygulaması bekliyoruz. Tüm kamuoyunu da Ukrayna halkıyla dayanışmaya davet ediyoruz” dedi.

Ukrayna işgalinin üçüncü günü: Üçü çocuk 198 kişi öldü

Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgali üçüncü gününde. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin kararıyla başlayan savaşta Rusya, kuzeyde Kiev, kuzeydoğuda Kharkiv ve güneyde Kherson olmak üzere üç şehre saldırı hatları kurdu ve Ukrayna birlikleri üçünü de tutmak için savaşıyor.

Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky, sosyal medyadan başkent Kiev’de bulunduğunu gösteren bir paylaşım yaparak ülkeyi terk ettiği iddialarını yalanladı. Zelenskiy videoda ülkesinin askerlerinin “düşman saldırılarına dayandığını ve başarıyla püskürttüğünü” söyledi.

Rus halkını savaşa karşı çıkmaya çağıran Zelenskiy, “Ben buradayım. Devletimize sahip çıkacağız. Çünkü silahımız hakikattir ve hakikatimiz bu topraklar, ülke ve çocukların bizim olmasıdır. Tüm bunları koruyacağız” ifadelerini kullandı. 

Zelenskiy, Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ile de bir görüşme yaptığını Twitter hesabından duyuarak “Devam eden müzakereleri tek seferde sonlandırmak ve Ukrayna’nın Avrupa Birliği üyeliği hakkında karar vermek için bu kritik bir an”dedi.

Ukrayna halkı savaşı yaşıyor

Ukrayna genelinde insanlar hava saldırılarından korunmak için sığınaklarında toplandı, banka, market ve petrol istasonlarında kuyruklar oluştu.

Emilio Morenatti / Associated Press

Ukrayna Sağlık Bakanı Viktor Lyaşko, Rus işgali başladığından bu yana üçü çocuk 198 Ukraynalının öldüğünü, 1.115 kişinin yaralandığını ve bunların 33’ünün çocuk olduğunu duyurdu.

Kiev’in güneybatısında bir apartmana roket isabet etti. Binanın en az beş katı hasar alırken acil servislere göre en az altı kişi yaralandı ve onlarca kişi tahliye edildi.

Kiev Belediye Başkanı Vitali Klitşko, gece boyunca devam eden çatışmalarda kent genelinde 35 kişinin yaralandığını açıkladı.

Fotoğraf: Reuters

Ukrayna Devlet Başkanlığı Ofisi Başkan Yardımcısı Mihayil Podolyak, yaptığı açıklamada, 3 bin 500’den fazla Rus askerin öldürüldüğünü ve 200’ünün esir alındığını açıkladı. Podolyak, Kherson, Mikolayev, Odesa ve Mariopol kentlerinde çatışmaların sürdüğünü kaydeden Podolyak ,“Kiev ve Kiev bölgesindeki durum kontrol altında” dedi.

Ukrayna Genelkurmay Başkanlığı, Ruslara ait 14 savaş uçağı, sekiz helikopter, 102 tank ve 536 zırhlı aracın vurulduğunu; Rusya’nın ise Ukrayna sınırındaki bölgelere ilave askeri birlikler yerleştirmeye başladığını belirtti.

Ukrayna’nın batısındaki Lviv’in belediye başkanı , kente yönelik Rus saldırısını püskürttüklerini açıkladı. Lviv, Polonya sınırı yakınındaki büyük kentlerden biri.

Rusya Savunma Bakanlığı ise 150 bin nüfuslu Melitopol kentini ele geçirdiğini açıkladı.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, liderlerin savaşı konuşmak için buluştuğu NATO Zirvesi bitiminde açıklamalarda bulundu. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrasında NATO kuvvetlerinin ilk kez Avrupa’nın doğusuna konuşlandırılacağını söyleyen Stoltenberg, “ABD, Kanada ve Avrupalı müttefikler ittifakın doğusuna binlerce asker gönderdi. Farklı yerlerde alarm durumunda 100’den fazla savaş uçağımız ve kuzeyden Akdeniz’e kadar üç uçak gemisi grubunu da içeren 120 gemimiz bulunuyor.” dedi.

Ukrayna ile yakın temasta oldularını aktaran Stoltenberg, “Durumu yakından takip ediyoruz. Belirsiz duruma rağmen gördüğümüz şey Ukrayna’nın cesurca savaştığı ve Rusya güçlerini hasara uğrattığıdır” sözlerini kullandı.

Zelenskiy ile telefonda görüştüğünü belirten Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, Yunanistan Sağlık Bakanlığının Ukrayna’ya tıbbi yardım gönderdiğini söyledi. Dün gece Atina‘daki Rusya Büyükelçiliği önünde toplanan binler, savaşa hayır demek için toplanmıştı.

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) da Ukrayna’ya beş tır insani ihtiyaç yardım malzemesi gönderecek.

İklim Şurası hayal kırıklığıyla sona erdi: Katılımcılık sağlanamadı, fosil yakıta devam

Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı‘nın düzenlediği ve Konya’da bir haftadır devam eden İklim Şurası, dün alınan tavsiye kararların yayımlanması ile tamamlandı. Sera gazı azaltımına yönelik alınan kararlarda, elektrik üretiminde kömürden çıkışın bildirgede yer almaması ve doğal gaz ile  nükleer kaynakların payının artırılması, eleştirileri de beraberinde getirdi.

Sivil toplum ve düşünce kuruluşları, komisyonlarda katılımcı bir süreçle alınan politika önceliklerinin, Şura sonucunda ortaya çıkan tavsiye kararlarına yansımadığını ve komisyonlar üzerinden iletilmeyen yeni kararların da son metne eklendiğini belirtiyor.

Komisyon’dan çıkan ‘kömürden çıkış’ maddesi, karara yansımadı

Katılımcıların aktardığına göre, kömürden çıkışı konu edinen madde,  komisyonda itiraz edilmeden kabul edildi. Ancak Şura’nın son tavsiye kararlarında farklı bir madde yer alıyor. Benzer şekilde, nükleer ve doğal gaz kaynaklarının elektrik üretimdeki payının artırılmasına yönelik öneriler, ilgili komisyonda yapılan oylama sonucunda çoğunluğun oyu ile çıkarıldı, ancak son açıklanan kararlarda yine de yer aldı. Doğalgaz aramalarının artırılması hiçbir şekilde komisyonlarda görüşülmezken, Şura’nın nihai tavsiye kararlarında yer aldı.

Komisyon başkanları tarafından, katılımcılarla üzerinde uzlaşılan maddelere son gün ekleme yapılmayacağı veya üzerinde oynayamayacağı garantisi verilmiş, sadece önceliklendirme yapılacağı belirtilmişti. Ancak son çıkan tavsiye kararları, bunun aksi yönünde.

Komisyonlarda yer alan iklim uzmanları yaşadıkları hayal kırıklığını şöyle ifade etti:

Şahin: Şura başarısız oldu

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi,  İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit Şahin, İklim Şurası’nın  sunulan önemli politika önerilerine rağmen, kömürden çıkış konusunda yanlış bir tutum alması ve doğal gaz ile nükleer gibi yanlış çözümleri ön plana çıkaran kararlar nedeniyle başarısız olduğunu bildirdi.

“Sivil toplumdan ve akademiden çok sayıda katılımcının çabasına rağmen, şurayı düzenleyen Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın çabalarına rağmen, özellikle enerji bürokrasisi ve bazı şirketlerin baskısıyla bu müdahalenin olduğunu tahmin ediyoruz; çünkü komisyonlarda alınan kararlar değiştirilerek bizim altına imzamızı atamayacağımız bir tavsiye kararı metni çıkarılmış oldu.  Bu nedenle de, içinde önemli ve değerli politika önerileri olsa da ben kararların bütününe hayır oyu verdim. İklim şurası kararlarının bu bütünü zedeleyen yanlış yaklaşımı nedeniyle önemli bir şansın kaçırıldığını düşünüyorum”.

Özenç: Kararlar iklim hedefleriyle çelişiyor

Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFİA) Direktörü Bengisu Özenç de İklim Şurası’nın Türkiye’nin uzun dönemli iklim politikalarına yön vermesini bekledikleri ve bu anlamda da önemsedikleri bir mekanizma olmasına rağmen alınan kararların yarattığı hayal kırıklığını şöyle anlattı:

“Ancak Şura’dan çıkan kararlarda, özellikle bu Şura’nın ana konusu olan emisyon azaltımında, komisyon toplantılarında çokça dile getirildiği ve yuvarlak masaya taşındığı halde “kömürden çıkış” gibi en temel konuda siyasi bir irade beyan edilememiş olması iklim hedefleriyle çeliştiği gibi, diğer komisyonların çalışma konularını da etkileyecek niteliktedir. Dahil olduğum Yeşil Finansman ve Karbon Fiyatlama komisyonunda da ele alınan önemli noktalardan bir tanesi Türkiye’nin elektrik arzında kömürden çıkmaması durumunda özel sektörün önümüzdeki dönemde karbon fiyatları yoluyla üretim faaliyetlerinde daha fazla maliyetle karşılaşacağına ilişkin değerlendirmelerdi. İklim politikalarını bütünsel bir şekilde ele alamadığımız sürece ne yazık ki zaman kaybetmeye ve iktisadi olarak da ciddi maliyetlerle karşılaşmaya devam edeceğiz.”

Sabuncu: Fırsat kaçırıldı

İklim Şurası’nın Türkiye’nin iklim politikasının 1.5 derece hedefi ile uyumlu hale getirilmesi için çok önemli bir fırsat sunduğunu ancak bu fırsatın değerlendirilmediğini kaydeden WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) İklim ve Enerji Programı Müdürü Tanyeli Sabuncu şu değerlendirmeyi yaptı:

“Enerjide dönüşüm, sanayi ve ulaştırma politikaları gibi net sıfıra giden yolda en kritik unsurların tartışıldığı azaltım komisyonuna sivil toplum kuruluşlarının katılımı ve görüşlerinin dikkate alınması, 2053 net sıfır vizyonuna daha iddialı karbon azaltım hedefleri yönünde katkı yapabilecekken bu fırsat kaçtı. Yuvarlak masa toplantılarından çıkan kararlar da sivil toplum kuruluşları olarak önerdiğimiz yol haritasından ve komisyonlarda alınan kararlardan farklılaştı. Son anda kömürden çıkışın kararlardan çıkarılması, doğalgaz ve nükleerin kararlara dahil edilmesi ülkemiz açısından yenilenebilir enerji dönüşümünde tarihi bir fırsatın kaçırılmasına yol açacak bir tercih olarak şekillendi.

Yapılan çalışmalar Türkiye’nin ancak kömürden kademeli olarak çıkarak, doğalgazı da artırmadan net sıfır hedefine ulaşmasının mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Geçmişte yaşanan tecrübeler de bize nükleer enerjinin ne kadar riskli olduğunu defalarca gösterdi.  Bu açıdan bakıldığında Şura’nın tavsiye kararlarının ne yazık ki Türkiye’nin yeşil dönüşümü bağlamında, enerjide fosil yakıtlara bağımlılıktan kurtulması açısından bekleneni veremediğini söyleyebiliriz.”

Katısöz: Enerjide ‘net sıfır vizyonu’ yok

Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) İklim ve Enerji Politikaları Koordinatörü Özlem Katısöz ise enerji sektörüne dair sunulan kararların;  Şura’nın iklim değişikliği ile mücadele için en kritik komisyonu olan Sera Gazı Azaltım Komisyonu‘ndaki yuvarlak masa katılımcılarının bir “net sıfır” vizyonuna sahip olmadığını gösterdiğini kaydetti:

“Ne yazık ki diğer komisyonların çabalarına gölge düşüren kararlar aldılar. Sera gazı emisyon azaltımına dair sunulan kararların şuranın ilk üç günündeki toplantılarda uzlaşılan kararlara aykırı olması Türkiye iklim politikasının katılımcı, bilime dayalı, iklim adaletini esas alan ve 1,5 derece hedefine uygun şekilde belirlenmesinin mümkün olmayacağına dair kaygıya neden oluyor.

Katkı verdiğim Göç, Adil Geçiş ve Diğer Sosyal Politikalar Komisyonu’nda, adil geçiş için iyi bir çerçeve çizdik ancak ortada adil olacak bir kömürden çıkış (ya da fosil yakıtlardan çıkış) kararı yok; üstelik fosil yakıtlara dayalı bir “kalkınma”yı önceliklendiren, hatta makul gören bir yaklaşım var.

Geceler biz kadınların, hepimizin!

Bu hafta Twitter’da 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nün tamamen suni bir gündemle hedef alındığını gördük. Bir tarih yazıcılığı görevini üstlenmek istedim, çünkü sadece trans kadın düşmanlığı üstünden 20 yıllık geçmişi olan feministlerin elleriyle yükselttiği bu yürüyüşe saldıran kitlelerin feminizm arkasına saklanması artık üzücü bir hal aldı.

Adı uzun bir süredir “Feminist Gece Yürüyüşü” olan 8 Mart Kadınlar Günü’nde düzenlenen bu eylemin isminde ve posterinde doğrudan “kadın” yazmadığı için LGBTİ+ tarafından (ve özellikle trans kadınlar tarafından) işgal edildiği minvalinde, “erkeklere alan açıldığı” üzerinden linç edildi.

Posterleri sizin de görmeniz açısından paylaşıyorum:

Gördüğünüz üzere feminist hareketin eleştirdiği, karşısında durduğu nefret ve haksızlıklar sıralanmış, kararlılıkla neler protesto ediliyor belirtilmiş. Zaten feminist diskur içerisinde özellikle de kesişimsel anlayış içerisinde olan şikayetler ve konular bunlar.

Velakin Twitter’da bu posterin “erkekleri davet ettiği”, “kadını sildiği” ve de “cis-hetero kadınları çağırmadığı” konusunda tweetler atıldı. Bunlara eleştiri diyemiyorum, çünkü zaten açık çağrı ile kadınların örgütlediği eylemin karar mekanizmalarında yer almayıp konuyu “heteroseksizm-homofobi-transfobi” kelimeleri kullanıldı diye sulandıran bu tweetler eleştiri değil, saldırıdır. Bu posterlerde yazan konular, bu coğrafyanın kadınlarının sorunları yansıtmamaktır demek, yalnız kendisine dokunan sorunları görmek isteyen bir söylem olabilir. Feminist Gece Yürüyüşü kadınlarca düzenlenen bir yürüyüş olarak, organizasyonu kadınlara açık şekilde örgütlenmekte ve bizzat onlar bu posterleri hazırlamışlardır. Yani yine bir grup kadının iradesinin yansımasıdır.

Heteroseksizm eleştirisine gelirsek, lezbiyen kadınlar yok heralde? Hafızası güçlü okuyucularım İstanbul Sözleşmesi döneminde eylemlerdeki kadınlar için kullanılan söylemi hatırlayacaktır. Heteroseksizm, yani ataerkinin aile modelinde tanımlanmış erkek-kadın ilişkisini yücelten fikir, heteroseksüel kadınları da etkilemektedir.

Hangi kadınlar alanlarda olmalı?

20 yıldır düzenlenen Feminist Gece Yürüyüşü’nün kitlesi ve çağrısı kime,  herkes bilmektedir. Her sene bu isimle düzenlenmekte ve son bir kaç senedir bu posterlerdeki sloganlar atılmaktadır. Yani eleştirisi olan kişilerin diyalog yollarıyla eylemi kuran kişilerle iletişime geçmesi için bir hayli zamanları vardı.

Oysa diyalog yerine, benzer bir şekilde hükümetin LGBTİ+ dışlayıcı ve görmezden gelici politikalarının muhafazakar bir kesimde yankılandığını ve bu yankının Feminist Gece Yürüyüşü’ne de sıçradığını görüyoruz. Aynı söylemi üretip İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılma bahanesi  olan “aslında bunlar kadın haklarını umursamıyor, asıl meseleleri LGBTİ+” söylemini tekrar ediyorlar.

İstanbul Sözleşmesi’ni LGBTİ+’ları bahane ederek kaldırılmasıyla başlayan süreç bugün nafaka hakkının tartışılmasına uzandı. Hükümetin ayrımcı bir söylemle yönettiği süreç içerisinde LGBTİ+ düşmanlığını nasıl bir meşrutiyet aracı kullanarak diğer kadın haklarının tartışılmasının önünü açtığını görüyoruz.Bu noktada, 8 Mart alanlarından lezbiyen veya özellikle trans kadınların atılması düşüncesi, ancak hükümran düşüncenin bir ürünü ya da paydaş söylemi olabilir.

Feminist oldukları iddiasıyla eylemin organizasyonuna katılmayıp dışarıdan muhafazakar kesimlerle, kadın düşmanlarıyla beraber saf tutarak Feminist Gece Yürüyüşü’ne saldıran ayrımcılık savunan bu kesimin amacı nedir? Kadın alanlarının korunmasıysa, hangi kadınlar? Yalnızca cis-hetero kadınlar mı? Yıllardır kadın hareketinin gücünü gösterdiği, engellerin aşıldığı Feminist Gece Yürüyüşü şimdi daha mı güvenli olmuştur? Yoksa acaba engel çıkarmak isteyenlerin ekmeğine yağ mı sürülmektedir?

‘Feminizm ırkçı, faşist, ayrımcı olamaz’

Yine burada trans kadınların yeterince kadın görülüp görülmediği üzerinden bir tartışma yürütülmektedir. Yürüyüşe bir trans kadının gelmesi kime ne zarar vermiştir ki 6 Mart 2021 tarihinde gösteriye katılan trans kadınlardan bazıları taksilerden indirilerek gözaltına alınmıştı. Bu kadınlar bedel ödemektedir, sokakta gaspa, haraca ve saldırılara maruz kalmaktadır. Diyelim ki trans kadınları yeterince kadın bulmuyorlar, feminist olduğunu iddia eden bir kişi neden erkek şiddetinin mağduru olan bu kadınların da yürümesine, dertlerini duyurmasına ve ortak olmasına karşıdır?

Kadınlık deneyimi kimsenin tek elinde değildir, 8 Mart kimsenin özel alanı değildir ki feminist mücadele içinde kadın+’ların buluşma ve dayanışma noktasıdır. Buradan kim başka kadınları “yeterince kadın değil” diye dışlayabilir? Bunun bir sonu var mıdır?

Feminizm, ırkçı olamaz. Feminizm, faşist olamaz. Feminizm, ayrımcı olamaz. Bu feminizmin en kapsayıcı hak alanı olduğu anlamına da gelmez. Kadınların insan hak ve onurlarını korumak, ırk, din, dil, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi vs. ayırt etmeden korumak feminizm olabilir kalanı ancak diğer faşist ve/veya muhafazakar düşüncelerin kadını kullandığı bir araç olur.

Birleşik Devletler’de siyahlar özgür kaldıklarında ayrıştırıcı Jim Crow yasalarının olmasına bir neden olarak, “siyah erkekler beyaz kadınlara tehlikedir!” söylemleri vardı. Kadınlar ataerki için daima “dış tehditlerden korunması gereken narin canlılardır”. Kadınları koruyoruz söylemiyle ırkçılıktan, sömürüden, ayrımcılık ve faşizmden ayrılmamış herhangi bir düşünce gene insan haklarının çiğnenmesine bahane olacaktır.

Bugün trans kadınları almayan, yarın orospuları almaz, ondan sonraki gün mülteci kadınları almaz, ondan sonraki gün de etnik kökenlerine göre kadınları ayırır. Feminizm kapsayıcıdır çünkü tek bir kadınlık tecrübesi yoktur, kesişimseldir.

 

Savaş, ekoloji ve iklim değişikliği

[email protected]

Savaşa, sadece ekolojik nedenlerle bile karşı çıkabiliriz. Ekolojinin bugünkü yetersiz dengeleri üzerindeki yıkıcı etkileri nedeniyle…

Ukrayna ve dünya için, neredeyse yeni bir Çernobil olacağı için…

*

Ekoloji en kısa tanımıyla, canlılarla-cansızlar ve canlıların bütün türleri arasındaki ilişkilerin (ve dengelerin) incelendiği bir bilim alanı.

Savaş ise canlıların bir türü olan insanların hem birbirlerine hem diğer canlılara hem de doğanın diğer ögelerine karşı salt veya caydırıcı amaçlarla- taktik olarak yok etmeyi ya da kaynakları (atmosferi, suyu ve toprağı) kirleterek/ dönüştürerek kullanılmaz hale getirmeyi, biyolojik çeşitliliği azaltmayı, belki her şeyden de çok bütün toplumların sivil insanlarının haklarını/ yaşam haklarını ellerinden almayı amaçlayan, sonuçları öngörülemez bir canavarlık hali…

Oysa dünyanın neye gereksinimi olduğunu biliyoruz.

Bu savaşın nedeni nedir?

Bunca yoksulluk varken, temiz içme suyuna bile ulaşımı olmayan, yetersiz beslenmekte olan dünya çocuklarına rağmen kaynakların savaş aygıtlarına, öldürme/ yok etme/ yıkma ve dünyayı yangın yerine çevirme aygıtlarına dönüştürülmesine değil…

Sorunları, hatta sorun bile olmayan politikacı-despot korkularını gidermek için şiddetin nükleerden önceki en gelişmiş araçlarının insana ve doğaya karşı kullanılmasına değil…

Atmosfer, yerkabuğu ve biyosfer bir felakete doğru sürüklenirken ve iklim değişikliğini hızlandıran bunca ögeyi azıcık geriletebilmek için yapılması gereken sayısız iş/ proje ya da önlem beklerken, iklim değişikliğini ve krizi tetikleyecek hem akıl, hem de insanlık dışı davranışlara/ savaşlara değil…

Gezegenin içinde bulunduğu durum/ koşullar ve koşullardaki bu olumsuzluk halinde, bilemeyeceğimiz kadar çok ve hızlı kötüleşmeye neden olabilecek böyle bir savaşın nedenini, ama savaşı gerçekten istenebilir ve gerekli görülebilir bir durum/ eylem/ iş olarak anlatabilecek bir nedeni kim söyleyebilir?

Çok bön sorular sormakta olduğumun farkındayım. Savaş zaten rasyonel bir karar olarak açıklanamayacağı için ve bütün devletlerin/ politikacılar ve diplomatların, hatta belki generallerin bile diplomasiyi tercih ettikleri yalanını söyleyecek olduğunu herkes bildiği halde bu soruların, Jean Anouhil oyununda “Chaillot’daki deli kadın” soruları olduğunu biliyorum. Ancak yine de sormak gerekiyor:

Bu savaşın nedeni nedir?

Tamam, “emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşı” denilecek, ama bu “hegemonya” bu savaşla sağlanacak mı/ restore olacak mı? “Olacak” yanıtına 1939 yılında Hitler ve yakın çevresindeki şiddet ve zulüm makinesinden başka kim inanabilir artık? Bu soru, 1945 baharından beri artık sorulamaz ve olumlu yanıtlanamaz hale gelmiş bir soru değil mi?

NATO bu “hegemonya” savaşını kazanabilir mi ve kazanırsa kazancı ne olabilir?

Biden ya da Putin veya Zelinsky, Macron veya Johnson ya da Yeşiller Partisi’nin ortağı Sosyal Demokrat Olaf Scholz, bu savaşın amacının ne olduğunu, olabileceğini gerçekten biliyorlar mıdır?

Elbette “Lugansk” veya “Donetsk” ile başlayan ve sanki oralarda yaşayan halkın kendi kaderini belirleme hakkı ile ilgili olacakmış gibi duran bir yanıt beklediğim için sormuyorum bu soruyu. Ya da her ikisi de (farklı nitelikleri olsa da) kapitalizmi ve emperyalist yayılmacılığı savunan devletlerin hegemonik çatışması türü bir yanıtın da açıklayıcı olamayacağını söylemiştim zaten.

Geriye bir tek akıl tutulması, dünyayı yöneten saçma insanların delirdiği gibi bir yanıt kalıyor ki, bu bile biraz daha anlaşılabilir, ama tam değil.

Sanki 1 Eylül sabahındayız 1939’un ve tanklar, yıldırım savaşı için buğdayları ezmeye başlamış…

Ama Hitler bu savaşı gerçekten neden çıkardı? Ve savaşın sonuçlarından ne umdu? Kendisinin ve Nazi Partisi’nin bu kadar kötü ve kötülüğü bu kadar çok çoğaltabileceğini/ içselleştirebileceğini beklemiyor muydu acaba?

*

Yine, tam olarak akılcı sorular sorulabileceği düşüncesi ile tam bir delillik/ bütün dünya güçlerinin-otoritelerinin doğru düşünebilme yetilerini kaybetmiş olabileceği düşüncesi arasında kaldığımın farkındayım.

Ancak Hannah Arendt bu soruları yanıtlayabilir. Onun yanıtları, yine de en açıklayıcı, en anlaşılabilir yanıtlar olacaktır, biliyorum. Şiddet ile iktidar arasındaki ilişkileri ve iktidarı sürdürebilmek için hem şiddeti kullananları hem de bu iktidar şiddetiyle kuracağı ilişkide nasıl davranacağı konusunda dünya halklarının içinde bulunduğu sosyal psikolojik durumu anlatan kitaplara bakmak gerek… Ukrayna Savaşı’nı ve sonuçlarını, yakın ve daha uzak gelecekte dünya halklarının sefaletini, çevresel yıkımları ve daha şimdiden gezegeni iklim kriziyle baş başa bırakarak saçma bir biçimde geri çekilişimizin nedenlerini anlamamızı belki onlar sağlayacak…

Özet ancak şu olabilir:

“Kimse kazanamayacak. Hiçbir saçma politikacı, monark ya da despot veya şarlatan, kazanmayacak.

Halklar kaybedecek ve yoksullaşacak, açlık/ susuzluk, en korunamaz olanları kasıp-kavuracak.

Gezegen kaybedecek.”

Marie Chureau: İklim aktivistiyiz, çünkü başka seçeneğimiz yok [İklim Kuşağı-26]

Marie Chureau 19 yaşında, Paris‘ten bir Fransız aktivisti. Şu anda üniversitede üçüncü yılı için Berlin‘de yaşıyor. Fridays for Future hareketinin Fransız kolu olan İklim için Gençlik Fransa’nın bir üyesi ve ayrıca 14 genç aktivistten oluşan dünyanın dört bir yanından belediye başkanlarının şehirleri sürdürülebilir kılmak için çalışan bir örgüt olan C40‘ın; Küresel Gençlik ve Belediye Başkanları Forumu‘nun bir üyesi. Ona iklim krizi ve aktivizmi ile ilgili sorular yönelttim. 

Atlas Sarrafoğlu: İklim aktivisti olmaya nasıl karar verdin? Fransa’da grevlerinizi nasıl yapıyorsunuz?

Marie Chureau: Paris’te okuyorum ama ailem Fransa‘nın batısında, Atlantik Okyanusu yakınında yaşıyor. Büyükannem ve büyükbabam ile deniz kenarında büyüdüm ve her geçen yıl genel manzaradaki değişiklikleri görüyorum. Örneğin, erozyon ve yükselen su nedeniyle bazı plajlara artık erişilemiyor. Dedem ve büyükannem bir adada yaşıyor ve bu ada 2050’de yok olabilir. 2050 yılında yani bundan 30 yıl sonra, ben 48 yaşında olacağım. Bunu duyduğumda çok korktum, bu yüzden bilimsel raporları okumaya başladım. İrkildim ve korktum, aynı zamanda tüm Avrupa‘da iklim için büyük grevleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Acılarımda yalnız olmadığımı görmek bana çok umut vermişti ve yaşadığım küçük kasabada iklim grevi düzenledim. Gerçek bir başarıydı, tüm okulum ve diğer birçok lise öğrencisi bana katıldı. 

Sonra fark ettik ki; Fransa’nın tüm şehirlerinde aynı anda benzer gösteriler varmış! Bu nedenle, daha iyi koordine olabilmek için Youth For Climate France – İklim için Gençlik Fransa’yı oluşturmaya karar verdik.

İklim için Gençlik Fransa, gençler için bir hareket ve bu bir tesadüf değil: Acil durumla karşı karşıyayız ve bu giderek daha genç bir yaşa iniyor: İklim için Gençlik üyelerinin çoğunluğu 15 ila 17 yaşları arasında, hatta bazıları 12. Bu sürekli yaşadığımız kaygının içine doğduk. Sık sık neden bu harekete katılmaya karar verdiğimi soruyorlar. Nedeni basit: Başka seçeneğimiz yok. 50 yılı aşkın bir süredir dünyanın her yerinden bilim insanları iklim ve sosyal kriz konusunda uyarılarda bulunuyorlar ama hiçbir şey değişmiyor; liderler kulak asmamaya, sanayiler tüm canlıları sömürerek, kirletmeye devam ediyor. Yani hayır, harekete geçmek çocuklara düşmemeli ama yetişkinler işini yapmadığı için sorumluluğu alıyor ve daha iyi bir dünya için savaşıyoruz. Çünkü harekete geçmek için acil durum içindeyiz, çünkü bu krizi durdurmak için hiçbir şey yapmadığımızı gelecek nesillere açıklamak zorunda kalmak istemiyorum.

 İklim krizinin Fransa üzerindeki etkileri neler?

Gittikçe daha fazla sıcak dalgası yaşıyoruz, dağlar gitgide daha az kar alıyor ve yükselen su seviyesi 20-30 yıl içinde Fransız kıyı şeridine zarar verebilir, ancak şimdilik Fransa oldukça korunaklı. Bununla birlikte, bazı topluluklar diğerlerinden daha fazla etkileniyor: Örneğin, en güvencesiz insanlar, kendilerini koruma araçlarına sahip zengin insanlardan daha fazla kirlilik ve sıcak hava dalgalarından musdaripler.

 Hükümetinizin iklim kriziyle ilgili algısı nedir?

Hükümetin mevcut ekolojik krizle ilgilenmediğini düşünüyorum. Tüm ekolojik politika, iletişime dayanıyor: Başkan ve bakanlar çok güzel konuşmalar yapıyorlar, “gezegeni yeniden yeşil yapmalıyız” diyorlar, ama Greta Thunberg’in dediği gibi, bu sadece “bla bla bla”.

Örneğin: geçen yıl, Cumhurbaşkanı Macron bir “iklim için vatandaş kongresi” oluşturmaya karar verdi. Buradaki fikir, toplumu temsil eden 150 Fransızı (farklı cinsiyet, istihdam, yaş vb.) bir araya getirerek bilim insanlarıyla birlikte çalışmaları ve 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarının en az %40’ını azaltacak 150 farklı tedbir önerisi belirlemekti. Bunun harika bir fikir olduğunu düşündüm; harika bir demokrasi örneğiydi, çünkü iklim değişikliği büyük değişiklikler yapmayı gerektiriyor ve bu değişiklikleri uygulamak için demokrasiye ihtiyacımız var. İnsanlara durumu izah ettiğimizde, meseleleri izah eden bilim insanları sayesinde onların çözüm bulabileceklerini de ispatladı. Fikrini değiştiren ve çok radikal önlemler öneren bazı iklim şüphecileri bile vardı!

Sonunda vatandaşlar çok kapsamlı toplamda 149 tedbir önerisi getirdi ve  Macron tüm bu tedbirlerin oylamaya alınması için parlamentoya aktarma sözü verdi. Ancak o ve hükümeti meclise sadece en zayıf 24 tedbiri önerdi… Daha sonra bu 24 tedbirden bazılarının kaldırıldığını öğrendik. Sonuç olarak, bugün önlemlerin sadece %14’ü uygulamada ve hiçbir ilerleme kaydedilmedi.

‘Hükümetler pasif değil, suç işliyorlar’

Fransa’nın en yüksek mahkemesi, Fransız devletini “iklim hareketsizliği” nedeniyle kınadı. Ama hükümet pasif değil, çünkü bu onun yanlış ya da doğru hiçbir şey yapmadığı anlamına gelir. Hayır, aslında suç işliyorlar: Devlet açıkça iklim değişikliği projelerini teşvik etmeye devam ediyor.

Örneğin, birkaç yıl önce mevcut Ekoloji Bakanı bir milletvekili iken arıların ölümüne sebep olan bir pestisit türünün kullanımını yasaklayan bir yasa çıkarmıştı. Ve bugün, artık bir bakan olduğu için, bu pestisitin kullanımına yeniden izin veren bir yasa çıkardı. Veya, Fransız devleti şu anda petrol şirketi Total‘i EACOP‘un yapılmasını teşvik ediyor. EACOP, Tanzanya ve Uganda’dan geçecek ve tüm bölgenin biyolojik çeşitliliğini yok edecek, aileleri evlerini terk etmeye zorlayacak ve yılda 34 milyon ton CO2 salacak devasa bir boru hattı projesi.

Bu nedenle Fransa şu anda özellikle de bir batılı ülke olarak yaşam tarzı ile mevcut ekolojik krize neden olduğu için suçlu. Fransa büyük bir kirletici ve az kirleten ancak yine de bugün küresel ısınmanın sonuçlarından çok somut olarak etkilenen ülkelere karşı sorumluluğu var.

İnsanları iklim değişikliğinin etkilerinden korumanın çözümünün ne olduğunu düşünüyorsun?

Kesin olarak bildiğim bir şey var ki, dayanışma olmadan bunu atlatamayacağız. İklim değişikliği aşırı hava olaylarını artıracak ve başımıza gelenlerin üstesinden gelebilmek için birlik olmamız gerekiyor.

Ve dayanışma yaratmak için, daha iyi bir dünya için savaşan tüm insanlarla, tüm mücadelelerle bağlantılar kurmamız gerekiyor.

Bilginin de büyük rol oynadığını düşünüyorum. Bugün herkes bir iklim krizinin sürmekte olduğunu biliyor, ancak somut olarak, çok az insan bu krizin dünyadaki insanları gerçekten nasıl etkilediğini ve Fransa’da bizi nasıl etkileyeceğini biliyor. Fransız medyası Fransa’da gerçek bir dezenformasyon rolü oynuyor: Örneğin, en son IPCC raporunun yayınlanmasını takip eden 36 saat boyunca, tüm TV kanalları zamanının sadece %1’i bu rapora ayrıldı. Dolayısıyla rolümüzün bir parçası da bilgilendirmek için zaman ayırmak, mümkün olduğunca çok insanı bilinçlendirmek, çünkü bilgi güçtür.

“İklim adaleti” senin için ne ifade ediyor?

Benim için iklim adaleti, yani herkes için yaşanabilir koşullar için mücadele etme fikri, sosyal adaletten ayrılamaz. Aslında ekolojik mücadelenin ardında toplumsal bir mücadele var çünkü iklim değişikliğinin sonuçlarından herkes aynı şekilde etkilenmiyor. Yukarıda söylediğim gibi, güvencesiz insanlar, ırk ayrımcılığına uğrayan bireyler, kadınlar küresel ısınmanın ön saflarında yer alıyor.

Ve bu nedenle, arkasında eşitsizlikler devam ederse, özellikle gezegenin en zengin %10’unun CO2 emisyonlarının %52’sinden sorumlu olduğunu göz önüne alırsak, yaşanabilir bir gezegen elde etmek faydasız olacaktır.

‘Batılı ülkeler ders vermeyi bırakmalı’

Ayrıca iklim adaleti için mücadelenin dekolonyal bir ekoloji için savaştığını da eklemek isterim. Bugün, ekolojik sorun Batılı ülkelerin davranışlarıyla bağlantılıdır, ancak yine de kendi zenginlikleri için Okyanusya’daki 7. kıta gibi Güney ülkelerine atıklarını dökmeye devam ediyorlar, kaynak için işçileri sömürmeye devam ediyorlar, diğer ülkelerdeki biyolojik çeşitliliği yok etmeye devam ediyorlar. O halde buna da bir son vermeli, Batılı ülkeler ders vermeyi bırakmalı ve kendi ülkelerine sahip çıkmalı.

İklim kriziyle mücadelenizde kişisel olarak neler yapıyorsunuz? ve lütfen bize gelecekten umutlu hissettiren şeyin ne olduğundan bahseder misiniz?

Aktivizmime iklim yürüyüşleri düzenleyerek başladım, sonra bağlılığım gelişti. Bugün İklim için Gençlik ile çeşitli eylemler yapıyoruz; ekolojiyle uyumlu olmayan faaliyetleri işleyiş durdurma eylemleri, bilinçlendirme eylemleri, yürüyüşler, ekoloji kursları yaparak yürütüyoruz.. … Aslında faaliyetlerimiz çok çeşitli ve zengin çünkü herkese hitap ediyor ve hepsinin amacı aynı: Neler olup bittiği konusunda uyarmak ve farkındalık yaratmak.

Beni umutlandıran şeyin bizim kuşağımız olduğunu düşünüyorum. Yani, sadece ekoloji konusunda değil, aynı zamanda feminizm, ırkçılık karşıtlığı gibi birçok mücadelede de bu kadar birleşmiş, bu kadar kararlı bir nesil görmemiştik. Fransa’da pek çok insan gençlerin siyasete olan ilgilerinin azaldığını, daha az oy verdiklerini söylüyor. Belki, ama diğer yandan çok kararlılar ve daha iyi bir şimdi ve gelecek için somut bir şekilde savaşıyorlar, siyaset yapmanın başka bir yolu, belki daha da asil yolu… Ve bu bana çok umut veriyor. Gençlik birliklerine dahil olmak gerçekten çok iyi oluyor çünkü endişelerimizi, umutlarımızı paylaşıyoruz, yalnız değiliz. Ve olup bitenler karşısında gerçekten birlik olmamız gerekiyor.

Dünya liderlerine hitap edecek bir mikrofonun olsaydı, onlara iklim krizi hakkında ne söylerdin?

Bu zor bir soru ha ha… Onlara ne söylemek isterdim bilmiyorum çünkü onlara güvenmiyorum, onlarla konuşmak isteyip istemediğimi bile bilmiyorum. Onlarla konuşmaya, ikna etmeye çalıştık ama hiçbir şey işe yaramadı. Paranın her şeyden daha değerli olduğu gibi eski bir dünya algısında boğuluyorlar. Kızgınım çünkü gençler olarak bütün bunları yapmamamız lazım, yani günde en az 2-3 saat “İklim için Gençlik” için gönüllü çalışıyorum ve onlar seçilip kendilerine maaş ödenirken ben eğitimimi tehlikeye atıyorum. Bazı insanların parasını diğer insanlar üzerinden kazanmak ,insanları umursamak değildir.

Yani bilmiyorum, onlara zamanlarının dolduğunu ve değişimin geldiğini, hazır olduğumuzu ve eski dünyalarını yok edeceğimizi söylerdim.

İklim kriziyle ilgili gelecek hakkında düşüncelerin nedir? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?

Korkmuyorum desem yalan olur. Dürüst olmak gerekirse, bilimsel tahminleri okumama ve 2030’da ne bekleyeceğimi az çok bilmeme rağmen, durumu hayal edemiyorum. Tek gördüğüm, çünkü beni etkileyen somut bir örnek, büyükannem ve büyükbabamın adasının batıyor olması. Sanırım eko-endişe duymamak için çok fazla düşünmemeye çalışıyorum. Hayatımı bu mücadeleye adayacağımı biliyorum çünkü bu bizim neslimizin mücadelesi ve biz harekete geçmezsek başka kimse yapmayacak.

(twitter): https://twitter.com/MarieChureau
(instagram): https://www.instagram.com/mariechureau/

 

Ormancılıkta 150 yıllık gerileme: Devlet ormancılığından mültezim ormancılığına U dönüşü-2

Yazının birinci bölümünde ormancılığı 1980’li yıllara kadar getirmiştim. 1937 yılında başlayan ve ülke ormanlarının korunmasında büyük rolü olan devlet ormancılığı 1980’lere kadar bir şekilde korunabilmişti. Şimdi sonrasına bakalım.

Özel sektörün önünde engel olarak görülen ne varsa kaldırmayı ve özel sektörü baş tacı yapmayı temel alan neoliberal politikalar Türkiye’de her ne kadar 24 Ocak (1980) kararları ile başlamış olsa da, 12 Eylül darbesinin ardından oluşan antidemokratik koşullar neoliberalizmin gelişip serpilmesinde büyük rol oynadı. Elbette bu süreç mülkiyet ve işletmecilik açısından devlet egemenliğinde olan ormancılığı da gözüne kestirmişti.

İlk adımlar

Neoliberalizm, 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 6’ıncı maddesini değiştirmekle işe başladı. O madde “Devlet ormanlarına ve Devlet ormanı sayılan yerlere ait her çeşit işler Orman Genel Müdürlüğünce yapılır” şeklindeydi. Aslında yapılan değişiklik çok basitti; cümlenin sonuna sadece “ve yaptırılır” ibaresi eklendi. Böylelikle ormancılık çalışmalarının OGM tarafından özel işletmelere yaptırılmasının önü açılmış oldu. Aslında daha önce de ormancılık işlerinde müteahhitlerin görev alması söz konusu olabiliyordu. Ancak Orman Yasası’nın 40’ıncı maddesine göre bu, ancak işin yapılacağı bölgenin civarında yaşayan orman köylülerinin ve onların kurduğu kooperatiflerin işgücünün yeterli olmaması ya da yapılacak işin uzmanlık gerektirmesi durumlarında söz konusu olabiliyordu.

İkinci adım ise devlet tarafından işletilen orman ürünleri sanayisi (ORÜS) tesislerinin satışı oldu. Bu tesislerin kimileri özel sektör tarafından kurulmuş ve daha sonra OGM tarafından satın alınmıştı. Çoğunluğu ise doğrudan OGM tarafından kurulmuş olanlardı. 1969 yılında ilk kez kurulan Orman Bakanlığına bağlı olarak Orman Ürünleri Sanayii Genel Müdürlüğünün kurulması ile Türkiye’nin daha az gelişmiş bölgelerinde orman ürünleri işleyen atölyeler, fabrikalar kuruluyor, üretim yapılıyor ve toplum kalkınmasına destek olunuyordu. Üstelik 1991 yılına kadar ORÜS sürekli kâr ediyordu. 1983 yılında bir kamu iktisadi teşebbüsü (KİT) yapılan bu kurum, 1986 yılında çıkarılan 3291 sayılı yasa ile özelleştirilecek KİT’ler arasına konuldu. 1992 yılında Kamu Ortaklığı İdaresine devredilen ORÜS 1993 yılında anonim şirkete dönüştürüldü ve 6 Haziran 1994 tarihli Kamu Ortaklığı İdaresi duyurusu ile ORÜS’ün tesisleri satışa çıkarıldı.

Dikili ağaç satışları bu süreçte atılan bir diğer önemli adım olarak tarihte yerini aldı. 1996 yılında OGM tarafından yayımlanan 5038 Sayılı Genelge ile uygulanmaya başlanan dikili ağaç satışı, adından da anlaşılacağı üzere ağaçların OGM tarafından dikili haldeyken satışının yapılması ve satın alan işletmenin ormana girerek üretim yapması olarak tanımlanabilir. Oysa daha önce, ormanda üretim civar orman köylüleri ve onlar tarafından kurulan kooperatifler tarafından yapılmakta ve ürünler depoya kadar taşınmakta; bu ürünlerin piyasaya arzı OGM tarafından yapılmaktaydı. Yanlış anlaşılma olmaması için her iki yöntemin de hâlâ uygulandığını ve her iki yöntemde de kesilecek ağaçların OGM personeli tarafından belirlendiğini söyleyeyim. Dikili ağaç satışı yönteminin pek çok sakıncası bu zamana kadar yapılan bilimsel araştırmalarla ortaya konulmuş olmasına rağmen –ki, detaylarına bu yazıda girmeyeceğim- dikili ağaç satışı yönteminin toplam odun üretimi içindeki payı sürekli arttı. Örneğin, 2000 yılında yapılan toplam endüstriyel odun üretiminin (11 milyon 599 bin m3) yalnızca %1,9’u (222 bin m3) dikili ağaç satışı yöntemiyle yapılmışken, 2019 yılında yapılan toplam endüstriyel odun üretiminin (23 milyon 95 bin m3) %37,6’sı (8 milyon 685 bin m3) dikili ağaç satışı yöntemiyle yapıldı.

Parsel parsel ihaleye çıkarılan ormanlar dönemi

Ve tabii söyleye söyleye dilimizde tüy biten akıl dışı orman tahsisleri konusu da var. Artık okuyucularımın ezberlediğini sandığım 6831 Sayılı Orman Yasası’nın 16, 17 ve 18’inci maddeleri ile 2634 Sayılı Turizmi Teşvik Yasası’nın 8’inci maddesi Türkiye ormanlarını tehdit eden en büyük sorun haline çoktan geldi. Başlangıçta, yani 1956 yılında toplum yararı için yapılması zorunlu olan ve ormanda yapılması dışında seçenek olmayan tesisler için düşünülen yasa maddeleri son yıllarda o kadar çok değiştirildi ki, ormanlarda otelden maden ocağına, su ürünleri üretim tesisinden termik santrale, çöplükten üniversiteye kadar aklınıza gelen gelmeyen pek çok işletmenin kurulması olanaklı hale geldi.

Artırıyoruz diye böbürlenip durduğumuz orman alanlarımızın yaklaşık 750 bin hektarı (7 milyar 500 milyon metrekaresi) bu tür tesisler tarafından işgal ediliyor, fakat orman envanterine baktığımızda, oraları da orman alanı olarak saymaya, toplam orman alanı içerisine bu 750 bin hektarı da eklemeye devam ediyoruz. Korkarım ki, bu gidişle 750 bin hektarı öpüp başımıza koyacak hale geleceğiz.

Bu noktada, orman alanlarında yapılacak turizm yatırımları için Temmuz 2021’den itibaren değişen duruma da kısaca vurgu yapmak lazım. Hatırlanacaktır, büyük orman yangınları devam ederken, 28 Temmuz 2021’de Resmi Gazetede yayımlanan Turizmi Teşvik Kanunu değişikliği ile orman alanının turizm şirketlerine tahsisinden o alanlarda yapılacakların planlanmasına kadar her konuda tek yetkili Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkili kılınmıştı. Böylelikle ormancılık örgütü baypas edilmiş ve gözünü ormanlara diken turizmcilerin yüce emellerinin önüne nadiren de olsa çıkabilecek engeller bütünüyle ortadan kaldırılmıştı. Bu da yetmemiş ve daha önce örneği görülmedik şekilde, Kültür ve Turizm Bakanlığı farklı illerdeki orman alanlarını parselleyip turizm tesisi yapılmak üzere ihaleye çıkarmış, bunun üzerine ben de bu köşe de 4 Eylül 2021 tarihinde ‘Parsel parsel ihaleye çıkarmışlar!’ başlıklı bir yazı yayımlamıştım.

Diğerleri ve kutumuzdan çıkan yeni sürpriz: Millet Ormanı

Bu kadarla kalır mı hiç! Son yıllarda, özellikle lif-levha endüstrisinin baskısıyla odun üretim rakamlarının ormanların devamlığını tehlikeye atacak düzeyde artmış olması;[1] 2/B uygulaması yetmiyormuş gibi, Orman Yasası’na 2018 yılında eklenen Ek-16’ıncı madde ile yeni orman alanlarının orman sınırları dışına çıkarılmaya başlanması;[2] orman içi mesire yerlerinin tabiat parkına çevrilmesi yoluyla korunan alan miktarı artırılıyormuş gibi yapılarak, özel ve yandaş girişimcilerin orman alanlarında işletme kurması ve halkın ormanının sırtından para kazanması,[3] özel ağaçlandırma gerekçesiyle her geçen gün daha fazla kişi ve kuruluşun ormanlarımıza sokulması[4] ve daha neler neler.

Dilerseniz yazıyı daha fazla uzatmadan OGM’nin son muhteşem icadı ile konuyu bağlayayım. OGM 20 Aralık 2021 tarihinde orman bölge müdürlüklerine gönderdiği bir yazı ile her ilde 2022 yılı içinde bir millet ormanı kurulması talimatını veriyor. Peki, nasıl olacak bu iş? Yani orman bölge müdürlükleri ormansız alanlarda yeni ormanlar oluşturup millet ormanı olarak mı düzenleyecek? Hiç olur mu öyle şey? Elimizdeki hazır doğal ormanlar ve o ormanların mesire yeri olarak ayrılmış kısımları ne güne duruyor? Dönüştürürüz mesire yerlerini millet ormanına, sokarız müteahhidi, işletmeciyi, yaptırırız mis gibi tesisleri, hem yandaşlar para kazanır hem de biz iş yapmış gibi görünürüz. Son iki cümledeki düşünceleri benim uydurduğumu sanıyorsunuz değil mi? Buyurun o halde, sözünü ettiğim OGM yazısının bir kısmını aşağıya aynen kopyalıyorum:

Isparta’da OGM’den tahsisi alınan 110 bin metrekarelik alanda ‘Millet Ormanı’ kurulacak.

“Bu  kapsamda;  zaman  kaybının  olmaması  gayesiyle tescili  daha  önceden  yapılmış, işletmeciliği kiralanmamış ve  içerisinde  yapı  ve  tesis  bulunmayanlar  öncelikli  olarak  değerlendirilmek  üzere ormanlarımızın  doğal  güzelliklerinin  sürdürülebilirliğini  sağlayacak şekilde bir adet mesire yeri o ilin ismini taşıyan Millet Ormanı adı ile bölge müdürlüklerince tesis edilerek hazır hale getirilecek ve bu şekilde yeni bir rekreasyonel alan kullanımı planlama anlayışı hayata geçirilmiş olacaktır.

Bahsedilen bu planlama ile millet ormanlarında aşağıda sıralanan tesisler halkımıza hizmet etmek üzere faaliyete geçirilebilecektir.

  • Alan tanıtım ünitesi
  • Bisiklet parkuru
  • Yürüyüş ve koşu parkuru
  • Spor alanları
  • Pergola
  • Oturma grupları
  • Kamelya[5]
  • Otopark
  • Yöresel ürünler satış ünitesi
  • Büfe

Sondaki ‘vb.’ye ayrıca dikkat çekmek isterim. Tesis listesinin ucu açık, sonu yok. Bir işletmeci sayılanlar dışında bir tesis yapmak isterse itiraz olmasın diye sanırım. Vb’den kim ne anlıyorsa artık. Okuyucular şunu merak edebilir: Mesire yerlerinde bunlar yapılamıyor muydu? Yanıt için OGM’nin 2013 yılında yayımladığı Mesire Yerleri Yönetmeliği’nin 5’inci maddesini ve özellikle bu maddenin 2, 3 ve 4’üncü fıkralarının okunmasını salık veririm.

Bu yazıyı da çok uzattım. Ne yapayım? Devlet ormancılığını (devrimini) yıkmak için sürekli yeni yol ve yöntemler keşfetmekte çok mahir bir ülke yönetimi var. Ve onun önünde bütün mesleki bilgi ve deneyimini arka plana atmaktan hiç rahatsızlık duymayan bir ormancılık örgütü. Anlatmak, bilgi vermek hem orman mühendisi hem de akademisyen olarak ahlâken ve vicdanen benim görevim. Nihai takdir elbette okuyucunun, halkın.

*

Not: Uludağ Milli Parkı’nın milli park statüsünden çıkarılarak alan başkanlığına dönüştürülmesi girişimi de yukarıda sıraladığım sürecin bir uzantısı olarak gerçekleşiyor. Bu girişimi yazımı tamamladıktan sonra inceleyebildiğim için, muhtemelen ilerleyen yazılarımda değinmek üzere, şimdilik bu notu düşerek konuyu saklı tutuyorum.

[1] Bu konuda detaylı bilgi için şu yazıma başvurulabilir. 
[2] Detaylı bilgi için şu yazıma başvurulabilir.
[3] Detaylı bilgi için şu yazıma başvurulabilir. 
[4] Detaylı bilgi için şu yazıma başvurulabilir.
[5] İlgili yazıdan olduğu gibi aldım. Kameriye demek istemişler ama OGM’nin çok bilgili uzmanları bir bitki türü olan kamelya ile kameriyenin farkını bilmiyorlar.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bu masal başka masal: Pamuk Prenses ve yedi kurbağa

Masalları bilirsiniz; talihin kötü bir oyun oynadığı zor durumdaki güzel prensesler, yakışıklı prensler tarafından kurtarılır. Ve mutlu son! Evlenirler; ve tabii ki sonsuza dek mutlu yaşarlar!

Bu klasik masal örgüsünde prenseslerin tek niteliği güzellikleridir. Sahip oldukları yegane servet, kaderlerini değiştirecek anahtar budur. Bir prensle evlenmek nihai kurtuluştur ve sonsuz mutluluğun biricik yoludur.

Kadınları ve kız çocuklarını pasif birer nesne haline getiren, onları öznelik vasıflarından arındıran toplumsal cinsiyet kalıplarıyla donatılmıştır bu örgü… Masal deyip geçmeyin! Masallar, küçük yaştan itibaren kız ve erkek çocuklarının cinsiyet rollerini öğrendikleri, hatta benimsedikleri önemli bir kaynaktır. Çocukların bugünü ve geleceği kurgulamalarında masalların önemli bir yeri vardır.

‘Kurtarılmayan’ kadınların mutlu sonu!

Bu gerçekten ötürü, klasik masal örgüsünün toplumsal cinsiyet anlatılarına karşı alternatif masal yazımı hız kazanmıştır. Kız çocuklarını özneleştirerek güçlendiren bu masallarda kadınlar kendi kaderlerini prensler tarafından kurtarılmalarına bağlamayıp kendileri çizerler. İşte Pamuk Prenses ve Yedi Kurbağa da klasik masal örgülerinin karşısında son derece başarılı bir alternatif masal denemesi… Gemma Cary’nin yazıp, Kelly Caswell’in resimlediği, Net Çocuk Yayınları tarafından basılan kitabımız toplumsal cinsiyet örgülerini bolca barındıran meşhur Pamuk Prenses ve Yedi Kurbağa masallarının bir araya getirilmesi yoluyla kurgulanmış.

Öncelikle şunu demeliyim ki; bu bir araya getirme kesinlikle eklektik biçimde yapılmamış. Aksine tüm öğelerin başarıyla iç içe dokunduğu, son derece özgün bir kurguya sahip kitabımız… Bir kere, kitabımız klasik masal örgüsündeki şiddet öğeleri ve erkek karakterlerin savaşçı özellikleriyle yüceltildiği bir örgüden uzak..

Savaşa değil, yogaya giden kral baba

Ana kahramanımız Pamuk Prenses’in kral babası ne savaşta ölüyor, ne de uzak ülkeleri fethetmeye gidiyor. Uzaklara gidiyor, ama yoga yapmaya! Bu yoga meraklısı kralımızın kızı Pamuk Prenses de sadece güzelliğinden ibaret değil. Pamuk Prenses, çok zeki ve kendi kurtuluşunu en iyi dostları yedi kurbağanın yardımıyla kendi gerçekleştiren cesur bir karakter…

Ve masalımız klasik sonla, yani sonsuz mutluluğun biricik anahtarı olan evlenip aile kurmayla bitmiyor. Bu kitabın yüzleri gülümseten sürpriz sonu! Kız ve erkek tüm çocukların, ve de yetişkinlerin bu kitabı okumasını tavsiye ediyor, alternatif masalların sayısının artmasını diliyorum!

300’den fazla Rus bilim insanı ve gazeteciden Putin’e ‘dur’ çağrısı

Rusya‘nın Ukrayna‘ya karşı başlattığı işgal hareketine ülkedeki 300’den fazla bilim insanı ve gazeteci ‘Ukrayna’daki savaşa hayır’ konulu bir mektuba imza attı. Mektupta İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizm’e karşı mücadelede katkısı olan Rusya’nın Ukrayna’da savaş başlatmasının kabul edilemez olduğuna vurgu yapıldı.

Bilim insanları ve gazetecilerin Putin’in başlattığı savaşın durdurulmasını istedikleri mektupta şu ifadelere yer verildi:

“Biz Rus bilim insanları ve bilim gazetecileri, ülkemizin silahlı kuvvetlerinin Ukrayna topraklarında başlattığı düşmanca saldırıya karşı güçlü bir protesto ilan ediyoruz. Bu ölümcül adım, büyük insan kayıplarına yol açmakta ve yerleşik uluslararası güvenlik sisteminin temellerini sarsmaktadır. Avrupa’da yeni bir savaş başlatma sorumluluğu tamamen Rusya’ya aittir.”

https://twitter.com/KurakinEgor/status/1496886295422984204

Donbas‘taki durumun savaşı başlatmayı gerektirecek bir sebep olmadığına dikkat çekilen mektupta “Bu savaşın mantıklı bir gerekçesi yok. Donbas’taki durumu askeri operasyon başlatma bahanesi olarak kullanmaya çalışmak güven uyandırmıyor. Ukrayna’nın ülkemizin güvenliği için bir tehdit oluşturmadığı açıktır. Ona karşı savaş haksız ve açıkçası anlamsız” ifadeleri kullanıldı.

‘Nazizme karşı dedelerimiz birlikte savaştı’

Mektup şöyle devam etti:

“Ukrayna bize yakın bir ülke olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Çoğumuzun Ukrayna’da yaşayan akrabaları, dostları ve bilimden meslektaşları var. Babalarımız, dedelerimiz ve büyük dedelerimiz Nazizm’e karşı birlikte savaştılar. Rusya’nın şüpheli tarihsel fanteziler tarafından yönlendirilen jeopolitik hırsları uğruna bir savaşa girişmek, onların hafızasına alaycı bir ihanettir.

Gerçek demokrasi kurallarıyla yönetilen Ukrayna devletine saygı duyuyoruz. Komşularımızın Avrupalı ​​tercihine anlayışla yaklaşıyoruz. Ülkelerimiz arasındaki ilişkilerdeki tüm sorunların barışçıl bir şekilde çözülebileceğine inanıyoruz.”

‘Askeri operasyonlar derhal durdurulmalı’

“Rusya, savaş başlatarak kendisini uluslararası izolasyona, parya bir ülke konumuna mahkum etti. Bu, biz bilim adamlarının artık işimizi normal bir şekilde yapamayacağımız anlamına geliyor: sonuçta, diğer ülkelerden meslektaşlarla tam işbirliği olmadan bilimsel araştırma yapmak düşünülemez. Rusya’nın dünyadan izolasyonu, olumlu beklentilerin tamamen yokluğunda ülkemizin daha fazla kültürel ve teknolojik bozulması anlamına geliyor. Ukrayna ile savaş hiçbir yere varmayacak bir adım Nazizm’e karşı kazanılan zafere belirleyici bir katkıda bulunan ülkemizin şimdi Avrupa kıtasında yeni bir savaşın kışkırtıcısı haline geldiğini görmek bizim için acı. Ukrayna’ya yönelik tüm askeri operasyonların derhal durdurulmasını talep ediyoruz. Ukrayna devletinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini talep ediyoruz. Ülkelerimiz için barış talep ediyoruz. Savaş değil bilim yapalım!”

Nobel ödüllü gazeteci: Keder ve utanç içindeyiz

Ülkede yıllardır antidemokratik baskılara ve yolsuzluklara karşı verdiği mücadeleyle tanınan muhalif yayın organı Novaya Gazeta’nın 2021 Nobel Barış Ödülü sahibi Genel Yayın Yönetmeni Dmitriy Muratov da savaş karşıtı bir bildiri yayımladı.

Putin’i kınayan Muratov, Rus halkını da savaşa karşı çıkmaya çağırdı. “Başkomutan elindeki ‘nükleer düğmeyi’ pahalı bir arabanın anahtarlığı gibi çeviriyor” diyen Muratov “Yalnızca Rusların savaş karşıtı hareketi bu gezegende hayat kurtarabilir” dedi.

Aktivistler de sokakta

Rus aktivistler de sosyal medyadan insanları sokaklara çağırmaya devam ediyor. İnsan hakları savunucusu Lev Ponomavyov tarafından başlatılan bir imza kampanyası birkaç saat içinde 150 bin imzaya ulaşırken sosyal medya platformu Telegram’da yayılmaya devam eden bildiriye imzalar halihazırda 300 bine ulaştı.

Çok sayıda Rus kentinde sokaklarda yapılan protesto gösterilerinde ise en az 2 bin kişinin gözaltına alındığı belirtiliyor.

Moskova’da devlet tarafından finanse edilen bir tiyatronun yönetmeni Yelena Kovalskaya, sosyal medya hesabından “Bir katil için çalışıp ondan para almak imkansız” diyerek işinden ayrıldığını duyurdu. Kovalskya, “Şu anda birçoğunuzun Vladimir Putin‘in dost canlısı Ukrayna ülkesine saldırısı karşısında çaresizlik ve utanç hissettiğinizi biliyorum” dedi.

İnsan hakları aktivisti Marina Litvinovich de kitlesel protesto çağrısında bulundu: “Biz Rus halkı, Putin’in başlattığı savaşa karşıyız. Bu savaşı desteklemiyoruz, bizim adımıza yürütülmüyor.”

Navalni’den açıklama

Ülkedeki Batı destekli “ünlü” muhalif Aleksey Navalni de cezaevinden Ukrayna’ya destek açıklamaları yapıyor. Navalni televizyon kanalı Dozhd tarafından yayınlanan videoda “Bu savaşa karşıyım. Rusya ile Ukrayna arasındaki bu savaş, hırsızlıklarını örtbas etmek ve dikkatlerini ülke içindeki sorunlardan başka yöne çekmek için başlatıldı” açıklaması yaptı.