Ana Sayfa Blog Sayfa 951

Yasalar elimizde, yönetmelikler cebimizde

Çocukluğumda sıklıkla karşımıza çıkan “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana hey ormana…” diye başlayıp devam eden bir çocuk şarkısı vardı. O şarkıdan esinlenerek Aralık 2021’de bu köşede ‘Baltalar elimizde’ başlıklı bir yazı yazmıştım.

İşin aslını soracak olursanız, bütün samimiyetimle söylüyorum, Türkiye’deki ormancılık sorunlarına ilişkin bir şey yazmak istemiyorum. Daha doğrusu enerjimi doğa-insan ilişkilerinin durumu, sorunları ve çözüm yollarına yönlendirmek; zorunlu gördüğüm devrimsel düşünce değişikliğinin detaylarına ayırmak istiyorum. Gelin görün ki, neredeyse her hafta ormancılıkla ilgili öyle bir gelişme oluyor ki, ormancı olarak bunu görmezden gelemiyor ve o konuya eğilmek zorunda kalıyorum.

2B yetmedi, ek 16 geldi

2B’nin ne olduğunu bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. 2B, önce 1970 yılında Anayasa’da sonra da 1973 yılında Orman Yasası’nda yapılan değişiklikle bazı orman alanlarının orman sınırları dışarısına çıkarılmasına yol açan yasal düzenlemeyi ifade etmek için kamuoyunda yaygın olarak kullanılan terim. 2B düzenlemesi ile 2020 yılı sonuna kadar 626 bin hektar orman alanı (bugün sahip olduğumuz toplam orman alanının -22 milyon 900 bin hektar- %2,7’si) orman niteliğini kaybettiği gerekçesi ile orman sınırları dışına çıkarıldı. Türkiye’nin sahip olduğu ekolojik koşullarda ormanlar durup dururken orman niteliğini yitirmez. Ormanların niteliğini yitirmesinin nedeni bazı insanların ellerinde baltalarla, motorlu testerelerle, iş makineleriyle orman girip ağaç ve diğer bitkileri tıraşlayarak araziyi başka tür kullanımlara dönüştürmesiydi. Ormanları koruması gereken devlet bunu yapmayıp durumu kabullendiği gibi 2012 yılında çıkardığı bir yasayla söz konusu alanları işgalcilerine (yasa hak sahibi diyor işgalcilere) piyasa fiyatından düşük fiyatlarla ve taksitli kampanyalarla satmaya başladı. Yani orman işgalcileri ödüllendirilmiş oldu.

Sorun şu ki, 2B sadece 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini kaybeden alanları kapsıyordu. Çünkü Anayasanın 169’uncu maddesi bu zaman eşiğini koymuştu 2B için. O tarihten sonra orman alanlarını işgal edenler ne 2B’den ne de 2B alanlarının satışından yararlanamıyordu. Aslını sorarsanız hükümet 2007 yılında yeni bir anayasa taslağı hazırlamış ve bu taslakta da 2B eşiğini 2007’ye çekmişti. Fakat dönemin siyasal koşulları bu taslağın yasalaşmasına izin vermediği için bu proje rafa kaldırılmıştı. 2018 yılında bir torba yasaya konulan madde ile Orman Yasasına Ek Madde 16 eklenerek anayasa devre dışı bırakıldı ve o yasanın yürürlüğe girdiği tarihe (19.04.2018) kadar üzerinde yerleşim alanı kurulan orman alanlarının orman sınırları dışına çıkarılmasına izin verildi. İşin tuhafı Anayasa’ya alenen aykırı olan bu madde, yapılan itiraza rağmen Anayasa Mahkemesi tarafından da uygun bulundu. Söz konusu ek madde ile bugüne kadar 10 milyon metrekareye yakın orman alanı orman sınırları dışına çıkarıldı. Eksik kalan parça orman sınırları dışına çıkarılan bu alanların işgalcilerine satılması idi ki, dün (15 Nisan 2022) tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 7394 Sayılı Yasa’nın 31’inci maddesi ile o da tamamlanmış oldu.

Türkiye Ormancılar Derneği uyarıyor

Türkiye Ormancılar Derneği yönetimi konu ile ilgili olarak dernek bilim kurulundan bir çalışma yapmasını istedi. İçinde benim de bulunduğum bilim kurulu konuyu etraflıca inceleyerek kamuoyuna iletilmek üzere kısa ama öz bir bilgilendirme metnini dernek yönetimine teslim etti. Bu metin, 13 Nisan 2022 Çarşamba günü Ankara’daki dernek merkezinde dernek başkanı Hüsrev Özkara ve bilim kurulu adına da benim tarafımdan kamuoyunun dikkatine sunuldu. Kısa olduğu için bu bilgilendirme metnini aşağıya olduğu gibi alıyorum:

“Adalet ve Kalkınma Partisi Malatya Milletvekili Bülent TÜFENKÇİ ve 95 milletvekili tarafından hazırlanarak 25 Mart 2022 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulan TBMM tarafından 8 Nisan 2022 tarihinde 7394 kanun numarası İle kabul edilen ‘Hazineye Ait Taşınmaz Malların Değerlendirilmesi ve Katma Değer Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” Cumhurbaşkanı tarafından da uygun bulunup yayımlanması durumunda[1] orman ekosistemleri açısından büyük tehlikeler yaratacağı çok açıktır.

Kanun teklifinin 32’inci maddesi ile ‘6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırlan Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun’a Ek Madde 1 eklenerek, 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun Ek 16’ncı maddesine göre üzerinde yerleşim yeri bulunduğu gerekçesiyle orman sınırları dışına çıkarılan orman alanlarının ‘hak sahibi’ olarak tanımlanan işgalcilerine satışı olanaklı hale getirilmek istenmektedir.

Ek 16’ncı madde 6831 Sayılı Orman Kanunu’na 19.04.2018 tarihinde eklenmiş ve büyük tartışma yaratmıştır. Zira bu madde Anayasa’nın 169’uncu maddesine açıkça aykırıdır. Söz konusu Anayasa maddesi; tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler dışında yalnızca “31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş alanların” orman sınırları dışına çıkarılmasına izin vermektedir. Oysa Ek 16’ncı madde ‘bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte üzerinde yerleşim yeri bulunan ya da yerleşim yeri oluşturulması uygun olan taşlık, kayalık, verimsiz ve fiilen orman vasfı taşımayan alanlar’ ifadesiyle, tarımla ilgili olmayan yerlerin Anayasa’daki 31.12.1981 olan zaman eşiğini maddenin yürürlüğe girdiği 19.04.2018 tarihine kadar genişletmiştir.  Ek 16’ncı maddenin iptali istemiyle yapılan başvuru Anayasa Mahkemesinin 16.07.2020 tarih ve 2020/39 sayılı kararı ile oybirliğiyle (?) reddedilmiştir.

Ek 16’ncı madde ile yürürlüğe girdiği 19.04.2018 tarihinden günümüze kadar İstanbul, Kocaeli, İzmir, Kütahya, Bursa, Kastamonu, Manisa, Mersin, Ankara, Muğla, Hatay, Karabük, Osmaniye ve Artvin illerinde toplam 1.000 hektara yakın orman alanı orman sınırları dışına çıkarılmıştır. Bahse konu kanun teklifi[2] yasalaşırsa bu alanların işgalcilerine satışı olanaklı hale gelecektir. Muhtemeldir ki bu yolla hazineye gelir elde edilmesi ana amaçlardan biridir. Bu satışların ülkeye bir şey kazandırmadığı, daha önce 2B ile orman dışına çıkarılan alanların satışından 25 milyar ABD Doları bekleyen iktidarın, bu alanların satışından çok daha küçük gelir kazanması, buna karşılık işgalcilerin bu alanları devletten çok ucuza alarak, çok büyük rantlar sağlamasına yol açmıştır.    

Bu uygulamayla orman alanı üzerinde ev, bina vb. yaparak halkın ormanını işgal edenler cezalandırılmaları gerekirken 2B uygulamasında olduğu gibi ödüllendirilmiş olacaktır. Bu düzenleme 19.04.2018 tarihine kadar orman işgali yapanları ödüllendiren bir düzenleme olduğu gibi, bu yolla yeni orman işgallerini de teşvik edecek, bu ödüllendirmeden cesaret alanlar ormanları işgal etmeye devam edecektir.

Anayasa’nın 169’uncu maddesiyle devlet, ormanları korumak ve sahalarını genişletmekle görevlendirilmiştir. Oysa yukarıda açıklanan kanun teklifi, ormanı korumak bir yana ormanı işgal edenleri ödüllendirmekte ve yeni işgalleri teşvik etmektedir. Devletin yapması gereken orman alanlarını işgal edenlerle işgale izin veren ya da göz yuman veya görevini eksik yapan kamu görevlilerini cezalandırmak, işgal edilen orman alanlardaki yapıları yıkarak o alanları yeniden ormanlaştırmaktır.

Belirtilen kanun teklifinin yasalaşması durumunda çok daha fazla orman alanında ormansızlaşma ve orman bozulması yaşanacağı açıktır. Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere TBMM’ye iade edilmeli [3], yasa yapıcıları ve siyasi irade bu tür talanların önünü açacak düzenlemelerden uzak durmalı, Paris İklim Anlaşması ile Glasgow Liderlerinin Ormanlar ve Arazi Kullanımı Deklarasyonuna attığı imzalara sahip çıkarak, ülke ormanlarının korunmasını sağlayacak önlemleri bir an önce almalıdır.”

İşte böyle sevgili okuyucu. Eskiden ormana baltalarla zarar verilirdi, şimdi ise yasalarla ve yönetmeliklerle zarar veriliyor. Baltanın suçu ne, onu tutan el dururken.

*

Not: Geçen hafta yazdığım ‘Sen de mi komünist başkan!’ başlıklı yazımla ilgili olarak benimle önce 10 Nisan Pazar günü Tunceli Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürü Özcan Karadağ temas kurarak bana bazı bilgi ve belgeler göndermek istediğini söyledi. Kendisine e-posta adresimi vermiş olmama rağmen ben bu yazıyı tamamlayıp gazeteye gönderdiğim 15 Nisan Cuma sabahına kadar herhangi bir bilgi ya da belge ulaşmadı. Daha sonra Tunceli Belediyesinde çalıştığını belirten bir kişi (adını vermek istemiyorum) bana kapsamlı bir e-posta iletti. Bu kişiye söz konusu iletiyi kendi adına mı yoksa belediye adına mı bana ilettiğini sorduğum mesajıma ise yine yazıyı tamamlayıp gazeteye gönderene kadar yanıt gelmedi. Kısaca, tarafıma kurum görüşlerini yansıttığından emin olduğum herhangi bir bilgi ya da belge ulaşmamış olduğundan, bu yazımda o konuyla ilgili yazacak yeni bir şey olmadığını okuyucularıma duyurmak isterim.

[1] Açıklama tarihinde yayımlanmamıştı. Fakat dünkü Resmi Gazete’de yayımlandı.
[2] Artık ne yazık ki yasalaştı.
[3] Bu olasılık ortadan kalktı.

Yeni başlayanlar için feminist porno izleme rehberi

Shamani Joshi tarafından Vice News için kaleme alınan “A Beginner’s Guide To Watching Feminist Porno” isimli makale Yeşil Gazete tarafından Türkçeleştirildi.

*

Bir endüstri olarak porno- veya en azından çoğumuzun aşina olduğu erkek bakış açısı- oldukça kötü.

İster ilk kez kullanan kullanıcılara cinsel şiddet içeren videolar öneren pornografik platformlar olsun, isterse rıza dışı derin sahtekarlıkların doğrulanmadan yüklenmesine izin veren platformlar olsun, bildiğimiz ana akım porno endüstrisi kontrolsüz bir halde.

Cis erkeklerin egemen olduğu bu alan, sayısız yetişkin içerik üreticisi için bir cinsel taciz ve istismar zincirine yol açtı. Aynı zamanda bu platformlar kadınlardan daha fazla erkekler tarafından aktif olarak kullanılıyor. Hele ki pornonun genel olarak gençler için cinsel eğitim yerine geçtiği düşünülürse bu durum gerçek hayatta daha derin sorunlara yol açıyor.

Nihai amaç erkek orgazmı

Özel hayatını işinden ayrı tuttuğu için sahne adını kullanmamızı tercih eden ödüllü feminist porno film yapımcısı Ms. Naughty, “Bu, endişe verici çünkü ana akım porno iyi seks eğitimi vermiyor” dedi ve ekledi:

“[Ana akım] pornoda, seks öncelikle bir izleyici için yapılır. Pozisyonlar kameraya yarar sağlar, penetrasyona odaklanır ve genellikle kadınların orgazm olması için en iyi yolu göstermez.”

Yani porno, potansiyel olarak erkeklerin kadınların cinsel arzularına ilişkin algılarına zarar verebiliyor, kadınların kendi bedenlerine ve arzularına nasıl tepki verdiklerini etkileyebiliyor ve hatta cinsel işlev bozukluğuna yol açabiliyor.

The Journal of Sex Research‘te 2017’de yayımlanan bir araştırma, Pornhub’da en çok izlenen 50 video içerisinde, erkeklerin yüzde 78’ine kıyasla, kadınların sadece yüzde 18,3’ünün açıkça ekranda doruğa ulaştığını gösteriyor. Bu da erkek orgazmının heteroseksüel seksin nihai amacı olduğuna dair ataerkil klişeyi güçlendiriyor.

Pornoda feminist bakış açısı

Neyse ki, porno endüstrisi bile son on yılda feminist ideallerle uyumlu, çeşitliliği yakalayan ve yaratıcılarına adil ücret ödenmesini sağlayan Ms Naughty gibi feminist film yapımcıları sayesinde feminist bir yükseliş yaşadı.

Feminist porno, feminist her şeyde olduğu gibi, basmakalıp yanlış anlamalarla birlikte anılıyor. Birçoğu bunun sadece erkekleri kötüleyen bir alan olduğuna inanmaktan hoşlanırken, diğerleri ise sadece yumuşak ve şehvetli vanilya seksiyle dolu olduğunu düşünüyor.

Feminist porno yapımcısı ve yakınlık koordinatörü Paulita Pappel, Vice’a yaptığı açıklamada “Feminist porno, penetrasyonun ve boşalma sahnelerinin ötesine geçerek erkek orgazmını merkezsizleştirmeye ve bedenlerin, cinselliklerin ve ilişki modellerinin çeşitli temsillerini yaratmaya çalışıyor” dedi.

Paulita Pappel

‘Her türlü fanteziyi içerebilir’

Seks-olumsuz ana akım medyayı izleyerek büyüyen ve tüm seks işçiliğinin sömürücü olduğunu varsayan bir film yapımcısı olan Pappel’e göre, feminist porno her türlü tuhaflık ve fantezi için bir şeyler içeren ve her şeyi kapsayan bir alan.

Pappel “Grup seks gibi şeyler doğası gereği cinsiyetçi değildir ama bunların [ana akım pornoda] gösterilme şekli öyle. Örneğin feminist pornoda, grup sekslerinde erkeklerin kadına hizmet ettiği [tam tersi yerine] sahneler çekiyoruz ve çekimden önce her zaman sanatçılara nasıl rahat edebileceklerini soruyoruz” açıklamasını yaptı.

Feminist porno yapımcısı, ek olarak feminist pornonun yaratıcılarına kendi zevklerini keşfetmeleri ve bunu yaparken izleyicilerin zevkini yakalamaları için bir alan sağladığına dikkat çekti ve şu ifadeleri kullandı:

“Ana akım pornonun ortak dilini düşünürseniz oldukça olumsuz olduğunu görürsünüz: ‘Düzülmeyi hak eden kaltaklar’, ‘anal yıkım’, ‘aptal Latinler ders verdi’ gibi şeyler. Feminist porno sanatçıları saygı duymayı ve onurlandırmayı istiyor çünkü onlar kendilerine dair çok kişisel özellikleri ortaya koyuyorlar. Ve seksin eğlenceli, anlamlı, kimliklerimiz için hayati, kirli ve ateşli olabileceğini göstermek istiyoruz.”

Film yapımcıları ek olarak feminist pornoda yapımcının yetişkin içerik üreticilerine adil ücret ödeme, onlardan bilgilendirilmiş onay alma ve onları sömürmeme şansını artırmak için pornoya para ödemenin önemli olduğunu belirtti. Feminist porno sunan çoğu internet sitesi ve hizmet, aylık 4 ila 20 ABD doları ile tüm yıl için 50 ABD doları arasında değişen abonelik seçeneklerine sahip.

Feminist pornonun nedenlerini açıkladığımıza göre, şimdi nasıl olduğuna geçebiliriz.

Kadın fantezilerine odaklanan etik pornolar

Erkek bakış açısını yansıtan pornolar yol boyunca deneyimlenen sayısız duyguyu keşfetmek yerine kadınları orgazmın nesnelerine dönüştürmekle ünlü. Ms. Naughty, “Feminist porno geleneksel olarak erkek fantezilerine daha az odaklanıyor veya onu bir ironi duygusu yaratacak şekilde işliyor” diyor.

Film yapımcısına göre feminist porno, güvenli seksi gözle görülür bir şekilde teşvik ederek -açıkça rızadan bahsederek, oyuncuları seks objesi yerine gerçek insanlar olarak göstererek ve kameranın sadece kadına odaklanmanın ötesine geçerek ve erkeğin kafasını sahneden hariç tutarak kameranın sadece kadına odaklanmasının ötesine geçerek kadın hazzını ifade ediyor.

Ms. Naughty “Feminist porno, seksin kalıplaşmış olması gerekmediğini göstermeye hevesli; beyaz ve heteronormatif değil. Yatağa bağlanan erkekleri, üstte olan kadınları, klitoris veya vajinanın ağız ile uyarıldığını ve öbek dolusu vibratörlerin kullanıldığını görebilirsiniz” diye konuşuyor.

Ziyaret edilebilecek internet siteleri:

  • BrightDesire.com: Ms Naughty tarafından samimiyet ve neşe sergileyen erotik içerik oluşturmak amacıyla kurulan bir internet sitesi. Bu web sitesinin odak noktası, insanların gerçekleştirdiği seks türünden bağımsız olarak bağlantı ve kimyayı yakalamak. Bu videolar, zevkleri paylaşan birbirlerini tanıyan gerçek hayattaki çiftleri gösterme eğiliminde ve ana akım pornonun dışarıda bıraktığı kahkaha ve şefkatli anları içeriyor.
  • Frolic Me: Feminist pornoların tümü yumuşak, yavaş ve romantik türlerden oluşmuyor. Ancak aradığınız içerik buysa, o zaman burası biseksüel arzularınızı şımartmanın yeri. Ms Naughty, bu siteyi zevkli porno arayan kadınlara veya çiftlere tavsiye ediyor.
  • Sssh.com: Heteroseksüel kadınlara özel bir yer olarak başlayan bir site olan sssh.com, kadın fantezilerini kitle kaynaklı olarak topluyor ve ardından bunları sanatçılar, videolar ve hatta editoryal tarzda dergi içeriği aracılığıyla sunuyor.
  • ElseCinema: Bu izleme başına ödeme ile çalışan platform, dünyanın her yerinden feminist ve etik porno film yapımcıları bulmanıza yardımcı olabilir.
feminist porno
“Feminist porno, seksin kalıplaşmış olması gerekmediğini göstermeye hevesli”

Kapsayıcı queer pornolar

Erkek egemen emsalinden farklı olarak feminist porno, tüm kimliklerden, cinsiyetlerden, cinsel tercihlerden, ırktan ve renkten insanları kucaklayan inanılmaz derecede kapsayıcı bir alan.

Pappel, “Feminist queer pornosu, geyden queer’e kadar geniş bir cinsellik yelpazesini temsil ediyor. [LGBTQ+ toplulukları] için ana akım medyanın bunu kapsamadığı bir zamanda kendi kimliklerinin temsilini bulmaları için bir alan oldu” diyor.

Ziyaret edilebilecek internet siteleri:

  • PinkLabel.tv: 2000’lerin ortalarından bu yana queer pornosu yapan Amerikalı film yapımcısı Shine Louise Houston tarafından kurulan bir platform olan Pink Label, Pappel’in farklı ırkların temsil edildiği queer feminist pornosu için önerdiği bir platform. Aynı zamanda, platform, kendi siteleri olmayan film yapımcılarına ve oyunculara eşit ve adil bir şekilde ödeme yapmaları için ortak bir gelir sunuyor.
  • Crash Pad Serisi: Sadece queer topluluğuna açık olan gizli bir apartmanı merkez alan The Crash Pad adlı bir filme dayanan bu dizi, Ms Naughty tarafından tüm bedenleri, etnik kökenleri ve cinsiyetleri kutlayan sınırsız ve dürüst bir seks deneyimi için öneriliyor.
  • Aorta Films: Pappel tarafından cinsiyet kimliğini altüst etme ve queer pornoyu basmakalıp olmayan cinsel fanteziler ve BDSM ile keşfetme konusundaki kusursuz yeteneği nedeniyle önerilen bir site. Bu site feminist pornonun nasıl “pastel veya yumuşak” olmak zorunda olmadığını ve sert olabileceğini gösteren klasik bir örnek. Bu platformdaki filmler ayrıca, izleyiciyi tetiklemeyen güvenli deneyimler sağlamak için öncesinde ve sonrasında konulan sahneler aracılığıyla rızaya dayalı müzakereleri ve güvenli kelimeleri açıkça gösteriyor.
  • Indie Porn Revolution: Çalışan en eski queer porno sitesi, “bayanlar, sanatçılar ve queerler tarafından yapılan yıkıcı müstehcenlik” anlamına geliyor ve tamamı erkeklerin bakışından uzak, farklı bakış açılarını araştıran geniş bir içerik yelpazesi sunmayı amaçlıyor.

Sanat pornoları

Feminist porno film yapımcıları, erotik olduğu kadar estetik olan içerik yaratma yetenekleriyle gurur duyuyorlar. Bu porno türü, ana akım filmlerdeki seks sahnelerine oldukça benzer olsa da film yapımcıları bu tür ile porno izleme deneyiminin sadece boşalma sahnesi yerine filmin nasıl çekildiğiyle de ilgili olduğu bir ortam yaratmak istediklerini söylüyorlar.

Ms. Naughty, “Feminist porno sadece uyarılma ile ilgili değil. Duygu hakkında, protesto hakkında veya sanat hakkında olabilir” diye açıklıyor.

Ziyaret edilebilecek internet siteleri:

  • BlueArtichokeFilms.com: Ms. Naughty, Hollanda merkezli Amerikalı film yapımcısı Jennifer Lyon Bell tarafından kurulan bu siteyi “sinematik, zeki ve son derece iyi yapılmış” olarak tanımlıyor. Ona göre, bu müstehcen filmler tahrik edici, ancak insanların neden seks yaptıkları ve bunun arkasındaki dinamiklerle eşit derecede ilgileniyor.
  • Four Chambers: İngiliz sanatçı ve oyuncu Vex Ashley tarafından yönetilen bu site, Ms. Naughty tarafından belirgin şekilde karamsar, şehvetli, yoğun ve tuhaf filmler için öneriliyor. Sahnelerin tümü bir temayı takip ediyor ve çoğunlukla doğal ışıkla çekiliyor. Site, çeşitli sanatçıların yanı sıra farklı seks stillerini de içeriyor.

Belgesel pornolar

Çoğu feminist porno film yapımcısının işaret edeceği gibi, pornonun etik tüketimi, profesyonellerin ötesine geçmek anlamına gelir. Feminist porno, sosyal medya da dahil olmak üzere amatör çevrimiçi alanları keşfetmek kadar, kadın dostu müstehcenliği sağlamakla da ilgili.

“Belgesel porno terimini amatör porno yerine kullanmayı tercih ediyorum çünkü diğerinde sanatçı bunu bir hobi olarak yapıyor gibi görünüyor” diyen Pappel, belgesel pornosunun senaryosunun çiftlerin veya oyuncuların zevk aldıkları şey etrafında inşa edilerek yapıldığını anlatıyor:

“Öpüşmeden dolaşmaya kadar, bize ne istediklerini söylüyorlar ve biz de bunun etrafında bir senaryo oluşturuyoruz.”

Ziyaret edilebilecek internet siteleri:

  • OnlyFans: İçerik oluşturucuların, içeriklerine abone olan insanlardan ücret alabilecekleri bir içerik abonelik hizmeti olan OnlyFans, seks işçilerinin ve gelecek vadeden porno yıldızlarının aracıyı kesip müşterileriyle doğrudan ilgilenmesine olanak tanıyor. Bu, yalnızca istismar olasılığını en aza indirmekle kalmıyor, aynı zamanda size adil bir şekilde tazmin edilen yetişkin bir şovmenden tam olarak istediğinizi alma şansını da sunuyor.
  • Lustery: Paulita Pappel tarafından kurulan bu platform, kendilerini seks yaparken filme çeken, aynı zamanda teşhirci olan gerçek hayattaki çiftleri içeriyor. Pappel, “Birbirleriyle önceden var olan bir ilişkileri var, bu da ona farklı bir yakınlık düzeyi sağlıyor. Bir partnerle seks yaparken her zaman performans gösteriyorsunuz ve bu web sitesi, bu kişisel, özel anları rıza ile göstermek için dünyanın her yerinden gerçek çiftler ve kamera kameraları kullanıyor” diyor.
  • r/chickflixxx: Reddit, kadınlar için her zaman en güvenli alanı sağlamıyor ancak bu alt dizin böyle olmayı hedefliyor. Burada, en sevdikleri kadın dostu X dereceli videolarını yayınlayan kadınları bulabilir ve hatta seks terapistleri ve diğer yetişkin eğlenceler de dahil olmak üzere seks uzmanlarıyla etkileşime geçebilirsiniz.

[Bir şarkının hikayesi] Sirius-Eye In The Sky/ Alan Parsons Project

George Orwell’ın distopik bir dünyada geçen 1984 adlı romanında herkesi baskı altında tutan ve izleyen  gizemli bir diktatör  vardır. İnsanlara gözetim altında oldukları “Büyük birader seni izliyor” sloganıyla sürekli anımsatılır.  Roman, yayınlanmasından 33 sene sonra İngiliz rock grubu Alan Parsons Project’e esin kaynağı olacaktır.

Henüz 21 yaşında iken Beatles‘ın unutulmaz “Abbey Road” albümünün kaydında  ses mühendisi asistanı  olarak çalışan Alan Parsons, Pink Floyd’un “Dark Side of the  Moon” albümü ile ilk Grammy adaylığını alır. Daha sonra bu albümün bir anlamda devamı olan “Wish Your Were Here” albümü için ünlü grup tarafından kendisine yapılan teklifi reddederek 1975 yılında kendi grubunu kurar. Edgar Alan Poe‘nun hikayeleri, Giza piramitleri ve Isaac Asimov’un robotları gibi temalar üzerine albümler yapan grup, 1982 yılında kendilerini Amerika  listelerinde üçüncü sıraya taşıyacak olan, George Orwell’ın Big Brother’ından esinlendikleri “Eye In the Sky” albümünü yayınlar.

Müzik tarihinin en iyi introlarından biri

Parsons, 2018’de kendisi ile yapılan röportajda albümü Büyük Birader’in bizi izlediği konseptine dayandırmak istediklerini, her zaman bizi kaydeden  bir kameranın veya gökyüzünde izleyen bir helikopter olduğunu ve uzaydan küçük bir gazete haberinin bile okunabildiğini söylemiştir.

1983’te Grammy’ye “En İyi Tasarlanmış Albüm” adayı olan “Eye In the Sky” , o yıl ödülü almasa da albümün 2018’de yayınlanan 35’inci yıldönümü baskısı,   61’nci Grammy ödüllerinde “En Sürükleyici Ses Albümü” ödülünü alacaktır.

İyi bir Pink Floyd dinleyicisi, Alan Parsons Project’in 1982’de yayınlanan “Eye In the Sky” albümünde “Dark Side of the Moon”un soundunu duyabilir.

 

Parsons o sıralarda yeni aldığı Fairlight CMI (*) ile ses denemeleri yaparken ortaya çıkan melodi sanatçıya boşluk ve sonsuzluk hissi verir ve sanatçı bu intro melodisine gökyüzündeki en parlak yıldız olan Sirius‘un adını verir.

Albümün kapağında antik Mısır mitolojisindeki Gök Tanrısı Horus’un “Ay Gözü” de denilen sol gözü vardır.

Parsons’ın amacı dinleyiciyi bir intro ile “Eye In the Sky”a taşımaktır ama 1.5 dakikalık bu intro belki de müzik tarihinin en iyi introlarından biri olacaktır.

Sirius, Parsons’un Fairlight CMI’da klavinet sesini taklit ederek bulduğu riff ile başlar, sonra Parsons bunu adım adım zenginleştirir, daha fazla synthesizer ekler ve mükemmel bir elektro gitar solosu ile devam eder, ardından tüm enstrümanlar solarak susar ve sadece bas gitarın sesi duyulur: Sanki fırtına öncesi sessizlik gibidir  ve  bas akorlarının eşliğinde “Eye In the Sky” kendi introsu ile başlar.

Albümün introsu olarak tasarlanan Sirius, Chicago Bulls’un sunucusu Tommy Edwards tarafından takımın  introduction müziği olarak seçilir. Şarkı Bulls’daki ilk yılı olan Michel Jordan’la özdeşleşir. Sirius daha sonra birçok takımın intro müziği olur; Super Bowl’da ve Euroleage’de kullanılır.

Yukarılardaki göz

Sirius’un hemen ardından ve bas gitarın eşliğinde doğal devamı gibi akan   “Eye In Sky”, ihanete uğramış bir sevgilinin sözleriyle başlar. Şarkının devamındaki sözler sevgilisine  “gözlerim üstünde ve aklını okuyorum” şeklinde seslenen bir aşığın sözleri olarak yorumlanabileceği gibi, kullarının her yaptığını izleyen ve aklını okuyan Tanrı’nın mesajı  olarak da yorumlanabilir.

Ben gökyüzündeki  gözüm
Sana bakıyorum ve aklını okuyabilirim
Ben kural koyucuyum
Seni körü körüne kandırabilirim

Bunu anlamak için daha fazla bir şey görmeme gerek yok
Aklını okuyabilirim

Beatles şarkılarının çoğunun Lennon & Mc Cartney ikilisinin besteleri olduğu gibi Project’in şarkıları da Alan Parsons &Eric Woolfson ortak çalışmasıdır.

Eye In the Sky ise daha ziyade bir Woolfson bestesidir ve şarkıyı da o seslendirir.

Grup çok az canlı performans sergilediği için bu iki şarkının en iyi kaydı, şüphesiz plağın çıtırtılarının da duyulduğu vinil kayıttır.

 

Şarkıyı Alan Parsons’un sesinden konserde dinlemek isteyenler için:

 

(*)Fairlight CMI:1979’da Fairlight tarafından yapılan Örnekleyici Dijital Synthesizer.

Kaynakça

  • Songfacts, Eye In the sky, Sirius
  • Spears S. Alan Parsons Project, the story behind the song, Aug.2016
  • Ekşişeyler , The Alan Parsons Project’in İkonik Albümü Eye in the sky
  • Wikipedia, Eye In the Sky

Kamu maliyesi, ekonomisi ve kentsel ulaşım

[email protected]

Kamu maliyesine girişte mallar ve hizmetlerin genel olarak ikiye ayrıldığı belirtilir.

  • Kamusal mal ve hizmetler ile
  • Özel mal ve hizmetler.

Ancak bu ikisinin arasında daha karmaşık bir konu olan

  • Yarı-kamusal mal ve hizmetler de söz konusu olabilir.

Kavramların net olarak kristalleştiği ilk ikisiyle yetinecek olursak, kamusal mal ve hizmetler sağlayacağı yarar bölünemez/ bireyin özel doyumuna indirgenemeyecek veya indirgenmesi zor olan, bu nedenle de birimlere ayrılarak fiyatlandırılması ve parçalanarak pazarlanması zor olan, zaten kar amacıyla değil, kamusal yarar amacıyla üretilen, sağladığı yararlar dışa saçılan ve bu nedenle de finansmanı için farklı bir yaklaşım gereken mal ve hizmetlerdir. Kamusal malların bu özellikleri çoğu kez kamusal malların bir tekel niteliğinde olması (örneğin bir metro hattının ancak biricik olması) sonucunu yaratır.

Yaygın olarak neredeyse bütün ülkelerde gördüğümüz (eğer neoliberalizm çağının şiddetli yıkıcılığından kendilerini koruyabilmişlerse) temel eğitim, sağlık, altyapılar, adalet ve her devletin sağlarken denetimi altında tutmaktan çok hoşlandığı güvenlik ve savunma vb., kamusal mal/ hizmetlerin tipik örnekleridir.

Kamusal hizmetin finansmanı

Kentlerde sağlanan hizmetlerin pek çoğu da aslında kamusal mal/ hizmet niteliğindedir: Kentsel altyapılar (su ve kanalizasyon, temizlik ya da atık berterafı, ulaşım/ kamusal ulaşım-özellikle raylı ulaşım sistemleri) altyapısı, parklar-yeşil alanlar/kent içi ağaçlıklar-korular-ormanlar ve dinlenme-spor alanları, bazı durumlarda barınma /konut, temel gıda ve beslenme, yaygın eğitim, sosyal yardım programları vb. genellikle belediyelerin sunduğu kamusal mal/ hizmetlerdir. Böyle baktığımızda iklim değişikliğine karşı uygulanacak programların çoğunun da belediyelerin sağlaması gereken kamusal mal/hizmetlerin niteliğinde, niceliği ve sunuluş biçimleri/ düzenlemeleriyle ilgili olduğunu kolayca görürüz.

Peki, bu kamusal mal/ hizmetlerin üretimi-yatırım-işletme-bakım giderleri vb. nasıl karşılanacak? Kim ödeyecek ya da kim ödemeli bu maliyetleri? Burada da genel kural, kamusal mal/ hizmetlerin finansmanı için kamusal kaynakların kullanılmasıdır. Yani genel olarak yönetim biriminin (merkezi veya bölgesel/yerel) topladığı vergi ve diğer gelirlerinin bir bütçeye göre kamusal malların üretimini finanse etmesidir.

Kimin, nasıl ödeyeceği, politik bir karar

Kamu mal/ hizmetleri ile ilgili bu girişten yararlanarak kent-içi ulaşım konusuna geldiğimizde, önce bu hizmetin sağladığı yararın parçalara bölünebilmesi ya da kişisel bir doyum sağlayabilmesi özelliği var. Yani bir kanalizasyon sistemi gibi değil. Yol altyapısı veya raylı sistem altyapısı gibi değil. Diğer yandan bu hizmetin tüketimi kişisel olmaktan çok kolektif bir tüketim. Ulaşım aracı ne kadar küçük olursa olsun bireye değil, mal/hizmeti kullanan topluluğun ortalama yararına göre düzenlenerek sunuluyor.

Bu özellikleri nedeniyle kent-içi ulaşım genellikle yarı-kamusal bir hizmet olarak sınıflandırılıyor. Dolayısıyla bu yarı-kamusal hizmetin finansmanı da kendine göre özellikler taşıyabilir. Yani oluşan maliyet, bütünüyle hizmetten yararlanana ödetilebileceği gibi hiçbir ödeme olmaksızın da sunulabilir. İşte bu seçeneklerden biri ya da arasındaki her hangi bir düzeyin belirlenmesi, bir “politika” sorunudur. Yerel politikacılar kentteki hangi kamusal mal ve hizmetlerin, hangi türde bir finansmanla sağlanacağı ve hangi kesimlere/ nasıl sunulacağı konusunda karar verirler.

Ekonominin genel yapısı ve genel dengeleri, güncel performansı –enflasyon, paranın değeri, kredi/ sigorta sistemleri vb. ile kurulu hukuk sistemi, yasalar/ mali hükümler, elbette genel olarak yerel yönetimlerin temel mali yapısını belirler. Ne yapabilecekleri, ne kadar yapabilecekleri, sonuç olarak mevcut mali yapılar ve beklentilerle sınırlıdır ve politikalarını ancak buna göre yürütebilirler.

Neoliberal sistemde kaynakların kullanımı

Ancak hemen burada söylemek gerekir ki finansal durum, yasal durum vb. kadar, belki onlardan da önce her politikacı içinde bulunduğu ideolojik atmosfere/ politikanın bağlı olduğu değerler sistemine/ politik belirlenişe göre de karar verir.

Neoliberal yaklaşımın nerdeyse mutlaklaştığı, bütün değerlendirme kurallarının ve ölçülerinin sadece neoliberal ekonominin düşünme ve karar kalıplarına göre oluştuğu bir sosyo-politik atmosferde çelikten örülmüş bu sıkı ağda kamusal yarar, sınıfsal durum, yoksullaşma ve aşırı sermaye birikiminin sınırsızlaşması ve taleplerinin otoriterleşerek dikte edilmesi vb. elbette söz konusu olamaz.

Yerel politikalar da ancak bu neoliberal çerçevenin içindeyse politika olarak kabul edilir ve Türkiye’nin de, hatta neredeyse dünyanın bütün kentlerinin gündelik yaşamı bu yaklaşımın çeşitli tonlarındaki yönetme/ hizmet sunma/ hizmetin fiyatlandırılma kalıpları içinde gerçekleşir. Bu tür politika yapmak, yani sadece neoliberal ekonominin sınırları içindeki hareket alanına göre düşünmek ve uygulamak, bir anlamda politika dışı olmak ya da (“post-modern”den esinlenerek) post –politik (ya da siyaset dışı) belediyecilik olarak görülebilir.

Buraya kadar belki pek fazla şaşıracak bir şey yok. Ama bu belediyeciliği eğer kendilerini (bir anlamda) sosyal demokrat belediyeciler olarak sunmuş, İstanbul/ Ankara/ İzmir vb. belediye başkanları savunuyorsa, içinde bulunduğumuz durum giderek tuhaflaşıyor demektir. Üstelik bu belediye başkanları eğer ülkeye “başkan” adayı olabilirlerse, nerdeyse Türkiye toplumlarının geneli için tek “kurtuluş” olarak değerlendirilmekte olan kişilerse, ülke için, toplumun ezilen/ sömürülen ve sürekli olarak yoksullaştırılan kesimleri için nasıl bir umudumuz olabilir ki? İklim değişliğinin gerektirdiği kamusal politikaları, (neoliberal kalkınmaya ayrılmayacak) kaynakların kamusal amaçlar için kullanılabilmesi olasılığını nasıl bekleyebiliriz ki?

Kent-içi kamusal ulaşım için yoksullukları, öğrencilerin içinde bulunduğu durumu ve mücadeleyi, kamusal yararı/ öncelikle en çok gereksinimi olan gruplardan başlayarak yeniden ve cesaretle kurma arayışını, kendi denetleyebildikleri kadarıyla da olsa kamusal kaynak kullanımda düşünebilecekleri “eşitleme ödemeler” (“Perequation”) türü politika yapma biçimlerini hiç düşünmeksizin (yani gerçek anlamda politika yapmaksızın) savunan “kurtuluşun umutları” bu ülkeyi nasıl düze çıkarabilirler?

Zamları savunarak ‘politika yapmak’

İstanbul Belediye Başkanı’nın kamusal ulaşım zamları sorunu karşısında içine düştüğü zavallı ve gülünç durum, kentler/ ülke ve İstanbul için ne kadar düş kırıcı ve yüz kızartıcı… Gerçekte Ankara için de durum aynı… Her yönetici, sorumlusunu bir başkası ilan ettiği zamları savunarak, “politika yaptığını” zannediyor. Bu ancak ve sadece, neoliberalizmin bütün mide bulandırıcı kuralları ve ideolojik hegemonyası, “gerçek” ve ona uyum da “gerçekçilik” olarak düşünülüyorsa olasıdır.

Eğer öğrenciler yurtsuz/ barınaksız, kiralar çok yüksek ve gıda fiyatları doruklardan doruklara sıçramaktaysa, hiçbir belediye başkanı gerekçesi ne olursa olsun, belediye bütçesi ne durumda olursa olsun kent-içi ulaşıma yapılan zamları açık alınla savunamaz. Eğer aklına bu zamları savunmaktan başka bir politika geliştirme olasılığı gelmiyorsa bile, bunu araması gerektiğini bildiğini söyleyerek bir cehenneme çevrilmiş kentsel yaşamı biraz olsun kolaylaştırabilmek için çabalayacağına söz vererek ve özür dileyerek yöneticiliğine devam etmesi gerektiğini anlayabilmeli…

Kentteki yaşam ne yazık ki “umudumuz olan yöneticilerin” bulunduğu kentlerde umudumuzu daha çok kırarak sürüyor…

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Bu külkedisi evlenmek değil özgürlük istiyor!

Masallar dün de bugün de küçük çocuklara en çok sunulan edebiyat türlerinin başında geliyor. Klasik masallar tekrar tekrar basılıyor, yeniden yazılıyor ve uyarlanıyor. Çağdaş masal uyarlamalarında şiddet ve erotizme artık pek az rastlıyoruz; çocukların uykularını kaçıran, aklını karıştıran her türlü “sert” sahnelere de öyle. Artık masallar “çocuğa göre” içinde bulunduğumuz çağın ruhuna ve bu çağın çocuktan beklentisine uygun olarak yeniden yazılıp resimlendiriliyor.

Ancak ülkemizde ve dünyada son yıllarda çocuklar için yayımlanan masallara baktığımızda toplumsal cinsiyet kalıplarının bu değişimden neredeyse hiç nasibini almadığını görüyoruz. Aynı şey sınıfsal, ırksal ve başka ayrımcı toplumsal kabuller için de geçerli.

Klasik masalları tersine çevirmek yeterli mi?

Feminist, anarşist, sosyalist bir bakış açısıyla yazılan politik masallar da üretiliyor kuşkusuz. Bu uyarlamalarda klasik masalların mesajları tersine çevriliyor ya da çocuk okuru sorgulayıcı okumaya davet eden mesajlar ön plana çıkıyor. Ama bu deneysel masallar istisna. Hele de ülkemizde alt alta yazıldıklarında küçük bir liste bile oluşturmuyorlar. Her yıl piyasaya çıkan masal kalabalığı içerisinde gözden kaybolmaları çok kolay.

Bu yazımda dikkatinizi içlerinden birine çekmek istiyorum: Sindirella Özgürlük Kedisi. Bir yazar ve aktivist olan Rebecca Solnit, bizim ülkemizde daha çok Külkedisi olarak bilinen Sindirella’ya yeni bir karakter ve bambaşka bir güç kazandırdığı masalını neden yazdığını, çıkış noktalarını kitabın Sonsöz’ünde ayrıntılarıyla anlatıyor.

Biz masalın kendisine, Rebecca Solnit’in Külkedisi’nden Özgürlük Kedisi’ne dönüşen Sindirella’sına bakalım. Hikâyenin başında tıpkı klasik masaldaki gibi çok çalıştırılan, istekleri, hayalleri göz ardı edilen bir çocukla karşılaşıyoruz. Onunsa karşısına klasik masaldaki gibi bir iyilik perisi çıkınca büyük bir değişim geçiriyor. Muazzam elbisesiyle, camdan ayakkabılarıyla baloya gidip prensle dans etmesiyle başlıyor her şey. Peki fark nerede? Yazar, Sindirella’yı zengin ve güçlü bir prensle evlendirmek yerine onun hayallerinin peşinden gitmesine izin veriyor. Aslında Sindirella’yı, iyilik perisinin de desteğini alarak buna basbayağı teşvik ediyor.

 

Prens de tıpkı Sindirella gibi henüz çocuk sayılır. Onun da bastırdığı, yaşayamadığı hayalleri var kuşkusuz. Hatta başta gözümüze epey itici görünen üvey kız kardeşler bile özünde çocuk, yani yazarın bir röportajında belirttiği gibi kötü olamazlar. Güzellik, mutluluk hakkında düşünceleri üvey kız kardeşlere, masalda kötü rolü sonuna kadar üstlenen üvey anne tarafından empoze ediliyor. Sonunda balkabağını çeken hayvanlar dahil herkes kendi ihtiyaç ve yeteneklerini keşfetme ve kişisel özgürlüğünü gerçekleştirme olanağı buluyor.

Saf kötülük yine kadının payına…

Kısacası masalda,  kendini bulma, hayallerinin peşinden gitme, aile ya da toplum beklentisine/baskısına direnerek özgürleşme fikri ön plana çıkıyor. Feminist bir bakış açısı hissedilse de “üvey annenin” diğer kahramanların aksine masalın sonuna kadar kötülüğün cisimleşmiş hali olması ve kalması sorgulanmaya muhtaç. İki açıdan: Birincisi, saf kötü yine çoğu klasik masalda olduğu gibi bir kadın. Onun kötülüklerine, prens ya da üvey kız kardeşlerde yapıldığı gibi herhangi bir “hafifletici neden” ya da “gerekçe” sunulmuyor. Masalın sonlarında Sinderalla’nın gerçek ebeveynlerinin ortaya çıkması feminist yoruma gölge düşüren ikinci nokta.

Öyle ya, klasik masalların orijinal versiyonlarına baktığımızda masallarda cirit atan tüm o kötü üvey annelerin aslında basbayağı biyolojik anne olduğunu görürüz.

Anneliğin kutsanmasıyla, “iyi” ya da “makul” kadınlığın cinsellikten mümkün olduğunca arındırılıp annelikle özdeşleşmesiyle birlikte masal anlatıcıları ve yorumcuları çocuklarını ormana terk eden, kalbini çıkarıp yiyen, itip kakan şu korkunç annelere daha fazla dayanamadılar. Bunlar olsa olsa üvey olmalılardı…

‘Gerçek ebeveyn’ kim?

Yazar, bir röportajında masalın sonunda kendi Sindirella’sına neden “gerçek” ebeveynler bahşettiğini, okurlarının içinde anne ya da babası cezaevinde olan ya da başka nedenle yanında bulunmayan bir çok çocuk olmasıyla gerekçelendiriyor. Oysa, biyolojik anne babasıyla büyümeyen, evlat edinilen ya da koruyucu aile yanında hayatını sürdüren, “üvey” anne ya da baba ile toplumsal kabullerin dışında sevgi dolu bir ilişki yürüten nice okuru da vardır muhakkak.

İyisi mi bizzat yazara söz hakkı tanıyalım: “Hikâyenin sonunda üvey kardeşlerin özgürlüğüne kavuşması gerekliydi ama üvey anne değiştirilemezdi. Çünkü hepimizin toplamıydı o. Doymak bilmeyen bir arzu ve bu arzudan doğan zayıf noktasıyla üvey anne, bir bencillik abidesi. Kalabalığın arasında zayıf hissettiğimiz zaman hepimizin olduğu gibi. Özgürleşmek hakkında bir hikâye istedim.(…)”

Kısacası çocuğunuza gerici değerler empoze etmeyen aksine mutluluk, güzellik, çocuk işçiler, hayaller ve gerçekler, özgürlük ve iyilik hakkında düşündüren, birçok toplumsal sorunu tartışmaya davet eden masallar okumak istiyorsanız Sindirella Özgürlük Kedisi’nde aradığınızı bulabilirsiniz. Hatta belki bir çocuğa bile gerek yok. Yetişkinler de bu masaldan beslenebilir. Tabii sorgulayıcı bir okuma, çeviri ve redaksiyondaki kimi aksaklığı da fark etmenizi sağlayacak. Mesela, “Aman Allahım,” diyen bir Sindirella var kitapta.  Gitmekte özgür olmak yerine “gitmek için özgür” olan. “Mürekkepli şelale gibi akan ince saçları” gözünüzün önüne getirmekte zorlanabilirsiniz ya da “tane” ile sayılan atlar sizi biraz irrite edebilir. Ama kitabın görselleri redaksiyonda gözden kaçan, yer yer kulak tırmalayan ifadeleri unutturacak incelikte siluetlerden oluşuyor. Zamanında Grimm Masalları ve Alice Harikalar Diyarı için yaptığı çizimlerle tanınan ünlü İngiliz ressamı Arthur Rackham’a ait illüstrasyonlar geçmiş ile bugün, klasik masal ile deneysel politik yorumu arasında köprü kuruyor.

Yazar: Rebecca Solnit

24 Haziran 1961 yılında dünyaya geldi. Amerikalı yazar, feminizm, çevre, politika, mekan ve sanat gibi bir çok konuda yazı üretimlerini sürdürmektedir. Birçok kitabı bulunan Rebecca Solnit, Harper’s Magazine’de editörlük yapmaktadır.

Çizer: Arthur Rackham

1867’de Londra’da dünyaya gelen ünlü İngiliz ressamın başlıca eserleri  Alice Harikalar Diyarında, Grimm Masalları gibi, o dönemin çocuk kitapları için çizdiği renkli tablolardır. Yanı sıra Edgar Ellen Poe gibi yetişkinler için yazan birçok önemli yazarın eserlerini resimlemiştir. Yaptığı çizim ve tablolar 1914 Louvre sergisi başta olmak üzere çeşitli müzelerde sergilenmiştir.

 

 

Vegan beslenme köpekler için daha sağlıklı olabilir

Birleşik Krallık Lincoln Üniversitesi’nde yapılan yeni bir araştırmada,  “Alternatif evcil hayvan maması, çevresel sürdürülebilirlik ve evcil hayvan maması olarak işlenen hayvanların refahı ile ilgili faydalar sunabilir” denildi.

Çalışma kapsamında 2 bin 639 köpeğin diyeti ve sağlığı bir yıl boyunca izlendi, onlarla birlikte yaşayan insanlara köpekler hakkında sorular soruldu.

Evcil hayvan diyetiyle ilgili karar verme sürecine dahil olan bu 2 bin 569  kişi arasında evcil hayvan sağlığı, diyet seçiminde önemli bir faktördü.

Köpeklerin yarısına yakını geleneksel diyetle veya çiğ etle beslenirken diğer yarısı ise vegan beslendi.

Geleneksel diyetlerle beslenen köpeklerin, diğer iki diyetten herhangi biriyle beslenenlerden daha kötü durumda olduğu görüldü. Çiğ etle beslenen köpeklerin, vegan diyetlerle beslenenlere göre marjinal olarak daha iyi olduğu görüldü.

Ancak, yaş ortalamalarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar vardı: Çiğ etle beslenen köpekler daha gençti ve bunun sağlık sonuçlarının iyileşmesiyle ilişkili olduğu kanıtlandı.

Araştırmada, sağlık bozukluklarından muzdarip olduğu düşünülen her bir diyet grubundaki köpeklerin yüzdeleri yüzde 49 (geleneksel et), yüzde 43 (çiğ et) ve yüzde 36 (vegan) idi.

Çalışmayı yapan araştırmacılar, sonuçta şunu belirtti:

Önemli kanıtlar, çiğ et diyetlerinin genellikle beslenme eksiklikleri ve dengesizlikleri ve patojenler dahil olmak üzere diyet tehlikeleriyle ilişkili olduğunu göstermektedir.

Buna göre, bugüne kadar toplanan kanıtlar, köpekler için en sağlıklı ve en az tehlikeli diyet seçeneklerinin, beslenme açısından sağlıklı vegan diyetleri olduğunu göstermektedir.

Karaismailoğlu: Kanal İstanbul için demiryolu ve karayolu çalışmaları başladı

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, iftar programında ulaştırma muhabirleriyle bir araya gelerek, gündeme ilişkin soruları yanıtladı. Kanal İstanbul’a ilişkin soruları yanıtlayan Adil Karaismailoğlu, proje için demisyolu ve karayolu çalışmalarına başlandığını söyledi.

Karaismailoğlu “Şu anda Kanal İstanbul için hem demiryolu hem de karayolu çalışmalarımıza başladık. Özellikle demiryolu tarafında Kanal İstanbul’un altından geçecek olan Halkalı-Ispartakule Demiryolu projesine başladık. Yine Sazlıdere Köprüsü’yle Başakşehir-Bahçeşehir-Hadımköy Otoyolu Projesi’ni Kanal İstanbul’a göre projelendirerek başlandı ve çalışmaları devam ediyor’’ açıklamasında bulundu.

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Montrö Boğazlar Sözleşmesi‘nin öneminin gündeme gelmesinin ardından Kanal İstanbul’un bu sözleşmeyi tartışmaya açacağına dair eleştiriler geldiğinin hatırlatılması üzerine Karaismailoğlu, şunları aktardı:

“Bence Kanal İstanbul’un önemi daha da arttı. Kanal İstanbul’un yapımını eleştirenler sadece bu işi bir emlak, rant dedikodu siyasetine dönüştürerek karalamaya çalışıyorlar. Halbuki biz burada küresel bir lojistik hareketten bahsediyoruz. Çünkü bu alternatif bir su yoludur, olması gereken bir projedir. O yüzden bir dedikodu siyasetine alet edilecek sadece bir rant emlak projesi olarak göstermek onların basitliklerini gösterir. Büyük, güçlü Türkiye, bu büyük mega projeleri yapmak zorunda.”

Montrö’nün Kanal İstanbul ile hiçbir alakası olmadığını söyleyen Karaismailoğlu, bunun nedenini şöyle açıkladı:

“Bu sözleşme hem İstanbul Boğazı‘nı hem Marmara Denizi’ni hem de Çanakkale Boğazı’nı kapsayan bir anlaşmadır. Kanal İstanbul’dan geçenler Marmara Denizi’ni de Çanakkale Boğazı’nı da kullanacak. O yüzden burada Montrö’ye aykırı hiçbir şey yok.”

Kanal İstanbul’un planlanan maliyetinde bir değişiklik olmadığını belirten Karaismailoğlu, Türkiye’de bu işi yapabilecek büyüklükte firmaların bulunduğunu, onlarla birlikte altyapı konusunda dünyanın önde gelen firmalarının da bu projeyi yapabilmek için aralarında şimdiden yarış yaşandığını savundu.

Muğla’nın göbeğinde çimento fabrikası: Geri dönülmez zararlar verecek

Sivil toplum örgütleri, çevreciler ve yurttaşlar tarafından Bayır Mahallesi’nde çimento fabrikası kurulması için verilen ÇED olumlu kararının iptali için başlatılan imza kampanyası sona erdi.

Toplanan 18 bin 330 imzanın Muğla Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü‘ne teslim edilmesinin ardından  Menteşe Kent Konseyi, MUÇEP Menteşe Meclisi, Deştin Çevre Platformu, Bayır Çevre Komitesi ve Eğitim-Sen Muğla Şubesi tarafından bir basın açıklaması gerçekleştirildi. CHP Muğla Milletvekili Av. Burak Erbay da basın açıklamasına katıldı.

‘Çimento fabrikası geri dönüşü olmayan zararlar verecek’

Av. Burak Erbay Muğla’nın Menteşe ilçesinde Bayır Mahallesi’nde kurulması planlanan çimento fabrikasının çevreye geri dönülmez zararlar vereceğini söyleyerek tepki gösterdi.

Menteşe Kent Konseyi temsilcisi Alev Öztürk‘ün yaptığı açıklamanın ardından söz alan CHP Muğla Milletvekili Av. Burak Erbay projenin yanlış bir proje olduğunu belirterek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘a bu projenin derhal iptal edilmesi için çağrıda bulundu. Yatırımlara karşı olmadıklarını ancak yapılan yerin yanlış olduğunu belirten CHP’li Erbay, şunları kaydetti:

“Muğla’mız cennet bir il, dünyanın cennet bir köşesi. Tarımı ve turizmi ile ülkemize önemli katma değer sağlamaktadır. Muğlalılar olarak bu güzelliği yarınlara bırakmak için Muğla’nın her köşesinde mücadele veriyoruz. Bayır’da yapılmak istenen çimento fabrikası doğamıza ve su kaynaklarımıza geri dönüşü olmayan zararlar verecektir.”

‘Çimento fabrikasının ÇED raporu yeniden incelenmeli’

Projenin yanlış olduğunu belirten Erbay, “Muğla’nın göbeğinde çimento fabrikası yapmak yanlıştır. Doğru bir proje değildir. Çevre Şehircilik Bakanı televizyonlarda Bodrum‘da kaçak olduğu için yıkılan evlerin fotoğraflarını gösteriyordu. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’na sesleniyorum. Bodrum için gösterdiğiniz duyarlılığı Bayır‘daki çimento fabrikası için de göstermenizi bekliyoruz. Artık gelişmiş ülkelerde çimento fabrikası açılmıyor, çimento fabrikaları da kapatılıyor. Biz yatırıma karşı değiliz. Çimento fabrikası açılabilir mi? Evet, açılabilir. Muğla’nın göbeğine hançer gibi çimento fabrikasının saplanmasını istemiyoruz” dedi.

Çimento fabrikasının kurulması planlanan bölgede iki tane baraj bulunduğunu belirten Erbay, “O barajlardan gelen suyla bölgedeki tarım arazileri sulanmaktadır. Bu fabrikadan çıkacak kimyasal maddeler barajlara dolayısıyla bölgedeki tarım arazilerini sulayan sulara karışacak. Ayrıca insanlar etkilenecek. Bu fabrikaya nasıl ÇED olumlu raporu verildi anlamak mümkün değil. Bayır’daki çimento fabrikası projesi iptal edilmelidir. Bu projeye bölge halkı karşı. ÇED raporu tekrardan incelenmeli ve iptal edilmelidir” şeklinde konuştu.

Kavala’nın tutukluluk haline devam kararı verildi

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından bugün yapılan aylık tutukluluk incelemesinde, Osman Kavala’nın tutukluluğuna devam kararı verildi.

Mahkeme, Gezi Davası’nın tek tutuklu sanığı Osman Kavala’nın hukuki durumunda bir değişiklik olmamasını gerekçe gösterdi ve ‘adli kontrol tedbirlerinin yetersiz kalacağına hükmetti.

İlgili haber: Kavala’nın avukatları: AİHM kararı ve uluslararası ceza hukuku normları çiğnendi

Karar oy çokluğuyla alınırken bir üye hakim ise tutukluluğun devam kararına karşı şerh düşerek adli kontrol şartıyla tahliye yönünde görüş bildirdi.

Çizim: Murat Başol

Kavala, Kasım 2017’den beri tutuklu bulunuyor.

Gezi Davası’nın bir sonraki duruşması 22 Nisan’da görülecek.

Küçük Çin olma yolunda Türkiye: İthal çöp enkazını kim kaldıracak?

Bir Bloomberg muhabirinin izleme cihazıyla Londra‘daki çöplerin Almanya ve Polonya‘dan sonra Adana‘da son bulan yolculuğunu belgelemesinden beri Türkiye, yurt dışından ülkeye ‘ithal edilen’ çöplerin akıbetini tartışıyor.

Bloomberg Green’de yer alan Kit Chellel ve Wojciech Moskwa imzalı haber, İngiltere’nin bir zincir marketindeki plastik poşetin iki ay sonra Adana’ya geldiğini göstermiş, bazı milletvekilleri bölgeye giderek haberin bulgularını doğrulayan görüntüler paylaşmış, fakat hem şirketler hem de Bakanlık, iddiaları yalanlamış veya çelişkili açıklamalarda bulunmuştu.

Çöp ithalatında baş aktör olan Çin‘in, yarattığı doğa yıkımını fark ederek 2018’de yasak getirmesinin ardından dünyadaki atık ticareti, farklı az gelişmiş ülkelere kaydı. Bu yasaktan çok daha önce Avrupa’nın çöplerini almakta olan Türkiye de bu artıştan payını aldı.

Greenpeace verilerine göre Türkiye, 2020 yılında Avrupa Birliği ülkeleri ve İngiltere’den toplam 659 bin 960 ton plastik atık ithal etti. Plastik atık ithalatı 2004’ten bu yana ise 196 kat arttı.

Sanatçı Haluk Levent‘in Adana’ya gidip görüşmeler yapmasının ardından geri dönüşüm şirketlerinin Adana’nın 18 farklı bölgesindeki çöp yığınlarını en geç bir ay içinde temizlemeye ‘söz verdiğini’ açıklamasıyla tartışmalar yeni bir boyuta ulaştı.

Levent‘in aktardığına göre şirketler, “Biz de bu durumdan rahatsızız. Sorumlular bulunup cezalandırılsın. Biz de her gün denetlenmeye hazırız.” dedi.

Öte yandan Türkiye’deki çöp yığınları, Adana’nın çok ötesine taşıyor.

Geçtiğimiz hafta Yeşiller Partisi Eşsözcüsü Koray Doğan Urbarlıİstanbul Sultangazi’de birikmiş yurt dışından gelen plastik çöpleri böyle göstermişti:

İlgili haber: Yeşiller İstanbul’daki çöplerin izini sürdü: Hepsi yurt dışından gelen plastik çöpler

Peki bu çöp yığınlarını oluşturduklarını reddedenler, bu kirliliği nasıl temizleyecek? Var olanın temizlenmesi bir yana, gelecekte yaratılabilecek doğa yıkımının da önüne geçilecek mi? Türkiye hangi adımları atmalı?

Tübingen Üniversitesi‘nden Dr. Mehmetcan Akpınar‘a sorduk.

Adana’nın 18 ayrı bölgesindeki çöp yığınlarını ‘en geç bir ay içinde temizleme’ sözünü kim, nasıl yerine getirecek? 

Haluk Levent ile geri dönüşüm şirketlerinin yaptığı ve kamuoyına duyurdukları görüşme Adana’daki ithal çöp alanlarının halk ve çevre sağlığına karşı oluşturduğu tehditlere karşı olumlu bir adım olsa da kendi içinde tezatlar da barındırıyor.

Türkiye’de bu tip yasa dışı çöp alanlarının oluşmasını engellemek için görevlendirilmiş denetleyici kurumlar, Çevre İl Müdürlüklerine bağlı Çevre Yönetim ve Denetim Daireleri ve Belediyelere bağlı Çevre Koruma ve Kontrol Müdürlükleridir.

Buradaki söylem ve açıklamaların sunduğu görüntü ise devlet ve kamu kurumlarının içinde olmadığı sivil insiyatif ve şirketler arasında gerçekleşen bir pazarlığın vuku bulduğu ve bunun sonunda böyle bir anlaşmanın doğduğudur.

Bu açıklama aynı zamanda ne kadar acıdır ki ortadaki denetleyici unsurların etkisizliğine de işaret ediyor.

Masaya oturan geri dönüşüm tesisleri, her ne kadar bu yasa dışı dökümlerden kendi şirketlerinin sorumlu olmadıklarını söylemişseler de, zehir saçan bu ithal plastik çöp dökümlerinden geri dönüşüm ve plastik sektörünün sorumlu olduğunu dolaylı olarak itiraf etmiş olmuşlar.

Halbuki daha geçen haftaya kadar bir çok işletme sahibi, çöp ithalatını inkar ediyor, Adana’ki Avrupa çöpleri haberlerini yalanlıyordu.

2021 Mayıs ayında da Adana’nın dört yanında ortaya çıkan benzer görüntüler neticesinde de yine Adana Çevre Denetim Dairesi bu konuda bazı baskın denetimler yapmış 32 işletmeye cezalar kesmiş, ardından da bazı noktalardan 181 ton (yaklaşık 25 kamyon yük civarı) plastik çöpü Adana’nın muhtelif bölgelerinden kaldırdığını, bunları tehlikeli atık geri kazanımı lisansı olan bertaraf firmalarına gönderdiğini açıklamıştı.

Peki bu kirlilik nasıl temizlenecek, nasıl temizlenmesi gerekir?

Kabaca bir hesap yaparsak, sözü geçen 18 alanda 2017’den bu yana biriken en az 2-3 bin ton plastik çöpün olduğunu söyleyebiliriz. Bir çok noktada bu plastik çöpler yakılmış, üzerlerine toprak dökülüp bu dökme ve yakma işlemleri tekrarlandmış durumda.

Dioksin, furan, ağır metaller gibi üst düzey kanserojen, organik kirletici maddeler bu bölgeleri yoğun bir şekilde kirlettiğini yapılan analizler ortaya koydu.

Bu alanların profesyonel birimlerce, kontaminasyonu başka bölgelere yaymadan, işçi sağlığını da tehlikeye atmadan dikkatlice kaldırılmaları gerekiyor. Avrupa’da bu tip operasyonlar genelde aylarca sürüyor ve milyonlarca euroya mal oluyor.

Burada Haluk Levent’in görüştüğü şirketlerin verdiği güvence nedir, bu çok açık değil.

Kaldırma işleminin Çevre İl Müdürlüğünce yetkilendirilmiş ehil kişiler tarafından yapılması gerekiyor. Şirketler tarafından değil.

Ve de burada kamu kaynakları yerine bu geri dönüşüm tesislerinin ayıracağı bütçenin kullanılacağını mı düşünmemiz lazım? Bu bütçe örneğin ne kadardır? Hangi şirketler bu finansmanı sağlayacaklar? Bir ay içerisinde bu alanlar nasıl kaldırılacaklar? Bu konulardaki belirsizlik ve söylemin içindeki acelecilik açıkçası bu işin ne kadar düzgün ve dikkatli yapılacağı ile ilgili soruları da beraberinde getiriyor.

Haluk Levent şirketler ile yaptığı görüşme sonrası bir fotoğraf yayınladı ama görüşme yaptığı STK kuruluşlarının isimlerini tek tek açıkladığı gibi bu şirketlerin hangi şirketler olduğuna dair yazılı bir açıklama yapmadı.

Benim bildiğim herhangi bir geri dönüşüm şirketi de bu verdikleri söze yönelik henüz yazılı bir açıklama da yapmadı. Ortada bir söz var, ama bu sözün çerçevesi henüz çok net değil.

İthal edildikten sonra Adanada yol kenarına atılan plastik çöpler. Fotoğraf: Sedat Gündoğdu

Son gelişmelerle bunun takibinin daha sık yapılacağı belirtiliyor. Fakat aynı zamanda konunun gündeme gelmesiyle Türkiye’nin farklı yerlerinde de çöp dağlarının görüntüleri paylaşılıyor. Ne olacak? İthalatın önüne geçilmesi için hangi düzenleme ve tedbirlere ihtiyaç var? Bu vaatler güvenilir mi?

Çöp ithalatı yasaklanmadıkça bu görüntülerin maalesef devam edeceğini söyleyebiliriz.

En son yapılan bir paylaşım Adana’da değil de Adana’ya yakın ama Mersin il sınırları içerisinde ormanlık bir bölgede benzer yasa dışı çöp dökümünün olduğunu gösterdi. Benzer manzaralar İstanbul Sultangazi’de de ortaya çıktı.

Ayrıca gümrüklerdeki denetim kapasitesinin bu ithalat hacmi ile başa çıkması mümkün değil. Türkiye’nin esas olarak çöp ithalatından vazgeçip, kendi plastik çöplerini toplayıp, ayrıştırıp geri dönüşüme sokması gerekiyor.

Türkiye üç yıldır Avrupa’dan plastik çöp ithalatında Avrupa birincisi iken, kendi çöplerini değerlendirmede Avrupa’da Romanya ile birlikte sonuncu.

Birleşik Krallık da suçlamalara cevap vermeli

Bakanlık ve diğer resmi kurumlar ithalata dair bazıları tümüyle bazıları kısmen yalanlayan açıklamalar yaptı. Açıklamalar neden çelişkili? Hukuki sürece dair neler biliyoruz?

Çevre Bakanlığı yetkilileri iki hafta önce Adana’da İncirlik, Şakirpaşa, Karahan, Küçükçıldırım, Kuyumcular gibi mahallelerde incelemeler gerçekleştirdiklerini ve bir atık dökümü tespit edemediklerini açıkladılar.

Bakanlık tespit edemedi ama kaldırılması beklenen 18 yasa dışı çöp noktasının bir çoğu bu beş bölgede bulunuyor. Yani şirketlerin “Biz bu 18 alanı temizleyeceğiz” açıklaması Bakanlığın atık dökümü yoktur açıklamasını boşa düşürdü.

Fotoğraf: Greenpeace

Ayrıca Çevre Bakanlığı yetkilileri 11 noktadan toprak analizi aldıklarını ve burada çıkan değerlerin normal seviyelerde olduğunu açıkladı. Bu ilk bakışta yüreklere su serpen bir açıklama gibi görülebilir ama Greenpeace raporunda ortaya konan dioksin, furan gibi yüksek derece kanserojen kimyasalların hiçbirinin değerlerine Bakanlık kendi analizlerinde bakmamış. Yani yoktur dediği kimyasalların ölçümü yapılmamış bile.

Ayrıca Bakanlık, İngiltere’den gelen çöpler ile ilgili haberi yalanlayarak önemli bir diplomatik hataya da imza attı. Burada suçlamaları esas olarak cevaplaması gereken İngiltere’dir. Türkiye değil.

Çevre bakanlığının alelacele yalanlamasıyla Türkiye, haklı olduğu bir noktadan, gerçekleri inkar eden bir konuma itilmiş oldu.

Dolayısıyla bu olayda sorumluluğu bulunan Avrupa ülkelerine karşı ülkemiz haklı hukuki argümanlarından yoksun bırakıldı diyebiliriz.

Bu zamana kadar elimizde olan verilere göre, bu ithalatın halk sağlığına ve bölge ekosistemlerine zararı ne boyutta? Geri döndürülebilir zararlar için acil olarak atılması gereken adımlar neler?

Çin 2018 yılına kadar dünya çöplerinin %55’ini ithal ediyordu (yılda 14 milyon ton). Çin bu çöplerin büyük kısmı ile baş edemiyor, bunun %70’e yakınını gömüyor veya yakıyordu. Bu ithalatın yarattığı ekolojik yıkım ve bunun maliyeti ile başa çıkamayınca 2018’de çöp ithalatını yasaklamıştı.

Son yapılan çalışmalar bu maliyetin içinde küresel ısınma, aşırı su tüketimi, insanlarda kanser artışı, içilebilir sulardaki toksik birikim ve mikro partikül madde oluşumunun olduğunu gösteriyor.

Küçük Çin olma yolunda ülkemizde maalesef bir grup tüccarın zenginleşmesi adına tüm bu maliyetler çevremize, insan sağlığına ve dolayısıyla kamu kaynaklarımıza vergilerimize de bindirilmiş oluyor.

Umarım çok geçmeden plastik çöp ithalatı tamamen yasaklanır ve bu ekokırım hadisesi son bulur.