Ana Sayfa Blog Sayfa 987

Çiftçiler sokaklarda: Hakkımızı istiyoruz

Traktörleriyle sokaklara çıkan çiftçiler geçim sıkıntılarını dile getirdi. Türkiye’de çiftçiler Denizli‘nin Çivril ilçesinde akaryakıt zamlarını protesto etti.

İspanya‘da da meydanlarda çiftçilerin geçim sıkıntıları yankılandı. Çiftçiler yüksek maliyetlere ve düşük kar paylarına karşı hükümetten çözüm talep ederek, başkent Madrid‘de yüksek katılımlı bir eylem yaptı.

Coğrafyalar farklı dertler aynı

Denizli Çivril İlçesi’nde akaryakıt zamlarını protesto etmek üzere CHP Çivril İlçe Örgütü tarafından bir eylem düzenlendi. Eyleme traktörleriyle gelen çiftçiler kıyak değil haklarını istediklerini söyledi. Kent meydanını traktörlerle turlayan çiftçiler, esnaflar, üreticiler; araçlarının üzerinde “Çiftçi gülmezse köylü gülmez” yazılı dövizler taşıdı.

Fotoğraf: AA

Traktörleriyle, atlarıyla ve bin 500 otobüsle Madrid’e gelerek gösteri yapan 100 binden fazla tarım ve hayvancılık sektörü çalışanı, geçim sıkıntısından dolayı “Artık yeter, daha fazla tahammül edemiyoruz” sloganı atarak, hükümetten acil çözüm istedi.

‘Çiftçiyi yok etmek ister gibi bir hava var’

Denizli’de “Sanki bilinçli olarak çiftçiyi yok etmek ister gibi bir hava var” diyen çiftçiler ard arda gelen zamlara isyanını dile getirdi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca da Çivril’de akaryakıt zamlarını protesto eden çiftçilerin, esnafın traktörlerle geldiği protestoya katıldı.

‘Tarımda yandaş lobisi oluşturdular, üretimi bitirdiler’

Denizli İl Başkanı Nuri Çavuşoğlu, Çivril İlçe Başkanı Bedri Ataş, ilçe örgütünün yer aldığı protesto etkinliğinde; çiftçiler ve şoför esnafı, mazot ve gübre fiyatlarındaki artışı kent meydanında traktörlerle tur atarak protesto etti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca, “Bu yaz buğdayda ciddi bir yoklukla, kıtlıkla karşı karşıya kalacağız. Rusya’dan, Ukrayna’dan buğdayı ithal ediyoruz. Oysa neydi eskiden; Türkiye tarımsal üretimde kendi kendine yeten yedi ülkeden birisiydi. Bugün Konya Ovası’nda buğday ekilmedi, neden? İthalatta yandaş lobisi oluşturdular, siz ekmeyin biz getirelim siz tüketin dediler” ifadelerini kullandı.

‘Korkmadan sesini duyurmak isteyen milletimizin yanındayız: Artık yeter’

“Çiftçilerimiz Ekim, Kasım aylarında buğdayını, arpasını ekemedi, ekenler gübre atamadı çünkü gübre aldı başını gitti. Ardından okul servisi minibüsçü esnafımız var, sene başında sözleşmeyi mazot altı buçuk lirayken yaptılar, bugün mazot geldi 20 lira, hatta 24 lirayı buldu. Şimdi okul servisi yapan esnafımız perişan durumda sesini saray duymuyor, sarayın keyfi yerinde” ifadelerini kullanan Karaca sözlerine şöyle devam etti:

“Çiftçilerimiz ekemiyor, süt üreticilerimiz, hayvancılıkla uğraşanlar ineklerine yem bulamıyor, saman bulamıyor. Geçen gün bir vatandaşımız aradı: ‘Saman için sipariş verdim, bin 300 liradan pazarlık yaptık. 3 gün sonra sipariş verdiğim zaman geldi. Bin 750 liradan ödersen indiririm, ödemezsen indirmem’ dedi. Buğdaylar büyümeyecek gübresiz ekildi. Bu yaz saman da olmayacak. Bu yaz buğdayda ciddi bir yoklukla, kıtlıkla karşı karşıya kalacağız.”

Protestoya katılan çiftçiler isyanını dile getirdi

Eyleme katılarak zamları protesto eden çiftçiler ise “Biz çiftçiler olarak zor şartlar altında üretime inatla devam ediyoruz. Ne acıdır ki savaşan iki ülkeden gelecek ayçiçek ve buğdaya gözümüzü diktik, hepimiz bekliyoruz. Mevcut iktidarın çiftçi haklarını vermemiş olmasından dolayı, gübre, mazot fiyatlarının çok yüksek olmasından dolayı üretimde zorlanıyoruz” dediler. Protestodaki çiftçiler tarafından şu ifadeler kullanıldı:

“Eğer Toprak Mahsulleri Ofisi, Rusya’dan aldığı fiyata biz çiftçilerden alsa bizim her tarafımızı buğday, arpa olur; dışarıdan almak zorunda kalmayız, üretilen fazla mahsulümüzü de dışarıya satar ülkeye döviz girdisi sağlayabiliriz. Fakat yapılan bu olaylara bakıyoruz, sanki bilinçli olarak çiftçiyi yok etmek ister gibi bir hava var.”

Bir üretici ise çiftçinin haklarının verilmesi gerektiğini belirterek “Gemilere, yatlara nasıl kıyak yapılıyorsa, biz kıyak değil biz hakkımızı istiyoruz” dedi.

Madrid’de çiftçi eylemi

AA’dan Şenhan Bolelli’nin aktardığına göre; İspanya’da çiftçilerin bağlı olduğu sendikaların temsilcileri, basına yaptıkları açıklamalarda, enerji ve ham madde maliyetlerindeki artış, kuraklık sorunları, taşımacılık sektöründeki grev ve Ukrayna‘daki savaşın sektörü olumsuz etkilediğini söyledi. Küçük Ölçekli Tarım ve Hayvancılık Birliği Genel Sekreteri Lorenzo Ramos, “İki yıldır fiyatlar artıyor ama biz giderlerimizin altında kazanç sağlıyoruz. Buna daha fazla tahammül gösteremeyiz” dedi.

Fotoğraf: AA

Ramos, Kovid-19 salgını ile Ukrayna’daki savaşın sektörü tamamen bitirdiğini belirterek, “Gübre fiyatları iki katına çıktı. Bir yıl önce 0,45 sent olan tarımsal mazot fiyatları şimdi 1,4 avroya çıktı” şeklinde konuştu.

Fotoğraf: AA

Ülkede artan enerji ve gıda fiyatlarının etkisiyle son dönemlerde hükümet karşıtı gösteriler artarken, Taşımacılık Sektörünü Savunma Platformu‘na bağlı kamyon ve tır şoförleri ise 14 Mart’tan bu yana grev yapıyor. İspanya’daki iki büyük sendika da (CCOO ve UGT), enerji sektöründe reform talebiyle 23 Mart’ta başkent Madrid’de eylem yapacağını duyurdu.

Fotoğraf: AA

Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’nden belediyelere davet

‘Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’nde açıklanan sonuç bildirgesinde, Türkiye’deki bütün belediyeler ICLEI ile işbirliğine davet edilirken, “ICLEI, yerel ve bölgesel yönetimleri güçlendirmeye, yetkinleştirmeye, ilişkilendirmeye ve sürece dahil etmeye kararlıdır. Türkiye’deki belediyeleri ICLEI girişimlerine ve ağlarına aktif olarak katılmaya teşvik ediyoruz” denildi.

Kadıköy Belediyesi ve Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Birliği (ICLEI) tarafından organize edilen ‘Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’ düzenlendi. Zirve kapsamında yeşil şehir yatırım finansmanı, iklim krizi ile mücadele, döngüsel yaşam ve uluslararası girişim konuları ele alındı.

İmamoğlu: Ciddi risk dönemindeyiz

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu zirvede yaptığı konuşmada, “İklime bağlı olarak ciddi risk döneminde bulunuyoruz. Tedbirli davranmazsak gerçekten dünyanın geleceği çok büyük sıkıntıda. Özellikle bilim insanları, dünyadaki sıcaklık artışlarını 1,5-2 °C ile sınırlandırmadığımız takdirde çok büyük felaketlerin kapıda beklediğini bizimle paylaşıyor” dedi. İmamoğlu sözlerine şöyle devam etti:

“Bugün yapılan bilimsel araştırmalarda, dünyanın çok riskli bölüme dayandığını ve bir alarm seviyesine ulaştığını ifade ediyorlar. Küresel ısınma 2 dereceyi aştığı takdirde geri dönülmesi mümkün olmayan bir sürecin başlayacağının da altını çiziyorlar. İstanbul’da yapılan iyi bir hamlenin Mannheim’e, Mannheim’de yapılan iyi bir projenin İstanbul’a fayda vereceğini düşünerek küresel boyuttaki probleme hep birlikte bakabilme becerisini gösterebilme mecburiyetindeyiz.”

Soyer’den döngüsel kültür mesajı

Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirve’sinin çağrıcılarından da olan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer toplantıda, ‘döngüsel kültür’ vurgusu yaparak, “Doğayla uyum… Birbirimizle uyum… Geçmişle uyum… Ve son olarak, değişimle uyum… Döngüsel kültür bu dört ayak üzerinde yükseliyor. Biz doğayla aramızdaki adaleti yok etmiş durumdayız. Krizler, savaşlar, felaketler bu yüzden giderek tırmanıyor. Önce doğa ile olan adaleti sağlamak zorundayız” dedi. Soyer şöyle konuştu:

“Doğayla uyumu ve doğayla adaleti yakalamamız lazım. Bunun da en kolay yolu kültür. Kültür sadece sanat, edebiyat, şiir değildir. Hayatın var olması için gereken koşulların oluştuğu zemindir. Bu zemin aslında bizim kaldıracımız. Dünyayı doğayla uyumlu ve iklim kriziyle başa çıkabilir hale getirmek için yapmamız gereken şey kültürü kullanmak.”

Odabaşı: Konya’daki İklim Şurası bizi hayal kırıklığına uğrattı

Zirve’nin ev sahibi olan Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı ise yeşil şehir finansmanı ve bürokratik engellere vurgu yaparak, “Krize kriz gibi davranmalıyız. Kentlerin krizleri tek tek ele alma lüksü yok. İklim krizi gibi dönüşü olmayacak bir noktaya gelmeden önce önlemler hayata geçirilmelidir” dedi. Odabaşı şu ifadeleri kullandı:

“Bu yönde atılacak adımlarda sorumluluk yerel yönetimlerde değil. Kentlerin kendine özgü ihtiyaçlarını gözeterek üst politikayı belirleyecek merkezi yönetimlere de çok iş düşüyor. Krizlerle gerçekten mücadele edeceksek, yerel yönetimlerin önündeki yapısal engelleri aşmak şart. Hükümetin yakın zamanda imza attığı Paris Anlaşması’ndan sonra yapılan Konya’daki şurada beklentimiz yüksekti. Ancak beklediğimiz sonuçların çıkmaması bizi hayal kırıklığına uğrattı.”

‘Önlemleri acil olarak hayata geçirmeliyiz’

Uluslararası finans kuruluşlarına da seslenen Odabaşı, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Biz Türkiye’deki belediyeler olarak mevzuattan dolayı çıkacak olan her türlü siyasi riski almaya hazırız. Çünkü konumuz geleceğimiz ve bu geleceği kaybedersek ne yazık ki yaşayacak bir gezegenimiz olmayacak. Biz siyasi ve hukuki Türkiye’deki mevzuattan ötürü risk almaya hazırız. Finans kuruluşları da bu riski almaya hazır mı? İklim krizi gibi geri dönüşü olamayacak bir noktaya gelmeden önce önlemleri acil olarak hayata geçirmeliyiz.”

Şerdil Dara Odabaşı, “Herkes iyi niyetle bir şey söylemeye çalışıyor. Kararlı mıyız? Siz de geleceği finanse etmek için, yönettiğimiz kentlerin geleceğini kurtarmak için, dünyamızı kurtarmak için bu risklerde bizim yanımızda mısınız? Kararlı mısınız yoksa yapıyormuşuz gibi mi yapmaya devam edeceğiz?” sorularını yöneltti.

Türkiye belediyelerine çağrı

Uluslararası Kadıköy Sürdürülebilir Kentler Zirvesi sonrası “Krizler çağında sürdürülebilir bir Kentsel Dünya için köprüler kurmak” sloganıyla birlikte “ICLEI Kadıköy Bildirgesi 2022” açıklandı.

Kadıköy Kozyatağı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen programa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar, Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan, Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen, İzmit Belediye Başkanı Fatma Hürriyet, Burdur Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz, Denizli’nin Bozkurt İlçesi Belediye Başkanı Birsen Çelik, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı ve Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Birliği temsilcileri katıldı. ICLEI Avrupa Bölge Direktörü Wolfgang Teubner, ICLEI Dünya Sekretaryası Küresel Savunuculuk Direktörü Yunus Arıkan, Mannheim Belediye Başkanı Peter Kurz toplantıda yer alırken, ICLEI Birinci Başkan Yardımcısı ve İsveç Malmö Belediye Başkanı Katrin Jammeh, ICLEI Başkan Yardımcısı ve Finlandiya Turku Belediye Başkanı Minna Arve de çevrim içi olarak katıldı.

Yeşil şehir yatırım finansmanı, iklim krizi ile mücadelede uluslararası girişimler, döngüsel yaşam konularının ele alındığı Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’nde küresel ve ulusal aktörler bir araya geldi. Zirve’ye, EBRD Türkiye Başkan Vekili Şule Kılıç, Avrupa Yatırım Bankası (EIB) Türkiye Temsilciliği Başkanı Umberto Del Panta, AFD Türkiye Direktörü Tanguy Denieul , Dünya Belediyeler Birliği (UCLG) Kültür Komitesi Koordinatörü Jordi Pascual ile birlikte UNDP Türkiye Mukim Temsilcisi Louisa Vinton, yazar Buket Uzuner, İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nden Dr. İrem Daloğlu Çetinkaya, WRI Türkiye Kentsel Hareketlilik Yöneticisi Merve Akı ve UNDP İstanbul Bölge Ofisi Direktörü Gerd Trogemann da konuşmacı olarak katıldı.

İstanbul Kadıköy’de Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’nde bir araya gelen belediye başkanlarının onayladıkları 5 maddelik bildiride şu maddeler yer aldı:

‘Yerel yönetimler demokrasi, sosyal adalet ve sürdürülebilirlik için kritik öneme sahip’

Bildirgenin ilk maddesinde yerel yönetimlerin demokrasi, barış, sosyal adalet, sağlık, refah ve sürdürülebilirlik için kritik öneme sahip olduğu vurgulandı. İnsanlığın hayati zorluklarla karşı karşıya olduğu ifade edilen bildirgede,  “İklim acil durumu kırılma noktalarına ulaştı, COVID-19 salgını sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri derinleştirdi. Demokratik kurumlar ve ilkelerin zayıf düştüğü süreçlere tanık oluyoruz. Savaşlar ve askeri çatışmalar Rusya‘nın son Ukrayna işgali ile yeni zirvelere ulaşmakta. Ne yazık ki, küresel çok taraflı yönetişim bu hayati zorlukların hiçbirine yeterince yanıt vermemekte. Küresel nüfusun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı dikkate alındığında, her düzeyde yönetimler arasında işbirliğini içeren ‘çok katmanlı eylem’ vizyonunun bir umut ışığı olarak hizmet edebilmesi için, yerel ve bölgesel yönetimleri güçlendirmeye, yetkinleştirmeye, ilişkilendirmeye ve sürece dahil etmeye kararlıyız” denildi.

ICLEI, girişim ve ağları

ICLEI Kadıköy Bildirgesi 2022 bildirgesinde, “Mart 2024’e kadar, ICLEI’ye üye olan Türkiye’deki belediyelerin sayısında büyük bir artış kaydedilmesini umuyoruz. Ayrıca belediyeleri ICLEI girişimlerine ve ağlarına aktif olarak katılmaya teşvik ediyoruz” denildi.

İklim alanında GreenClimateCities, doğa alanında CitiesWithNature, döngüsel ekonomi alanında ICLEI Circulars, gıda alanında CityFoodNetwork, sürdürülebilir hareketlilik alanında Ecomobility Alliance, çevre dostu satın alma alanında Procura+, iklim eylemlerinin finansmanı alanında Transformative Actions Programme, enerji alanında 100% Renewables, sürdürülebilir kalkınma hedefleri alanında SDGsInCitiesChallenge hatırlatması yapıldı. Ayrıca, Türkiye´den dünya kamuoyuna sunulan “Döngüsel Kültür” kavramının da küresel olarak geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerektiği belirtildi.

‘Hiçbir belediye başkanı zorluklarla tek başına yüzleşemez’

“Hiçbir şehir, belediye başkanı veya ülke, küresel zorluklarla tek başına yüzleşemez” ifadelerinin yer aldığı bildirgenin üçüncü maddesinde, ICLEI’nin ağları ve ortaklıkları aracılığıyla Türkiye’deki belediyelerin Avrupa ve küresel ölçekteki girişimlere daha kolay katılabileceği hatırlatıldı ve şöyle devam edildi:

“Avrupa ölçeğinde öncelikli girişimler arasında Belediye Başkanları İklim Sözleşmesi, Avrupa Yeşil Şehir Anlaşması, Avrupa Döngüsel Kentler Bildirgesi, Avrupa Yerel Yeşil Anlaşmaları yer almaktadır. Birleşmiş Milletler ölçeğindeki öncelikli girişimler ise Paris İklim Anlaşması´nın 2050 itibari ile sıfır net karbon ve dirençli kentler hedeflerine yönelik olarak BM İklim Değişikliği Sekretaryası öncülüğünde yürütülen Race-To-Zero ve Race-To-Resilience kampanyaları, afetlere karşı dirençli kentleri öngören Making Cities Resilient 2030 kampanyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Yerel Gönüllü İzleme süreçleri yer almaktadır.”

Belediyeler işbirliğine devam edildi

Bildiride, Türkiye’nin kültürel, tarihi, sosyal ve jeopolitik bağlantılarının çok çeşitli ortaklık potansiyelleri taşıması bakımından önemli olduğu vurgulandı. Bildirinin dördüncü maddesinde, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Balkanlar, Orta Doğu ve Batı Asya‘daki diğer şehir ve bölgelerin küresel sürdürülebilirlik çabalarına aktif katılımını artırmak için Türkiye’deki belediyelere ICLEI ile işbirliği yapma daveti yapıldı.

Türkiye’deki Biyoçeşitlilik 16. Taraflar Konferansı’na hazırlık

Bildirgenin son maddesinde ise, 2022 ve sonrasında düzenlenecek olan uluslararası görüşmelere aktif katılım yer alıyor. “ICLEI sahip olduğu geniş ağ sayesinde, belediyelerin küresel hedeflere yönelik uluslararası görüşmelere daha aktif katılarak bilgilenmelerine ve deneyimlerini etkin bir şekilde paylaşmalarına aracı olabilir” ifadelerine yer verilen bildirgede, “BM Genel Sekreteri tarafından yürütülen Ortak Gündemimiz süreci ve Kentlerin Geleceği Görev Gücü çalışmaları, Fildişi Sahili, Çin ve Mısır‘da düzenlenecek İklim-Biyoçeşitlilik-Çölleşme Taraflar Konferansları, Polonya’daki 11. Dünya Kent Forumu bunların başında yer almaktadır” denildi.

2024’te Türkiye’de düzenlenecek Biyoçeşitlilik 16. Taraflar Konferansı’na özel olarak hazırlanacağını söyleyen ICLEI, Türkiye’deki belediyeleri 11-13 Mayıs 2022 tarihlerinde Malmö’de yapılacak ICLEI Dünya Kongresi‘ne, aktif olarak katılmaya davet etti.

Yeşiller’den kampanya: Rusya ile planlanan Akkuyu nükleer santral projesi iptal edilsin!

Yeşiller Partisi, Rusya devletine ait Rosatom ile anlaşmalı yapılan Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santrali Projesi’nin iptal edilmesi için bir kampanya başlattı.

19 Mart’ta Yeşil Ev’de gerçekleştirdikleri basın açıklaması ile kampanyayı duyuran Yeşiller, açıklamalarında, “Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve özellikle de Ukrayna’daki kontrol altına aldığı nükleer santraller, Akkuyu’nun ne kadar büyük bir tehlike yarattığını bir kez daha gösterdi” diyerek başlattıkları imza kampanyasını duyurdu.

Basın açıklamasını yapan Yeşiller Partisi eş sözcüleri Özlem Teke ve Koray Doğan Urbarlı, konuşmalarının başında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Ukrayna saldırılarının daha ikinci gününde Rus nükleer caydırıcı güçlerini özel savaş görevi durumuna getirdiğini hatırlattı.

Rusya’nın Ukrayna’daki Çernobil ve Zaporijya nükleer santralini ele geçirerek yarattığı risklerin büyüklüğüne dikkat çeken Özlem Teke, “ Tarihte ilk kez bu kadar çok nükleer santralin olduğu bir coğrafyada topyekun bir savaş ve işgal yaşanıyor ve bunun ne kadar büyük bir ilave risk yarattığı görülüyor. Nükleer enerjiyi tamamen reddetmedikçe nükleer savaş tehlikesi de ortadan kaldırılamaz” dedi.

‘Saldırgan bir güce nükleer sahası hediye etmek kabul edilemez’

Rusya’nın büyük askeri gücünün yanında dünyanın en aktif nükleer santral pazarlamacılarından biri olduğu vurgulayan Teke, Rusya’nın Akkuyu’daki varlığına şu sözlerle değindi:

“Hükümetin 2008’de açtığı ihaleye başka hiçbir uluslararası şirket teklif vermemiş, Akkuyu projesi olağanüstü ayrıcalıklar tanınarak Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilmiştir. Türkiye, Rusya ile 2010’da yaptığı milletlerarası antlaşma ile Mersin Akkuyu bölgesini nükleer santral yapımı için Rusya’ya tahsis etmiştir. Rusya, hem kendi ülkesi dışında yaptığı halde her zaman çoğunluk hissesi kendisinde kalacak bir santrale sahip olacak hem de yüksek alım garantileriyle büyük kârlar elde edecek.

Saldırgan politikaları ve Akdeniz’deki jeostratejik hedefleri düşünüldüğünde yüksek kârın, Rusya için Akkuyu’daki tek motivasyon olmadığı da görülebilir. Rusya, Akkuyu’nun yanı sıra Mısır’ın Akdeniz kıyısında bulunan El Dabaa’da da aynı tip ve büyüklükte bir nükleer santralin yapımına başlamıştır. Suriye’deki askeri varlığı da düşünüldüğünde, bu projeler Rusya’nın Doğu Akdeniz’de askeri ve nükleer varlık gösterme ihtiyacıyla bağlantılı değerlendirilebilir. Saldırgan ve yayılmacı bir nükleer güce, enerji ihtiyacı gibi son derece yetersiz ve yanlış bir gerekçeyle nükleer santral sahası hediye etmek kabul edilemez.”

‘Akkuyu ile enerji bağımlılığı derinleşecek’

Açıklamanın devamında Urbarlı ise Türkiye’nin enerji bağımsızlığının tehlikede olduğuna dikkat çekerek, “Türkiye’nin doğal gaz üzerinden Rusya’ya olan enerji bağımlılığı, bu ülkenin uranyum tedarikinden radyoaktif atıkların depolanmasına ve yeniden işlenmesine kadar her aşamada yetkili olduğu Akkuyu’da daha da derinleşecektir. Hükümet, insanları Akkuyu projesiyle Türkiye’nin de bir nükleer oyuncu olacağına inandırmaya çalışsa da, bu alanda teknolojisi, birikimi ve kurumları olmayan Türkiye, olsa olsa tüm düğmeleri elinin altında tutan Rusya’nın oyuncağı olacaktır” ifadelerini kullandı.

Açıklamalarının sonunda Yeşiller, “Türkiye, savaş durumunun yarattığı ekstra güvenlik risklerini değerlendirerek Rusya’nın yapımını sürdürdüğü Akkuyu nükleer santralinin inşaatını durdurmalı ve projeyi iptal ederek Rusya ile yapmış anlaşmayı  gerekirse tek taraflı olarak feshetmelidir. Nükleersiz bir Akkuyu, nükleersiz bir Türkiye ve nükleersiz bir Akdeniz hem ülkemiz hem de bütün dünya için daha güvenli, daha barışçı, daha temiz bir gelecek anlamına gelecektir. Rusya’yı Akkuyu’dan gönderin!” sözleriyle herkesi kampanyaya katılım göstermeye çağırdı.

 

 

Millet diye diye: Millet bahçesi, millet kıraathanesi derken sıra millet ormanlarında

Politika arenasında ‘millet’ sözcüğünün yoğun kullanımı çok şaşırtıcı değil. İki kutuplu politik arenanın bir tarafının adı da Millet İttifakı zaten. Hal böyleyken, Cumhur İttifakı adını taşıyan iktidar bloğunun millet sözcüğünü kullanmakta çok daha istekli göründüğü aşikâr. Üstelik bu bloğun büyük ortağının millet yerine ümmete çok daha sıcak baktığı, ümmet yerine millet bilincini Türkiye Cumhuriyeti’nin odağına oturtan Atatürk’ten hiç de hazzetmediği de sır değil.

Hafızam beni yanıltıyor mu yanıltmıyor mu emin değilim ama sanıyorum millet sözcüğünün bir arazi parçasına isim olarak verilmesinin ilk örneği millet bahçeleri. Hoş, bu terimin Osmanlı döneminde kullanıldığını da biliyoruz. Hatta Altunizade’den Çamlıca tarafına giderken iki ana yolun arasında kalan parkın da Millet Bahçesi adıyla anıldığını ve oradaki İETT durağının adının Millet Bahçesi olduğunu biliyorum. Yine yanılmıyorsam, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanında da bu millet bahçesinin geçtiğini hatırlar gibiyim. Bütün bunlara karşın millet bahçesi teriminin toplumsal yaşamdaki karşılığının zamansal izdüşümünün başlangıcı üç beş yıl öncesinden öteye gitmeyecektir.

Millet bahçeleri: Ödev olsa geçer not alamaz

Bir peyzaj mimarı değilim ama yapılan millet bahçelerinin çağdaş kentsel yeşil alan planlaması açısından çok çok kötü olduklarını anlamak için peyzaj mimarı olmaya gerek yok. Bana öyle geliyor ki, büyük paralar harcanarak yapılan bu bahçelerin projeleri peyzaj mimarlığı bölümlerinde öğrenciler tarafından ödev olarak sunulsa geçer not almaları mümkün olmazdı. Ne demek istediğimi kısa yoldan anlatabilmek için aşağıya, 29 Ekim 2021 tarihinde Ankara’da açılan ve 700 bin metrekare alanı ile Türkiye’nin en büyük millet bahçesi olduğu duyurulan alanın basın-yayın organlarında yer alan fotoğraflarından birini koyuyorum:

Ankara AKM Millet Bahçesi /AA.

Yukarıda da söyledim, millet bahçelerini çağdaş kentsel yeşil alan planlaması anlayışı açısından anlamlı bir yere oturtmak pek de olanaklı değil; kentsel yeşil alan anlayışını bir adım daha öteye götüren kentsel yeşil altyapı anlayışı[1] açısından baktığımızda ise millet bahçelerinin adını bile anmamak gerekir. Fakat ne yazık ki mevcut ülke yönetimi, Validebağ Korusu gibi kentin ortasında kalmış bulunmaz değerleri bile millet bahçesi gibi baştan savma projelere dönüştürmek konusunda çok ısrarcı görünüyor. Muhtemelen bir bildikleri var ki, o bildiklerinin toplumsal değil bireysel çıkarlara dayanan ekonomik yaklaşımlar olduğunu da biz biliyoruz. Her neyse, burada millet kıraathanelerinin adını bile anmamın abesle iştigal olduğunu düşünerek, bu yazının asıl konusu olan millet ormanlarına geçmek istiyorum.

Millet ormanları: Mesire yerlerine yapı yığını

Orman Genel Müdürlüğü 20 Aralık 2021 tarihinde, yani yaklaşık üç ay önce orman bölge müdürlüklerine yazılı bir talimat gönderdi. Talimatın özü şuydu:

  • Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2021 yılı Milli Ağaçlandırma Günü Fidan Dikim Töreninde 81 ilde 81 millet ormanı kurmayı müjdeledi.
  • Bu nedenle her ilde bir millet ormanı kurulacak. Millet ormanları mevcut mesire yerleri arasından seçilecek. Seçim yapılırken mesire yerinin tescilinin önceden yapılmış olmasına, işletmeciliğinin kiralanmamış olmasına ve içerisinde yapı ve tesis bulunmayanlara öncelik verilecek.
  • Her ilde kurulacak olan millet ormanı o ilin adını taşıyacak ve o ormanlarda şu tesisler yapılabilecek: Alan tanıtım ünitesi, bisiklet parkuru, yürüyüş ve koşu parkuru, spor alanları, pergola, oturma grupları, kamelya, otopark, yöresel ürünler satış ünitesi, büfe vb. (sondaki ‘vb.’ bana ait değil, talimatta son madde olarak ‘vb. yazıyor).

Eğer bizler uzun yıllardır bu ve benzer yaklaşımlarla kamu kaynaklarının bireysel çıkarlara hizmet amacıyla nasıl dağıtıldığını, tabiat parkı ve kent ormanı gibi adı farklı ama niteliği aynı olan projelerde nelerin yapıldığını bilmeseydik, hiç değilse bir açıdan iyi niyetle yaklaşabilirdik bu millet ormanı meselesine. O açı da kent toplumlarının rekreasyonel gereksinmelerinin karşılanmasında kent civarı ormanların taşıdığı rol olurdu. Fakat o iyimser açıyı kullana kullana milletin ormanları o kadar çok sömürüldü ve asıl amacın zaten milletin olan ormanı millete değil işletmeciye, sermayeye açmak ve bu yolla yandaşlık ağlarının pekiştirilmesi olduğu o kadar iyi anlaşıldı ki, artık konuya o açıdan yaklaşmak büyük safdillik olur.

Dilerseniz çok uzatmadan birkaç istatistik bilgi ile netleştireyim ne demek istediğimi. Ormancılık örgütü kent toplumunun rekreasyonel gereksinmeleri konusunda yıllardır çalışmalar yapıyordu. Bu amaçla mesire yerleri düzenliyor ve halkın kullanımına açıyordu. Mesire yerlerinde yapılabilecek kullanım ve yapılaşma düzeyine göre bu alanları A, B ve C tipi mesire yeri olarak sınıflandırıyordu. Aslında dili geçmiş zaman kullanmam anlamsız oldu, çünkü bu uygulamalar bugün de devam ediyor. Sorun şu ki en yoğun kullanım ve en çok yapılaşma içeren A ve B tipi mesire yerlerinin sayısındaki artışa karşılık C tipi mesire yerlerinin sayısı 2010’dan itibaren azaltıldı. Daha doğrusu C tipi olanlar B tipine dönüştürülerek kullanım ve yapılaşma yoğunluğu artırıldı. Sayıyla ifade etmek gerekirse; C tipi mesire yeri sayısı 2010-2020 arasında 1.039’da 867’ye düşerken B tipi mesire yeri sayısı 191’ten 405’e, A tipi mesire yeri sayısı da 106’dan 183’e çıktı. Bu da yetmezmiş gibi adına kent ormanı denilen D tipi mesire yeri icat edildi. 2020 sonu itibariyle 134 tane de kent ormanı var.

İncekum Tabiat Parkı.

Bu kadarla kaldığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aynı süreçte bazı mesire yerleri de tabiat parkı statüsüne dönüştürülerek bir taşla iki kuş vurulmaya çalışıldı.[2] Kuşlardan biri sözde korunan alan sayı ve miktarını artırmak[3] diğeri de daha fazla ormanı daha fazla işletmeciye açmaktı. Bunu da sayıyla ifade edeyim; 2010 yılında yalnızca 40 olan tabiat parkı sayısı 2020 yılında 250’ye çıktı. Sanmayın ki yeni yeni orman alanları koruma altına alındı. Bir gecede alınan kararlarla yüzlerce mesire yeri tabiat parkına dönüştürülerek daha yoğun yatırım ve daha kârlı işletmecilik için orman feda edildi.

Bütün bunlar yetmemiş olacak ki, şimdi de şapkadan millet ormanı çıkarıldı. Yukarıda özünü aktardığım talimat, millet ormanı projesinin de tıpkı öncekiler gibi, ormanı sermayeye açmaktan başka hiçbir gerçek amacının olmadığını açıkça gösteriyor.

Son olarak şunu da belirtmekte yarar var. Ormanların halkın rekreasyonel gereksinmeleri için kullanılmaması gerektiğini düşündüğüm sanılmasın. Tersine kent ormancılığı önemli bir ormancılık tipidir. Ancak bu ormancılığın ormanların devamlılığına zarar vermemesi için uyulması gereken bazı kurallar var. Gerekirse bir yazıda da bunu anlatırım. Ancak siz kent ormancılığı denilince, kentler civarındaki ormanlara otoparklar, yollar, spor alanları vs. yapmayı anlıyorsanız meseleyi hiç ama hiç anlamamışsınız demektir. Sözü dolandırmaya gerek yok; siz de biz de meseleye nereden bakıp nasıl anladığınızı çok iyi biliyoruz. Siz bu yaklaşımdan vazgeçmedikçe biz de anlatmaktan vaz geçmeyeceğiz. Sizin iktidarınız, paranız, bizimse yalnızca kalemimiz var.

*

[1] Yeşil altyapı konusunda daha kapsamlı bilgi için şu yazımı okuyabilirsiniz
[2] Bu deyimi kullanırken aslında hicap duyuyorum. Ancak anlamı daha iyi veren bir deyim bulamadım. Bunun için önce bütün kuşlardan sonra da bütün yaşam dostlarından özür dilerim.
[3] Bu konuda kapsamlı bilgi için ‘Korunamayan korunan alanlar’ başlıklı yazım okunabilir.

[Bir şarkının hikayesi] Donna Donna*/ Joan Baez

3 oktavlık pürüzsüz soprano sesi, uzun saçları, doğal ve iddiasız güzelliği ve aktivist kimliği ile Joan Baez,1960 gençliğinin Madonna’sı olur. Kendi şarkılarını yazabilmesine rağmen, Amerikan köklerinin ortaya çıkmasında ön safta rol oynayarak geleneksel folk baladlar söyler ve dinleyenlerini o zamanlar henüz tanınmayan Bob Dylan’ın şarkıları ile tanıştırır.

1960’da kendi adıyla çıkardığı ilk albümünde sonraları kendisiyle özdeşleşecek olan bir Yiddish şarkıyı, “Donna Donna”yı İngilizce seslendirir.

Balad’ların Madonna’sı, yalın akustik gitar yorumu ve billur sesi ile bu hüzünlü şarkıyı, bestelenmesinden 20 yıl sonra üne kavuşturacaktır.

İlk bakışta şarkı bir çiftçi ile kesimhaneye götürdüğü buzağısı arasında geçen hüzünlü bir diyalogu anlatıyor gibidir. Buzağı hüzünlüdür, çünkü ölüme gidiyordur ve hemen tepesinde bir kırlangıç kaygısız ve özgürce kanat çırpıyordur:

Baez ve Dylan.

“On a wagon bound for market
There’s a calf with a mournful eye.
High above him there’s a swallow
Winging swiftly through the sky
.”

Çiftçi buzağıyı azarlar ve kırlangıç gibi göklerde özgürce ve gururla uçması için neden kanatları olmadığını sorgular.

“Stop complaining,” said the farmer,
“Who told you a calf to be?
Why don’t you have wings to fly with
Like the swallow so proud and free?”

Şarkı buzağıların çaresizliğinin ve kısa hayatlarını bitirmenin ne kadar kolay olduğunun tespitiyle sonlanır. Ancak son kıtada bu şarkının sadece buzağı ile kırlangıcın hikayesini anlatmadığı, aynı zamanda özgürlükle ilgili olduğu hakkında da bir ipucu vardır.

“Calves are easily bound and slaughtered
Never knowing the reason why.
But whoever treasures freedom,
Like the swallow has learned to fly”

Bir taşla çok metafor…

Bu hüzünlü şarkının yorumlanması ve şarkıdaki metaforlar halen tartışılıyor.

Bir görüşe göre buzağı 2.Dünya Savaşı‘nda Nazilerin soykırımına uğrayan Yahudileri sembolize ediyor. Gerçekten pazara doğru yol alan arabadaki buzağı, toplama kamplarına götürülen Yahudilerle ilgili bir metafor mu?

Şarkının söz yazarı Aaaron Zetlin bir Polonya Yahudisidir ve ailesi kadar olmasa da o da Hasidik Yahudi kültürünün mistik etkileri ile yetişmiş bir edebiyatçıdır. 1930 -1938 yılları arasında Varşova’daki Yiddish Yazarlar Kulübü‘nün başkanlığını yapar.1938 yazında New York’taki Yiddish tiyatrosunun sanat direktöründen bir davet alır.1 Eylül 1938’ de Nazi ordularının Polonya’yı işgali sonrası bir daha memleketine dönemeyecektir. Sevdiklerini geride bırakmanın üzüntüsünü ve hayatta kalmanın vicdan azabını yaşar.

New York Tarih Kurumu’ndaki Özgürlük Yolculuğu/Alabama, 1965.

Zetlin, Dona Dona’yı (Yiddish dilinde tek ‘’n’’ ile yazılır) 1940-1941 yılları arasında sahneye konan tiyatro için yazar ve müziğini Shalom Secunda besteler. Amerika’da Holocaust gerçeğinin farkına ancak 1941‘in sonlarında varıldığı düşünüldüğünde, şarkıdaki metaforların Holocaust ile ilişkilendirilmesi tezi zayıflıyor.

Bir diğer görüş ise yazarın Doğu Avrupa’yı terk eden diasporanın özgürlük hissini ve geride kalan kapana kısılmış Yahudiler için duydukları korkuyu, özgür kırlangıç ve ölüme giden buzağı ile sembolize etmiş olduğudur. Yazarın geride bıraktıkları için suçluluk duyduğu, hatta intihar etmeyi dahi düşündüğü bilindiğinden bu analiz akla yakın gözüküyor.

Ey Özgürlük!

Şarkının bir de çok daha mistik bir açıklaması vardır.

Bu yoruma göre şarkıda buzağı vücudu temsil eder. Vücut insani hazların esiridir. Pazara doğru giden buzağı, insanın ölüme giden kaçınılmaz yolculuğunun metaforudur. Buzağı (vücut) hüzünlüdür çünkü hayatın zevklerine bağlıdır ve ölüm sonrasının bilinmezliğinden korkmaktadır.

Kırlangıç ruhu temsil etmektedir. İlahi ruh fiziksel dünyanın maddi sınırlamalarına bağlı değildir. Dünyevi olanın yukarısında, manevi alemlerde uçmakta özgürdür. Ruh ölümden korkmaz çünkü o yeryüzünden çok evinde, yani cennettedir.

Şarkıdaki koroda gülen rüzgarlar vardır. Rüzgarlar bütün gün tüm güçleri ile  gülerken neden yaz gecesinin sadece yarısında gülmektedir?

Tevrata göre, gece iki bölümdür. Günlerin uzadığı ve karanlığın nispeten daha kısa olduğu yaz gecesinin, güneşin batımından, gece yarısına kadar olan bu birinci bölümünde insan yaşadığı günün muhasebesini yapmalıdır.

“Chorus:
How the winds are laughing
They laugh with all their might
Laugh and laugh the whole day through
And half the summer’s night.”

Martin Luther King Jr. ile birlikte.

Çiftçi ise kutsal, bilge kişiyi sembolize eder ve insanoğluna bir soru sorar.  “Neden buzağı oldunuz ‘’derken, neden dünyevi zevklerle kendinizi sınırlıyorsunuz, bunu yaparsanız kaçınılmaz ölüme giden buzağıdan farkınız kalmaz demektedir. “Neden uçmak için kanatların yok” derken de ruhunuza bağlanın ve fiziksel sınırlarınızı aşarak ruhunuzun gücünü hissedin demektedir.

Yazarın kişiliği, büyüdüğü çevre ve aldığı dinsel eğitim düşünüldüğünde şarkının bu mistik açıklamasındaki metaforları kullandığı çok olası gözüküyor.

Ancak 1960 gençliğinin, Joan Baez’den bu şarkıyı dinlerken sözlerin ardına gizlenen bu mistik metaforların anlamlarını referans almadığını tahmin etmek zor değildir.

Donna Donna, 68 kuşağının protest müziğinin simge şarkılarından biri olmuştur ve şarkı özgürlüğü sembolize etmesi ile tanınır. Joan Baez tüm konserlerinde Donna Donna’yı söylerken ona eşlik eden dinleyiciler de şarkıya bu duygularla katılırlar. Aktivist kimliği ile katıldığı tüm konserlerde de Donna Donna dinleyiciler tarafından bir marş gibi söylenir.

Donna Donna’nın şarkı sözlerindeki metaforların farklı yorumlarının vardığı tek ortak nokta özgürlüktür. Bedenin özgürlüğü, ruhun özgürlüğü ve açıkça ifade edilmese de düşüncenin özgürlüğü… Şarkının tüm dünyada sevilmesini sağlayan şüphesiz bu evrensel mesaj ve Joan Baez’in yalın ve berrak yorumudur.

(*) Beste: Shalom Secunda/ Aaron Zetlin,1941
Şarkının Orijinal Dili: Yiddish
İngilizce sözler: Arthur Kevess  Teddi Schwartz

Kaynakça

  • Meinberger W., Dona Dona-The Mystical Meaning,
  • Muhammad Luthfi H., An Analysis of Metaphorical expression in Donna Donna Song
  • Yee D, Oxford Blog
  • Wikipedia, Dona Dona

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bu dünyayı canlılara dar ettiğimizi çocuklara nasıl anlatsak?

İklim değişikliği, azalan su kaynakları, eriyen buzullar, çölleşen ormanlar, kirlenen okyanuslar, doğal dengesi bozulan dağlar ve tüm bunların sonucunda türü tükenen ya da tehlikede olan canlılar, bitkiler… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Değişim o kadar hızlı ve sert ki bugünün anne-babaları  çocukluklarında haşır neşir oldukları hayvan ve bitkileri kendi çocuklarına tanıtmak için kitaplara, resimlere ihtiyaç duyuyorlar.

Bırakalım at, inek, eşek, keçi, kuzu gibi köy yaşamına has hayvanları, hiç canlı yaban arısı, kirpi, ya da sincap görmemiş, dut, incir toplamamış, ıhlamur ya da iğde ağacının altında saklambaç oynamamış bir çocuk nesli yetişiyor. Doğa deyince akıllarına kendi bildik çevreleri değil belgesellerde gördükleri uzak diyarlar geliyor.

Peki, o uzak diyarlarda bile doğanın dengesinin bozulduğunu, canlı ve bitkilerin yaşam alanlarının giderek daraldığını, gezegenimizin ekosisteminin alarm verdiğini ve bütün bunlardan biz insanların sorumlu olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatacağız?

İnsanların suçu ne?

Ketebe Yayınları’ndan çıkan,  “Hayvanlar Tehlikede! Onlara Nasıl Yardım Edebiliriz?”, 6 ve üzeri yaş grubuna, yukarıda kısaca değindiğimiz sorunları ayrıntılı ve anlaşılır bir şekilde izah etmeye çalışan bir eser. Yazarı Pavla Hanáčková,  daha kitabın “DİKKAT! TEHLİKE! HAYVANLAR TEHLİKEDE” başlığı taşıyan ilk sayfasında şu soruyu soruyor: “Peki, sizce insanların suçu ne?” Tabii yanıtı kendi vermekte gecikmiyor: “Gezegenimizin giderek ısınması, buzulların erimesi ve suların ısınmasına neden olan iklim değişikliğine biz sebep olduk.”

Eskiden kendi kendine yaşayıp giden canlılara bu gezegeni dar edenin gelip de modern şehirler kuran, aşırı avlanan, çöp yığınlarını ve kimyasal atıklarını doğaya bırakan, açgözlülükle tüketip yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan eden, ekosistemi hiçe sayarak her yere yol ve bina yapan insan olduğunun altını kalın bir şekilde çizen kitap, tehlikede olan hayvan türlerini büyüteç altına alınıyor.

Farklı ihtiyaçları olan canlılara ev sahipliği yapan Kutuplar, Yağmur Ormanları, Çöller, Dağlar, Otlak Alanlar, Okyanuslar, Mercan Resifleri gibi yaşam alanları birer bölüm başlığı altında incelenirken, tehlikede olan hayvanların yanı sıra dünyanın ekosistemi için önemli olan birçok mesele alt başlıklarda ayrıntılı bir şekilde işleniyor. Kısacası, verilen bilgiler çevre sorunlarına eğilen birçok başka çocuk kitabında bulunabilecek genel geçer bilgilerle sınırlı kalmıyor.

Örneğin hayatlarının büyük çoğunluğunu ağaç tepelerinde geçiren ve bitki tohumlarının etrafa yayılmasında büyük rolü olan sumatra orangutanlarının yağmur ormanları için neden vazgeçilmez olduklarını ya da okyanuslarda, uluslararası sınırlar içinde kalan ve bu yüzden hiçbir kurala tabi olmayan bölgelerin nasıl yağmalandıklarını eserden öğrenebiliyoruz.

Sade, gereksiz süslemelere yüz vermeyen bir dil kullanan yazar, çetrefilli meseleleri küçük yaş grubuna hem anlaşılır hem bilimsel bir şekilde açıklamaya odaklanırken, çizer Linh Dao konuya renk ve keyif katma, okurların gözüne ve ruhuna hitap etme işini üstlenmiş. Her başlık ve her alt başlık için birer kompozisyonlu çizim içeren eser ilk ele alınışta çocuklar için kurgu dışı bir popüler bilim kitabından ziyade çarpıcı çizimlerle bezenmiş bir resimli kitaba benziyor. Bu da verdiği bilgiler açısından da epey kapsayıcı ve doyurucu olan kitabın hedef yaş grubu tarafından merakla ve iştahla okunmasını kolaylaştırıyor.

Çevreci çocuk kitaplarının önemli bir kısmı, Dünya’nın sorunlarına çözüm getirirken çocuklara, ‘çöpünü ayrıştır’, ‘sahildeki atıkları topla’, ‘gereksiz kâğıt tüketme’, ‘tohum ek’ gibi gündelik hayatlarında kolayca uygulayabilecekleri öneriler sunuyor. Bu kitap da benzer bir yol izlerken önemli bir fark göze çarpıyor. Yazar,  çocuklara, bu sorunları çözme sorumluluğu yüklemiyor. Dünyayı berbat eden yetişkinlerse onu kurtarma görevi de büyüklere düşüyor, mesajı, satır aralarından rahatça okunabiliyor.

Örgütlülük, uluslararası işbirliği ve dünya siyasetinde köklü değişiklikler gerektiren olumlu dönüşümler için harcanan çabalardan ve girişimlerden örnekler veren yazar, sorunların öyle basitçe, bireysel iyi niyetli küçük adımlarla çözülemeyeceğini çocuklara umut kırmadan hissettirmeyi başarıyor. Ona “sen de yardım edebilirsin!” diyor ve yaşına, olanaklarına uygun yollar gösteriyor. Böylece çocuk hem şimdi tehlikede olan hayvanlara yardım edebileceğini/etmesi gerektiğini fark ediyor hem de gelecekte sorunların çözümü için çok daha fazla sorumluluk üstlenip çok daha ötesini yapması gerektiği bilincini kazanıyor.

Yazar: Pavla Hanáčková

1990 yılında, Çekoslovakya’da doğdu. Palacký Üniversitesi, Felsefe Fakültesi‘nde İngilizce ve Çince okudu. Büyük bir yayınevinde çocuk kitapları editörü olarak çalıştı. Çocukluğundan itibaren tutkulu bir okur olan Hanáčková aynı zamanda gezgindi ve bu gezilerden yazdığı kitaplar için ilham almıştır.

Çizer: Linh Dao

Hanoi’de doğmuş ve hayatının önemli bir bölümünü burada geçirdikten sonra Brünn’de illüstrasyon okumak için Çek Cumhuriyeti’ne taşınmıştır. Animasyon dalında da eğitim alan sanatçı 2016’da animasyon filmiyle ADC Creative Awards’ın Young Creativ kategorisinde ödüle layık görülmüştür. Halen çizer ve animasyon sanatçısı olarak çalışmaktadır.

Kıyametin sosyal medya hesapları

Bazen,  herkesin kendisini kaptırmak istediği komplo teorileri damarlarından biri olarak şunu düşünüyorum: Sosyal medyanın bizde yarattığı “kıyamet” hissiyle nasıl başa çıkacağız? Yaşadığımız manik karamsarlık içerisinde, bazı gönderiler sanki Dünya bir iklim felaketine sürüklenmiyor ya da savaşla kaynamıyor gibi umursamadan var oluyor, diğer yandan da çoktan çizgiyi aştık, geri dönüş yok ve nihai yıkım bir nefes kadar yakın deniliyor. İkilem içerisinde umursamazlık ve pesimizm içinde öylesine kötü bir sonu bekliyoruz, susuyoruz ve “nasıl olsa günler sayılı” diyerek korkularımızı telkin ediyoruz.

Kapitalist düzenin sağa sola savurduğu toplumsal düzen, Covid-19 sınavını verdi diyelim, milyonlarca insan için bir kıyamet kopmadı mı sanki? Güya “özgür ve medeni” dünyanın bir parçası olan sistemler devam ediyor, edebiliyor mu?

Canlı yayında savaş, anlık kötülükler

Anlık iletişim yöntemleri kısmen yeni bir teknoloji. Bu teknolojinin topluma olan en büyük etkisi bence hayatımızda tahakküm kuran sistemlerin aslında ne kadar kırılgan ve de ne kadar yalan olduğunu afişe etmesi. Hepimiz biliyorduk Birleşik Devletler’de polis şiddeti, ırkçılıkla el ele… Velakin canlı olarak bunlara şahit olmak? Yalnızca küresel değil, yerel olarak ülkemizde de protestolarda neler yaşanıyor? Hepimiz biliyorduk Rusya’nın Putin elinde tehlikeli bir yere savrulabileceğini. Ukrayna’da şehirlerin bombalanmasını resmen canlı izliyoruz.

Yalnızca makro olarak, siyaset-toplum ilişkisi de değil, günlük hayata da sirayet etmiş kötülükleri canlı görüyoruz. Yayında kadınları döven, otobüste-metroda insanları rahatsız eden eril zihniyet ve failler de önümüzde. Böylesine güçlü bir teknolojinin elimizde olması, yarattığı güç ve etkinin bu kadar büyük olması, aynı zamanda alışık olmadığımız bir şey.

Hayatta kalmanın getirdiği suçluluk hissi

“Doomscrolling” yani “Kıyametakışı” ya da “Kıyametgezintisi” diye çevirebileceğimiz bir terim türedi. Elinizdeki bilgi kaynaklarını kullanarak, kötü haber üstüne kötü haber, aynı haberin tekrar tekrar görmek üzerine saatlerinizi karanlık bir yerde geçirmenize sebep olan bir fenomen ve daimi olarak dünyanın ne kadar kötü olduğuna dair “kanıtlar” önünüzde. Saatlerce korkunç içeriklere maruz kalmak, onlara karşı hissizleşmeyle beraber aynı zamanda umudun kırılmasına da yol açabilir.

Gelecek nesillerin aşırı politikleşmesine hatta uç yönelimlere ulaşmasının da bir açıklaması, medyanın, gazetelerin ve sosyal medyanın “kötü haber tüccarlığı” olabilir. Kötü haberler satıyor, korku güdüsü güdülüyor.

Yeni teknolojinin yeni “challenge”ı bu: Korkuya ve umutsuzluğa karşı nasıl yine de yeşil bir gelecek, eşit bir gelecek için mücadele vereceğiz? Umudumuzu nasıl koruyacağız? Akıl sağlımızı bu kadar negativiteye karşı nasıl koruyacağız?

Geçen aylarda artık dokunsanız ağlayacak kıvama geldim. Bir nedeni, sosyal medya üzerinde sürekli tacize uğramam, hayat mahremiyetimin çiğnenmesi. Bir başka sebep, bir çok ölüm haberi almam. “Kıyametakışı” dediğimiz olay o kadar sinsi ki, dikkatinizi dağıtmak istediğiniz herhangi bir sosyal medya hesabında başınıza gelebilir. Ya da biliyorsunuz ya, travmatize olmuşsunuz, “dünya kötü bir yer”, bir “influencer” size nasıl detoks meyve suyu hazırlanır diye anlatırken “ama şu an bir yerlerde acı çeken insanlar var” karamsarlığına düşüp kurtulamıyorsunuz.

Hayatta kalmanın da getirdiği bir suçluluk hissi var. Hiperrealite dediğimiz, “oyun-dizi-film” izlediğimiz ekranlarda gerçekten olan savaş ve suçları da izlediğimiz için, gerçeklik algımız da kayıyor. Ta ki gerçekten o kurgusallık ile hakikat arasındaki çizgi kalkana kadar. O nokta da işte, o Ukrayna’da evleri, hastaneleri bombalanmış sivillerin ne acılar çektiğini hissetmeye başlıyorsunuz. Aklınız almıyor ve apati içerisinde donup kalıyorsunuz.

Sesleri çok, ya güçleri?

Kıyametin sosyal medya hesaplarına karşı ne yapabiliriz, bilmiyorum. Psikolojimiz üstüne de bu kadar fena bir etkisi var mı, yoksa bunlar daha kişisel tecrübelerim mi? Emin değilim velakin umutsuzluğa kapılmamak ne kadar önemli bunların gayet farkındayım.

Son 8 Mart eylemleri sonrasında, transfobiklerin yine benzer şekilde bu karanlık içerisinden, ürettikleri nefretle alana gelmesi, sonrasında da sosyal medya üzerinden kendi anlatılarını yaratmaları da benzer bir etki yarattı. Velakin bana güç veren, oradaki feminist kadınların nefrete dur demesiydi. Sosyal medya, önemli bir bilgi ve haber aracı, iletişime inanılmaz faydalı ve de akıl sağlığına zararlı olabiliyor. Ama şunu da hatırlamamız gerek: Çoğu noktada, gerçeği de yansıtmıyor.

Büyük doğa düşmanı şirketler, amaçları için interneti kullanan siyaset, propaganda için sabah akşam çalışan uç gruplar… O kadar sesleri var mı gerçekten? Yoksa korkuyla bizi sindirmeye ve umudu yok etmeye mi çalışıyorlar? Bunun farkında olursak kendimizi belki koruyabiliriz ve doğruları söylemeye devam edebiliriz.

Piyale Madra çiziyor-26

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor. 

[Cadı Kazanı] Kadına şiddetin romans hali

“Evlenme teklifini kabul etseydi cinayet işlenmeyebilirdi”. Gözümüz aydın, kadınları öldürmek ve neredeyse suçlu sayılmamak için bir neden daha üretildi, hem de adaletin merkezinde!

Hepsinde değil, ama bazı kadın cinayetlerinde karar verici erkekler kükrüyor: “Bu nasıl hakim, kadını 12 yerinden bıçaklayan adam serbest bırakılır mı?!!” “Bunlar en ağır cezaya çarptırılmalı”… Adı üstünde karar verici ve bir sözüyle, üstelik adaleti etkilememesi gerekirken, gazeteciler, öğrenciler hapse atılıp aylarca, yıllarca hakim karşısına bile çıkamıyor. Demek kükremeden kükremeye fark var ki, 14 erkek Yargıtay üyesi, hiçbir cezai yasada yer almayan “…evlilik teklifini reddetmeseydi öldürmeyecekti”“…reddedilince anlık bir bir hiddetle öldürdü…”, …bıçağı yanına tedbiren almış” .. gibi abuk sabuk gerekçeler üretebiliyorlar. Herhalde kararı verirken yasalar ve adaletin ve hatta vicdanın gereğini değil, testosteronlarının gereğini yapıyorlar. Toplumsal cinsiyet duyarlılığından söz etmiyorum bile…

Üstelik aynı gerekçeyle daha önce onlarca kadın öldürüldüğü halde.

Merak ediyorum, acaba bu 14 üyenin hiç kız çocuğu var mı, kızlarının bir gün  tutku derecesinde aşırı sevgiden zarar görebileceğini hiç düşündüler mi?!

Nasıl kadın olunacağını da en iyi erkeklere biliyor

Geçtiğimiz 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca‘nın yayımladığı mesaj hala Yargıtay’ın resmi sayfasında gururla yer alıyor:

“Hayatımızın her anını daha anlamlı kılarak güzelleştiren, ailenin ve toplumun temel taşı, şefkatin, fedakârlığın, sabrın ve özverinin sembolü olan kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü en içten dileklerimle kutlar, ülkemizdeki ve dünyadaki tüm kadınlara sağlık ve mutluluk dolu bir gelecek dilerim.”

Özveride bulunacaksın ey kadın, niye evlilik teklifini reddettin!

Sabredeceksin ey kadın, kocan o, döver de sever de!

Fedakar olacaksın ey kadın, çocukların için boşanmayacaksın…

Yargıtay Başkanı mesajını tabii ki böyle demek için yazmadı. Sorun tam da burada: Kadınlara nasıl olmaları gerektiği, bir kez daha dikte ediliyor. ‘Sabır, özveri, şefkat’,  kadınlar için aslında yüceltici değil çok tehlikeli kelimeler. Bu kelimeler kadınların, kız çocuklarının bilinç altına-üstüne bir kez çakıldı mı çıkmıyor.

Allah benim sabrımı sınıyor’

Bu cümle de benim aklıma çakıldı, çıkmıyor..

“Sesimi Duy” adlı belgeselimin Batman’da yaptığım bir röportajdan…Annesini gözleri önünde yıllarca  döven, başını ayaklarıyla ezen babasının şiddetine karşı annesine neden katlandığını, neden boşanmadığını sorduğunda kızına  böyle demişti: ”Allah benim sabrımı sınıyor” .Ve o kız annesinin kendisi için “fedakarlık” yaptığını düşünüp, “ben olmazsam belki annem buna katlanmaz” diyerek üç kez intihar etmeye çalışmıştı.

Anadolu‘da kız çocuklarına, önce babalarına sonra da kocalarına itaat öğretilir. İtaat kelimesi aslında içinde sabrı ve fedakarlığı da barındırır. Duvağıyla çıktığı eve kefenle dönebilir ancak.

Evlendikleri ilk gecelerinde, kocasının bir tavuğun iki bacağını ayırıp öldürdükten sonra, ona itaat etmediğinde başına gelecekleri böyle anlatması, bazı yörelerimizde neredeyse gelenek haline gelmişti. İkide bir gözümüze sokulan “geleneklerimiz” böyle o kadar çok örnekle dolu ki! “Geleneklerin kelebeği” kanat çırptığında ise kadınlar ölüyor. Kelebek etkisi(*) en çok da gelenekselleştirilen uygulamaların, nalıncı keseri gibi erkek egemen düzene hizmet etmesine neden oluyor.

Özveri değil, özgüven

Kadınlar, kız çocukları özverinin değil, özgüvenin sembolü olmalı. Kadınlar çiçek, böcek ya da dünyayı güzelleştiren varlıklar değil, her biri birer birey, yurttaş, vatandaş; tıpkı erkekler gibi. Kadınlara doğurganlıkları üzerinden bir çift laf edecekseniz o da; “Kadınlar bir gün doğurmayacağız derlerse, millet de olmaz, devlet de olmaz” olmamalı.

Her gün en az bir kadının erkekler tarafından öldürüldüğü Türkiye’de , yargının, adaletin en üst noktasındaki bir kişinin kadınlar günü için yazacağı mesaj şöyle olmalıydı:

“Milletin ve devletin varlığının teminatı olan, toplumun yarısını oluşturan kadınların erkeklerle eşit haklara doğuştan sahip bireyler olduğunun bilincinde olarak, yaşama haklarını ellerinden almaya çalışan erkekler karşısında, bir adalet temsilcisi olarak nedensiz ve amasız, sonuna kadar yasaların bana verdiği yetkiyle mücadele edeceğime 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde söz veriyorum. ” 

Seçimlere bir kala , henüz duymadığımız, siyasi partilerden  beklenen cümle ise “Bizim iktidarımızda hiçbir kadın erkek şiddetinden ölmeyecek” olmalı. Henüz ses yok, sadece benzin, motorin, dolar, ayçiçek yağı, kuyruklar….

Yaşam hakkı her şeyden önde gelir. Bunu görmeniz için kadınların ölüm kuyruğuna girmeleri mi gerekiyor?

(*) Kelebek Etkisi: Bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır.

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlarda’ ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.” (Hannah Arendt)

 

Mauripol’de 1300 kişi enkaz altında, Putin Kırım’ın ilhakını kutladı

Ukraynalı yetkililer, çarşamba günü Rus bombardımanıyla vurulan Mauripol’deki tiyatro binasının enkazından 130 kişinin kurtarıldığı aktarıldı.Ancak Ukrayna Parlamentosu’nun insan hakları komiseri Ludmyla Denisova,tiyatronun bodrum katında yaklaşık 1300 kişinin mahsur kaldığını söyledi.

Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelenski, saldırılardan uzak tutmak için bahçesine Rusça “ÇOCUK” yazılan tiyatro binasının,  Rusya tarafından uydu görüntülerinde yazıyı görmelerine rağmen kasıtlı olarak hedaf alındığını söyledi.

Ağır saldırı altındaki Mauripol’de elektrik, ısı ve yiyecek yokluğu yaşanıyor, yüzlerce sivil tiyatro binasına sığınmıştı. Şehrin dış dünyayla bağlantısı büyük ölçüde kesildiğinden, kayıpların gerçek boyutu henüz bilinmiyor.

İşgalci Rus birlikleri, şehirde  ihtiyaç duyulan malzemelerin tedarikini kesti ve bir çocuk hastanesine, bir üniversiteye ve daha pek çok binaya saldırıda bulundu.

Fotoğtaf: Alexander Ermochenko/Reuters

Başkent Kiev‘de Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgalinden bu yana başkentte 60 sivil ve dört çocuk da dahil olmak üzere toplam 222 kişi öldüğünü duyurdu. Kiev kent yönetiminden yapılan açıklamada, başkentte 241’i sivil ve 18’i çocuk olmak üzere 889 kişinin de yaralandığı bildirildi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Moskova‘da Luzhiniki Stadyumu‘nda, Kırım‘ın ilhakının sekizinci yıl dönümünü kutladı.

81 bin kişilik stadyumun doldu ve işgali simgeleyen “Z” sembolüyle donandı. Bazı kamu görevlilerinin işinden edilme tehdidiyle otobüslerle stadyuma getirildiği iddia edildi.

Putin, Kremlin‘in ne yaptığını bildiğini ve bütün amaçlarına ulaşacağını söyledi. Ukrayna’daki yerel halkı soykırımdan kurtardıklarını söyeyen Putin, kalabalığa “Rusya, ileri!” diye seslendi ve tezahürat aldı.