Ana Sayfa Blog Sayfa 98

[İklim Masası] Marmara denizi ‘hasta’, ekolojik denge eşiği aşıldı

Son üç yıldır 8 Haziran, Türkiye Çevre Haftası kapsamında ‘‘Marmara Denizi Günü’’ olarak kutlanıyor. Marmara Belediyeler Birliği; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın da desteğiyle, Marmara Denizi’ni çevreleyen yedi ilde (İstanbul, Kocaeli, Bursa, Yalova, Balıkesir, Çanakkale ve Tekirdağ) etkinlikler düzenleyecek. Bu gün, Marmara Denizi’nin sorunlarını tartışmak ve korunmasına yönelik farkındalık yaratmak için de önemli bir fırsat. Nitekim bilim insanlarına göre Marmara Denizi ‘‘hasta’’ ve ekosistemi, eski haline döndürülemeyecek şekilde zarar görmüş durumda.

Daha büyük denizlere ancak iki dar boğaz ile bağlanan ve su sirkülasyonu sınırlı olan  Marmara Denizi, 1980’lerden bu yana artan insan kaynaklı baskılar nedeniyle belirgin şekilde zarar görüyor. Denizi çevreleyen yedi ilin en az 25 milyonluk nüfusu ve özellikle İzmit Körfezi’nde yoğunlaşan sanayi; kentsel ve endüstriyel kirlilik yaratıyor. İzmit’in yanı sıra Gemlik, Bandırma ve Tekirdağ’daki limanlar da gemicilik kaynaklı kirliliğe sebep oluyor. Gelişmiş teknolojilerle donatılmış balıkçılık filosu ise, Marmara Denizi’nde hâlâ tutunmaya çalışan az sayıda türe göz açtırmıyor. Son yıllarda Marmara Denizi’nde yapılan balıkçılığın yüzde 90’ını yalnızca 11 tür oluşturuyor. Bu türlerin başında her geçen yıl av verimi giderek azalan hamsi geliyor. Tüm bu olumsuzlukların Marmara Denizi ekosistemi üzerindeki etkisi, küresel ısınma ile birlikte daha da perçinleniyor.

Uzmanlar, Marmara Denizi ekosisteminin son 30 yılda oldukça ağır dönüşümler geçirerek bozulduğuna ve hiç olmadığı kadar kırılgan hale geldiğine dikkat çekiyorlar. Bilim insanlarına göre kaybolan türlerin geri gelmesi ve ekosistemin eski sağlığına kavuşması ancak ve ancak bu deniz üzerindeki insan kaynaklı her türlü baskının ciddi oranda azaltılmasıyla mümkün olabilir.

Demirel: Marmara Denizi, hiç olmadığı kadar kırılgan

İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü’nden Prof. Dr. Nazlı Demirel’in konuyla ilgili değerlendirmesi şöyle:

‘‘Marmara Denizi, ekonomik öneme sahip birçok balığın, beslenmek için Akdeniz ve Ege’den Karadeniz’e uzanan yolculuklarında konakladıkları ve yumurta bıraktıkları bir iç deniz. Aynı zamanda hem Akdeniz hem Karadeniz sularının etkisi altında olduğu için, buradaki ekosistemin kendine has özellikleri var.

Marmara Denizi’nde, Akdeniz’in tuzlu ve yoğun sularının alt tabakada, Karadeniz sularının ise üstte yer aldığı iki katmanlı bir yapı var. Besin açısından zengin Karadeniz suları, yüksek verimli bir üst tabaka oluştururken, oksijence zengin Akdeniz suları ise dip yaşamını ve biyoçeşitliliği destekliyor. Dolayısıyla Marmara, yüzölçümü anlamında diğer denizlerimizden çok daha küçük olsa da balıkçılık anlamında epey verimli. Hatta 2000’li yılların sonuna kadar Türkiye balıkçılığındaki payı, Akdeniz ve Ege’den yüksek seyrediyordu.

Ne var ki bu ekosistem, temelde insan kaynaklı çevresel etkiler yüzünden, son 30 yılda önemli değişim ve dönüşümler geçirdi. 2023 yılında yayınlanan bir çalışmamızda ilk defa kurulan ekosistem modeli, 1990-2020 yılları için Marmara Denizi’nde ekosistemin durumunu ortaya koyuyordu. Buna göre Marmara Denizi ekosisteminin dirençliliği, son 30 yılda önemli ölçüde azalmış durumda ve bu nedenle de insan kaynaklı rahatsızlıklara karşı hiç olmadığı kadar kırılgan.

Ekosistemin denge eşiği aşıldı

‘‘Bir ekosistemin sağlığı ve direnci, barındırdığı canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkisine bakarak anlaşılabilir. Bu canlı grupları arasındaki dengenin insan kaynaklı etkilerle değiştirilmesi; direnci daha düşük, yeni bir sistemin ortaya çıkmasına neden olur. Yalnızca doğal süreçler değil, insanların denizden elde ettiği yararlar da aksar. Toplumsal, ekonomik, yönetimsel sorunlar meydana gelir.

Yine 2023 yılında yayınladığımız bir başka araştırmada, son 35 yılda Marmara Denizi’nde yaşanan değişimlere kapsamlı bir bakış sunmaya çalıştık. Burada, 1986-2020 yılları arasında Marmara’nın ekosistemin üç farklı dönemden geçtiğini tespit ettik: (i) 1986-1995 arasında başlangıç durumunu temsil eden ‘erken rejim’, (ii) 1995-2015 yılları arasında, ekosistemin yeniden düzenlendiği ‘geçiş rejimi’ ve (iii) 2015’ten 2020’ye kadar, alternatif ekosistemin oluşturduğu ‘geç rejim’.

(Kaynak: Demirel, N., Akoglu, E., Ulman, A., Ertor-Akyazi, P., Gül, G., Bedikoğlu, D., Yıldız, T., Yilmaz, I.N. (2023). Uncovering ecological regime shifts in the Sea of Marmara and reconsidering management strategies. Marine Environmental Research, 183: 105794. https://doi.org/10.1016/j.marenvres.2022.105794)

Başlangıç dönemindeki ilk koşullara baktığımızda palamut ve lüfer gibi türlerin bol; daha küçük balıkların ise dengede olduğunu görüyoruz – çünkü büyük balıklar, küçük balıklar üzerinde bir av baskısı kuruyorlar. Bu dönemde iklim değişikliğinin etkilerini henüz çok hissetmediğimiz gibi, endüstriyel baskı ve balıkçılık baskısı da oldukça az.

Ancak bir süre sonra, sistemin dengesi bozuldukça, besin zincirinin alt basamaklarında bulunan mikro canlıların (fitoplankton yani birincil üreticiler ile onun üzerinden beslenen zooplankton yani birincil tüketicilere ait türlerin) kompozisyonunda değişimler oluşuyor ve hassas olan türler sistemden çekiliyor. Örneğin oksijensizlik koşullarına veya sıcaklıklardaki dengesizliklere toleransı yüksek olan, ‘fırsatçı’ dediğimiz türler, tür kompozisyonu içinde ağırlıklı hale gelmeye başlıyor.

1990’larla birlikte, bir yandan Marmara Denizi üzerindeki nüfus ve sanayi baskısı artarken bir yandan da teknolojik gelişmeler nedeniyle balıkçılık filomuz genişledi ve denizde kalma kapasitesi de yükseldi. 2000’lerin başına geldiğimizde hem balıkçılık baskısı çok yükselmişti hem de sanayi kirliliği ve su kalitesindeki azalma çok ciddi seviyelere ulaşmıştı. Aynı dönemde yüzey suyu sıcaklıklarında kaydedilen artışlar ile iklim değişikliğinin etkileri de belirginleşmeye başladı ve bu durum mevcut olumsuzlukların etkisini artırdı.

Bugün geldiğimiz noktada, Marmara’nın 40-50 yıl önceki eski haline dönebilmesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle de gözlenen değişiklikleri, ekosistemin denge eşiğinin aşıldığı  ‘doğrusal olmayan ekolojik rejim kayması’ olarak tanımlıyoruz.

Sistem, büyük avcı türleri barındıramıyor

‘‘Marmara Denizi’nde kaybolan türler arasında büyük, avcı türler bulunması, ekosistemin dengesinin de giderek bozulduğuna yönelik önemli bir gösterge. Besin zincirinin üst basamaklarında ne kadar tür varsa, sistemin de o türleri besleyebilecek kapasitede olduğunu söyleyebiliriz. Bir sistemin yunusları, balinası, köpek balıkları varsa; bu türleri besleyebildiği için sistemin dengede ve iyi olduğu sonucunu çıkarırız. Fakat bir sistemin üst besin basamakları giderek yok oluyorsa, sistem o türleri besleyemez hale geliyor demektir. Bunun nedenlerini araştırmak gerekir.

Marmara, iki tane dar boğaz ile daha büyük denizlere bağlanan ve su sirkülasyonu sınırlı olan, küçük bir deniz. Üstelik çevresinde en az 25 milyon nüfus barındırıyor. Altyapı sistemlerimiz ise, tüm iyileştirme çabalarına karşın, nüfus artışına paralel şekilde geliştirilemiyor. Evsel atıklarımızın yanı sıra sanayi atıklarımız da çok fazla; örneğin İzmit Körfezi, sanayi açısından Türkiye’nin en önemli bölgesi. Buradaki ve Bandırma, Gemlik, Tekirdağ’daki liman alanları da önemli gemi kirliliği yaratıyor. Bunlara ek olarak kıyı alanlarını doldurarak kendimize ilave yaşam alanları açıyoruz. Bunu yaptığımızda hem kıyı ekosistemlerini yok ediyoruz hem de kumsal alanlarının, denizi temizleme işlevini yerine getirememesine sebep oluyoruz. Marmara Denizi açık bir deniz olmadığı için tüm bu olumsuzluklar karşısında kendini hızlıca yenileyebilecek kapasitesi yok.

Hamsinin av verimi yıldan yıla azalıyor

‘‘Nitekim 2000’li yılların ortasından itibaren Marmara Denizi’nde balıkçılık kaynaklarının veriminde de ciddi bir düşüş yaşandı. Bu dönemde, avcılık yapan tekne sayısında kayda değer bir değişim olmamasına karşın, karaya çıkarılan av miktarında keskin bir azalma görülüyor.

Bugün Marmara’da, 48’i balık ve 16’sı kabuklu tür olmak üzere 64 türün avcılığı yapılıyor. Ancak avcılığı yapılan tür sayısı yıldan yıla azalıyor. Nitekim son yıllarda Marmara’daki toplam balıkçılığın yüzde 90’ını yalnızca 11 tür oluşturuyor (hamsi, istavritler, sardalya, palamut, lüfer, mezgit, tekir, kefal ve derin su pembe karidesi).

Bu 11 tür için yapılan stok değerlendirme analizi sonuçları, mevcut balıkçılık baskısının, sürdürülebilir balıkçılığın devam etmesini sağlayacak düzeyin çok üzerinde olduğunu gösteriyor. Biyokütle değeri açısından iyi durumda olan tek türün karides olduğu görülüyor; ancak onun da yüksek balıkçılık baskısı altında olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle palamut, hamsi, sarıkuyruk istavrit balığı üzerindeki av baskısı çok yüksek. Balıkçılığımızın en önemli türü olan hamsinin her geçen yıl av verimi giderek azalıyor.

Çalışmalarımız şunu gösteriyor: Son 20 yılda demersal (tabansal) balıkların biyokütle değerleri yüzde 20, avcı pelajik (yüzücü) türlerinki ise yarı yarıya azaldı. Sardalya hariç tüm stoklar üzerinde aşırı avcılık baskısı var. Berlam ve palamut stoklarının durumu kritik; tekir, mezgit ve lüfer stokları ise tekrar eski haline gelemeyecek şekilde çökme tehlikesiyle karşı karşıya.

İklim değişikliği, tüm sorunları büyütüyor

‘‘Etkisini giderek daha fazla hissettiren iklim değişikliği ise bahsettiğimiz tüm bu olumsuzlukların yarattığı sorunları derinleştiriyor.

Küresel ısınmayı sınırlandırma mücadelesinde 1,5°C eşiği oldukça önemli. Biz insanlar olarak bunun önemini kolaylıkla anlayamıyoruz fakat özellikle yaşam döngüsünü birkaç gün içinde tamamlayan küçük canlılar, çevresel değişikliklere çok hızlı tepki veriyor.

Bu tepkinin hızı, besin basamağında yukarıya çıktıkça azalıyor. Ancak tabii ki besin ağındaki tüm canlılar arasında önemli bir ilişki var. Fotosentez yapan ve sistemin birincil üretimini sağlayan fitoplankton türleri, bir sonraki basamaktaki zooplankton türlerine besin aktarıyorlar. Hamsi ve sardalya gibi balıklar zooplanktonla besleniyor. Bir üst basamakta ise palamut, lüfer gibi balıklar var. Daha üst basamaklarda köpek balıkları, ardından yunuslar, en üstte de biz insanlar yer alıyoruz. Dolayısıyla biz henüz çok hissetmesek de ısınma, hem karasal hem de denizel ortamdaki canlıları büyük ölçüde etkiliyor.

Özellikle Türkiye gibi ılıman iklim kuşağında yer alan ülkelerde, mevsimsellik çok önemli. Burada canlılar yaşam döngülerini sıcaklıkla bağlantılı olarak organize ediyorlar. Büyüme, üreme, göç etme, yavru bakımı gibi davranışların hepsi sıcaklık koşullarına bağlı olarak düzenleniyor. Yani türlerin yaşam döngülerinde sıcaklık değişimine bağlı cevaplar var.  Ancak iklim değişikliği nedeniyle bir takım kaymalar başlıyor. Bu kaymaların bizi nereye götürdüğünü maalesef ancak izleyerek göreceğiz.

Marmara Denizi’nde yüzey suyu sıcaklıklarının 1970’ten bugüne nasıl değiştiğini, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı verilerden görebiliyoruz. Yalnızca bunlara baktığımızda dahi ciddi bir artış trendi göze çarpıyor. 1970’lere kıyasla 1-1,5°C’lik bir artış var. Bu konuyu detaylı çalışan hocalarımızın da gösterdiği üzere Marmara Denizi ve Karadeniz, Akdeniz havzasından daha hızlı ısınma eğiliminde.

İklim değişikliği, dolaylı olarak, her türlü sorunu en yüksek hale taşıyabiliyor. Çünkü sistemin dengesini bozuyor. Sisteme olumsuz etkilerimiz nedeniyle zaten hassas olan ve belirli sıcaklık derecelerine ancak toleransı olan türler, ortamdan giderek çekilmeye başladı. İşte bu durum, daha üst basamaklardaki canlıları da etkiliyor.  Fakat özetle iklim değişikliğin en önemli etkisinin, sistemde var olan sorunları daha yüksek seviyeye taşımak olduğunu söyleyebiliriz.’’

Ulman: Marmara Denizi ekosistemi tamamen değişti

Marmara Denizi’nin geldiği durumun, dünyanın dersler çıkarmak için inceleyebileceği önemli bir örnek olduğuna işaret eden deniz biyoloğu Dr. Aylin Ulman’ın saptamaları ise şöyle:

‘‘Özellikle 1980’ler ve 1990’larla birlikte Türkiye’de balıkçılık, teknolojik anlamda çok ilerledi. Bu sayede balıkçılar, ekosistemin kendini yenilemesini mümkün kılacak miktardan çok daha fazla balık avladılar. Sürdürülebilir bir şekilde alabilecekleri miktardan belki de yüzde 400 daha fazlasını aldılar. Bu çok uzun bir süre devam etti ve bugün gelinen noktada, ne yazık ki, balık stoklarının neredeyse tamamına yakını çökmek üzere.

Oysa sağlıklı bir balık stoğunun kapasitesine bakarak, en fazla ne kadar balıkçılık yapılabileceğini tahmin etmek mümkün. Ne var ki Türkiye’de balıkçılık üzerinde hiçbir zaman kayda değer bir kontrol kurulmadı.

Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte balıkçılar tüm paralarını teknelerine yatırdılar. Böylelikle yaklaşık 1995’lerden itibaren balık stoklarında gerilemeler gözlenmeye başladı. Bugün birçok balık türü için geri dönülemeyecek, toparlanmalarına imkan vermeyecek bir noktadayız çünkü Marmara’nın ekosistemi tamamen değişti.

Orkinosların aşırı avlanması domino etkisi yarattı

‘‘Daha önce Marmara Denizi’nde bulunan ve birlikte göç eden birçok büyük balık türü vardı. Ancak bu balık türlerinden yalnızca bir tanesinin aşırı avlanması, diğerlerinin de artık Marmara’ya gelmemeye başlamasına sebep oldu. O döneme şahit olan tüm balıkçılar aynı şeyi söylüyor; bu balık türleri arasında bir ilişki olduğundan söz ediyorlar. Ne yazık ki bunun ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz ve zamanda geriye gidemeyeceğimiz için artık öğrenmemiz de mümkün değil. Fakat anlaşılan o ki, ekosistemin bir bölümü rahatsız edildiğinde, diğer türlere de dokunan bir domino etkisi başlatılmış oldu.

Örneğin 1985 yılında gelen Japon balıkçılar, ülkelerinde oldukça pahalı olan orkinosları avlamak için ciddi para ödemişler. Bir gün içerisinde yüzlerce orkinos avlanmış. Kanlarından denizin kırmızıya boyandığı anlatılıyor. Yalnızca bir günlük aşırı avlanmanın dahi ciddi sonuçları olabiliyor. Bu, insanlar olarak yaratabileceğimiz domino etkisini anlamak için de iyi bir örnek.

Marmara Denizi de Karadeniz de hasta

‘‘2020 yılında, Marmara Denizi’nin kayıp balık türlerini inceleyen bir çalışma yaptık. Bu çalışma öncesinde, daha önce Karadeniz’de 50 ticari balık türü bulunduğunu ancak bu sayının dörde düştüğünü okumuş ve çok şaşırmıştım. Hangi türlerin, ne zaman ve neden yok olduğunu incelemek istedim. Bu ‘tarihi deniz ekolojisi’ denilen yeni bir alan: Bir ekosistemin eski halini anlamayı ve böylelikle hangi noktada ne gibi değişimler yaşandığını görebilmeyi hedefliyor.

Haliç’le ilgili hikayeleri herkes bilir; balıklar o kadar bolmuş ki kovalarla yakalanırmış. Benim büyükbabam da bundan 70-80 yıl önce İstanbul’da bir balık teknesinin kaptanıymış. Babam, akşam yemeği için eve beş kiloluk torik götürdüklerini anlatır. Bu, insanların zengin olmadığı ancak yağlı balıklar tüketerek iyi beslenebildikleri bir dönem.

Bugün ise deniz tamamen hasta; ne Karadeniz ne de Marmara, artık sağlıklı değil. Bir denizdeki tür sayısı arttıkça, direnci de artıyor. Sağlıklı bir ekosistemi olan bir deniz kendini, örneğin okyanus asitlenmesi veya suların ısınması gibi olumsuzluklar karşısında, daha iyi koruyabiliyor. Ancak denizdeki biyoçeşitliliğin yüzde 80’ini yok ettiğinizde bu mümkün değil.

Tek sağlıklı popülasyon sardalya

‘‘Bugün de tamamen değişmiş bir ekosistem ile karşı karşıyayız. Nitekim üç yıl önce yaptığımız çalışma, elimizde kalan yegane sağlıklı balık stoğunun sardalya olduğunu gösteriyor. Geriye kalan her şey neredeyse tükenmek üzere. Bu noktada yapabileceğimiz şey, yarattığımız tüm olumsuzlukları geri çevirmeye çalışmak. Kirlilik konusunda bu yapılmaya çalışıyor ancak aşırı avcılık gibi başka önemli unsurlar da var.

Ne var ki gerekli adımlar şu an dahi atılsa, daha önce Marmara’da bulunan balık stoklarının geri gelmesi mümkün değil. Burası net. Büyük bir değişim yaşandı ve aynı durum Karadeniz için de geçerli. Karadeniz ve Marmara Denizi arasında çok yakın bir ilişki var; birinde yaşanan durum ne yazık ki diğerini de etkiliyor. Bu anlamda Marmara Denizi, küçük kararların ne gibi sonuçlara yol açabileceğini göstermesi açısından tüm dünya için önemli bir örnek diyebilirim.’’

Savaşın içine yolculuk: Üç Litvanyalı Ukrayna’da

Haber: Burak ALTINOK

Fotoğraflar: Antanas Čeponis

*

Litvanyalı üç genç,  Rusya‘nın işgali üzerine başlayan ve üç yıldır devam eden savaşın ortasında Ukrayna‘ya destek olmak ve savaşın görünmeyenlerini belgelemek üzere ülkenin en hassas savaş bölgelerinde bir hafta süren bir yolculuğa çıktı.

Lviv, Kiev, Bucha, Irpin, Borodyanka, Kharkiv ve Izyum‘a seyahat eden küçük grubun amacı, insani yardım sağlamak ve savaşın gölgesi altında yaşayanların üzücü deneyimlerini belgelemekti.

Savaş mağdurlarına kendi imkanlarıyla gıda, hijyen ürünleri ve çocuklar için oyuncak götüren gençler, sadece temel malzemeleri ulaştırmayı değil, aynı zamanda tanıştıkları kişilerin hikayelerini paylaşarak kamuoyunda farkındalık yaratmayı da hedefliyordu.

Sürekli korku içinde yaşamak

Seyahatleriyle ilgili Yeşil Gazete’ye konuşan ekip üyesi Tomas Jenkelevič, Ukrayna’nın şehir ve köylerini dolaşırken, Ukraynalıların cesareti ve ülkedeki hemen herkesin yaşamak zorunda kaldığı dayanılmaz acı hakkında dehşet verici hikâyeler duyduklarını anlatıyor. Jenkelevič, bu durumu şu sözlerle özetliyor: “Aile üyelerinin, evlerin, gelir kaynaklarının kaybı, ruh sağlığı bozuklukları ve sürekli korku içinde yaşamak…”

Savaşın acı yüzünün her yerde görüldüğünü açıklayan ekip, nüfusun yoğun olduğu bölgelerde patlayıcı silahların kullanılmasının sivillere ağır bedeller ödettiğini söylüyor:

“Savaş sürecinde kullanılan ve kötü şöhrete sahip silahlar; konutlar, hastaneler, okullar ve enerji santralleri de dahil olmak üzere hayati altyapının geniş çapta tahrip olmasına neden oldu. Bunun örneklerinden birini savaşta yerinden olmuş insanlara yönelik kurulan merkezde gördük. Tarifi olmayan birçok acı hikâye dinledik. Bunlardan biri de Bucha’da yaşayan bir kişiden geldi. Rus askerlerinin evleri nasıl işgal ettiğini, terör estirdiğini ve acımadan yağmaladığını anlattı. Ailesinin yıllar içinde biriktirdiği servetin yok oluşunu, bir komşusunun harabeye dönen evini ve çevresindekilerin maruz kaldığı şiddeti anlatırken, sesi öfke ve dehşet doluydu.”

Hazırlamak üzere yola çıktıkları belgesel için bu anları kayda alan Eduardas Pontežis de gördüklerini ve duyduklarını kayda almanın zorluğundan bahsediyor:  “Bu benim bir savaş bölgesine yaptığım ilk seyahatti ve bugüne kadar çektiğim en önemli video oldu. Bu insanların anlattığı hikayeleri tüm dünyayla paylaşmak istiyorum.”

Ekipte fotoğrafçılık görevini üstlenen Antanas Tony Čeponis ise bu anlarda yapmayı en iyi bildiği işi gerçekleştirmenin zorluklarına değiniyor:

“İlk kez bir savaş bölgesini ziyaret ediyordum; daha önce sadece depremden sonra Hatay bölgesine gitmiştim. Çok duygusaldım ve herkesin, acı çeken insanların fotoğrafını çekmenin uygun olup olmadığından emin değildim. Bunun saygılı bir davranış olmayacağından, acılarının fotoğraflanmasından rahatsızlık duyabileceklerinden endişe ediyordum. Ancak bu anları belgelemenin, hayatlarının ham gerçekliğini göstermek için çok önemli olduğunu fark ettim. Gerçeği dünyayla paylaşmak için bu hikayeleri yakalamamız gerekiyor. Fotoğraflarımın bu mesajı net bir şekilde ilettiğine, insanların hayal bile edilemeyecek zorluklar karşısındaki gücünü ve direncini gösterdiğine inanıyorum.”

Savaşın gerçek yüzü ve gösterilmeyenler

Litvanyalı ekibin seyahatinin en etkileyici anı Ukraynalı askerlerin mezarlığını yaptıkları ziyaret olmuş. Jenkelevič, “Çeşitli yaşlardan yüzlerce askerin mezarını ve onların kederli yakınlarını gördüğünüzde, duygular sizi ele geçiriyor” derken, mezarlığa yaptıkları ziyaretin, soyut rakamlardan ziyade fedakarlıkları görmelerine yardımcı olduğunu ve savaşın gerçek yüzünü gözleriyle gördüklerini ifade ediyor.

Ekip, Borodyanka’da hayatı altüst olmuş bir matematik öğretmeninin hikayesini de kayda geçmiş. Bir Rus tankının evlerini yerle bir ettiğine tanık olduktan sonra her şeyini kaybetmesine rağmen, yanmış evinin kalıntılarıyla yeniden bir alan yaratarak çevrimiçi ders vermeye devam eden matematik öğretmeninin bu adanmışlığı kendisine sosyal medya platformu olan TikTok‘ta ün kazandırmıştı.

Tomas’a göre matematik öğretmeninin öğrencileriyle olan bu bağı birçok kişiye ilham veriyor.

Kırılmaz cesaretin öyküsü

Litvanyalı ekip seyahatlerini “sadece acının değil, kırılmaz cesaretin ve insanoğlunun dayanma kapasitesinin de öyküsü” olarak tanımlıyor. Hazırladıkları kısa film ve fotoğraf sergisi ile uluslararası toplumu Ukrayna’daki savaşın gerçeklerine ve görünmeyen yönlerini göstermeyi hedefleyen gençler, anlayış ve dayanışmayı teşvik etmeyi umuyor.

Bu misyonla hazırlanan kısa filmin prömiyeri İstanbul’da düzenlenen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” konferansında yapıldı. Onlara göre filmin prömiyerinin bu konferansta yapılması vermek istedikleri mesajı daha da güçlendirildi. Filme linkten ulaşabilirsiniz.

Küresel bir topluluk duygusunu geliştirmeyi hedefleyen Litvanyalı ekip, bu ziyaretlerinden sonra nisan ayında Ukrayna’ya yeniden döndü ve yeni bir belgeselin hazırlığına başladı. Savaşın görünmeyen yüzünü izleyicilere göstermek amacıyla hazırlanan bu kısa filmin gösterimi, ağustos ayında Litvanya’da yapılacak.

Empati kurmak ve insan olmak

Litvanyalı gençler, 6 Şubat 2023 tarihinde Türkiye’de yaşanan ve 11 ili etkileyen depremden sonra da yerel halka yardım etmek ve felaketin yıkıcı etkileri konusunda Avrupa’da farkındalık yaratmak için Hatay bölgesini iki kere ziyaret etmişti. Tomas Jenkelevič bu ziyaretleri “insan olmak” ile ilişkilendirerek şunları söylüyor:

“Doğa veya insan tarafından tahrip edilen yerleri ziyaret etmek aynı derecede yürek parçalıyor. Her iki yerde de farklı eller tarafından felaket yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor. Bu tarz durumlarda en önemli şey insan kalmak, empati kurmak ve elinizden geldiğince yardım etmek. Yaptığımız her şeyi saf kalplerimizden gelerek yaptık ve bunu birileri istediği için değil, kendimiz istediğimiz için yaptık.”

Savaş hakkında

1.200 kilometreden büyük olan cephe hattıyla tarlalardan, şehir merkezlerine kadar uzanan savaşta, 2023 yılı sonu itibariyle 10.000’den fazla sivil hayatını kaybetti,  yaklaşık 20.000 sivil yaralandı.

Action on Armed Violence’a göre, 2023 yılında Ukrayna’da patlayıcı silah kullanımına ilişkin kayıtlara geçen olaylarda 2022 yılına kıyasla yüzde 49’luk bir artış gözlemlendi. Raporda ayrıca 6 milyon Ukraynalının diğer ülkelere sığındığı, yaklaşık 6 milyon kişinin de ülke içinde yerlerini değiştirdikleri belirtiliyor.

 

 

 

Normali yeniden düşünmek

Teknoloji ve iletişim araçları dünyayı deneyimlerle ve bilgiyle birbirine bağlıyor ve ne yazık ki bunlar her zaman iyi deneyimler değil. Dünyanın birçok noktasındaki yaşam hakkı ihlâllerine, soykırımlara, katliamlara tanıklık ediyor, kendi yaşadıklarımızı da uzaklara duyurabiliyoruz.

Yaşadıkça ve paylaştıkça görüyoruz ki yaşam hakkının ihlâli dünyanın birçok yerinde, birçok bahanelerle normalleştirilmeye, meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa tekrarlanması bunu normalleştirmez, normalleşmesi de etik ya da doğru olduğu anlamına gelmez.

Tüm bu tanıklığın yükünü ancak mücadele ederek, yaşam hakkını savunarak taşıyabiliyoruz. Ülkemizde de son haftalarda milyonlarca sokak köpeğinin katledilmesi planlarına karşı mücadele ediyor ve sokak hayvanlarının yaşam hakkını savunuyoruz.

Öldürmeyi normalleştiren kültür sömürüden besleniyor

Öldürmeyi normalleştirmenin altında hayvanları insan refahı için bir araç olarak gören kültür yatıyor.

Sokak hayvanlarını şu veya bu sebeple öldürmenin tartışılmasına giden yol giysiler, yiyecekler, eşyalar ve insan refahı için hayvanları öldürmenin, sakat bırakmanın, yaşam alanlarını yok etmenin normal sayıldığı alanlardan geçiyor. İnsanlık bunları günlük hayatını daha konforlu geçirmek için, alışkanlıklarını değiştirmemek için, daha rahat, daha moda, daha ucuz olsun diye yapmaya ve normalleştirmeye devam ediyor.

Hayvanların yaşam hakkının insanınkinden daha değersiz olduğu önermesini normalleştiren bu kültür nasıl normların üzerinde kuruluyor, her gün nasıl yeniden üretiliyor?

Tam da bu vesileyle hayatın tüm alanlarında hayvan refahını, atabileceğimiz küçük adımlarla yapabileceğimiz büyük değişimleri konuşmanın zamanı.

Küçük adımlarla büyük değişimler

Günlük hayatımız endüstrilerin kazanç uğruna kirletmeyi, yok etmeyi normalleştirdiği ve bunu kolaylık iddiasıyla pazarladığı bir yaşam biçimi üzerine kurulu. Bireysel ve örgütlü mücadele etmek zorunda kaldığımız birçok sorunun sebebi yapısal. Yasa yapıcılar ve endüstri bu yapısal sorunları kazanç ve güç
için birçok şekillerde normalleştirmeye çalışıyor. Normal algısı çılgınca tüketmek, sokaktaki canlıları katletmek, yaşam alanlarını yok ederek insanın tüketimine yer açmak da eylemlerimizde çevreyi ve diğer canlıları gözetmek yorucu, olağan dışı bir davranış, bir yük gibi sunuluyor.

Birçok sorun yapısal olduğu için çözümleri de yapısal. Köpekleri öldürmek değil kısırlaştırmak, yeşil enerji politikaları hayata geçirmek, rüzgar santrallerini kuşların geçiş yolları üzerine yapmamak, gerekli hesapları ve çevre etki değerlendirmeleri yapmak ve uygulamak, atık yönetimini ve denetimini yapmak ve daha birçoğu yönetimlerin sorumluluğunda yapısal çözümler. Bireysel ve toplu adımlarla normalleştirilen yıkımlara karşı örgütlenmek, değişime destek olmak, talep etmek, normali iktidar ve şirketlerin belirlemesine karşı çıkmak mümkün.

Nedir bu normal?

Normal algısı kültüre, döneme, ekonomiye, bakış açısına göre değişir, önemli olan bizim neyi normalleştirmeyi tercih ettiğimiz.

Hayvanlara zarar veren, yaşam alanlarını tehdit eden, yok eden hiyerarşi ve tüketim anlayışı yerine tüm canlıları gözeten bir anlayışı normalleştirmek elimizde. Her gün yaptığımız seçimlerle bunu sağlayabiliriz. Her yeni deneyim bize bir sonraki adımımızı sorgulamak, daha yeşil kararlar almak için fırsat veriyor.

Örneğin günlük hayatımızın, tükettiğimiz ürünlerin, giydiklerimizin, yediklerimizin hayvanlara zarar veren detaylarını vermeyenleriyle değiştirebilir miyiz? Daha az tüketmek, bir sonraki alışverişte hayvanlar üzerinde test yapmayan bir ürün almak, plastik yerine başka bir malzeme tercih etmek, 5 kez değil 10-15 kez kullanmak, bir ürünün ömrü bitmeden yenisini almamak gibi çok basit adımlarla değişimin parçası olmak mümkün.

Sistemin bizi sıkıştırdığı yoksulluk, yoksunluk, umutsuzluk, yalnızlık çıkış tüketmekle, hayvanlara zararı normalleştirmekle değil yaşam hakkını tüm canlılar için savunmakla, bir arada durmakla gelecek.

Süper hızlı yapay zeka hava durumunu ve hava kirliliğini tahmin ediyor

Microsoft tarafından geliştirilen bir yapay zeka (AI) modeli, tüm dünyadaki hava durumunu ve hava kirliliğini doğru bir şekilde tahmin edebiliyor. Geliştirilen sistem aynı zamanda on günlük küresel hava durumunu bir dakikadan kısa sürede ortaya çıkarıyor. Aurora adı verilen model, aslında Londra‘daki Google DeepMind‘dan GraphCast ve Santa Clara, Kaliforniya merkezli Nvidia‘dan FourCastNet dahil olmak üzere teknoloji şirketleri tarafından geliştirilen bir dizi yapay zeka hava tahmini aracından biri… Ancak araştırmacılar, Aurora’nın küresel çapta hava kirliliğini çok daha hızlı bir şekilde tahmin etme yeteneğinin öncü olduğunu söylüyor.

Geleneksel hava tahmini, atmosfer, kara ve denizdeki fiziksel süreçlerin matematiksel modellerini kullanır. İngiltere‘nin Reading kentindeki Avrupa Orta Vadeli Hava Tahminleri Merkezi‘nden (ECMWF) araştırmacı Matthew Chantry, hava kirliliği seviyelerini tahmin etmek için araştırmacıların daha önce geleneksel matematiksel modellerin yanı sıra kimyasal yöntemleri de kullandığını söylüyor. Chantry, Aurora’nın küresel kirlilik tahmini üreten tamamen yapay zekaya sahip ilk model gibi göründüğüne dikkat çekiyor. Ona göre yapay zeka modellerinin avantajının, tahminlerde bulunmak için genellikle geleneksel modellere göre daha az hesaplama gücüne ihtiyaç duymaları…

Milyonlarca saatlik veri dakikalar içinde modelleniyor

Amsterdam‘daki Microsoft Research AI for Science‘dan yapay zeka araştırmacısı Paris Perdikaris ve meslektaşları ise Aurora’nın bir dakikadan kısa bir sürede dünya çapındaki altı ana hava kirleticisinin seviyesini (karbon monoksit, nitrojen oksit, nitrojen dioksit, sülfür dioksit, ozon ve partikül madde) tahmin edebildiğini buldu. Araştırma ekibi 20 Mayıs’ta arXiv‘de yayınlanan bir ön baskı makalede, bunu ECMWF’deki Copernicus Atmosfer İzleme Servisi tarafından kullanılan ve küresel hava kirliliği seviyelerini tahmin eden geleneksel bir modele göre ‘çok daha düşük hesaplama maliyetiyle’ gerçekleştirebileceğini de yazdı. Sonuç olarak Aurora’nın tahminleri geleneksel modelin tahminlerine benzer nitelikte…

Politika yapıcılar bu tür tahminleri, hava kirliliğini izlemek ve ilgili sağlık zararlarına karşı koruma sağlamak için kullanıyor. Araştırmacılar Aurora’yla altı hava durumu ve iklim modelinden elde edilen bir milyon saatten fazla veriyle yeni model oluşturdu. Modeli oluşturduktan sonra ekip, küresel çapta kirliliği ve hava durumunu tahmin edecek şekilde ayarlamalar yaptı. Model, hava kirliliği tahmininin yanı sıra on günlük bir küresel hava durumu tahmini de üretiyor. Ekip, Aurora’nın bazı görevlerde, geleneksel modellerden daha iyi performans gösterebilen ve dakikalar içinde küresel hava durumu tahminleri yapabilen GraphCast gibi diğer yapay zeka hava tahmini modellerinden daha iyi performans gösterebileceğini söylüyor.

Matthew Chantry’ye göre ise kesin bir karşılaştırma yapmak için henüz çok erken.  Chantry, “Gerçekten ayrıntılara girebilmek ve A modelinin B modelinden daha iyi olduğunu kesin olarak söyleyebilmek için çok fazla zaman harcamanız ve muhtemelen modellerin kendilerine erişebilmeniz gerekir” diyor. Ona göre, daha ileri araştırmalar Aurora gibi çeşitli veri kümeleri üzerinde eğitilen temelyapay zeka modellerinin, GraphCast gibi tek bir veri kümesi üzerinde eğitilenlerden daha iyi performans gösterip göstermediğini ortaya çıkaracak.

Yapay zeka tahmin edebilir, ancak önleyemez

Artık yapay zeka iklim olaylarının önceden tahmininde yaygın olarak kullanıyor. Bundan kısa bir süre önce Çin‘deki Nanjing Bilgi Bilimi ve Teknolojisi Üniversitesi’nde atmosfer bilimcisi olan Jin Jianbing ve meslektaşları da Toz Asimilasyonu ve Tahmin Sistemi (DAPS) adı verilen ve 48 saat öncesine kadar ön tahmin yapabilen bir sistem geliştirmişti. Jin’in ekibi de bu sistem için yapay zekayı kullanmıştı. Şimdi ise geliştirilen başka bir yapay zeka modeli, tüm dünyadaki hava durumunu ve hava kirliliğini doğru bir şekilde tahmin edebiliyor. Yapay zeka ile oluşturulan modeller çöl tozları, hava durumu ve hava kirliliğinin önceden tahmini için önemli…

Fakat yapay zeka ile oluşturulan tahmin modelleri iklim ve hava olayları için gerçek çözüm değil. Esas olarak iklim değişikliğinin önlenmesi için temel koruma önemli… Yani iklim değişikliğinin önlenmesi temel amaç olmalı…Yapay zeka ile oluşturulan tahmin modelleri ise birincil koruma tedbirleri içinde yer alıyor. Şu unutulmamalıdır; çöl tozları, hava durumu ve hava kirliliği gibi çevresel bozulmalar yapay zeka (AI) modelleri ile sadece önceden tahmin edilebilir; önlenemez.

İzmir Kemeraltı’nda bir Ankaralı

[email protected]

Hemen fark edeceğiniz gibi Gershwin’in (belki Ira, belki George) “Paris’te bir Amerikalı”sından esinlenmiş bir başlık. Elbette 1920’lerin son yıllarında Paris’e giden Amerikalı kadar şaşırmadım Kemeraltı’nda. Ama belki de düş gücüme veya zihnimdeki arayışın tonlarına bağlı olarak kulaklarıma gelmekte olan caz melodileri nedeniyle benziyordum o Amerikalıya biraz…

Bu açılışı yaptıktan hemen sonra şunu söylemeliyim ki tam bir alt-üst oluş, kaynaşma ve dönüşüm sancıları çekmekte olan kentlerden herhangi bir enstantaneye dair not almak, yazmak veya eskiz çizmek, fotoğraf çekmek, hatta ses kayıtları yapmak, kendiniz/ gözlemci kapasiteniz/ düşünceleriniz hatta sıkıntılarınız ve bıkkınlıklarınız arasındaki sıkışmışlığınıza yararlı olabilir. (Bunların hepsinin de ne kadar modası geçmiş şeyler olduğunu düşünebileceğinizi de biliyorum ama bana hala yararlı şeyler gibi görünüyorlar.) Eğer bir kez olsun denemeye değer bulursanız ve giderek bunları biriktirmeye başlarsanız, kentle ilişkilerinizin (arkadaşlık düzeyinde) ne kadar gelişeceğini bilemezsiniz. Ama eğer bana da postalarsanız, hani nasıl derler, “çok makbule geçer.”

*

Önce hazırlayıcı (ya da beni Kemeraltı serüvenine hazırlayan) sahneden başlamalıyım. Karşıyaka’dan Konak vapuruna (acaba hala “vapur” deniliyor mu?) bindik. Ama artık öyle “püfürdek” vapurlar beklemeyin. Arka güvertesi iskeleye kıçtan yanaşmaya göre düzenlenmiş bir şehiriçi vapuru geldi ve bekleme salonu hızla boşaldı. Vapurun giriş katındaki oturacak yerler adeta bir sinema salonu ya da jumbo-jet gibi düzenlenmiş: hepsi de arka çıkışa bakan ve aralarında geçiş yolları bulunan dörtlü lacivert koltuklar…

Daha gemi kalkmadan standart anonslar başladı Türkçe ve İngilizce… (Bunların hakiki bir amacı ve işlevi olduğundan çok kuşkuluyum) Giriş kapısının yanından genç bir delikanlı, mikrofon ve ses yükseltici aletlerden oluşan basit bir düzenleme ile uğraşıyordu zaten. Kapı kapanır kapanmaz her şey hazır olmuştu bile. Gitarını çıkardı ve şarkılarına başladı. Şarkı söyleme tarzı çok yumuşaktı ve tenor sesine çok uyuyordu. Şarkıları çok iyi seçilmişti. Çok heterojen olması gereken ve kendisi hiçbir talepte bulunmamış kitleyi, yaptığı işin sadece kendisi için değil onlar için de iyi bir şey olduğuna ikna etmesi gerekiyordu ve bunun için çok az zamanı vardı. Belki 8-10 dakika içinde Konak iskelesinde olacaktık.

Benim için ilk soru şuydu: Kentin gündelik yaşamına gönüllü olarak karışan sokak şarkıcılarının, kentsel kültürle/ kentin gündelik yaşam kültürüyle etkileşiminin doğası/ katkısı-işlevi nasıl yorumlanabilir? Bu sorunun nasıl yanıtlanabileceğini hala bilmiyorum. Ama bu şarkıların, sokak ya da kent toplumunu olumlu etkilediğini, sıkıntılı bir anı neşelendirebildiğini/ renklendirdiğini ve kimi durumlarda da başka şeyler düşünmememizin kapılarını araladığını düşünüyorum. Bunu kentin insanından-insanına en alt düzeyde, dolaysız ve şatafatsız, sürprizli müzikal bir karşılaşma ve iyi bir kentli olma eğitimimizin özverili bir parçası olarak görüyorum.

Karşıyaka-Konak vapurunda, ‘Gülhane’deki ceviz ağacı’nın düş yolculuğu

Ancak bu küçük konser beni başka bir yönden çarptı: Şarkılardan biri Gülhane Parkı’ndaki Ceviz Ağacı’na dairdi. Yüzyıla yaklaşan bir zaman önce Nazım Hikmet hapishaneden yazmış, bir yayınevi daha sonra şiir kitabını yayınlamış, çok daha sonra bu şiir bestelenmiş. Şimdi vapurda bize şarkılar söyleyen delikanlı onu seçmiş ve bize o hasretin/ kavuşma umudunun nerdeyse hiç olmadığı duruma bile iyimser bakabilmenin ve meydan okumanın şarkısını söylüyor. Yolculardan Nazım’in şiirini sevenler şarkıyı dinlerken, Konak vapurunda/ gün ortasında, düş-duygu-bilinç ve bellek arasındaki bin bir titreşimle salınıyorlar…

Sanırım “sürdürebilirlik” dediğimiz de böyle bir şey olsa gerek. Nazım’ın meydan okuması hala güçlü ve hala o yumuşacık sesle, şarkı olarak ulaşıyor bize işte… Atacağımız küçük de olsa her değerli adımın/ duruşun belki başka insanlar için, belki bir sınıf için ya da bir Gülhane Parkı’nda bir ceviz ya da Gezi Parkı’nda bir çınar ağacı için olsun, kaybolduğu/ unutulduğu filan yok. Yeter ki biz yapalım/ yapamasak bile mücadelesini verelim. Eğer olumlu çabanın ürünüyse bir yerde, belleğimizde/ yüreğimizde, ha bire çırpınıp duruyor olacak ve Gülhane Parkı’ndaki meydan okuma başka bir zamanda ve yerde, yeniden ses vermeye başlayacak…

Sürpriz: ‘Otomobil cumhuriyeti’nde kayırılan yayalar

Konak iskelesinde vapurdan indik ve önümüzde kentin kıyı çizgisi boyunca en karmaşık ve yoğun trafiği ile geçilmez bir trafik boğuşması ve çöplüğü yerine büyük bir yaya alanı duruyordu. İzmir’i epey zamandır görmemiş olanlar için, sanki tam bir mucize gerçekleştirilmiş. Vapurdan inen yayalar dört bir tarafa, Pasaport’a, Saat Kulesi’ne Kemeraltı’na, ya da Karataş’a doğru giderken kocaman bir yaya bölgesinde yürüyebiliyor. Alan bütünüyle yayalaştırılmış ve bazı yerler çoktan parka dönüşmüş, boylu ağaçlar altında yürüyorsunuz. Bir bisiklet yolunu geçiyorsunuz ve hemen biraz ileride bir tramvay durağı var. Metro istasyonu, parkın biraz ilerisinde.

Eğer Ankara’dan geliyorsanız, motorlu araç trafiği ile yayalık arasındaki kapışmada hiçbir zaman yaya lehine böyle bir kayırma göremezsiniz… “Ankara Belediyesi’nin halkçılığı”, otomobilli bürokratların hızlı geçişinin üstün tutulmasının “halkçılığı”dır.

İskeleden boşalan kalabalıkların önünde büyük bir alan var: Parklar, ağaçların arasından görünen Saat Kulesi ve Meydan… Çok hoş/yüceltici bir karşılama ve selam gibi duruyor. Hükümet Konağı’na doğru yürüyoruz ve yanından da Kemeraltı çarşısı başlıyor.

Kemeraltı: Rengarenk, karmaşık, çeşitlilik kaynaşması

Kemeraltı’nı anlatmak oldukça zor ama bendeki ilk izlenim, nüfusu orta veya daha fazla olan bütün Osmanlı şehirlerinde, benzer bir dokunun olduğu düşüncesi oldu. Depremin hemen öncesinde Antakya çarşısını yazmıştım. Ama Bursa, Antep, Amasya, ya da Tokat, Malatya veya Sivas ve adını ekleyebileceğimiz pek çok Anadolu kenti de, kalenin hemen altında veya yakınında benzer bir çarşıya sahip. Çıkrıkçılar Yokuşu, Ankara için bu kadar büyük ve karmaşık olmasa da benzer bir çarşı dokusuna sahip.

Bu organik ve karmaşık çarşı sokaklarının iki tarafında tek ya da iki katlı, arazinin durumuna ve değerine göre bazen üç katlı evler bulunuyor. Ama hepsinin sokak katında dükkanlar ya da küçük yeme-içme yerleri var. Önlerinde dışarı doğru tenteler; bazen sokağın üzeri bütünüyle branda gölgeliklerle kaplı…

Manavlardan/ sebze satan yerlerden sepetler içinde, sokağa doğru bereket ve renk taşıyor adeta. Otların sebzelerin ampul altındaki parlaklığı için ha bire serpilen sular, sokağı ıslatıyor. Burası Havra Sokağı. Sokağın dokusu paket taşlarından yapılmış ama o kadar kalabalık ki, hiçbir şey görmek mümkün değil. Balıkçılar ve balıkların parlayan gözleri, hemen yakındaki ciğerciler ve sokaktan içeri doğru dükkanlar/ küçük lokantalar ve kahveler, içeri doğru genişleten avlularıyla han kapıları… Han girişlerini fark etmek bile zor, kalabalıktan ötürü.

Bu insan karmaşası ve karmaşadaki inanılmaz çeşitlilik, büyük bir olasılıkla Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun pek çok bölgesinden gelmiş insanları, orta ve daha yoksul sınıfları, her yaş kuşağını, çocukları-bebekleri ve birbirinin tam karşıtı denilebilecek bütün giyinme tarzlarını ve her şeyi kapsıyor. Sürekli kaynaşan/ devinen, çok kollu, çok başlı ve çok gözlü bir devin parçaları gibi sürekli kımıldıyor, birbirine sürtünüyor ve konuşuyor. Bu kaynaşmanın çok dinamik bir ritmi var kendisine göre…

Kuyumcu vitrinleri, altınlar, gözünü alıyor müşterilerin ama hemen yanında kumaşlar ve gömlekler, hepsinin de göğsünde İngilizce yazılar olan tişörtler ve şortlar, etekler, elbiseler, sünnet kıyafetleri ve abiyeler, terlikler ve pabuçlar, her şey ama her şey parlak, uçucu ve havalanmış gibi, seslerin ve kalabalıkların içinden süzülüyor. Bazen baharat oluyor veya iplere dizilmiş kurutulmuş sebzeler hevenk hevenk sallanıyor girişinde dükkanların, bazen kazandibi/ sütlü tatlı kokuyor ve bazen de bir fırın vitrini ve pideler…

Fırının camına A4 bir kağıt yapıştırılmış: “Dolmalık Ekmek Bulunur”

Sokağın yoğunluğu ve kalabalıklığı arasına sıkışmış camiler ve bir sokak arasında Etz Hayim Sinagogu/ İzmir Musevi Cemaati Vakfı yazıyor kapıda.

Eğer biraz daha yürürseniz daha da şaşırtıcı bir şeyle karşılaşıyorsunuz: Roma dönemine, belki daha eski döneme uzanan bir arkeolojik alana giriyorsunuz: Smyrna Agorası. Hemen çarşının içinde sayılır. Agorada şimdi satıcılar ve devinen insanlar, kalabalıklar yok ama o günlerde balıkçının veya otları-sebzeleri, etleri ve kumaşları-dokumaları, sandaletleri satan esnafın nasıl davranıyor olabileceğini, agorada gezmekte olan halkın çeşitliliğini, gözünüzün önünde canlandırmakta hiç güçlük çekmiyorsunuz. Sanki bugünün agorasıyla Roma dönemi Kemeraltı’sı birbirinin içine geçmiş, hangi zamanda olduğunuzun hiçbir önemi yok ve 2000 yılın kah orasında kah burasında bir sarhoş gibi gezinebiliyorsunuz. Bir yandan da o kalabalığı, onun canlılığını ve sesini, kokusunu arıyorsunuz.

*

Evet, bunca gayrete rağmen, Kemeraltı’nın harap bir durumda olduğunu da söylemek gerek. Boş/ tarihi ve mutlaka korunması gereken evler, oldukça kötü onarılmış veya bir felaket biçimde yıkılıp yeniden yapılmış evler, dükkanlar…

Tekrar Kemeraltı çarşısına dönüyoruz, rastgele ve hiçbir şey bilmeden (cahil bir Ankaralı olarak) kapısının önünden geçtiğimiz hanlardan birinin avlusundan içeri “bir bakma” merakıyla giriyoruz. Kapısının alınlığında Abacıoğlu Hanı yazıyor. Avlunun ortasında büyük bir çınar ağacı ve çevrede masalarını avluya doğru yaymış küçük-küçük restoranlar, kafeler… Dışarıdaki uğultu azalıyor biraz. Avlunun en dibine doğru yürüyünce şaşırtıcı bir şey görüyoruz: Hanın son bölmesi olan tek katlı taş yapıda bir proje ofisi var. Birçok masa ve birçok çalışan, hemen tanıdık bir mimarlık-şehircilik-restorasyon-inşaat atölyesi havası… Girişin hemen yanındaki taş duvardaki rafa bakıyorum. Birçok harita, broşür ve afiş… TARKEM yazıyor. Burası TARKEM ama TARKEM NEDİR?

Rastlantıyla içine daldığımız han avlusunun dibinde hiçbir paragrafın anlatamayacağı bir şeyle karşılaştığımı anlıyorum. Ama anladıkça, bu bilgisizlik/ hiçbir şeyden haberi olmama hali beni daha çok utandırıyor. Kentle ilgili böylesi bir örgütlenme ve işlev, böylesi bir kolektif çaba ve bu kadar çok çeşitlilik içindeki perspektif, acayip ve hayalsi, aynı zamanda gerçek ve herkesi uçurtacak kadar güçlü…

Haftalık yazı sınırımı, artık hiçbir şey yazamayacak kadar aştım. Bu durumda TARKEM üzerine düşünmeyi, ya gelecekteki bir yazıya bırakmaktan ya da benim gibi kurcaladıkça merakı artanlar için internet aramalarını önermekten başka yapacak bir şey yok…

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Çocuklar doğanın sözcüsü olunca..

“Çocuğum ben! Gözleri, elleri, sesi, yüreği ve hakları olan bir çocuğum.”

Alain Serres‘ın yazdığı “Çocuk Olmaya Hakkım Var” kitabı bu cümlelerle başlıyor. Fakat ben bu yazıda size bu kitabı tanıtmayacağım. Serres’ın çocuk hakları üzerine yazdığı bir diğer kitabı, “Gezegenimi Kurtarmaya Hakkım Var” kitabını sizlerle paylaşacağım.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde benimsenen ve Türkiye de dahil olmak üzere 196 ülkece imzalanan Çocuk Hakları Sözleşmesi, en fazla ülkenin onayladığı insan hakları belgesidir.

Ne var ki; dünyada o kadar çocuk haklarını deneyimlemekten uzak ki! Hatta yoksullukla, açlıkla, şiddetle boğuşan pek çok çocuk, hakları olduğunun bile bilincinde değil! Bu üzücü tablo karşısında Serres, çocuk haklarının kayıtsız şartsız ve tam bir eşitlik içinde gerçekleştirilmesini kendine dert etmiş olacak ki; her iki kitabında da çocuklar özelinde hak bilinci veya başka bir adla, hak sahibi olma bilinci meselesi üzerine kafa yormuş. Hatta “Gezegenimi Kurtarmaya Hakkım Var” kitabında çocuk hakları ile doğa hakkını birleştirmiş.

Sağlıklı bir ekosistem, çocuk haklarının da bir parçası

Alain Serres’ın emeğine, yüreğine sağlık! Ortaya harika bir kitap çıkmış.  Çizer Aurélia Fronty de bu güzelim kitabın güzelliğine, gezegenimiz kadar  büyük ve rengarenk çizimleriyle güzellik katmış. Korkut Erdur ise bu kitabı Fransızca aslından çevirerek Yapı Kredi Yayınları’nın basımıyla Türkçeye kazandırmış.

Ne yazık ki ne hepimizin içinde yaşadığı doğanın hakları, ne de çocukların hakları dünyamızda pek ciddiye alınıyor. Çocukların da, doğanın da hakları durmadan ihlal ediliyor. Oysa sağlıklı bir ekosistemde yaşamak sadece bütün canlıların hakkı değil; aynı zamanda çocuk haklarının da bir parçası. Çocukların ve tüm canlıların en temel hakkı olan yaşam hakkı, temiz havayı solumadan, temiz suyu içmeden, sağlıklı gıdaları tüketmeden, kısacası sağlıklı bir gezegende yaşamadan mümkün olamaz ki!  Savaşların olduğu, bombaların patladığı bir dünyada en çok zararı nehirler, sular gibi doğal varlıklar ve çocuklar görüyor. Zararlı atıkların karıştığı bir nehir, hem içindeki balıklara, ne de suyunu içen çocuklara bir tehdit.

Doğanın hakları ile çocukların hakları arasındaki kopmaz bağı görmek için çok uzaklara bakmaya da gerek yok. Örneğin; oturduğum mahalledeki fabrikaların havaya saldığı gazlar havayı kirleterek hem çocukları, hem doğanın kendisini hasta ediyor. Zaten doğa, o müthiş döngüsüyle kamaştırmıyor mu gözlerimizi?

Kitabımızda bahsedildiği gibi, doğanın döngüsü öyle dev bir çember ki; en küçüğünden en büyüğüne, en zekisinden en az zekisine her tür yaşamak için bir diğerine muhtaç… Bu çemberi fark etmek için biz büyüklerin belki iş, güç, kafamız fazla dolu! Çok karmaşık hayatlar sürüyoruz. Sadeleşemediğimizden önümüzdeki yalın gerçeği göremiyoruz. Oysa çocukların zihinleri biz büyüklere kıyasla daha sade, daha berrak, görmeye, merak etmeye ve öğrenmeye daha açık. O yüzden kitabımızda çocukların yalnızca gezegeni kurtarma haklarından değil, bunun için hemen şimdi harekete geçebileceklerinden söz ediliyor. Hatta izlenimim o ki; çocukların gezegenimizi kurtarmak konusunda yetişkinlere örnek olabileceği de düşünülüyor.

Dünyayı empati ve sevgi kurtaracak

Şüphesiz; çocuklar da insandır; çocuk hakları insan haklarıdır. Bu anlamda, çocuklar, “çocuk işte!” deyip geçiştirilmemeli. Çocukların da varlıklarıyla, haklarıyla birer biricik özne olduklarının farkına varılmalı. Çocuklar, ne eylemsellik, ne de bilinçlenme anlamında gezegenimizin sorunlarının dışarısında bırakılmamalı. Zaten kitabımızı en değerli kılan şeylerden biri bu ve benzeri noktalara parmak basması; hatta bu noktaların kitabın iskeletini oluşturması.. Bu cesaretinden dolayı yazarımızı tebrik ediyorum.

Yazarımız ikinci bir tebriği, gezegenimizin içinde bulunduğu durumu, doğanın çiğnenen haklarını, yok sayılan varlığını çocuklar ile paylaşırken, soyut ve genellemeler bağlamında ilerleyen bir anlatımdan ziyade, plastik şişeler ile dolan denizler, onları yutan balinalar gibi somut örnekler üzerinden ilerleyen bir anlatıma baş vurması hak ediyor. Son tebrik bu mu? Tabii ki hayır! Balinalar; kutup ayıları gibi hayvanların sorunlarına değinirken, insan-merkezciliği, türcülüğü reddediyor. Çocuklar hayvanlarla da, ağaçlarla da empati kuruyor.

Kitabımızın şiirsel dili bu empatinin zenginleştirirken, kitabın sonunda okurun aklında şu cümle kalıyor: Dünyayı empati, sevgi ve “Haydi Şimdi” diyebilmek kurtaracak!

 

Gazze’nin yeniden inşasının karbon maliyeti: 135 ülkenin emisyonunu aşacak

İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılar, yüz binlerce evi, okulu, hastaneyi ve camiyi yıkarak altyapı sistemlerinde hasar bıraktı.

Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’den araştırmacılar, bu yıkımın karbon ayak izini hesapladı.

Buna göre, İsrail, Ekim 2023’ten Şubat 2024‘e kadarki dört ayda Gazze’de 60 milyon ton değerinde karbon emisyonuna yol açtı. Bu miktar, Portekiz ve İsveç’in 2022 yılındaki toplam emisyonuyla hemen hemen aynı seviyede.

İsrail gece boyunca Gazze’yi bombaladı, yardım bekleyen sivilleri vurdu
‣ İsrail Gazze’yi mahalle mahalle yok ediyor

İsrail dört ayda 26 milyon ton enkaz bıraktı

Gazze’deki 26 milyon tonluk enkazın ve molozların temizlenmesi yıllar sürecek. İsrail’in saldırılarının ardından Gazze’yi yeniden inşa etmenin yıllık karbon emisyonu, 135 ülkenin toplam emisyonunu aşacak.

British Museum, İsrail’le işbirliğindeki BP’yle kurduğu ortaklık nedeniyle protesto edildi

Araştırma henüz hakem onayından geçmedi ve askeri emisyon verilerinde eksiklik bulunuyor.

The Guardian ile paylaşılan araştırmanın öne çıkan bulguları şu şekilde:

  • Gazze’deki savaşın ilk 120 gününde gerçekleştirilen saldırıların neden olduğu karbon emisyonu, Vanuatu ve Grönland’ın da aralarında bulunduğu 26 ülkenin yıllık karbon ayak izinden daha yüksek.
  • Toplam emisyonların yüzde 30’luk bölümünü dört aylık süre boyunca İsrail’e bomba, mühimmat ve askeri malzeme yardımı yapan Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin kargo uçakları saldı.
  • 2023 Ekim’inden 2024 Şubat’ına kadar gerçekleştirilen saldırıların karbon maliyeti, ABD’de yaşayan 77 bin 200 hanenin yıllık toplam enerji kullanımı ile eşdeğer.

Neredeyse tamamından İsrail sorumlu

Emisyon hesabında İsrail ve Hamas’ın dengesiz payı dikkat çekti. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından itibaren hesaplanan 652 bin 552 metrik ton karbondioksitin (tCO2) yüzde 99’undan fazlası, İsrail’in Gazze’ye düzenlediği hava ve kara saldırıları oldu.

Hamas roketlerinin tahmini emisyonu bin 140 tCO2 olarak hesaplanırken Hamas tarafından depolanan yakıtın emisyonları ise 2 bin 700 tCO2. Bu da toplam 454 ABD’linin yıllık enerji kullanımına tekabül ediyor.

Araştırma ekibi, daha önce de savaşın ilk 60 günü için bulgularını yayınlamıştı.

Gazze Savaşı’ndan kaynaklanan emisyonlar ‘iklim felaketi’ni derinleştiriyor

Muğla’da RES pojesine onay: 12 bin ağaç kesilecek

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Muğla’nın Köyceğiz ve Ula ilçelerinin Turgut ve Kavakçalı Mahalleleri’nde yapılması planlanan RES projesine ‘ÇED Olumlu’ kararı verdi.

EN 2 Rüzgar Enerjisi Yatırım Anonim Şirketi’nin GAİA Rüzgâr Enerji Santrali Projesi, 17’si endemik olan 158 türe ev sahipliği yapan ormanlık alanda bulunuyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, proje için 39,1 hektarlık alanda 12 bin 470 ağaç kesilmesinde sakınca görmüyor.

T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 07.11.2018’de Resmi Gazete‘de yayımladığı 30588 sayılıRüzgar Enerjisine Dayalı Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları ve Bağlantı Kapasitelerinin Tahsisine İlişkin Yarışma” ilanı kapsamında bölge, 250 MWe bağlantılık RES projesi için 30.05.2019 tarihinde EN 2 Rüzgar Enerjisi Yatırım A.Ş.’ye verilmişti.

Tamamı orman alanında

Proje kapsamında 18’i Muğla OBM, Yılanlı OİM ve Namnam OİŞ sınırlarında; 2’si Muğla OBM ve Denizli OBM ortak sınırında olmak üzere 20 türbin kurulacak. Maliyeti 781 milyon 200 bin TL olan proje için toplam 713.026,72 metrekarelik alan kullanılacak.

Aydın-Muğla-Denizli Planlama Bölgesi’nin 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı’na göre RES projesinin planladığı alanın tamamı “Orman Alanı” statüsünde.

Binlerce ağaç kesilecek, endemik türler yok olacak

Bölgede 11,065 ağaç ve 45 familyadan 158 canlı türü bulunuyor. 158 türün alt seviyesinde bulunan taksonlardan 4’ünün lokal endemik, 7’sinin bölgesel endemik ve 5’inin geniş yayılışlı endemik tür olduğu biliniyor.

Muğla Büyükşehir Belediyesi, bölgedeki iklim değişikliği ile mücadelede yutak görevi gören bir ekosistemi olduğuna dikkat çekerek projenin buradaki yaşamı olumsuz etkileyeceğini söylüyor.

Muğla’da şirket RES için gözünü Kuzey Ormanları’na dikti

İstanbul Onur Haftası’na çağrı: Hatırlıyorum, hatırlıyor musun?

32. İstanbul Onur Haftası Komitesi,  bu yıl 24-30 Haziran tarihlerinde  “Hatırlıyorum, hatırlıyor musun?” temasıyla gerçekleşecek olan Onur Haftası’na çağrı videosunu yayınladı.

“Onur ayımız kutlu olsun lubunya!” başlığını taşıyan videoda şunlar ifade edildi:

“Bizi kriminalize edemeyecek, umutsuzluğa hapsedemeyecek, yalnız hissettirmeyeceksiniz. Binler olarak İstiklal’de olduğumuz, tünel’den ansızın şanlattığımız, birbirimize deva olduğumuz, yer yer dağıldığımız, yer yer direndiğimiz, zılgıtlarla, güllümle bugünlere geldik. Hatırlıyor musun?

“32. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nda sizlerle kavuşacağımız, yeni anılar biriktireceğimiz için heyecanlıyız” diyen komite, şöyle seslendi:

“Buradayız aşkım! Çok az kaldı! Bizi takipte kal lubunya! Öncesinde Trans Onur Haftası’nda, ardından İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nda görüşmek üzere!”

Dünya Gıda Güvenliği Günü: Beklenmedik durumlara hazırlıklı olun

Bugün 7 Haziran Dünya Gıda Güvenliği Günü.

2018 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 2018 yılında kabul ettiği özel gün kapsamında, her yıl Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) gıda kaynaklı risklere dikkat çekmek ve herkes için güvenilir gıdaya erişimin önemini anlatmak için çeşitli kampanya ve etkinlikler düzenliyor.

“Gıda güvenliği”, gıdanın tohumdan tüketiciye ulaşana kadarki tüm aşamalarında gıda kaynaklı rahatsızlıklara neden olabilecek risklerin önlenerek gıdanın zararsız olarak tüketicisine sunulmasını ifade ediyor.

Her yıl 420 bin ölümden sorumlu

Bu yılın Gıda Güvenliği Günü kampanyası, “Beklenmedik durumlara hazırlıklı olun” diyerek gıda tüketimiyle bağlantılı sağlık risklerine, gıda güvenliğini tehdit eden olaylara ve gıda sahtekarlıklarına dikkat çekiyor.

Dünya genelinde her yıl on kişiden biri, bakteri, virüs, parazit veya kimyasal maddelerle kirlenmiş yiyecekler yüzünden gıda zehirlenmesi yaşıyor. 200’den fazla hastalığı tetikleyen kontamine yiyecekler, her yıl 420 bin ölüme yol açıyor.

Gıda ambalajlarında 68 farklı ‘sonsuz kimyasal’ tehlikesi

Türkiye’de gıda güvenliği krizi

Türkiye’de ise sık sık gündem olan gıda güvenliği sorunları ‘beklenmedik’ bir durum olmaktan çıktı. İhracat için üretilen gıdalar sınırda reddediliyor, gıda sahtekarlığı skandalları büyüyor ve gıdalarda tespit edilen Salmonella, siyanür, E220, klorpirifos gibi maddeler insan sağlığını tehlikeye atıyor.

Gıda ve Yemde Hızlı Güvenlik Sistemi’ne (RASFF) yapılan bildirimlere göre Türkiye’de birçok yasaklı pestisit türü hala kullanılıyor. Buğday Derneği danışmanı Merve Atınç Saral, daha önce pestisit denetimlerindeki yetersizliği vurgulamış ve Fenbutatin Oxide, Aldicarb, Chlorothalonil gibi zararlı maddelerin henüz piyasadan toplanmadığını söylemişti.

RASFF’ın Türkiye’den Avrupa Birliği (AB) ülkelerine ihraç edilen birçok ürünü kabul etmemesiyle Türkiye’de üretilen gıdanın güvenliğine yönelik endişeler artmıştı. AB sisteminin denetiminde kuruyemiş, tohum, baharat ve evcil hayvan maması gibi kategorilerden 18 çeşit ürün sınırdan geçemedi.

Türkiye’de pestisit bildirimi had safhada: ‘Denetimler yetersiz’
Gıda ihracatı alarm veriyor: Mart’ta ürünlerin yüzde 63’ü sınırda reddedildi!
Türkiye’nin gıda karnesi: 34 ürünün sınırda 18’i reddedildi

Bulgaristan, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda ve Yunanistan, gıda güvenliği standartları nedeniyle Türkiye’de üretilmiş gıdayı denetim sistemine bildiren ülkeler arasındaydı.

Beslenme uzmanı Ersin Özdemir’in aktardığına göre ihraç edilmek istenen gıdalarda bulunan Klorpirifos, siyanür, Bupurozin ve Salmonella gibi maddeler birçok hastalığı tetikleyebiliyor, sinir sistemine zarar verebiliyor veya kısırlığa yol açabiliyor.

Yakın zamanda Gıda Mühendisleri Odası da gıda güvenliği sorunlarına karşı alınan önlemlerin ve bu alanda çalışan personelin yetersizliğine dikkat çekerek “Tasarruf Tedbirleriyle İlgili 2024/7 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi”nin de kamuya personel alımını durdurmasına tepki gösteren Gıda Mühendisleri Odası, “Halk sağlığı ve sağlıklı yaşam hakkı, kamuda tasarruf adı altında tehlikeye atılamaz” diyor.

TMMOB uyarıyor: ‘Gıda güvenliğinden tasarruf olmaz!’

Ticarete de sağlığa da çevreye de zarar

Konuyla ilgili açıklama yapan Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Yaşar Üzümcü, kullanılan pestisitlerin ve diğer kimyasalların ülke ticaretini olumsuz etkilediğine dikkat çekerek bakanlıkları denetim yapmaya çağırdı.

Gıda güvenliği endişeleriyle geri çevrilen gıdanın tek sorunu ticareti olumsuz etkilemesi değil, ihraç edilemeyen gıdaya ne olduğu da bilinmiyor. Kontamine gıdaların yol açabileceği hastalıklar bir yana; tüketim için uygun olmayan bu gıdalara harcanan kaynaklar büyük bir israfa yol açıyor, kullanılan kimyasallar toprağa ve canlılara zarar veriyor.

Bir insan hakkı olarak gıda güvenliği

Sağlıklı ve güvenli gıdaya erişim, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nde herkes için mevcut, erişilebilir ve yeterli gıda anlamına gelen gıda hakkının bir parçası olarak kabul ediliyor.

Yani Türkiye’de yaşanan gıda güvenliği skandalları yalnızca bir gıda krizine değil, aynı zamanda temel bir insan hakkın ihlaline işaret ediyor.

Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye’de Beslenme ve Gıda Güvenliği Bildirgesi‘nde gıda güvenliğinin her şeyden önce kamusal bir hak olarak ele alınması gerektiğini ve gıda güvenliğini sağlamaya yönelik her türlü denetim ve ölçüm mekanizmasının bir kamu hizmeti olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

Diğer yandan gıda üretiminde kullanılan kimyasalların biyolojik çeşitliliği ve yeryüzündeki yaşamı tehdit ettiğini göz önünde bulundurarak doğal alanları tahrip eden ve insanları zehirleyen üretim yöntemlerini bırakmalıyız.