Ana Sayfa Blog Sayfa 855

Yasaklı ırklar: Tehlikeli olan kim?

2010 yılında çıkarılan bir genelge ile Amerikan Pitbull Terrier, Dogo Argentino, Fila Brasilerio, Japanese Tosa tehlike arz eden hayvanlar olarak tanımlandı, bu hayvanların üretilmeleri, satışları, yuvalandırılmaları, ülkeye girişleri, sergilenmeleri yasaklandı. 8 Kasım 2021’de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayınladığı genelge ile  “tehlike arz eden hayvanlar” listesine American Staffordshire Terrier ve American Bully ırkı köpekler de eklendi. Bu listeye başka köpek ırklarının eklenme tehlikesi hala var.

2021 Temmuz ayında Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ile yasaklı ırkların kayıt altına alınması için altı ay süre verildi. Maalesef sürenin dolmasına yakın pek çok yasaklı ırkın sokaklara, ormanlara atıldığına şahit olduk. Hayvanların tedavileri için kullanılması gereken ve geçici olan bakımevleri yasaklı ırklar ile doldu. Bakımevleri “bu ırkların sergilenmesi yasak” diyerek gönüllülerin yasaklı ırk bölümlerine girmelerine izin vermiyor. Bu hayvanlar ömürleri boyunca küçücük kafeslerde yaşamaya mahkum ediliyor, stresten ölüyor yada belediyeler tarafından yok ediliyorlar.

Yasa çalışmaları sırasında bu meseleyi yasaklayarak çözemeyeceklerini, el konulan hayvan sayılarının her geçen sene artmasının bunun bir kanıtı olduğunu söyledik. Nitekim Tarım Bakanlığı’nın 2016 yılında el koyduğu hayvan sayısı 40 iken bu sayı 2019 yılında 2245’e yükselmişti. Yasanın yürürlüğe girdiği 14 Temmuz 2021 tarihinde ise bakımevlerinde tutsak olan yasaklı ırk sayısı 3.091’idi.

American Staffordshire Terrier.Bu sayı son yaşanan gelişmeler ile arttı ancak güncel rakamı bakanlıktan alamıyoruz. Bakanlık daha önce verdiği bu bilgileri “özel bir çalışma gerektiriyor” bahanesi ile artık bizimle paylaşmıyor. Yasa koyucular ile köpek ırklarının tehlikeli olarak ayrılamayacağına dair araştırmalar paylaşmamıza rağmen değiştirilen yasa ve sonrasında çıkarılan genelge ile sorun daha da derinleştirildi.

Irka Özel Kanunlar nasıl ortaya çıktı? 

Tehlike arz eden hayvan denince ilk akla gelen pitbullar insanın kanlı eğlencesi sonucu ortaya çıkmış bir tür. Boğalar ile köpeklerin dövüştürüldüğü “bullbaiting” 19. yüzyılda yasaklanınca insanlar yeni eğlence biçimleri aradılar ve köpek dövüşleri ortaya çıktı. Köpek dövüşleri için bulldog ve terier ırklarının çiftleştirilmesi ile pit doglar adında yeni bir tür yaratıldı.

20 yy başlarında İngiltere’den Amerika’ya göçen aileler yanlarında pitbull köpekleri götürdüler. 1980’lerin sonlarında Amerika’da basında pitbull’ların agresif, güçlü ve çoğu zaman sebepsiz yere saldıran olarak etiketlenmesi ve yayınlan korku sebebi ile ırkları yasaklayan kanunlar ilk olarak Amerika’da ortaya çıktı ve tüm dünyaya yayıldı.

Samuel Henry Alken/ Bull Baiting

2016 verilerine göre , Amerika’da bulunan 50 eyaletten 36’sında Breed Specific Legislation (BSL) yasaları yürürlükte. Bazı bölgelerde ise (New York, Texas ve Illinois…) tehlikeli köpekleri ırklarından bağımsız olarak tanımlayan, izleyen ve düzenleyen yasalar destekleniyor ve BSL’yi yasaklıyor.

Pit bull terriyer ırkı köpekler İngiltere’de dövüş köpekleri olarak üretilmişlerdir. Köpek dövüşü yasaklandığında ırk zamanla ortadan yok olmuş fakat 1970’lerde ABD’den İngiltere’ye yeniden ithal edilmiştir. 1991 yılında pit bull köpek saldırıları ile ilgili basının hayvanları canavar olarak göstermesi ile Tehlikeli Köpekler Kanunu çıkarılıyor. Bu kanun üzerinden el konulan hayvanlar ile ilgili AIHM’sine yapılan başvurularda AIHS’sinin 8’inci maddesi olan “Özel Yaşama Ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı” dayanak olarak gösteriyor ancak mahkeme başvuruları mülkiyet hakkı üzerinden değerlendirip reddediyor.

Julius Ceasar Ibbetson/ Bull Baiting.

Araştırmalar ne söylüyor?

  • Daha önce yapılan bir çalışmada, mevzuattan etkilenen ırklara ait 415 köpeğin test sonuçları analiz ediliyor ve köpeklerin %95’inin uygunsuz durumlarda rahatsız edici saldırgan iletişim veya saldırgan davranış belirtisi göstermediği belirleniyor. Bu sonuçlar bir kontrol grubu ile yeniden değerlendiriliyor. 70 Golden retriever ile yapılan mizaç çalışmasında köpeklerin %1,43’ü uygunsuz durumlarda saldırgan davranış sergiliyor. Çalışmada Golden’lar ve tehlikeli olarak görülen hayvanlar arasında bir fark bulunamıyor. Bu nedenle Aşağı Saksonya’da mevzuat değişikliğine gidiliyor.
  • 2022 yılında yapılan bir araştırmada neredeyse yarısı safkan olan 18.385 köpeğin fiziksel özellikleri ve davranışlarıyla ilgili anket yanıtları analiz ediliyor. Analiz sonuçları davranışsal özelliklerin yaklaşık sadece %9’unun ırk ile ilişkili olabileceğini ortaya koyuyor. Araştırmada saldırganlık da dahil olmak üzere davranışların kalıtsal olduğuna dair bir sonuca ulaşılamıyor.
  • İrlanda‘da ırka özel mevzuatta listelenen yasal ve yasal olmayan köpek ırkları arasında köpek ısırma özelliklerinde farklılıkların olup olmadığını araştırılıyor. Isırmanın ardından gereken tıbbi tedavi ve uygulanan ısırık türü açısından hem yasal hem de yasa dışı gruplar arasında anlamlı bir fark gözlemlenemiyor.
  • İrlanda’da yapılan bir araştırma BSL yasası çıktıktan sonra ısırılma vakalarının arttığını gösteriyor. İspanya, İngiltere, İtalya ve Danimarka’da yapılan çeşitli araştırmalar da kanunların vakaların önlenmesinde önemli bir etki yarattığı bulgusuna ulaşılamıyor.
  • Bu hayvanların ırklarının belirlenmesi ile ilgili de bazı sorunlar yaşanmaktadır:

Dört farklı barınaktaki dört personel ile yapılan bir araştırma DNA’sında pitbull mirası olmayan her üç köpekten biri en az bir personel tarafından pit bull tipi köpek olarak tanımlandı. Barınak personeli arasında tutarlılık olmaması, pitbul tipi köpeklerin görsel olarak tanımlanmasının güvenilmez olduğunu gösteriyor. Bu çalışma hayvanların türünden değil görünüşünden korktuğumuzu ve bu yüzden de bu hayvanları yok etmek istediğimizi gösteriyor. TR’de yasaklı ırkları toplayan ekiplerin hayvanların türleri ile ilgili doğru bir yargıya varması da mümkün değil gibi görünüyor. Yasaklı ırkların kayıtlarının yapıldığı altı aylık süreçte İl Tarım müdürlükleri çalışanlarının türleri tanımlayamadığına defalarca şahit olduk.

Dogo Argentino.

Ne yapılmalıydı, ne yapılmalı? 

  • Irk ile mücadele yerine bu hayvanları kötü koşullarda yetiştirenler ile mücadele edilmeli,
  • Hayvan dövüşlerine caydırıcı cezalar verilmeli,
  • Bu hayvanlara yuva olan kişilere eğitimler verilmeli ve bu kişiler kontrol edilmeli,
  • Mevcut durumda barınaklarda ömür boyu hapse mahkum olan köpeklere mizaç testi yapılmalı ve hayvanlar aile yanına yuvalandırılmalıydı. Bunlar, şu anda da yönetmeliklerin ve uygulamaların acilen gözden geçirilip yapılması gerekenler.

Genelgede yer alan bir diğer husus köpeklere el koyma yetkisinin genel kolluk makamları ve belediye zabıtasını içerek şekilde genişletilmesine ilişkin idari düzenleme yapılmasının öngörülmesidir. Yukarıda ele alındığı gibi görsel olarak ırk belirlemesi uzmanların bile yanılabildiği bir husustur. Hem pit bull tipi köpek ibaresinin belirsizliği hem de uzmanların yanılabildiği bir konuda kolluğa ve zabıtaya böyle bir belirleme yetkisi verilmesi kanunun keyfi olarak uygulandığını işaret etmektedir.

FOTO: 08.11.2021’de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın yayınladığı genelge ile “tehlike arz eden hayvanlar” listesine “American Staffordshire Terrier ve American Bully” ırkı köpekler de eklendi.

FOTO ALTI: 2016 yılında el konulan yasaklı ırk sayısı 40 iken bu sayı 2019 yılında 2245’e yükselmişti. Yasanın yürürlüğe girdiği 14 Temmuz 2021 tarihinde ise bakımevlerinde tutsak olan yasaklı ırk sayısı 3.091’idi.Bu sayılar bize sorunun yasaklanarak çözülemeyeceğini açık bir şekilde göstermektedir.

AİHM kararları

Madde 8: Özel Yaşama Ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı

  1. Her kişi, özel yaşamına ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilme hakkına sahiptir.
  2. Bu hakkın kullanımına, bir kamu makamı tarafından, ulusal güvenlik, kamu emniyeti ya da ülkenin ekonomik refahı/(esenliği) yararı için, düzensizliğin ya da suçun/(suç işlenmesinin) önlenmesi için, sağlığın ya da ahlakın korunması için, yahut başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunması için, yasaya uygun olarak getirilen ve bir demokratik toplumda gerekli olanlar dışında/(hariç), hiçbir müdahalede bulunulmayacaktır.”
  • Bullock v. The United Kingdom vakasında başvuru pit bull terriyer köpeği başıboş bıraktığı için yaptırıma uğramış ve köpek öldürülmüştür.
  • Benzer şekilde Brock ve Foster vakalarında başvurucu pit bull teriyer ırkı köpek sahibi olduğu için para cezası uygulanmıştır ve dava süreci sonuçlanana kadar köpeklere el koyulmuştur.
  • Bates vakasında başvurucu arabası içinde köpeğini tasmasız ve ağızlıksız tuttuğu için hakkında yaptırım uygulanmıştır. Ulusal mahkeme arabanın içini kamusal alan saymıştır. Dava sürecinde köpeğin ırkını araştırmayan başvurucu hüküm verildikten sonra köpeğini uzmanlara inceletip başka bir ırk kırması olduğunu öğrenmiştir. Başvurucu yeni delil ışığında yeniden yargılanma talep etse de başarısız olmuştur. Dava süreci tamamlanıncaya kadar köpeği bakımevinde bekletilmektedir.

Bu kararlar 1996 yılında alınmıştır. Yeni araştırmalar ışığında bu davaların yeni görülmesi görülmektedir.( AİHM Kararları Işığında Temel Hak ve Özgürlükler Açısından Hayvanların Hukuki Durumu, Merve Çığcı,Yüksek Lisans tezi, İÜ- Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Ana bilim Dalı)

 Çocuklar, hayvanlar ve yok sayılan haklar  

  • Türkiye’deki toplumsal algımıza baktığımızda çocuklar da hayvanlar da bir yandan hep korunması gereken, masum, güçsüz varlıklar olarak görülmekte öte yandan aniden bir toplum için en tehlikeli olanlar kategorisine alınabilmektedir. Örneğin; çocuklar “terörist” olarak tutuklanabilmekte, köpekler toplu halde barınaklar denilen ölüm kamplarına kapatılabilmektedir.
  • Oysa çocuklar da hayvanlar da farklı özelliklere ve farklı gereksinimlere sahip, yerkürede; kentlerde ve kırda bir arada yaşadığımız varlıklardır. Onlara verilen değer yaşama, eşitliğe verilen değerdir.
  • Çocuklar da hayvanlar da tıpkı yetişkin insanlar gibi şiddeti öğrenebilmektedir. Bir çocuk şiddet filine karıştıysa, bu durum bize; onun aslında bir dizi hak ihlaline maruz kaldığını gösterir. Türü ne olursa olsun bir köpek de ona bakan kişi tarafından şiddete maruz bırakılıyorsa, onun iktidar ve hükmetme nesnesi olarak görülüyorsa saldırgınlaşabilir, hatta bu saldırganlaştırılma kasti olarak kullanılabilir.

23 Aralık 2021 tarihinde basına yansıdığı üzere Gaziantep’te dört  yaşındaki A.A. isimli çocuğa iki köpeğin saldırmasının sonucunda A.A. ağır bir şekilde yaralanmıştır. Bu yaşanan çok üzücü olayın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sahipsiz hayvanların yeri sokaklar değil, barınaklardır” demiş ve bu açıklamalarla beraber bazı belediyeler hayvanları sokaklardan toplayarak bakımevlerine ya da dağ başlarına götürmeye başlamıştır.

  • 4 yaşındaki A.A.’nın maruz kaldığı şiddetin sebebi ne A.A’nın kendisi ne de ebeveynleridir. Bu şiddetin gerçek faili A.A.’yı ısıran köpekler de değildir. Bu şiddetin faili onları bu kadar saldırgan hale getiren, bu durumu bile bile aynı alanda bulunan çocukları korumayan köpeklerin sorumluluğunu alan kişilerdir.
  • Bu olayı bahane ederek kentlerde yaşayan köpekleri, barınaklara kapatılmasını talep edenler ya barınakların köpekler için açlık ve ölüm kampları olduğunu bilmiyorlar ya da bunu biliyorlar ve bilerek bir kırımın zeminini oluşturmak istiyorlar.
  • Olayın bahane edilmesinin ardından kent ortamında yaşayan köpeklerin barınaklara gönderilmesi talimatının faili Antep’te şiddete maruz kalan çocuğun ebeveynleri değildir. Bu konuda ebeveynler hakkında suç duyurusunda bulunmak; yapılan açıklamaların ekonomik-politik sebeplerinin göz ardı etmek, belki de bir arada yaşam olanaklarımızı elimizden almaya çalışanlara alet olmak anlamına gelmektedir.
  • Çocuğun maruz kaldığı şiddetin görsellerinin, sonraki süreçte yaşadıklarının kişisel bilgilerinin açık ederek verilmesi, paylaşılması; çocukların bir kere daha unutulma hakkının ve özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına gelmektedir.

Bütün bunlar göz önünde bulundurarak, dört yaşındaki A.A. için ya da toplatılan hayvanlar için adalet talep ediyorsak öncelikle kentlerin birer ortak yaşam alanları olduğunu, bu ortak yaşamın pek çok öznesinin bulunduğunu unutmamamız, bu öznelerin birbiriyle barış içerisinde yaşamasının koşullarını oluşturmamız gerekiyor.

Mahkeme önünde gelen bir diğer vaka da sokak köpeklerinin saldırmasıyla ilgilidir. Berü v. Turkey vakasında 9 yaşındaki çocuk Bingöl’de arkadaşlarıyla yürürken beş-altı sokak köpeğinin saldırısı sonucu hayatını kaybetmiştir. Başvurucular söz konusu köpeklerin jandarmaya ait olduğunu, jandarmanın ya köpekleri saldırması için teşvik ettiğini ya saldırıyı önlemediğini ya da saldırıyı engellemek için gerekli önlemleri almadığını ileri sürerek yaşam hakkını düzenleyen AİHS Madde 2’nin ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. Ulusal makamların köpeklerin sokak köpeği olduğu bulgusuna dayanarak köpeklerin jandarmaya ait olduğu iddiası için yeterli kanıt bulunmadığını söylemiştir. Sokak köpeklerinin o civarda yarattığı bazı sorunlar bilinmekle birlikte Mahkemeye göre bu, devlete önleyici önlem alması pozitif yükümlülüğünü yüklememektedir. Mahkemeye göre vakada çocuğun sokak köpekleri nedeniyle ölüm riskine maruz kalabileceğine dair devletin bildiği veya bilmesi gereken yakın bir tehlike bulunmamaktadır. Her ne kadar mahkemeye göre kaza trajik olsa da devletin yükümlülüğünün orantısız bir külfet yükleyecek şekilde genişletilmesinin kabul edilemeyeceğine karar vermiştir.

Kaynaklar

 

Marmara Denizi’nin kirlenmesinde İstanbul atıksularının payı söylendiği kadar mı?

Cumhuriyet Gazetesi’ndeki “Marmara Denizi ve kirlilik gerçeği” başlıklı yazısında Prof. Dr. Seval Sözen, Marmara Denizi’nin kirliliğinin en büyük nedeni “gerçekten İstanbul’dan kaynaklı atıksular mı” diye sordu. Bu sorusunun arkasında TBMM Müsilaj Komisyonu Raporu’nda ileri sürülen tespitler ve Rapor’un ardından yayınlanan açıklamalar neticesinde kamuoyunda oluşan algı olsa gerek.

Müsilaj Araştırma Komisyonu Başkanı ve AK Parti İstanbul Milletvekili Mustafa Demir, raporla ilgili yaptığı açıklamasında “Marmara’ya 7.5 milyon metreküp atık su veriliyor. Bunun yüzde 76’sı İstanbul odaklı. Her ne pahasına olursa olsun artık İstanbul’un ileri biyolojik arıtma tesislerinden geçmeden Marmara Denizi’ne su vermemesi lazım” demekteydi (Karalar ve Bayram, 6 Nisan 2022, Hürriyet). Nitekim bu amaçla 15 Haziran’da yayınlanan kanun, 2872 sayılı Çevre Kanunu’na yapılan ek bir madde ile (Madde 16) İstanbul, Bursa ve Kocaeli illerinin tamamında, büyükşehir, il ve ilçe belediyelerinin üç yıl sonunda ileri atıksu arıtma tesislerini kurup işletmeye almaları zorunluluğunu getirdi.

‘Derin deşarj’ nereye gidiyor?

Prof. Sözen, İstanbul kaynaklı atıksuların yaklaşık yüzde 45’inin Marmara Denizi’ne, yüzde 55’inin İstanbul Boğazı’nın alt akımına deşarj edildiğini söylüyor. Aynı rakamları Adalı Dergisi tarafından yapılan “Marmara’yı Konuşuyoruz” youtube canlı yayınında Prof. Dr. Derin Orhon da telaffuz etmişti. Sözen, Marmara Denizi’ne derin deniz deşarjı ile verilen atıksuların “Küçükçekmece hariç, ileri biyolojik arıtma olarak tanımlanan organik madde ile birlikte azot ve fosforu da giderebilen teknolojiye sahip arıtma tesislerinde arıtılmakta” olduğunu belirtiyor.” İstanbul Boğazı’nın alt akımına yapılan derin deniz deşarjları”na gelindiğinde ise, Prof. Dr. Sözen’in anlatımından bunların ileri arıtılmadan geçirilmesine gerek olmadığı anlaşılıyor. Çünkü, Sözen’e göre, “Boğaz’ın hidrodinamik yapısı nedeniyle [atıksular] doğrudan Karadeniz’in oksijen içermeyen alt tabakalarına taşınmaktadır.”

Buna karşılık, TBMM Müsilaj Araştırma Komisyonu Raporu, “Marmara Bölgesi’nde üretilen, kısmen arıtılmış sanayi ve şehir atık sularının bir kısmının Marmara Denizi’nin alt tabakalarına deşarj edilerek Marmara sisteminden uzaklaştırması planlansa da yapılan bu deşarjların büyük çoğunluğunun tekrar üst tabaka sularına karışarak Marmara Denizi’ne geri döndüğü bilinmektedir” demekte (s.78). Bu tespit çok-yazarlı akademik yayınlardan alınmış. Yani denizin derinlerine bırakılan atıksuların hepsi, Rapora göre, Karadeniz’e ulaşmamakta.

Ancak burada dikkat etmemiz gereken husus TBMM Raporu’nun İstanbul Boğazı ve karışım bölgesine yapılan deşarjlar ile Marmara Denizi genelinde yapılan derin deşarjları ayırt etmiyor oluşu. Rapor, Marmara Denizi’nin tümünde yapılan deşarjları konu ediniyor. Oysa Prof. Sözen’in konusu sadece İstanbul şehri kaynaklı atıksuları. Prof. Sözen’e göre, İstanbul’un “Baltalimanı, Küçüksu, Üsküdar ve Paşabahçe’den yapılan atıksu deşarjları doğrudan, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı arasındaki karışım bölgesine yapılan Yenikapı ve Kadıköy atıksu deşarjlarının da hemen hemen tamamı Karadeniz’in alt akımındaki ölü bölgeye ulaşmaktadır.”

İstanbul’un etkisi

Durum bu ise, yani İstanbul’un Boğaz kesimindeki atıksuları Karadeniz’e ulaşabiliyorsa, Marmara Denizi’nin İstanbul Boğazı dışındaki yerlerinden Akdeniz akıntısına verilen derin deşarj atık sular Karadeniz’e taşınamamakta mı? İstanbul, Boğaza yakınlığı dolayısıyla avantajlı bir konumda mı? İstanbul Boğazı’nın topoğrafik özelliklerini değerlendiren hidrobiyolog Levent Artüz kitabında “yapılan gözlemlere göre” demekte, “Akdeniz suyunun ancak %20 dolayında Karadeniz’e geçtiği görülmektedir.” (s. 82). Geçebilen bu %20’ içinde ne kadarı İstanbul’dan kaynaklı atıksulardan oluşmakta, ne kadarı dışından?

Dönüp dolaşıp “derin deşarj” meselesine yine geliyoruz. Prof. Sözen’e göre İstanbul’un derin deşarjı, Küçükçekmece dışında, sorunlu değil, Boğaz kesimi Karadeniz’e ulaşabiliyor zira. TBMM Müsilaj Araştırma Komisyonu’na göre Marmara Denizi’ne verilen derin deşarjlar toptan sorunlu, çünkü Karadeniz’e ulaşamıyor bu atıksular. Müsilaj Komisyonu, Raporun Sonuç ve Öneriler kısmında 25. Madde bu tespitten yola çıkarak “Marmara Denizi alt akıntısının arıtılmamış ve/veya yeterli arıtılmamış atıksular için seyrelme ve Karadeniz’e taşınması için bir konveyör olarak kullanılması prensibinden vazgeçilerek, fiziksel ve biyolojik evsel atıksu arıtma tesislerinin ivedilikle ileri biyolojik arıtma tesisine dönüştürülmesi sağlanmalıdır” diye önerisini yapmış. Bunun üzerinden de Çevre Kanunu’na getirilen ek madde ile İstanbul, Bursa ve Kocaeli’nin üç yıl içinde tamamen ileri arıtmaya geçmesi zorunluluğu getirilmiş.

Bu üç ilin kentsel atıksu işleme verilerine bakıldığında ilginç bir durum ortaya çıkmakta: Bursa Su ve Kanalizasyon İdaresi tarafından TBMM Müsilaj Komisyonu’na verilen bilgiye göre; Bursa ilinde atıksuların yaklaşık %88’i ileri biyolojik arıtmaya tabi tutulmakta. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından Komisyona verilen bilgilere göre 2020 yılında ilde arıtılmış kentsel atıksuyun % 65’i ileri biyolojik arıtmaya tabi tutulmuş, 2021 yılında bu oran % 72’ye yükselmiş. İSKİ tarafından İstanbul’a ilişkin verilen rakamlara bakıldığında kentsel atıksuyun %35,6’sının ileri biyolojik arıtmaya tabi tutulduğu görülmekte (s. 108). Bu rakamlara göre, Bursa ve Kocaeli’nin ileri arıtmaya geçiş konusunda yolu kısa, İstanbul’un ki ise bir hayli uzun. Prof. Sözen’in argümanı bu noktada önem kazanıyor. Sözen, “boğazın alt akımına yapılan tüm atıksu deşarjlarına da Marmara Denizi’ne yapılan deşarjlar için mutlaka uygulanması gereken ileri biyolojik arıtma uygulaması getirmek İstanbul yatırımlarının bu aşamada önceliği olmamalıdır” diyor. İstanbul’un, dolayısıyla, Küçükçekmece’deki arıtma tesisini ileri arıtmaya çevirmek dışında yapması gereken fazla da bir şey yok. Prof. Sözen’in verdiği bilgiye göre “Küçükçekmece tesisinden fiziksel arıtma ile deşarj edilen atıksular da İSKİ’nin yeni yatırımları ile Ataköy ve Ambarlı tesislerine aktarılıp kısa bir dönem içerisinde ileri biyolojik arıtmadan geçirilerek Marmara Denizi’ne deşarj edilecek.”

Kirliliğin sebeplerini nerede aramalı?

Marmara Denizi’nin kirlenmesinde İstanbul’un kentsel atıksularının payı söylendiği gibi değilse o zaman kirliliğin sebeplerini başka yerlerde aramamız gerekiyor. Bu da Marmara Denizi’nin temizlenmesi için karar üreten Bakanlığın ve kamu idarelerinin eylem önceliklerinin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geliyor. Kentsel atıksulardan ayrı olarak Karadeniz’den gelen kirli su, endüstriyel atıksular ve yayılı kaynaklar, yani ağırlıkla tarım ve hayvancılıkta kullanılan gübrelerin denize sızması neticesinde oluşan kirlilik, Sözen’in de saydığı kirletici başlıkları.

Öyle görünüyor ki 15 Haziran’da 7410 sayılı Kanun’unda Çevre Kanunu’na yapılan ek madde ile Marmara Denizi’nin temizlenmesinin yükü büyük ölçüde İstanbul’un sırtına bindirilmiş durumda. Prof. Dr. Derin Orhan ve Prof. Dr. Seval Sözen’in argümanları ise bu yüklenmenin doğru olmadığına işaret ediyor. Denizi temizlemek için kamu yatırımlarının farklı başlıklara yönlendirilmesi gerekiyor bu bakışa göre. Orhan ve Sözen’in argümanları mutlaka tartışılacaktır. İstanbul Boğazı dışında, Marmara Denizi’ne yapılan noktasal kirlilik kaynaklarının ileri arıtmadan geçirilmesi gerektiği konusunda ise bakış farklılığı söz konusu değil.

Unutmayalım, noktasal kirlilik kaynaklarından birisi de OSB’lerden kaynaklı endüstriyel atıksular. Nitekim, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından yayınlanan “Marmara Denizi Bütünleşik Stratejik Planı”nda sadece “Noktasal kaynaklı kirleticilerin azaltılması, kontrol altına alınması ve kirliliğin önlenmesi” hedefi kapsamında yer alan “Çevresel altyapı tesislerinin tamamlanması, nicelik ve niteliğinin güçlendirilmesi” faaliyetleri grubuna baktığımızda, 2021-2024 dönemi için birinci olarak “atıksu arıtma tesislerini gerektiği gibi işletmeyen OSB’lerin rehabilitasyon ve iyileştirme çalışmalarıyla ileri arıtma teknolojilerine geçişi hızlandırılacak” faaliyetinin yer aldığını görüyoruz. Marmara Denizi’nin temizlenmesinde yönü aynı zamanda OSB’ler konusuna çevirmenin resmi altyapısı da hazır yani.

Kaynaklar

  • Prof. Dr. Seval Sözen,  “Marmara Denizi ve kirlilik gerçeği”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2022.
  • Besti Karalar ve Muhammet Bayram, “TBMM Müsilaj Araştırma Komisyonu, kabusun nedenini açıkladı, önerilerini duyurdu”, Hürriyet, 6 Nisan 2022.

 

[Bir şarkının hikayesi] So Long Marianne/ Leonard Cohen

Sevgili Marianne, senin biraz arkandayım, elini tutmaya yetecek kadar yakınım. Benim bu yaşlı bedenim seninkisi gibi pes etti. Sevgini ve güzelliğini hiç unutmadım. Bunu zaten biliyorsun, daha fazla bir şey söylememe gerek yok. İyi yolculuklar eski dost, yolda görüşürüz. Sonsuz sevgi ve minnetle, Leonard’ın.”

Leonard Cohen ölüm döşeğinde olan  ilham perisi Marianne Ihlen‘e bu sözlerle veda etmişti.

Lösemi hastalığı ileri safhasındaydı ve  hastane odasında mektup kendine okunduğunda sanki büyük aşkının elini tutmak istercesine ellerini uzatmıştı Marianne.  İki gün sonra hayata gözlerini yumacaktı.

Büyük aşkının ölümünün  ardından sadece üç ay sonra, 7  Kasım 2016’da  Leonard Cohen de hayata veda etti.

‘Sığınak’ta ilk görüşte aşk

Leonard ve Marianne’in hikayeleri 1960’lı yılların başında Yunanistan’ın Hydra adasında başlamıştı.

O yıllarda ada, Onasis ve Prenses Margaret gibi zengin seçkinlerin yanı sıra kendilerini bohem sanatçılar olarak gören gezginler ve o dönemin  hippi kültürü  için bir sığınak gibi idi. Öğlen bir saat, akşam bir saat elektriğin olduğu, insanların gece gaz lambasının aydınlattığı mekanlarda yiyip içip sohbet ettiği, şiirler yazıp şarkılar bestelediği bir ortamdı.

Hukuk eğitimini yarıda bırakan Cohen, şiir ve kitap yazmak için bu adaya gitmişti. Marianne ve Norveçli yazar eşi Axel‘i adada görmüş ve bu çifti hayranlıkla izlemişti.

Cohen daha sonra, “O adamın eşi ile hayatımın 10 yılını geçireceğim aklıma bile gelmezdi” diyecekti.

Marianne ise Ihlen anılarında Cohen’le ilk karşılaşmasını şöyle  anlatmıştı:

Leonard’ı ilk gördüğümde elimde sepetimle dükkanda duruyordum. O ise kapının önündeydi, güneş arkadan geliyordu ve yalnız siluetini görüyordum. Sonra bana dedi ki ‘Bize katılmak ister misin, dışarıda oturuyoruz.’  Gözlerimizin buluştuğu anı hatırlıyorum. Bununla tüm bedenim sarsılmıştı.”

Cohen sapsarı saçlı, ince ve zarif, Norveçli bu genç anneye aşık olmuştu:

’Nerdeyse genç iken tanıştık
Yeşil leylak parkının derinliklerinde
Bana sanki haçmışım gibi sarıldın,
Karanlıkta diz çöktüğümüzde “

Eşi Axel, Marianne’ı terk edip adada onu yalnız bıraktıktan sonra, Leonard ve Marianne Hydra adasında romantik bir hayat sürdüler.

Çift  yılın yarısını adada  diğer yarısını New York  ve Montreal’de geçiriyordu.

Leonard Cohen sürekli LSD kullanıyordu. Uyarıcı haplar onun ruhani arayışının bir parçası idi. Marianne onun karanlığına ışık tutuyor, kasvetli günlerinde bir güneş gibi parlıyordu.

Judy Collins etkisi

1966’da yazdığı son kitabı “Beautiful Losers” okuması ve anlaşılması çok zor bir eser olmuştu. Kitabın başarısızlığı sonrasında Leonard büyük hayal kırıklığı yaşadı. Edebiyat ona ihanet etmişti.

Ortak bir arkadaşlarının aracılığı sayesinde,  şarkılarını Judy Collins‘e dinletmek için New York’a gitmeye karar verdi. Judy Collins daha sonra verdiği bir röportajda “Suzanne”ı ilk kez duyduğundaki  duygularını şöyle tarif etmiştir:

“Sandalyemden düşmüş gibi hissettim, nerdeyse ruhani olan bir şeyi çağrıştırıyordu, hem sağlam hem de mistik bir şarkıydı.”

 

Cohen’i cesaretlendiren Judy  şarkılarını kaydetmesi için New York’ a gelmesini istemişti. Marianne sonraları arkadaş olduklarında Judy’ye “Adada çok mutluyduk, hayatımızı mahvettin” diyecekti.

Cohen, şiirinin şarkıya akmasını sağlayan ilham perisi Marianne için en iyi aşk şarkılarından ikisini yazmıştı: “Bird On the Wire” ve  “So long Marianne”.

So Long Marianne” Cohen’in ilk  albümü olan ve 1967 ‘de çıkan “Songs of Leonard Cohen”de yer aldı. Şarkının orijinal adı aslında “Come On Marianne”di. Daha sonra Cohen’e şarkının adını neden değiştirdiği sorulduğunda, “Ben daha çok ağıtların yazarıyım” diyecekti.

Sonsuza kadar…

Şarkı bir veda mektubu olması niyeti ile yazılmamış olsa da nihai ayrılıklarının habercisi gibi idi. Leonard ve Marianne  fırtınalı beraberliklerini 1972’de sonlandırdılar.

Cohen’in  2009 yılında Norveç’te verdiği konserde, sarışın bir kadın, iki torunuyla birlikte yüzünde gülücüklerle seyirciler arasındaydı. “İlişkimiz biteli yıllar oldu. 30 yıldır biriyle evliyim ve çok mutluyum. Ama onun her zaman beni sevdiğini, koruduğunu bilirim” demişti Marianne.

Ebedi aşkından “So Long Marianne”i bir kere daha canlı olarak dinledi ve bu kez sonuncu dinleyişi idi.

“Hoşça kal Marianne, yine her şey hakkında
Gülmek ve ağlamak ve ağlamak,
ve yeniden gülmenin zamanı geldi.”

 Kaynakça

  • Yönetmen:Nick Broomfield, Marianne & Leonard- Words Of Love, 2019, BBC
  • E.L.Hamilton, The Vintage News, 24.Nov.2017
  • Whatley J., “So Long Marianne”, Leonard Cohen’s undying ode
  • Tez M., Marianne’in hikayesi
  • Songfacts, So Long Marianne

 

‘Neden çöpe bakmalıyız?’: Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp üzerine

John Berger’in “Neden Hayvanlara Bakarız?” adlı denemesinde çok sevdiğim bir cümle var: “Hayvanların kültürel marjinalleştirilmesi, elbette, fiziksel marjinalleşmelerinden daha karmaşık bir süreçtir. Aklın hayvanları o kadar kolay dağılmaz” (Berger, 15). [1]

Bu cümle, sanayi devrimi sonrasında günlük hayattan silinen hayvanların dilde ve düşüncede nasıl kalıcı olduğunu göstermek için kurulmuş. Hayvanlarla tarıma dayalı toplumlarda olduğu gibi birlikte yaşamasak da kendimizi “hayvan” karşısında ve aracılığıyla tanımlamaya devam ettiğimizi bize hatırlatıyor. Örneğin hâlâ birilerini “hayvan gibi” diyerek aşağılayabiliyoruz. [2]

Aklın çöpleri

Ömer Faruk’un Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan kitabı, “Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp“ü, belki de Berger’in cümlesiyle birlikte düşünebiliriz: Çöpü fiziksel olarak uzaklaştırmak kolay olabilir ama aklın çöpleri zor dağılır. Kuralsız bir piyasa ve tüketim toplumunun hükmettiği bir dünyada çöp, her evin odasında, her sokağın köşesinde bulunsa bile görmezden gelinir. Değersiz, pis bir artıktır, üzerinde durup düşünmeye gerek yoktur. Her gün toplanır ve çürüdükçe, paslandıkça, kırıldıkça diğerler değersizlerle bir araya gelir ve “çöp” ayrıştırılamaz bir öbeğe dönüşür. Ve tıpkı “hayvan” gibi “çöp” de sıkça dilde ve düşüncede sınırlar inşa eder. Asker kaçakları, vicdani retçiler, çöpçüler, çingeneler, ibneler, orospular, mülteciler, evsizler, şairler, anarşistler; “tamam yaşasın ama, aman benim yakınımda olmasın” diye sınırın dışına atılan, düşünmeye değer görülmeyen, görüldüğünde de aşağılananlardır aklın çöpleri.

Metafor

Aslında iki durumu benzer kılan, kullanım sıklığını ve üzerimizdeki etkisini çoğu zaman yadsıdığımız dilin güzel bir oyunu: Metafor. Metafor, Antik Yunanca meta “beraberinde” “üstünden” anlamındaki kelime ile phora yani “taşımak” kelimesinden türetilen; bir bilinmeyene bilinenle varmaya yarayan bir anlam taşıma aracı. Zaman, olaylar, ahlak ve hatta zihin gibi en derin kavramlarımız bile çoğu zaman metaforlar aracılığıyla somutlaşır. Belki “vakit” nedir tek başına tanımlayamazsınız ama “vakit nakittir” dendiğinde sahip olduğunuz, harcanabilir veya yatırım yapılabilir bir şey olduğu bize doğal gözükür. Böylece iki kavramı bağlayan, tarihsel, toplumsal koşullarla kurulan köprüden fark etmeden geçmiş olursunuz. Veya “sınır namustur” gibi bir cümle kurduğunuzda iç-dış ile iyi-kötü arasında; coğrafyayla ahlak arasında kurulan keyfi köprüyü pekiştirirsiniz. Metafor tehlikelidir; özgürleştirici de olabilir, sınırlandırıcı da.

Önerdiğim cümle yanlış anlaşılsın istemem. “Çöp”ü akıldan savuşturmak Ömer Faruk’un isteyeceği son şey.  Tam aksine, yazarın amacı çöp, kan, bok, kusmuk — kısacası iğrendiren — ne varsa onunla başlayan bir düşünme yaratabilmek. Bunun ne demek olduğunu artık kelimesini kitapta da sık sık bahsedilen Bataille’ın “lanetli pay” kavramına bağlayarak anlamak mümkün. Bataille için yabancılaşma, iş gücünün metalaşmasından da önce, iğrencin doğumuyla insanın bedenine yabancılaşmasıyla başlar. Kapitalist toplumların steril evlerinde bu yabancılaşma doruğa ulaşır. Kendini işe ve faydaya yatırılamayanın reddinde bulur. Oysa, her entitenin (organizma, toplum) bir büyüme sınırı vardır. Lanetli pay işte bu sınırda; toplulukların “lüks, yaslar, savaşlar, tapınmalar, gösterişli anıtların yapımı, oyunlar”, ‘sapkın’ (üretim ereği olmayan) cinsellik ve adak ritüelleri gibi aktivitelerde yaptığı ölçüsüz ve üretici olmayan harcamaya, yitime, verilen isimdir (Bataille, 27).

Benzer şekilde iğrençleştirilen artıklar da bedenin harcamasıdır. Lanetlidir; dışlanır, çünkü bu yitimler üretime yaramayan bir değerin kanıtı olarak var olan düzeni tehdit eder.[3] Ömer Faruk’un da söylediği gibi “[a]rtık her yer ve her kişi, aynı zamanda duvarın arkasına atılandır, aşağılanandır, çöptür — lanetli paydır” (Faruk, 203). Kısacası neden çöpe bakmadığımızı anlatırken odağına uygarlık ve hatta rasyonalitenin eleştirisini alan sınırda bir felsefeden/edebiyattan bahsediyoruz.

Sınırda felsefe

Hapishaneler, akıl hastaneleri, fuhuş evleri, evsizler evleri; toplumun sınırlarında konuşlanmış bireylerin, düşüncelerin o sınırlara dair söylediklerine odaklanan bir kitap tabii ki de genel ahlak kurallarına karşı çıkacaktır. Yukarıda saydığımız bireyleri ve burada yer verdiğimiz mekanları ayıran da bu; bir şekilde — istekli veya isteksiz, uzun süre veya bir kereliğine, adım adım veya aniden — toplumun normlarını ihlal etmiş olmaları. İhlali (transgression) bir paradoks kılan ise sınırla olan sarmal ilişkisi. Foucault, Bataille’a atfettiği makalesinde şöyle yazar:

“Sınırlar ve ihlal oyunu, basit bir inat tarafından düzenleniyor gibi görünür: ihlal, son derece kısa sürede arkasında kapanacak bir çizgiyi durmadan aşar ve yeniden aşar; ve böylece bir kez daha doğrudan aşılmazın ufkuna geri döner. Ancak bu ilişki düşündükçe karmaşıklaşır: bu unsurlar belirsiz bir bağlamda, hemen bozulan kesinlikler içinde yer alırlar, öyle ki düşünce onları ele geçirmeye kalkıştığı anda etkisiz kalır” (Foucault, 33-4).[4]

İhlal, sınırın ötesinde olanı işaret ettiği için bir sınıra muhtaçtır; fakat bu sınırı aştığı an aslında sınırın tanımı gereği kendisinde bulundurduğu var sayılan ‘aşılamayan olma’ özelliğini de kaybettiğini — veya aslında hiç sahip olmadığını — ortaya koyan bir harekettir. Bu sınırsızlığı tattırdığı için bazen yaramaz ve yaratıcı bir zevki vardır ihlalin. Yine de bu sarmal beraberinde ne kendimde ne kitapta cevabını bulamadığım şu soruyu getiriyor: Peki ya ihlal sınırın ötesine geçen bir hareketten fazlası olabilir mi? Bir çizginin ötesine, çemberin dışına geçtikten sonra hangi boşluk ona anlam verir?

Ömer Faruk’un okuyucuya hatırlatmalarla, tekrarlarla, dipnotlarla düşüncelerini işlediği denemeleri de benzeri bir sarmaldaymışsınız hissi uyandırıyor. Farklı disiplinleri bir araya getiren, dipnotlarda sizi ikinci bir yolculuğa çıkaran, okuru kucaklayan, kaşıyan, sinirlendiren, güldüren bir kitap okumayı düşünüyorsanız, aradığınızı Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp’te bulabilirsiniz.

Ömer Faruk hakkında

Ömer Faruk (1954, Adana), “sermayeye emeği, iktidara muhalefeti, iktisada kültürü, askeri marşa oyun havasını” tercih eden Ayrıntı Yayınları’nın kurucusu ve Yayınevi’nin 1987-2008 yılları arası Genel Yayın Yönetmeni. Yirmi yılda 500’den fazla kitabın yayımlanmasına katkı sağladıktan sonra, yazarlık hayatında öncelik kazandı. 2012’den beri yazdığı beş kitap (Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı, Defne Ağacı ve Orman Kardeşliği, Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos, Yarabıçak: Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları, Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği), AltıKırkbeş Yayınları tarafından yayımlandı. Bu yıl yayımlanan Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp ise Yeni İnsan’dan çıkan ilk kitabı. Aslında yazarı tanımanın en iyi yolu da yer yer biyografik elementler içeren kitaplarını okumak.

*

[1] Cümlenin orjinali şu şekilde: “The cultural marginalisation of animals is, of course, a more complex process than their physical marginalisation. The animals of the mind cannot be so easily dispersed” (Berger, 15).
[2] Yukarıdakine benzer örnekler (“öküz” gibi, “ayı” gibi, “köpek” gibi davranmak) insanı hayvanlaştırarak aşağılıyor. Öte yandan, insanı hayvan aracılığıyla tanımlanır. Aristoteles’in“politik hayvan”ından Heidegger’in “konuşan hayvan”nına, Batı felsefesi insanı hayvandan ayırt eden özelliği bulma çabasındadır. Oysa “hayvan”, sayısız canlının bir sepete koyulduğu, oldujça belirsiz bir küme değil mi? Bir insan bir şempanzeye, bir şempanzenin bir ahtapota benzediğinden daha çok benzemez mi?
[3] Fransızca orijinalinde “lanetli”ye denk gelen kelime “maudite”, kökenlerini “hakkında kötü konuşulan” anlamına gelen Latince mal-dire eyleminden alır. Yukarıda sayılan eylemlerin tamamı iş toplumunda tabulaştırılır.
[4] Cümlenin orijinali şu şekilde: “The play of limits and transgression seems to be regulated by a simple obstinacy: transgression incessantly crosses and recrosses a line which closes up behind it in a wave of extremely short duration, and thus it is made to return once more right to the horizon of the uncrossable. But this relationship is considerably more complex: these elements are situated in an uncertain context, in certainties which are immediately upset so that thought is ineffectual as soon as it attempts to seize them” (Foucault, 33-4).

Kaynakça

  • Bataille, Georges, Lanetli Pay (çev. Işık Ergüden), Dost Kitabevi Yayınları, 2010.
  • Berger, John, “Why Look At Animals?”, About Looking, Vintage Publishing, 1992, pp. 3-28.
  • Foucault, Michel, “A Preface to Transgression”, Language, Counter-Memory, Practice: Selected Essays and Interviews, ed. Donald F. Bouchard, Cornell University Press, 1977, pp. 29-52.

 

Ekonomi nasıl düze çıkacak?

[email protected]

Türkiye ekonomisinde sorunlar neredeyse her alana yayılıp o kadar ciddi boyutlara ulaştı ki, çözüm de artık basit bir reçete olmaktan çıktı. Sadece basit olmaktan çıkmadı, son derece kapsamlı, karmaşık ve uzun zaman alacak bir yapıya evrildi. Türk ekonomisinde göstergeler bozulmayı sürdürürken elbette dünya ekonomisi yerinde saymıyor, teknoloji durmuyor, diğer ülkelerin elleri de armut toplamıyor. Üstüne üstlük salgının olumsuz etkileri hala sürüyor ve yanı başımızda etkileri bizi de sarsan bir savaş var!

2001 krizinde çekilen sıkıntılar ve sonrasında yapılan bütün ekonomik reformlar neredeyse boşa gitmiş durumda. Elde edilen kazanımların tamamı kaybedildiği gibi, ekonomi (ve siyaset) başta olmak üzere birçok alanda 1990’ların çalkantılı yıllarına geri dönmüş durumdayız. 2000’lerin başındaki bu reform süreci Türkiye’nin kanayan yaralarının durdurulmasını sağlayıp, kalkınma ve gelişmesi için yeni bir platform sunma anlamında ciddi bir fırsattı. Ama biz yaraları sardıktan sonra kalkınmayı, teknolojiyi ve üretimi unutup, dünyadaki likidite bolluğundan da yararlanarak sadece ev, yol ve AVM inşaatına odaklandık. Büyüdük ama sağlıksız bir şekilde, adeta obez bir çocuk olarak büyüdük! Şimdi bu obez gencin ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşmak durumundayız!

Yaşanan sorunlara karşın yapılan açıklama ve ısrarla uygulanan politikalara bakıldığında iktidar değişikliği olmadan ekonomide herhangi anlamlı bir değişimin olmayacağı, kötüye gidişin durmayacağı artık net bir şekilde ortada. O halde, ancak yeni bir yönetimin ekonomide “tamirat” sürecini başlatabileceğini söyleyebiliriz. Nitekim muhalefet partileri bu konuda çeşitli öneri ve reçeteleri açıklamaya başladılar. Pekiyi bu düze çıkma nereden başlayacak, nasıl ilerleyecek ve nereye kadar gidebilecek? Burada partilerin iktisadi reçetelerini tartışmayı veya eleştirmeyi amaçlamıyorum. Sadece ve sadece var olan iktisadi sorunlar, akıl, bilim, tecrübe ve sağduyu ışığında atılması muhtemel adımları tartışmak istiyorum.

İlk aşamada yangının söndürülmesi gerekiyor

Ekonomideki yangının adı, herkesin malumu olduğu üzere, enflasyon! Enflasyon canavarı özellikle Eylül 2021’den beri hızla büyüyüp azmanlaşarak ekonomideki tüm sorunların önüne geçti. Yeni ekonomi yönetimi öncelikle enflasyonla mücadeleye odaklanmak durumunda. Elbette bunun için ilk aşamada izlenecek şeffaf ve inandırıcı politikalarla enflasyon beklentilerini düşürüp, uygulanan faiz politikasını da buna uygun hale getirmek gerekiyor. Bu adım, aynı zamanda TL’sına tekrar itibar kazandıran ve dövize yönelimi azaltacak bir hamle olacak. Ama iş burada bitmiyor elbette. Eşanlı olarak atılması gereken birçok adım var.

Enflasyonla mücadelenin diğer önemli bacağı maliye politikasından, yani kamu harcamalarından geçiyor. Bu harcamaların nerelere yapıldığı, nelerin öncelik kazandığı, hangi kesimlere kaynak aktarıldığı gibi detaylar son derece önemli. Şu anki faiz politikası ve döviz kurlarındaki artışı frenlemek için atılan KKM gibi palyatif adımlar Türkiye’de gelir dağılımını çok daha bozan bir noktaya gelmiş durumda. Fakirden ve ücretlilerden bir avuç zengin azınlığa ve bankalara/şirketlere kaynak aktaran bu politikaların da bir an önce sonlandırılması gerekiyor. İzlenen vergi ve teşvik politikaları da bu açıdan önem kazanıyor. Diğer yandan belli kamu yatırımları için belli inşaat firmalarına yapılan çok ciddi ödemeler var. Bütün bu alanlardaki harcamaların ve tercihlerin gözden geçirilerek, toplumun önceliklerine, gelir dağılımında adaletin sağlanmasına ve üretimin teşvik edilmesine odaklı bir harcama ve teşvik politikası belirlenmesi önem kazanıyor.

Kurumların saygınlığı

Bunlarla eşanlı olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrasında içi boşaltılmış, saygınlığı ortadan kaldırılmış ve iktisadi oyuncular nezdinde hiçbir kredibilitesi kalmamış kurumların yetkin kadrolarla beslenerek eşgüdüm içerisinde politikalar belirleyen ve uygulayan saygın ve etkin kurumlara dönüşmesi gerekiyor. Kısaca, bu kurumlara kaybolmuş olan itibarlarının ve işlevlerinin tekrar kazandırılması şart. Bu kurumların başında, enflasyonla mücadelede en önemli kurum olan Merkez Bankası var. Ama iş orada bitmiyor. İstatistikleri açıklayan TÜİK, başta bankalar olmak üzere mali sistem üzerinde önemli etkisi olan BDDK, iktisadi politikaları belirleyen ve vergi gelirlerini toplayan Hazine ve Maliye Bakanlığı, tarım politikalarını yönlendiren Tarım ve Orman Bakanlığı vb. gibi birçok kurumda yaşanan erozyonun durdurulması ve bu kurumlara kredibilite kazandıracak adımların atılması gerekiyor. Kurumsal yapıdaki bozulmanın durdurulması, aynı zamanda ekonominin sadece bir kişi tarafından değil, ilgili kurumların eşgüdümlü çabalarıyla birlikte kolektif olarak yönetilmesi anlamına da gelecek.

Yurt dışı finansman imkanlarının yaratılması

Şu anda ekonomideki önemli darboğazlarından bir diğeri döviz rezervlerinin eksiye düşmüş olması. Ülkenin ithal etmek zorunda olduğu enerji ve sanayi üretimi için ara girdi hayati öneme sahip kalemler. Bu nedenle, bazı “dost” ülkelerle yapılan swap anlaşmaları yoluyla günü kurtarma operasyonları yerine sağlam ve uzun vadeli döviz kaynakları yaratılması gerekiyor.

Bu amaçla, ekonominin yönetimindeki teknik kurumlar işlerini uyum ve eşgüdüm içerisinde yapıp iç ve dış kamuoyuna geleceğe ilişkin doğru ve güvenilir mesajlar verirken siyasetin bu görüntüyü bozacak şeyleri söylememesi ve adımlar atmaması gerekiyor. Buna sadece ekonomiyle ilgili olanlar değil, dış politika ve iç politikaya ilişkin atılacak adımlar da dahil. İlk aşamada başkanlık sistemiyle devam edilmek durumunda kalınacağından Cumhurbaşkanının kim olduğu ve ne yaptığı önem kazanacak. Ancak yukarıda saydığım adımlar eşanlı olarak atılabildiği takdirde yabancı yatırımcılara (hem doğrudan yatırım yapacak firmalara hem de portföy yatırımı yapacak kurumsal yatırımcılara) olumlu mesaj vermek mümkün olacak. Bu da yurt dışı finansman imkanlarının tekrar açılmasına bir ölçüde imkan verecek. Fakat, bu noktada içinde bulunduğumuz küresel konjonktürün de göz ardı edilmemesi gerek. Başta ABD ve AB olmak üzere dünyada faizlerin yükselmeye başladığı bir dönemde artık sonsuz küresel likidite yok. Yurt dışı kaynak bulunduğunda da maliyeti daha yüksek olacak.

Üretim, büyüme ve işsizlikle mücadele

Yukarıda saydığım adımlar ilk aşamada yangının söndürülmesi ve kredibilitenin sağlanması açısından olmazsa olmaz sayılabilecek adımlar. Bu adımlar son derece başarılı ve eşgüdümlü bir şekilde atılsa bile Türkiye’de izlenen politikalara ve kurumlara büyük bir güvensizlik söz konusu olduğundan özellikle yabancı yatırımcılara yeniden güven aşılamak hiç kolay olmayacak. Ama yine de bu adımlar nispeten kolay olanlar. Disiplinli ve eşgüdüm içerisinde hareket edildiğinde bir yıl gibi bir sürede hissedilir sonuçlar doğurmaya başlayacaktır. Asıl zorlu olanlar bundan sonraki aşamada atılacak olan uzun vadeli yapısal adımlar olacak.

Ancak yangın söndürüldükten sonra Türkiye’de üretime, AR-GE’ye, teknolojiye ve ihracata odaklanacak sanayi ve kalkınma hamlelerinin gelmesi söz konusu olabilecek. Bunlar için çok uzun soluklu ve stratejik adımların atılması gerekiyor. Sonuçların alınması ise onlarca yılı bulabilecek. Bu yolda kararlı bir şekilde ilerlenebildiği takdirde bu son derece hayati alanlarda da olumlu sonuçlara ulaşabiliriz. Böylece, tekrar sanayi üretimine odaklanmış, teknoloji geliştirmenin ve kullanmanın teşvik edildiği ve teknolojiye dayalı katma değeri yüksek üretimin arttığı bir sanayileşme ve büyüme aşamasına geçebiliriz. Üretim ve tedarik zincirlerinin yeniden şekillendiği Covid-19 sonrası dönemde Türkiye’nin bu alandaki şansı çok daha yüksek. Bunlar yapılabildiği takdirde yeni ve kalıcı iş sahaları açıp, işsizliği azaltmaya başlayabilir, sadece ekonomik bir kayıp olmakla kalmayıp aynı zamanda sosyal bir yaraya da dönüşen nitelikli eleman göçünü de tersine çevirebiliriz.

Çevre, sürdürülebilirlik, hukukun üstünlüğü ve yapısal reformlar

Çevre, sürdürülebilirlik ve hukukun üstünlüğü bu iktidarın zerre kadar önem vermediği alanlar oldu. Kalıcı ve adil bir kalkınma ve büyüme için sürdürülebilirliğin hakim anlayış olarak belirlenmesi son derece önemli ve gerekli. Öte yandan, özellikle uzun vadeli ve üretime yönelik yatırımların yapılmasını sağlamak ve bu alanlara yabancı yatırım çekebilmek için hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi mutlak bir ön koşul. (Hukuk elbette sadece ekonomi için değil, toplumun her kesimi için ve her alanda elzem olan bir konu. Ama burada ekonomiyle ilgili yanını vurguluyorum).

Yukarıda kısaca değindiğim, üretim, rekabet yeteneğinin artması ve yüksek teknoloji gibi konulara geldiğimizde ise “yapısal reformlar” çok önemli bir gereksinim olarak önümüze çıkıyor. Yatırım çekmek açısından, rekabetçi bir şekilde üretim yapacak yeni tesislerin kurulabilmesi için, teknoloji ağırlıklı ve katma değeri yüksek üretim yapılabilmesi için örneğin eğitim çok önemli bir alan olarak gündeme geliyor. Son yıllarda hakim olan nitelikten çok niceliğe ağırlık veren bir eğitim anlayışı yerine, kaliteyi temel alan bir eğitim anlayışının kabul görmesi şart. Enerji alanında dışarıdan ithal ettiğimiz fosil yakıtlar yerine kendi üreteceğimiz yenilenebilir kaynaklara yönelmemiz de yapısal reformlar gerektiriyor. Tarımda kendi üretimi gittikçe azalan ve birçok hayati gıda maddesini ithal eden bir ülke konumuna geldik. Gıda krizinin dünya gündeminde çok önemli bir yer tutmaya başladığı bir dönemde tarımsal üretimin artırılması ve istikrara kavuşturulması için atılması gereken yapısal adımlar var.

Bu liste uzayıp gidiyor. Yapısal reformların hepsi birbirini etkileyen ve vazgeçilmez olma özelliği taşıyan alanlar. Birindeki eksiklik, diğerlerini bir şekilde bozuyor veya etkisini azaltıyor. Arkamızda kaybettiğimiz koskoca bir 20 yıl var. Üstelik bu kayıp, teknolojik alanda dünyanın en hızlı ilerlediği döneme denk düştü. Dolayısıyla, bu kaybı telafi etmek bakımından yapılması gereken çok şey var ve zaman az. Kolları sıvamamız şart!

Mahalle ve katılım

[email protected]

Kentte, “mahalle” kavramı üzerinde düşünmeye başlayınca söylenebilecek sözler hemen çatallaşıyor ve birbiriyle çatışan birçok düşünce aynı kent mekanına sığıyor.

Bu nedenle mahalleyi temel özellikleri üzerinden gözden geçirmek, yerel toplulukların demokrasisi, katılımcılık, bütün kente ait bir belediyeden daha küçük (ilçe) yerel yönetim birimleri ya da kentte toplumsallık, dayanışmalar/ yabancılaşmalar veya ortaklıklar/ müşterekler, direnişler ve bunların demokrasisi üzerinden düşünmek gerekiyor. Tüm bunlar için mahalle kavramına başvurmak kaçınılmaz oluyor.

20’inci yüzyılın ortalarına kadar, kentlerin mahallelerden oluştuğunu söylemek pek yadırgatıcı veya yanlış sayılmayabilecek bir ifade idi. Roma kentlerinden ber, oldukça alışılmış bir kentsel yerleşme ve toplumsallaşma biçimi olarak varlığını sürdürüyordu. Belki sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesi ve devrimler bir yandan, modernitenin her yeni kuşağı farklı ama daha derinden etkileyen değerleri ve yaşam tarzı diğer yandan ve elbette başka pek çok neden, metropollerde/ giderek kentlerde, ekonomiyi/ ilişkileri dönüştürdü. Giderek özellikleri silikleşmeye ve solgunlaşmaya başlayalı beri mahalle, bir “geçmişe özlem” simgesine dönüştü: “Neydi o eski mahalle yaşamı, komşuluk ve insanlar arasında sıcak ve iyi niyetlere dayalı etkileşimler…”

Mahallenin işlevi

Geleneksel kentin insan yerleşimi/ aile-konut yerleşimi bakımından temel ögesi mahalledir. Önce manifaktürden uzaklaşan kentlerde sanayileşme mekanlarının ve ilişkilerinin güçlenmesi/ ailenin dönüşmesi, daha sonra, giderek liberal düşüncenin yenilenmesi/neoliberalizm vb, mahalle kavramının erimesine, belki yok olmasına belki de radikal bir değişime uğramışına neden oldu. 18’inci yüzyıl İngiltere’sinden Osmanlı Anadolu kentlerine kadar her yerde aile/ konut/ mahalle kavramları içerik değiştirdi.

Modern düşünce ve modernleşme, ister Sovyet kentlerinde olsun ister “liberal” kapitalist gelişmelerin çeşitli aşamalarındaki ekonomilerin kentlerinde olsun Ortaçağ veya kırsal yaşam düzeninin özelliklerine ve kiplerine-temposuna oldukça yakın bir kavram/ tarz olan mahalleyi dönüştürdü ve başkalaştırdı. Kent sosyolojisinde, kent planlamasında “mahalle” kavramı bütünüyle dışlanmadıysa da işlevi oldukça belirsiz ya da çoğu kez ereksel veya idealize edilmiş bir kavram olarak varlığını hala sürdürüyor.

Mahalleyi şehir plancıları bazen çeviri bir kavram olarak “komşuluk birimi” olarak da kullanıyorlar. Belki bu terimin içeriklerinin tam olarak aynı şeyler olmadığı düşüncesiyle nüfusun kentsel coğrafyanın mekanında nasıl dağılabileceğini düşünebilmek/ aritmetiğini ve geometrisini belirli bir rasyonaliteye bağlayabilmek için bu terimi kullanmanın hala bir işlevi bulunuyor. Ancak böyle tanımlansa da özündeki statiklik/ değişime karşı kendini korumaya alma özelliği yitmiyor.

Toplumsal ve ideolojik anlamı

Mahalle, toplumsal-sınıfsal açıdan, oldukça homojen bir yapıdaki ailelerden oluşan ve bu nedenle gündelik yaşamda kendi ölçeğinde bir kamusallık/ kamusal yaşam içeren bir kavram. Ama mahalleyi ailelerin özel yaşamlarının/ mahremiyetinin de en azından yaşamın bazı alanlarını -minimum bir mahremiyeti sağlayabilecek bir alanını- gizli tutmaya çalışan bireysellikleri de gözeten, mekansal bir toplum birimi olarak tanımlayabiliriz.

Çoğu kez kendine göre kodları ve ölçüleri olan, belirli bir politik/ ideolojik değerleri canlı tutmaya çalışan ve (aslında, devrimci amaçlar için kullanılsa bile muhafazakar bir baskı aracı olan) etik ve göreli otoriter bir atmosfer yaratıyor. Gerçekte mahalle dayanışmacı, ama aynı zamanda da denetleyici ve baskıcı, mahalle ortalamasından ayrılışları onaylamayan ve kınayan/ bazen cezalandıran bir toplumsal-ideolojik bir ortam…

Mahalle, bütün yaş gruplarını, kadınları ve erkekleri (toplumsal cinsiyeti değil), benzer toplumsal ve ekonomik ihtiyaçları ve yaşam kiplerini içeriyor. Bu nedenle de ortak eksikler/ ihtiyaçlar, dayanışma-yardımlaşma gerekleri biliniyor, gerekirse direniş ve isyan örgütlenebiliyor.

Bu özelliklerin örneklerini 1970’li yıllardaki gecekondu mahallelerinden/ “kurtarılmış bölgelerden” bugüne kadar, en çok “kentsel dönüşüm” veya tümüyle mahallenin dışından dayatılan rant yaratma ve ranta el koyma mekanizmalarına ya da mahalleyi boğacak/ sahip olduğu ekolojik değerleri yok edecek tepeden inmeci dış müdahalelere direnişlerde görüyoruz. Suyu-elektriği-doğalgazı kesilen komşularla dayanışma, iş makinelerinin önünde bir insan duvarı oluşturma vb. artık güncel olaylar…

Bir katılım ölçeği olarak mahalle

Tam bu noktada, bütünüyle modern bir kavram olan “katılım” ya da “katılımcı yerel demokrasi”/ “aşağıdan yukarı örülen doğrudan demokrasi arayışları” gibi kavramlarla, “mahalle” arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmeye başlayabiliriz. Hemen görülebileceği gibi modern ve geleceğe yönelik çağrışımları olan bir kavramla, geleneksel ve geçmişe yönelik çağrışımları olan başka bir kavram arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmek, oldukça güç ve mayınlarla dolu bir zemin oluşturuyor.

Daha önce, birkaç yazıyla üzerinde durmaya çalıştığımız “katılım/ katılımcı demokrasi” veya “katılımcı kent yönetimi/ belediye” gibi kavramlarla ilgili tartışmayı anımsamak gerekecek. Gezi ve sonrası gelişmeler, katılımla ilgili oluşumlar bakımından epey zengin bir birikim oluşturuyor. Elbette daha öncesi de var. Yine de, Türkiye’deki kentler/ kentliler/ kentleşme vb. açısından elimizde pek fazla özgün deneyim ve birikim bulunmadığı, bu nedenle de bu alandaki bilgiyi üretmek/ olgunlaştırmak ve doğrulamak türündeki çalışmalar pek gelişmiş alan oluşturmuyor.

“Katılım” bakımından, ölçek (toplumsal veya mekansal) büyüdükçe, doğrudan demokrasi uygulamasının giderek güçleştiği ya da (içinde pek çok eleştiriyi veya yetersizliği-sığlığı/ yabancılaşmayı barındıran) “referandum” türü bir mekanizmaya yaklaştığımızı biliyoruz. Ölçek küçüldükçe doğrudan demokrasiyi uygulamanın kolaylaştığını, ortak kararların ortak yapılmış bir tartışmaya dayanabilme ve herkesin düşüncesini (olumlu/ olumsuz eleştirisini)/ önerisini duyurabilme ve onaylatabilme/ uygulatabilme şansının arttığını da teorik olarak söyleyebiliriz. Kent açısından “orta ölçekler” de söz konusu olabilir: Özellikle iklim değişikliğine karşı programların pek çok kentsel ölçeği birden içerebileceğini de kolayca görebiliyoruz.

Bu durumda, yerel bir ölçek olarak mahalle, kentsel yerel demokrasinin/ katılımın gelişmesi bakımından nasıl konumda bulunuyor? Ne anlam ifade ediyor?

Burada sınanması gereken düşünce/ tez şöyle bir şey olabilir:

Geleneğin biçimlendirdiği ve niteliklendirdiği mahalle, kentsel modernleşmeler süreci içinde evrimleşerek değişti ve özellikle kent merkezlerine yakın konumlardaki (kent çeperlerinde ve banliyölerde değil) mahalleler, birçok ölçüte göre homojenliklerini seyreltti/ statikliğini azalttı ve denetleyici/ baskıcı etik-ideolojik özelliklerini kaybederek, dayanışmacı ve direnişçi bir dinamizm kazandı.

Eğer yukarıdaki tez geçerliyse, mahalle nasıl bir sınıfsal yapıya sahip olursa olsun (en yoksul göçmen mahallelerinden, banliyödeki varsıl mahallelerine/ sitelerine kadar) ortak taleplerin ve önerilerin oluşmasında ve tartışılmasında ve ortak kararların oluşmasında bugün de elverişli bir ölçek olarak düşünülebilir.

Artık bu noktada mahalle tartışmasını sonlandırıp katılımcı demokrasinin yaşayabileceği/ uygulanabileceği toplumsal-mekansal) bir ölçek olarak mahallede katılımla/ yerel-doğrudan demokrasiyle ilgili diğer konuları gelecek haftalarda tartışmayı sürdürebiliriz.

 

 

 

Mücadeleye mahkum

8 Mart ve 1 Mayıs gibi önemli günlerde bile LGBTİ+’ların varlığı hedef gösterilirken 26 Haziran’da düzenlenen Onur Yürüyüşü aslında bizlerin nasıl bir kuşatma altında olduğunu gözler önüne serdi. “Kendi günleri var, kendi yürüyüşlerine gitsinler, biz onlara geliyor muyuz?” diye eleştirilen LGBTİ+’ların, “Evet keşke gelseniz! Keşke görseniz!” diye haykırdığı bir gün oldu.

Ne yazık ki LGBTİ+’ların direniş ruhu ne kadar yüksek olsa da muhalif ve alternatif medya kurumlarının bile görmezden geldiği, muhalefet partilerinin üç maymunu oynadığı bu onur haftasında ne kadar yalnız bırakıldığımızı görmek beni derinden üzdü. Demokratik bir ülkenin her paydaşının haklarına sahip olması gerektiği, onlarla fikren aynı noktada olmasak da herkesin anayasal haklarını kullanabilmesi gerektiği fikri muhalif kesimlerin kitleleri tarafından da benimsenen bir erdem değil.

Suyu ısınan kurbağa misali…

373 kişinin gözaltına alındığı bir günde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ne Taksim’in Valilik tarafından kapatılmasına ne de sokakta direnen, özgürlükleri ve hakları için bir araya gelmiş kitlenin uğradığı haksızlıklara ses çıkardı.

Ses çıkarmamalarının en büyük nedeni, Türkiye’de LGBTİ+ karşıtlığı oy verenler kesimlerde bir yankı buluyorken, LGBTİ+ haklarının gözetilmesinin oy tabanlarının büyük bir kısmında “önemsiz” “ikincil mesele” olarak görülüyor olması. Oysa, LGBTİ+ hakları günün sonunda temel insan haklarının ve anayasal hakların uygulanmasıyla paralel bir konu. Çiğnenen haklarımız yalnız şimdiki değil, önceki ve gelecek hükümetlerin de uygun kılıfla ya da halk tepkisi olmayacağı durumlarda istediği gibi hukuksuz ve yasadışı müdahalelerinin önünü açmaktadır.

Yıllardır Onur Haftası’na yapılan baskının devamı bu sene, sanatçı kadınların ve üniversite festivallerinin iptalleriyle devam etti aslında.

Tam da suyu ısınan kurbağa misali demokratik haklarını kullanan insanların mücadelesini görmezden gelmek aslında kaynayan suyun içinde beklemek oluyor.

Altılı Masa’nın uzlaşı planında var mıyız?

Yeşil Gazete’de yazdığım çoğu yazıda aslında bunu söylemek istiyorum. Haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı mücadelenin zamanı olmaz. Sırası olmaz. Vakit her daim adalet isteği ve toplumsal barış için emek vermenin vaktidir.

Siyasilerin oy hesapları üstünden intihar eden gençler hakkında konuşmaması, sokakta demokratik hakları için mücadele eden insanları görmezden gelmesi fazla kanıksandı. Çaresizliğimizin sömürüsü beklenen 2023 seçimlerinin sonrası da benzer şekilde devam edecek mi korkusuyla yaşamak, gelecek üstüne hissettiğimiz tüm umutların da baltalanması demek. Seçimden sonra halledilecek sözleri bugün yaşadığımız haksızlıklara bir merhem değil. Haksız yere gözaltına alınan 373 kişinin hakkını nasıl ödeyeceksiniz? İntihar eden çaresiz gençlere hayatlarını geri verebilir misiniz?

Muhalifler bile özeleştiri ve gelişimden, uzlaşıdan uzak olacaksa nasıl daha iyi bir yarın bizi bekliyor? Uzlaşı ezilenin, zulüm edeni affetmesi değildir. Zulüm edenin yaptıklarının hesabını vermesi gerekiyor önce sonra uzlaşılabilir. Ondan sonra toplumsal bir iyileşme olabilir. Şu an gördüğümüz manzara içinde ben Altılı Masa’nın bizi bu uzlaşı planlarına dahil ettiğine inanmıyorum.

Muhalefetin oy tabanı olarak demokrasiye davet, hukuk isteğimiz ve haksızlara karşı olan mücadelemizin karşılığını görmek istediğimizi güçlü bir şekilde duyurmamız gerekiyor. Kadın hakları ve LGBTİ+ hakları, bir şekilde baskı altında kalmış tüm gençlerin hakları için bir duruş göstermemiz gerekiyor ki o oy hesaplarında bizi çantada keklik sanmasınlar.

Çaresizliğimizi sömürüyorlar, çaresizliğimizi benimseyin, kullanmayın.

2022 Stockholm+ 50 Konferansı’ndan öneriler

Haziran 2022, Yerküreyi, yaşadığımız çevreyi önemseyen küresel çevre topluluğu için tarihi bir dönüm noktasıydı aynı zamanda. Çevre konulu ilk ciddi-etkili ve kapsamlı uluslararası toplantı olarak kabul edilen 1972 Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Çevresi Konferansı‘ndan bu yana 50 yıl geçti. Her yıl Dünya Çevre Günü’ne, resmi kutlamaların yapıldığı farklı bir ülke tarafından ev sahipliği yapmaktadır. Bu yılın ev sahibi ülke İsveç’ti ve bu kapsamda 2-3 Haziran 2022 tarihlerinde Stockholm’de Stockholm + 50 Konferansı da gerçekleştirildi.

Bu kısa makalenin ana amacı – Türkiye’deki orman yangınları, şiddetli hava ve iklim olayları ve afetleri vb. çeşitli ivedi gündemler yüzünden yaklaşık 1 aylık gecikmeyle de olsa-, “Stockholm + 50 Konferansı’nın” başlıca tartışma konuları ve çıktıları ile Dünya’ya, BM dışı kuruluşlara ve BM kapsamındaki hükümetlerarası kuruluşlara, hükümetlere, sivil toplum kuruluşlarına ve iş dünyasına (özel sektör) bundan sonra daha temiz, adil, yaşanabilir ve daha yeşil bir Yerküre için ne yapmalarını açıkça gösteren önerilerini kısaca değerlendirmektir.

2-3 Haziran Stockholm+50 Konferansı’nın Ana Mesajları

5 Haziran 2022’de yayımlanan Dünya Çevre Günü’ne ilişkin Yeşil Köşe makalemde, diğerlerinin yanı sıra, özetle şunları yazmıştım:

“… Çevre konularının hemen hepsi, çok geniş kapsamlı, çok disiplinli-çok sektörlü; zengin ya da fakir, az gelişmiş ya da çok gelişmiş, sömüren ya da sömürülen ve talan eden ya da talan edilen tüm birey, toplum ve ülkeleri çok yakından ilgilendiren yaşamsal konular olarak karşımıza çıkıyor sıklıkla. Bu yüzden de sıklıkla Dünya ve ülke gündeminde ciddi tartışmalara yol açabilecek düzeyde önemli, bazı durumlardaysa yaşamsal bir yer tutabiliyor.”

Konu toplum ve bireyler açısından ele alındığında, Dünya Çevre Günü’nün, olumlu değişime ilham vermek için küresel bir platform olduğu söylenebilir. … çevre günü, hükümetleri, iş dünyasını-özel sektörü, işletmeleri, sivil toplumu, okulları, ünlüleri, şehirleri ve toplulukları bir araya getirerek farkındalığı artırıyor ve çevresel eylemi kutluyor. Bireylerse, işletmelere ve hükümetlere verdikleri destek ve onlara yaptıkları eleştiri, uyarılar ya da eylemler yoluyla değişimin itici güçleri olabilirler. …

Stockholm + 50, çevrenin küresel olarak birbirine bağlı olduğunu; bugünkü ve gelecek kuşaklar için ortak çevremizin üçlü krizini – iklim değişikliği, ekosistemlerin bozulması, yok olması, habitat ve biyolojik çeşitlilik kaybı ve kirlilik – toplu olarak ele almanın gerekli olduğunu vurguladı. Stockholm + 50 ayrıca, bu yükümlülük ve sözlere ilişkin eylemleri hızlandırmak, çok taraflı sistemi güçlendirmek, ilgi-istek ve dayanışmayı artırmak ve kimseyi geride bırakmamak koşuluyla Dünya’yı herkes için sağlıklı bir gezegene doğru güvenilir bir yola koymak için cesur ve hedef odaklı eylemlere ve açık siyasi iradeye duyulan acil gereksinimin altını çizdi.  Gerçekte, Stockholm + 50’deki tartışmaların, yerel gerçeklerin ve ulusal uygulamanın önemini ve sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak için teşvik ve politikaların, finansman ve kapasite desteğinin güçlü-sürdürülebilir bir birleşimine duyulan gereksinimin önemini bir kez daha yinelediğini söyleyebiliriz.

Konferans çalışmaları kapsamında Stockholm + 50 Toplantısı’nda Genel Kurul ve Liderlik Diyalogları aracılığıyla, üye devletler ve paydaşlardan aşağıda tartıştığımız temel öneriler ortaya çıktı. Aşağıda maddeler şeklinde özetleyip değerlendireceğimiz öneriler, katılımcıların, on yıllık eylem ve sürdürülebilir kalkınmanın yaygınlaştırılması bağlamında herkesin refahı için sağlıklı bir gezegen için yükümlülüklerin uygulanmasını ivedilikle hızlandırma kararlılığını yansıtıyor.

Çok sayıda yükümlülük kabul edildi

1972’deki BM İnsan Çevresi Konferansı’ndan bu yana, küresel toplum, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKAlar) ve 2030 Gündemi dahil olmak üzere birçok çok taraflı çevre anlaşmasının yanı sıra, diğer ilgili söz ve yükümlülükleri de kabul etti. Tüm bu anlaşmaların amaçlarının ve yükümlülüklerinin yerine getirilmesi, hepimiz için sağlıklı bir Yerküre’yi güvence altına almak için uzun bir yolun kat edilmesini gerekecektir.

Stockholm + 50 Konferansı, bir dizi Genel Kurul toplantısının ve pandemiden sürdürülebilir ve kapsayıcı bir iyileşmenin sağlanmasına ilişkin serbest akışlı Liderlik Diyaloglarının ardından 3 Haziran Cuma akşamı 19:13’te sona erdi ve Dünya’ya Eş Başkanlar adına aşağıdaki on öneri sunuldu: 

Eş Başkanlar adına sunulan on öneri ve bu kapsamda neler yapılması gerektiği özetle aşağıdaki şekilde bireştirilebilir:

  1. Sağlıklı bir gezegenin barış, uyum ve gönenç (refah) içindeki toplumlar için bir ön koşul olduğunu kabul ederek, insan refahını herkes için sağlıklı bir gezegenin ve refahın merkezine yerleştirin.
  2. 1972 Stockholm Bildirgesi’nin 1. ilkesinde ifade edilen vizyonu yerine getirerek temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkını tanıyın ve uygulayın.
  3. Sağlıklı bir gezegene katkıda bulunmak için mevcut ekonomik sistemimizin çalışma biçiminde sistem çapında bir değişikliği benimseyin: Çevrenin değerini hesaba katan ekonomik ve mali politikalarla desteklenen, ilerleme ve insan refahı için yeni önlemler tanımlayarak ve benimseyerek, mevcut ekonomik sistemimizin sağlıklı bir gezegene katkıda bulunmak amacıyla çalışma biçiminde sistem çapında bir değişikliği benimseyin. Sürdürülebilir tüketim ve üretimi teşvik etmek için altyapıya yatırım yapın, etkili politikalar geliştirin ve küresel bir diyalogu teşvik edin. Ayrıca, ulusal koşullara uygun olarak en yoksul ve en savunmasız kişilere odaklı destek sağlarken ve adil bir geçiş için mali ve teknik desteğe duyulan gereksinimi kabul ederken fosil yakıtların aşamalı olarak kaldırılmasını teşvik edin.
  4. Sağlıklı bir gezegen için var olan sözlerin/yükümlülüklerin ulusal uygulamasını güçlendirin: Çevresel ulusal mevzuatı, bütçeyi, planlama süreçlerini ve kurumsal çerçeveleri geliştirerek sağlıklı bir gezegen için var olan yükümlülüklerin ulusal uygulamasını güçlendirin. Akademik disiplinler ve tematik bilimsel paneller arasında gelişmiş işbirliği de dahil olmak üzere, yerel ve geleneksel bilgiden içgörü ve uzmanlıktan yararlanarak kanıta dayalı politika oluşturmayı teşvik etmenin yanı sıra, çevresel açıdan sağlıklı teknolojilere erişim ve finansmanına yönelik kapasite desteğini geliştirin ve artırın.
  5. Kamu ve özel sektör mali akışlarını çevre, iklim ve sürdürülebilir kalkınma yükümlülükleriyle uyumlu hale getirin: Çevreye zararlı sübvansiyonları yeniden düzenlemek amacıyla iyi tasarlanmış politikalar geliştirerek ve uygulayarak, kamu ve özel sektör finans akışlarını çevre, iklim ve sürdürülebilir kalkınma yükümlülükleriyle uyumlu hale getirin. Ekonomik çeşitliliği desteklemek için kamu ve özel finans akışlarını yeniden yönlendirin ve ölçeklendirin; finans akışını artıran kurtarma ve teşvik önlemleri, karma sermaye kaynakları ve riskten arındırma araçlarını benimseyin.
  6. Gıda, enerji, su, binalar ve inşaat, imalat ve ulaştırma/seyahat gibi yüksek etkiye sahip sektörlerin sistem çapında dönüşümlerini hızlandırın: Değer zincirlerinde döngüselliği, kaynak verimliliğini, yenilenebilir üretim yaklaşımlarını ve doğaya dayalı çözümleri teşvik edecek politikaları benimseyip uygulayarak gıda, enerji, su, binalar ve inşaat, imalat ve ulaşım gibi yüksek etkili sektörlerin sistem genelinde dönüşümlerini hızlandırılmalı ve işletmeler tarafından şeffaflığı ve hesap verebilirliği geliştiren ve güçlendiren çerçeveler benimsenmelidir. Bu çerçevede, yeşil işlerin yaratılması ve mikro, küçük ve orta ölçekli işletmeler için kapasiteleri ve becerileri güçlendirerek, etkilenen gençleri, işgücünü ve yerel toplumları destekleyerek adil geçişleri teşvik edin. Okyanus ekonomisine yapılan yatırımlar da dahil olmak üzere, sağlıklı yiyecekler sağlayan ve gıda israfını en aza indiren yenileyici çiftçilik ve balıkçılık yaklaşımlarını teşvik ederek gıda sistemlerini dönüştürün.
  7. Sürdürülebilirlik geçişlerini teşvik etmede gelişmiş ülke liderliğinin önemini kabul ederek, güçlendirilmiş işbirliği ve dayanışma için güven ilişkilerini yeniden inşa edin: Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Paris Antlaşması kapsamında, gelişmekte olan ülkelerin iklim finansmanı (Yeşil İklim Fonu) için her yıl 100 milyar doları harekete geçirme yükümlülüğünü yerine getirmeyi de içermek üzere, ulusal koşulları dikkate alarak, uluslararası kabul görmüş çevre anlaşmalarını uygulamak için gelişmekte olan ülkelerin ulusal çabalarını artırmaya yönelik kapasite geliştirilmeli ve teknoloji transferi desteklenmelidir. Gençler, kadınlar, kırsal topluluklar, yerli halklar, farklı inançlar ve yerel topluluklar dahil, ilgili paydaşların hem ulusal hem de uluslararası düzeyde politika oluşturma ve uygulamaya anlamlı bir şekilde katılmaları sağlanmalıdır.
  8. Ülkelere ulusal ve küresel yükümlülüklerini yerine getirmeye destek olan, etkin, kurallara dayalı çok taraflı bir sistem sağlayarak bu sistemi güçlendirin ve canlandırın.
  9. Stockholm + 50 Küresel Gençlik Görev Gücü Politika Belgesi ile ilişki kurarak, kuşaklar arası sorumluluğun sağlam politika oluşturmanın temel taşı olduğunu ve gençlerin finans kurumlarıyla ilişki kurma kapasitesini geliştirmenin önemini vurgulayarak, gençlerin çevresel eylemdeki kritik rolünü kabul edin.
  10. Stockholm + 50 sonuçlarını ileriye taşıyın: Biyoçeşitlilik için küresel bir çerçeve, ulusal yargı yetkisinin ötesinde deniz biyoçeşitliliğinin korunmasına yönelik bir uygulama anlaşması ve yeni bir plastik sözleşmesinin geliştirilmesini içermek üzere, sürmekte olan uluslararası süreçleri güçlendirerek ve yeniden canlandırarak Stockholm + 50 sonuçları ileriye taşınmalıdır. Bu ilerlemenin sağlanabilmesi amacıyla, 2022 BM Okyanus Konferansı, Yüksek Düzeyli Siyasi Forum, BMİDÇS 27. Taraflar Konferansı ve Geleceğin Zirvesi gibi ilgili konferanslarla bağlantı kurulmalı ve ilgili süreçlere etkili-donanımlı bir katılım sağlanmalıdır.

Sonuçlar

Stockholm + 50 Konferansı, “herkesin refahı için sağlıklı bir gezegen – sorumluluğumuz, fırsatımız” sloganıyla BM Genel Kurulu’nun çağrısıyla gerçekleştirildi. Özetle, Konferansa katılan ya da katkı veren liderler ve diğer katılımcılar, BM 2030 SKAlarına ulaşmak, BMİDÇS Paris Antlaşması’nın 2030 için 1.5 ve 2 °C küresel ısınma ve diğer hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik yükümlülüklerini ve 2020 Sonrası Küresel Biyoçeşitlilik Çerçevesi’nin gereklerini ivedilikle güçlendirerek yerine getirmek ve COVID-19 küresel salgını sonrası sürdürülebilir kalkınma ve yeşil düzen planlarının benimsenmesini sağlamak üzere, daha kuvvetli (azimkar) bir kararlılığa gerek olduğunu kabul ettiler.

Kuşkusuz “eş başkanlar adına sunulan on önerinin” bir bütün halinde gerçekleştirilmesi, öncelikle Yerküre’ye insan ve doğa temelli yeni bir bakışı, hava, su, toprak kirliliğini, ekosistem ve biyoçeşitliliğin azalması ve yok edilmesini önlemeyi, daha yaşanabilir bir iklim sistemi ve canlı küreyi (biyosfer) yeniden olanaklı kılmak amacıyla iklim değişikliğini-küresel ısınmayı hızla önleyecek, daha direngen daha az etkilenebilir ve uyum kapasitesi daha yüksek doğal ve sosyal sistemler ile daha yüksek bir farkındalık ve sorumluluk düzeyine sahip bireyler ve toplum oluşturmak gerekiyor. Dahası bunun için bir saniye bile kaybetmeden çok ciddi hükümetlerarası, bölgesel, ülkesel ve bölgesel politikalar ve önlemler yasal düzenleme ve yaptırımlarıyla birlikte hayata geçirilmek zorundadır.

Gerisi hep olduğu gibi lafügüzaftır!

 

 

 

Piyale Madra çiziyor – 37

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Mavi Gezegen: Nasıl bir dünyaya gözlerimizi açtık?

“Dünya mavidir, bir portakal gibi.”

Çocuklar ve gençler, hem çevrelerindeki dünya hakkında bitip tükenmez bir meraka hem her şeyin neden böyle olduğunu anlamak için doyumsuz bir iştaha sahip. Genç okuyucu kitlesine yönelik yazılmış bilim kitapları ise bu konuda kritik bir önem taşıyor. Fakat ne yazık ki bu eserlerin birçoğu ya ‘anlaşılır olmak’ adına, belli bir yaş grubunun kavrayış yetisini hafife alarak, ele aldığı konuları basite indirgeyip onların bilimsel niteliğini zayıflatıyor ya da bir konu hakkındaki bilimsel gerçekleri kuru kuru sıralamakla yetinip okuyucusunda uzun uzun esneme isteği uyandırıyor.

İklim bilimci Hervé Le Treut ve astrofizikçi Anna Alter’in gezegenimizi ve onun iklimini anlattığı Mavi Gezegen, kapsamlı içeriği ve ilgi çekici dili ile harika bir kaynak.

İklim, deniz, Dünya, atmosfer, henüz bilmediklerimiz…

Ginko Çocuk etiketiyle raflarda yerini alan, Ferhat Sarı’nın Türkçeleştirdiği eser, şair Paul Éluard’ın “Dünya mavidir, bir portakal gibi,” dizeleriyle açılıyor.

Önce iklimi nelerin oluşturduğunu açıklayan ve onu etkileyen okyanuslar, atmosfer, bulutlar, insanlar, kıtalar vb. gibi faktörlere yakından bakan Mavi Gezegen, bunların bağlantılarını da ortaya koyup iklim değişikliğiyle ilgili fenomenleri de anlatıyor: atmosfer ve okyanusların etkileşimi, su döngüsünün etkileri…

Kitapta paragrafların ilk cümlesi kırmızı renkte ve metnin geri kalanına göre daha büyük bir yazı karakterinde yazılmış. Üstelik bu ilk cümleler, kâh şiirsel kâh esprili dili ile okuyucunun merakını da kabartıyor:

“Göğü renklendiren Güneş, sabahlarımızı solgun hâle getiren bulutlar, Termometrenin çıldırdığı zamanlar… “

Bu ufak tasarımsal dokunuşlar okuyucunun dikkatini canlı tutuyor. Kitapta bir paragrafın içinden alıntılanan ve sonra bir diğer paragrafın ilk cümlesi olarak karşımıza çıkan tekrarlar ise bilginin rahatça özümsenmesini ve bir konu hakkında farklı alt başlıklar açmayı sağlıyor.

Anna Alter

Polonya kökenli Fransız astrofizikçi, bilim gazetecisi ve yazar Anna Alter “Science et Vie”, “L’Événement du jeudi”, “La Recherche”, “Marianne” gibi günlük, haftalık ve aylık basın organlarında çalışmıştır. Şu an freelance gazeteci olarak çalışan Alter kendi kitaplarının yanı sıra pek çok popüler bilim kitabını yayına hazırlamıştır.

Hervé Le Treut

Fransız fizikçi ve iklimbilimci Hervé Le Treut, Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’ndeki (CNRS) kariyerinin ardından şu an Sorbonne Üniversitesi ve École Polytechnique’de profesör olarak görev yapmaktadır. İklim üzerine araştırmalar yapan Pierre-Simon Laplace Enstitüsü’nün (IPLS) 2008-2019 yılları arasında direktörlüğünü üstlenen Le Treut ayrıca 2005 yılından bu yana Fransız Bilimler Akademisi üyesidir. İklim sisteminin nümerik modellemesi ve iklim değişikliğinin etkileri üzerine yaptığı araştırmalarla uluslararası düzeyde büyük bir itibar sahibi olan Le Treut, pek çok uluslararası kuruluşun da üyesi olarak görev yapmaktadır.

Ferhat Sarı

1982 Bandırma doğumlu Ferhat Sarı, Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştıktan sonra Hayatın Sesi televizyonunda Dış Haberler editörlüğü yaptı. Ginko Bilim’in bilim danışma kurulunda yer alan Sarı, Fransızca ve İngilizceden çeviriler yapmaktadır.