COP27Editörün Seçtikleriİklim KriziManşetYazarlar

[Şarm El-Şeyh’ten COP27 Notları-2] Herkesin dönüşümü kendine!

0

COP27’nin açılış konuşmaları her yıl olduğu gibi retorik açısından oldukça zengindi. Özellikle Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM İklim Değişikliği Başkanı Simon Stiell, eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ve başta Barbados Başbakanı Mia Mottley ve Antigua ve Barbuda Başbakanı Gordon Browne olmak üzere güçlü vurgular yapan bazı liderlerin, cehenneme giden otoyoldan girip intihar paktından ve ölüm kültüründen çıktıkları sert mesajlı konuşmaları basına yansıdı.

Yeşil Gazete’de de bu konuşmaların ana hatlarını bulabilirsiniz.

Al Gore ve Mia Mottley’in retoriğin de ötesine geçip İMF ve Dünya Bankası’nın iklim krizine çözüm olacak şekilde yeniden yapılanması çağrısı yapmaları da önemliydi.

Ülke gruplarının pozisyonları

Açılış günü akşam üzeri yapılan ülke gruplarının kısa pozisyon konuşmalarında da müzakerelerin nasıl geçeceğine dair bazı ipuçları bulunabilir.

Ancak en başta küçük bir spekülasyon yapmak yanlış olmazsa, çok da önemli bir COP olmayacağı düşünülen COP27’nin beklenenden daha kritik hale gelmesi, hatta son günlerinde kilitlenmeye doğru gitmesi ihtimal dahilinde diye düşünüyorum. Böyle bir şey olursa da bu bir kez daha zengin ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki çelişki nedeniyle ve bu kez kayıp ve zarar finansmanı gerekçesiyle olacak. Bu konuyu sonraki yazılarda daha derinlemesine ele alacağım. Bugün önce ülke gruplarının ve bazı liderlerin pozisyon konuşmalarından çıkabilecek ipuçlarına bakalım.

Ülke grupları adına ilk konuşmayı yapan ve gelişmekte olan ülkeler grubu G77+Çin adına konuşan Pakistan’ın, ülkede yaşanan devasa sellere yaptığı vurguyu kayıp ve zarar finansmanına bağlaması önemliydi. Pakistan, kayıp ve zarar finansmanının sadaka değil iklim adaleti olduğunu söyledi. Afrika Grubu da daha sonra adaptasyonun ve kayıp-zarar konusunun Afrika için bir hayatta kalma sorunu olduğunu vurguladı.

Gelişmekte olan ülkeler, kayıp ve zarar için finansman yaratılmasını, ama önce güven yaratmak için 100 milyar dolar iklim finansmanı hedefinin yerine getirilmesini ve bu hedefin de artırılmasını istiyor. Zira bağımsız kuruluşlar gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin toplam iklim finansmanı ihtiyacının 100 milyar doların çok üzerinde, 2 trilyon dolar civarında olduğunu hesaplamıştı.

Avrupa Birliği’nin 1,5 derece hedefi ile finansman ihtiyacı arasında kurduğu bağlantı ve kayıp ve zarar mekanizmasında da ilerleme sağlanması gerektiği sözleri önemliydi. Ancak AB, eski öncülük günlerini mumla aratmaya devam ediyor tabii, finansman konusunda net bir pozisyon da gelmedi. Öte yandan ABD, Avustralya gibi AB dışı gelişmiş ülkelerin oluşturduğu Şemsiye Grubu’nun, kayıp ve zarar mekanizmasından söz ederken, daha çok teknik yardımla ilgili olan Santiago Ağı’na gönderme yapması, bu ülkelerin önümüzdeki günlerde Kayıp ve Zararlar için finans mekanizması oluşturulmasına ayak direyeceklerinin işareti olabilir.

Ada ülkeleri grubu AOSIS’in sözcüsü Antigua ve Barbuda’nın dünya finansal sisteminin fosil yakıtlar üzerine kurulduğunu ve dünyayı yok etmenin korumaktan daha ucuza geldiğini söylemesi de önemliydi. Fosil yakıt şirketlerinin günlük 3 milyar dolar kâr elde ettiği burada da sürekli tekrarlanıyor. Savaş nedeniyle kârlarının iyice katlanarak arttığını görmek de herkesi çileden çıkartmışa benziyor. Kömür, petrol ve gaz şirketlerinin artık devlet temsilcileri tarafından da suçlu sandalyesine oturtulduğunu görmek sevindirici. Fosil yakıt şirketlerinin kârlarının bir bölümünü “iklim tazminatı” ya da küresel karbon vergisi olarak ödemesi gerektiği de söylenmeye başlandı. Dünyanın bu en güçlü şirketleri topun ağzına doğru gidiyordur diye umalım!

Tabii bu arada ev sahibi Mısır’ın da üyesi olduğu Arap Grubu’nun sözcüsü Suudi Arabistan’ın açılışta çıkıp ortak fakat farklılaşmış sorumluluklar ilkesinden dem vurması ibret vericiydi. Arap Grubu’nda da elbette gelişmekte olan, hatta Sudan gibi az gelişmiş ülkeler var, ama bir yandan da sesi en çok çıkan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn gibi dünyanın en zengin petrol üreticisi ülkeleri de var. Yıllardır Körfez ülkelerinin bile gelişmekte olan, kapasitesi yetersiz mağduru oynadıkları, üstelik bütün gelişmeleri yavaşlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmadıkları bir oyun sürüyor. Kimse de çıkıp, el insaf, sizin mi paranız yok, sizin mi kapasiteniz yetersiz demiyor!

Dönüşümün iki yüzü

Bu yıl COP27’ye, 10 bini bizim gibi gözlemciler, sivil toplum aktivistleri ve akademisyenler olmak üzere 195 ülkeden yaklaşık 45 bin kişinin katıldığı söyleniyor. Tabii bu kadar büyük bir organizasyonda herkes kendi gündemini, kendi bakış açısını yansıtmaya çalışıyor.

İklim adaletinin, finansman sorununun ve iklim felaketlerinden zarar gören ülkelerin bu kadar göz önünde olduğu bir yerde bazı çelişkiler de iyice orta yere çıkıyor. Kimi ülkelerin can derdinde, kimi ülkelerin (ve şirketlerin) ise sinekten yağ çıkarma derdinde olduğunu görmek ilginç. Tabii ülkelerin ve kuruluşların açtığı yüzlerce pavilyon ve buralardaki etkinlikler, sergiler vb., COP’ların olmazsa olmazları arasında. Buraları dolaşmak iklim politikalarından kimin neyi anladığını göstermesi açısından da çarpıcı.

Örneğin İsveç pavilyonunda elektrikli otomobil tanıtımları dönerken, Papua Yeni Gine yağmur ormanlarının kesilmesini ne kadar azalttıklarıyla övünüyor. Almanya gibi iklim politikalarında liderlik iddiasında bulunan ülkeler müzakerelerle veya iklim bilimiyle ilgili içeriklere yer verirken, Afrika ülkeleri adaptasyonun önemini, Dünya Gıda Programı gibi örgütler ise açlık tehlikesini vurguluyor.

İnsan pavilyonlar arasında biraz dolaşınca, herkesin dönüşümü kendine diye düşünmeye başlıyor. Zengin bir Avrupa ülkesi veya ABD için dönüşüm, özel otomobilini istediği gibi kullanmaya devam ederken bunun emisyonsuz olması demek. Ortalama bir Avrupalı, Amerikalı veya dünyanın bütün üst orta sınıfları için tüketime dayalı modern, dijital ve küresel yaşam biçimini değiştirmeyecek iklim çözümleri (elektrikli ulaşım, ucuz yenilenebilir enerji, sağlıklı ve ucuz gıda, iklim felaketlerinden korunaklı ve konforlu barınma, kesintisiz iletişim, sürdürülebilir tatil ve bütün bunlar için inovasyon) her şeyden önemli. Bu ülkeler ve toplumsal kesimler için iklim eyleminin gerçekçi olmasından anlaşılan, emisyonsuz tüketim için emisyonsuz mal ve hizmetlerin üretilebildiği bir sistemin kurulması. Bu da tabii büyük bir sistem dönüşümü anlamına geliyor. Dönüşümün bir yüzü bu.

Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da veya Okyanuslardaki ada ülkelerinde yaşayan ortalama bir insan için ise dönüşüm tam olarak şu anki yaşam biçimlerini korumakla ilgili değil. İklim krizi gerçekten bir hayatta kalma meselesi, çünkü bu ülkelerde yaşayan ve hayatlarından memnun olan kesimlerin o hayatı mümkün kılan temel şartlar da ortadan kalkmak üzere. Üstelik bu ülkelerdeki çoğunluk zaten modern yaşam biçimi denen şeyin çok uzağında yaşıyor ve iklim krizi yaşam şartlarını daha da ağırlaştırıyor.

Afrika’da elektriği olmayan 600 milyon insan varsa, iklim çözümü denen şey onlar için elektrikli otomobil veya tatil değil demektir. Pakistan, Çad, Nijerya, Benin, Dominik Cumhuriyeti, Venezuela, Etiyopya, Filipinler, Kolombiya ve Kamerun’da son birkaç ayda on milyonlarca insanın evleri sel sularının altında kaldıysa, şu an onlar için iklim çözümü başını sokacak kuru bir ev, suya batmamış yatak ve çalışan bir ocak demektir.

Afrika Boynuzu denen Somali, Kenya, Eritre ve Etiyopya’nın bulunduğu alanda şu an en az 37 milyon kişi kuraklık nedeniyle açsa ve Afrika’da kuraklıktan ölen besi hayvanı sayısı milyonlarca ise, onlar için iklim çözümü günde bir tabak yemek ve hayvanlarının yiyeceği ot demektir. İnovasyon bunun neresinde?

Elbette “dünyanın güneyi” denen ülkelerin yönetici elitleri de iklim çözümünden kendi ekonomilerini büyütmeyi, geliştirmeyi anlıyor. Gelişmiş ülkeler yeşil ekonomiyle yeni iş imkânları yaratırken Afrika ülkeleri de doğal gaz kaynaklarını kullanıp enerji krizine düşen ülkelere gaz satarak para kazanmak derdinde. Aynı şeyi orman kaynaklarını “sürdürülebilir” bir şekilde kullanarak yapmak isteyen ülkeler de var.

Bunu, dünyanın iki küresi arasında siyah-beyaz ülkeler ayrımı yapmanın çok da kolay olmadığını söylemek için vurguluyorum. Ayrıca gelişmiş ülkelerdeki çalışan kesimlerin, adil geçiş gibi bambaşka dertleri de var. Ancak sonuçta bütün hükümetler bir şekilde kendi ülkelerindeki ekonomik güçlerin ve yaşam biçiminin temsilcisi. Herkesin dönüşümü kendine derken bu herkesi, sadece ülkeler olarak değil, toplumsal kesimler ve yaşam biçimleri olarak anlamak da mümkün.

Kayıp ve zarar finansmanı bir frekans bozucu

Kayıp ve zarar finansmanı, işte herkesin dönüşümü kendisine göre anladığı bu iklim politikaları ortamında, ciddi bir frekans bozucu hale gelmiş durumda.

Aslında kayıp ve zarar mekanizması ilk çıktığında, herkes bunu gelişmekte olan ülkelere erken uyarı sistemleri kurulması, felaketlere karşı kapasitelerinin geliştirilmesi, teknik ve uzmanlık yardımı olarak anlıyor ya da anlamak istiyordu. Bugün ise bir ülkenin milli gelirinin yüzde 10’una mal olan ve nüfusunun yüzde 15’ini sel suları altında bırakan Pakistan sel felaketinin ağırlığı altındayız. Hiçbir teknik yardım, hiçbir erken uyarı sistemi veya geliştirilmiş kapasite, sular altında kalan evleri, altyapıyı ve buğday tarlalarını koruyamazdı.

İklim felaketlerinin boyutu sadece yaşadığımız yerleri değil iklim müzakerelerindeki eski kalıpları ve teknik jargonu da sürükleyip götürüyor.

More in COP27

You may also like

Comments

Comments are closed.