Ana Sayfa Blog Sayfa 792

Üniversiteye yerleşen öğrencilerin sıradaki sınavı: Bir eve yerleşmek

Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) yurtlarına başvurular dün başladı, 28 Ağustos Pazar gününe kadar devam edecek. KYK yurtları dışında öğrenciler için üç alternatif bulunuyor; üniversite yurtları, özel yurtlar ve ev ya da oda kiralamak.

Hürriyet‘ten Beyazıt Şenbük‘ün aktardığına göre; İstanbul’da ev arayan öğrenciler için fiyatlar semtlere göre değişiklik gösterse de kiralar beş bin TL’den başlayıp 25 bin TL’ye kadar çıkıyor. Çareyi oda kiralamakta arayanların karşısına ise hem yüksek fiyatlar hem de kötü yaşam alanları çıkıyor.

Bir senede kiralara üç kat zam

İnternet sitelerinde yer alan kiralık ilanlarında, ‘süit oda’ olarak sunulan ancak penceresi bile olmayan odalar için 2 bin 750 TL ile 3 bin 250 TL arasında kira isteniyor. Pencereli oda farklı olarak da 500 TL talep ediliyor.

En yüksek kira istenen ilçeler arasında Şişli, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar var. Ulaşım rahatlığı nedeniyle tercih edilen bu ilçelerdeki emlakçılar, “Elimizde ev yok, bu da fiyatları etkiliyor. Ev sahipleri 3 bin liralık eve 10 bin lira istiyor” diyor.

Kadıköy, Göztepe’de Marmara Üniversitesi kampüsü civarında emlakçılık yapan Abdülkadir Kılıçkap, öğrencilerin taleplerini geri çevirmek zorunda kaldıklarını söylüyor:

“Öğrenciler gelmeye başladı ama onlara hitap edecek ev yok. 1+1’ler için 8-10 bin liradan aşağı fiyat veremiyoruz. Ev sahipleri geçen sene 2 bin lira olan eve şimdi 8 bin lira istiyorlar.”

Beşiktaş’ta emlakçılık yapan Turan Al ise öğrencilerin 2+1 evde 4 kişi kalma çözümüne gittiğini, böylece 12-13 bin lirayı bulan kirayı paylaştıklarını söylüyor.

Üsküdar’da emlakçılık yapan Cem Karaman da eskiden öğrenci istemeyen ev sahiplerinin artık öğrencilere ev vermek istediğini anlatıyor:

“Bu dönem öğrenci daha kıymetli çünkü evde uzun soluklu kalmıyor. Ev sahipleri artık öğrenciye ev verdiğinde ‘en azından kısa süre sonra evden çıkar piyasayla aldığım kira arasında makas açılmaz’ diye düşünüyor.”

Öğrencilerin yoğunlukta olduğu illerde kiralık ev fiyatları yükselişte:

  • Öğrenciye kiralık ev fiyatları İzmir’de 3 bin TL’den 11 bin TL’ye,
  • Ankara’da 4 bin TL’den 12 bin TL’ye,
  • Eskişehir’de 3 bin TL’den 7 bin TL’ye,
  • Antalya’da 3 bin 500 TL’den 15 bin TL’ye kadar çıkıyor.
  • Doğu Anadolu’da öğrenci nüfusunun fazla olduğu illerden Erzurum’da ise 2+1 evi 1250 TL’ye bulunuyor.
  • İç Anadolu Bölgesi’nin öğrenci şehri Sivas’ta da öğrenciye verilen evlerin kiraları 2 binden başlıyor, 4 bin TL’ye kadar çıkıyor.

Sadece bu yıl 850 bin öğrenci yerleşti, KYK’nın kapasitesi ise 800 bin

Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu, yeniden yapılıp modernleştirilen Ankara Cebeci Öğrenci Yurdu’nda dün düzenlediği basın toplantısında, KYK yurtlarıyla ilgili açıklama yaptı.

Kasapoğlu, KYK yurtlarında yatak kapasitesinin bu yıl 800 binin üzerine çıkarıldığını, böylece cumhuriyet tarihinin en yüksek kapasitesine ulaşıldığını, ranzalı oda sayısının da yüzde 10’a düştüğünü söyledi.

Kasapoğlu, “Benzer Yurt imkânları sunan başka bir ülke yok” dedi. Ancak sadece bu yıl yerleşen öğrenci sayısı 850 binin, yani 800 binlik kapasitesi olan KYK’nın üzerinde. Ayrıca Türkiye’de 8 milyon 296 bin 959 üniversite öğrencisi bulunuyor.

Kasapoğlu, KYK yurtlarının bu yılki ücretleriyle ilgili sosyal medyada ortaya atılan iddialara karşılık da “Ücretlerle ilgili resmi açıklamayı eylül ayı içerisinde yapacağız. Onun dışında hiçbir bilgiye itibar edilmemeli” dedi.

  • Yükseköğretim Kurumu’nun(YÖK) verilerine göre, 8 milyon 296 bin 959 üniversite öğrencisi var. Örgün eğitim alanların sayısı ise 3 milyon 761 bin 637.
  • Türkiye genelindeki resmi ve özel yurtlara bakıldığında KYK yurtlarında kapasite Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yeni yapılan yurtlarla 800 binin üzerine çıktı.
  • Özel yurtlarda 307 bin 125, üniversite yurtlarında ise 89 bin 32 olmak üzere tüm yurtlarda toplam 1 milyon 132 bin 311 kapasite mevcut. KYK yurtlarında fiyatlar fiziki koşullar ve barınma durumuna göre 6 kategoriye ayrılıyor.

Yılda 150 bin lira barınmaya…

  • İstanbul’daki özel yurtlarda tek kişilik odanın yıllık ücreti 150 bin liraya kadar çıkabiliyor. En uygun fiyatlı dört kişilik oda ise 50 bin TL civarında
  • Ankara’daki özel yurtlarda tek kişilik odaların yıllık ücreti 84 bin, iki kişilik odalar 62 bin, üç kişilik odalar 52 bin TL.
  • İzmir’de üç kişilik odalar için 40 bin TL talep edilirken, tek kişilik odada kalmanın maliyeti yıllık 120 bin TL.
  • Eskişehir’de özel yurtlarda 23 bin TL’ye tek kişilik oda bulunabiliyor.
  • Sivas’ta tek kişilik özel yurt odasının maliyeti yıllık 32 bin 500 TL iken, 3 kişi kalmak isteyenler yıllık 16 bin TL ödüyor.

Hayır, bitki bazlı beslenme endüstrisine geçmek büyük iş kaybına yol açmayacak

Caroline Christen‘ın Sentient Media‘da yer alan bu makalesi Yeşil Gazete‘nin de parçası olduğu küresel gazetecilik ağı Covering Climate Now (CCNOW) işbirliğinin bir parçasıdır.

*

Birkaç medya kuruluşu bu ay Cornell Üniversitesi‘nde yapılan ve ABD genelinde bitki bazlı sığır eti alternatiflerinin geniş çapta benimsenmesinin sonuçlarını inceleyen bir araştırmayı haberleştirdi.

Haberlerde, “et endüstrisinde endişe verici iş kayıplarını yaşanacağı” öne çıktı.

Yahoo News, sığır eti alternatiflerinin “İngiltere‘de 440 bin işe mal olabileceği” konusunda uyarırken The Hill, “bitki bazlı sığır etinin iklim değişikliğine nasıl yardımcı olduğunu, ancak nasıl işl  kayıplarına neden olacağını yazdı. Express, “Vegan ‘sığır eti’, gezegeni kurtarmak için duyarlı bir çaba olarak 1,5 milyon çiftçi işini tehdit ediyor” başlığını kullandı.

Sorun şu ki, tüm bu haberler, sayıları yanlış yazdı.

Araştırma ekibinin aslında bulduğu şey, daha fazla bitki temelli gıdaya dayanan bir sistemin sığır eti endüstrisi kayıplarını dengelemek için fazlasıyla yeterli iş yaratacağı oldu.

Daha da kötüsü, medya, mevcut et merkezli gıda sisteminde işçilerin karşılaştığı feci çalışma koşullarını ve insan hakları ihlallerini görmezden geldi.

İş kayıpları dengelenecek

Analiz için ulusal bir model kullanan ekip, bitki bazlı et alternatiflerine geçişin, sığır eti için yetiştirilen inek sayısını 12 milyona kadar azaltabileceğini ve ABD’deki gıda üretiminin karbon ayak izini yüzde 13,5’e kadar azaltabileceğini tespit etti.

Bu, gıda üretimi ve hayvansal tarımdan kaynaklanan emisyonları azaltmak için bitki bazlı diyetlere küresel bir geçiş çağrısında bulunan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPPC) en son tavsiyeleriyle tutarlı. Gıda sistemi, toplam sera gazı emisyonlarının yüzde 37’sine kadar katkıda bulunuyor.

Araştırmanın yazarları, ABD’de sığır eti tedariki zincirlerinde çalışan 1,5 milyondan fazla insanın, daha bitki bazlı bir gıda sistemine geçiş nedeniyle işlerini kaybedebileceğini tahmin ediyor. Ancak, bu iş kayıplarının un değirmenciliği, mısır işleme ve yağlı tohum çiftçiliği gibi diğer sektörlerdeki büyümeyle dengelenmesini de bekliyorlar.

Ama bu kritik denge, araştırmayla ilgili neredeyse tüm haberlerde göz ardı edildi.

Araştırma yazarlarından Mario Herrero‘ya göre, “Politika yapıcıların bu gelecek vaat eden teknolojileri teşvik etmeleri için iyi nedenleri var.”

Herrero ayrıca politikacıları, istenmeyen olumsuz sonuçların farkında olmaya ve “dezavantajlı işçileri, ağır darbe alan yerel toplulukları ve küçük üreticileri” desteklemeye çağırıyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası (IDB) tarafından 2020’de yapılan ortak bir araştırma, işçileri ve ön saflardaki toplulukları merkezleyen iklim eyleminde adil bir geçişin nasıl sağlanacağını inceledive bitki bazlı diyetlere geçişin bir kayıpla sonuçlanabileceğini buldu.

4,3 milyon iş kaybına karşın Latin Amerika ve Karayipler’de 19 milyon potansiyel iş yaratılacak.

Medya, işçilere ve hayvanlara verilen zararı göz ardı etti

Yeni bir gıda sisteminin istihdam üzerindeki olumlu etkilerini göz ardı etmenin yanı sıra hiçbir kuruluş, bu hareketten etkilenecek en büyük nüfustan, yani hayvanlardan bahsetmedi.

Medyanın gıda sistemi değişikliğinin hayvanları nasıl etkileyeceğini hesaba katmaması şaşırtıcı değil. Ancak ayrıca, insan üzerindeki etkilerini de tam olarak değerlendirmeye almadı.

Araştırmacıların, insan hakları örgütlerinin ve psikologların tekrar tekrar belirttiği gibi, hayvancılığın insani maliyeti yıkıcıdır. Gıdanın geleceği hakkında haberler, bu insani maliyeti ve açık istatistikleri içermelidir.

Çoğu haber, iklim krizinin dünya çapındaki ekonomileri yok etmesini önlemek için daha sürdürülebilir bir gıda sistemine geçişin kesinlikle gerekli olduğundan da bahsetmedi.

ILO ve IDB araştırması, Latin Amerika ve Karayipler’de 2030 yılına kadar yalnızca ısı stresi nedeniyle 2,5 milyon kişinin işini kaybedebileceğini ve bunun, tarım işçilerini ve diğer açık hava çalışanlarını etkileyeceğini, ayrıca iklim krizinin neden olduğu zararların bölgeye yıllık 100 milyar dolara mal olabileceğini bulmuştu.

 

Mezbahada çalışmak travmalara neden oluyor

Gazeteciler, et işleme ve paketleme işçileri hakkında haber yaparken hayvanları yiyeceğe dönüştürmenin var olan en zorlu işlerden biri olduğunu bilmeli.

İşçiler genellikle bıçaklar, testereler, öğütücüler ve diğer tehlikeli makinelerle çevrili soğuk ve karanlık alanlarda dip dibe çalışır.

ABD’de et işçileri, tüm imalat sanayilerinde en yüksek işyeri yaralanma oranlarına sahiptir ve yanık ve ampütasyon gibi ciddi yaralanmalara maruz kalma olasılıkları, ortalama bir işçiden üç kat daha fazladır.

Fotoğraf: Francois Mori/AP

Aşırı gürültü, hipotermi, kas-iskelet sistemi rahatsızlıkları ve kansere neden olan kimyasallara ve virüslere maruz kalmanın neden olduğu işitme kaybı da et işçilerinin yaşadığı fiziksel strese katkıda bulunan faktörlerdir.

Fiziksel zararın ötesinde, birçok işçi, en zorlu fiziksel yönün hayvanları öldürme eylemi olduğunu bildiriyor.

Öldürme departmanındaki et işçileri her gün, çoğu genç, fiziksel olarak zayıf kalmış ve hatta bazen hamile olan yüz binlerce hayvanı öldürüyor. Bu tür işler, mezbaha çalışanlarının psikolojisine zarar veriyor.

2021’de 14 araştırmanın sonucu, et işçilerinin özellikle depresyon ve anksiyete olmak üzere daha yüksek oranda zihinsel sağlık sorunlarına sahip olduğunu buldu.

Ayrıca, mezbaha işi, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ve suçluluğun neden olduğu travmatik stres sendromu (PITS)  gibi travmatik bozukluklarla ilişkilendirildi.

Bazı psikologlar, mezbaha işçisi travmasının şirket politikalarının ve halkın et talebinin sonucu olduğuna işaret ederek, deneyimlerini bunun yerine katılım kaynaklı travma (yine PITS olarak kısaltılır) olarak nitelendirmeyi tercih ediyor.

Et endüstri patronları, işçileri korunmasız topluluklardan seçiyor

Son derece zorlu çalışma koşullarına rağmen, dünyanın dört bir yanındaki et işçileri düşük ücretler alıyor.

ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu‘na göre, kasaplar ve et paketleyicileri 2021’de saatlik ortalama 15,53 dolar ücret aldı. Avrupa Birliği’nde et şirketleri, geçen yıl bir Guardian araştırmasına göre işçileri aracılar aracılığıyla (taşeron) işe alarak genellikle yasal sorumluluktan kaçıyor.

Bir başka Guardian raporu, Hollanda et sektöründeki göçmen işçilerin genellikle düşük ödeme, uzun çalışma saatleri ve yetersiz barınma ile karşı karşıya olduğunu tespit etti.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde daha az insan mezbahalarda çalışmaya istekli olduğundan, et endüstrisi son yıllarda işgücü sıkıntısı çekmeye başladı.

Et şirketlerinin, bu pozisyonları doldurmak için belgesiz göçmenler ve mahkumlar da dahil olmak üzere savunmasız toplulukların üyelerini işe alma olasılığı daha yüksek.

Fotoğraf: Farm Sanctuary

Ekonomi ve Politika Araştırmaları Merkezi tarafından hazırlanan bir rapora göre, ABD’deki ön saflardaki et paketleme işçilerinin yüzde 51,5’i , yani yarısından fazlası göçmen, yüzde 25,2’si siyah, yüzde 44,4’ü Hispanik ve neredeyse yarısı federal yoksulluk sınırının yüzde 200 altında olan ailelerde yaşıyor.

Avrupa Birliği’nde de  durum benzer, mezbaha işçilerinin büyük bir kısmı göçmen topluluklardan.

Bu yıl Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgalinden sonra Alman domuz eti üreticisi Tönnies, şirket için çalışmayı kabul etmeleri halinde mültecileri Almanya‘ya götürmek için Polonya-Ukrayna sınırına ekip gönderdi.

Etsiz emek: Hayvan kesip parçalamak yerine malzeme karıştırma

Bitki bazlı bileşenlerin üretimi, et üretiminin fiziksel ve duygusal olarak en yorucu unsurlarını ortadan kaldırır: Hayvanların canını alıp bedenlerini kesmek.

Bitki bazlı gıda üretimi işinde  istihdam edilen işçiler, malzemeleri bir araya getirmek, üretim sürecinin şekillendirmek veya paketleme gibi diğer adımlarını denetlemek gibi işler yapar.

Bununla birlikte, şu anda et endüstrisinde çalışan herkesin bitki bazlı bir gıda sisteminde yeni bir iş bulması pek olası değil. Yeniden eğitim herkes için bir seçenek olmayabilir ve bazı işçiler tamamen tarım endüstrisinin dışında iş aramak isteyebilir.

Ayrıca uzmanlar, bitki bazlı alternatiflerin üretiminin eti işlemekten daha otomatik hale getirilebileceğini ve bunun da fabrikalarda daha az insan çalışmasıyla sonuçlanabileceğini belirtiyor. Bitki temelli bir sistemdeki işçiler, bileşenlerdeki değişikliklikler mutlaka iyi sonuç vermeyeceğinden diğer birçok işyeri zorluğundan da muaf olmayacak.

Ancak yine de bu zorluklar, gıda sistemi emisyonlarını azaltan, hayvanların katledilmesini önleyen ve işçilerin günlük olarak travmatik faaliyetlerde bulunmak zorunda olmadığı işler yaratan iklim eyleminin önünde durmamalıdır.

Mezbaha işinin neden olduğu travma ve hasar düşünüldüğünde, bu sektörde daha az iş olacak olması pek de kötü bir haber değil.

Temmuz’da sağlıkçılara onlarca şiddet gerçekleştirildi: 81 saldırgan hakkında işlem yapılmadı

Sağlıkta şiddetin boyutunun büyüdüğünü Sağlık-Sen‘in Temmuz raporu ortaya koydu. Rapora göre Temmuz’da 115 saldırgan 30 şiddet vakasına sebebiyet verdi. Saldırılarda 60 sağlık çalışanı mağdur edildi. Bir doktor ise hayatını kaybetti.

Buna göre; ay boyunca yaşanan 30 şiddet olayının 27’sine hasta ve hasta yakınları neden olurken, üçüne ise başka kişiler sebebiyet verdi. Bu rakamlar, yaşanan olayların neredeyse yüzde 90’ının hasta ve hasta yakınları tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koydu.

‘Acilen toplumsal seferberlik başlatılmalı’

Şiddetin en çok hasta ve hasta yakınları tarafından gelmesinin şiddete karşı toplumsal duyarlılığın oluşturulmasının önemini gösterdiğinin altının çizildiği Sağlık-Sen açıklamasında “Hemen hemen her raporumuzda vurguladığımız şiddete karşı duyarlılığı oluşturacak toplumsal seferberliğin başlatılması acilen gerekmektedir” denildi.

Sağlık-Sen tarafından paylaşılan raporda söz konusu şiddet olaylarına ilişkin şu ifadeler kullanıldı:

“Hasta ve hasta yakınlarının saldırgan tutumu, hem sağlık hizmetini engellemekte hem de sağlık sisteminin geleceğini tehlikeye sokmaktadır.

20-50 kişilik grupların hastaneleri basarak sağlık çalışanlarını darp etmesi ve çevik kuvvet eşliğinde dahi sağlık hizmetinin verilemez hale gelmesi, sağlıkta şiddetin geldiği noktanın içler acısı halini ortaya koydu.”

Sağlıkçılara şiddet gösteren 115 saldırgandan 81’i hakkında işlem yapılmadı

Sağlık-Sen’in sağlıkçılara yönelik şiddet vakalarına ilişkin verileri şöyle:

  • Temmuz boyunca şiddet vakalarının 27’si hem sözlü hem fiili, üçü ise sözlü olarak gerçekleştirildi.
  • Şiddet olaylarının 27’si hastanelerde, 3’ü ise sahada meydana geldi.
  • Ay boyunca yaşanan 30 şiddet olayında; 20 doktor, 14 güvenlik görevlisi, 10 hemşire, 7 acil tıp teknisyeni, 1 ebe ve 8 diğer sağlık çalışanı mağdur oldu.
  • Şiddet vakalarına sebebiyet veren 115 saldırganın 81’i hakkında herhangi bir işlem yapılmadı.
  • Gözaltına alınan 19 saldırgan serbest bırakıldı. Beş saldırgan hakkında soruşturma başlatılırken, 9 saldırgan ise tutuklandı.
  • Her ne kadar sağlıkta şiddet, Mayıs’ta çıkan yasa ile katalog suçlar arasına girmiş olsa da adli mercilerin verdiği kararlar, yasanın etkin bir şekilde uygulanmadığını göstermektedir.
  • Pamukkale Üniversitesi Hastanesi’nde 2 doktoru odaya kilitleyerek rehin alan saldırgan, yargılandığı mahkemece toplam 8 yıl 5 ay cezaya çarptırıldı. Ancak saldırgan, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 6. Ceza Dairesi‘nin kararı ile tahliye oldu.
  • Öte yandan filyasyonda görevli doktora telefonda küfreden kişiye, mahkeme 8 bin 200 TL para cezası verdi.
  • Temmuz’da, Konya Şehir Hastanesi’nde görevli Doktor Ekrem Karakaya’nın görevi başındayken bir hasta yakını tarafından katledildi. Doktor Ekrem Karakaya’nın ölümüne sebebiyet veren saldırgan ise intihar etti.

‘Sağlık çalışanları ölüm korkusuyla mesleklerini icra etmeye çalışıyor’

Sağlık çalışanlarının ölüm korkusuyla mesleklerini icra etmeye çalıştığına değinilen açıklamada “Her gün işe geldiğinde şiddet görür müyüm endişesi yaşıyor. Ve en acısı sabah gördüğü eşi ve çocuğunu akşam yeniden görebilecek miyim kaygısıyla iş yerine gidiyor. Böyle bir durumda, nitelikli sağlık hizmetinden nasıl bahsedilebilir?” ifadeleri kaydedildi ve şunlar eklendi:

“Sağlık merkezlerinde güvenlik tedbirlerinin en üst düzeyde sağlanması kadar toplumsal duyarlılığın oluşturulması da elzem durumdadır. Adana Çukurova Devlet Hastanesi Acil Servisi’nin 50 kişilik grup tarafından basılması ve akabinde Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi‘nde görevli sağlık çalışanlarına kavga halindeki iki ayrı grubun saldırması bunun kanıtıdır.”

‘Sağlık çalışanları adaleti sosyal medyada arıyor’

Raporu değerlendiren Sağlık-Sen Genel Başkanı Semih Durmuş, “Sağlıkta şiddetin katalog suçlar arasına girmesini çok önemli bir adım olarak değerlendirmiştik. Yasadan sonra saldırganların artık elini kolunu sallayarak dışarıda gezemeyeceklerine olan inancımız büyük ölçüde artmıştı. Ancak yasanın çıktığı tarihten bugüne kadar olan süreçte adli mercilerin aldığı kararlara baktığımızda, saldırganların serbest kaldığını görmekteyiz. Bu durum sağlık çalışanlarını hayal kırıklığına uğratmaktadır” dedi ve ekledi:

“Saldırganların serbest kalmasına tepki gösteren sağlık çalışanları, maalesef adaleti sosyal medyada arıyor. Adli merciler, sosyal medyada baskı oluştuktan sonra serbest kalan saldırgan hakkında tutuklama kararı çıkartıyor. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Yasanın daha etkin bir şekilde uygulanması, aynı zamanda hakimlerin, savcıların ve kolluk kuvvetlerinin gereken hassasiyeti göstermesi şarttır. Şiddet yapanın yanına kar kalmamalı.”

Mahkemenin Cengiz İnşaat’ın İkizdere’deki taş ocağını durdurmama nedeni: Zararsız olması hayatın gerçeklerine aykırı

RİZE- Rize İdare Mahkemesi,İkizdere, İskencedere Vadisi’ndeki taş ocağı projesine karşı açılan dava kapsamında verdiği yürütmeyi durdurma talebinin reddinin gerekçesini açıkladı. 

Açıklamada söz konusu projenin tamamıyla çevreye zararsız olmasını beklemenin hayatın gerçeklerine uygun düşmediği belirtildi. 

‣İkizdere davası görüldü: Bu idari yargılamayı bitirecek bir uygulama

Ancak İkizdere’deki Cengiz İnşaat tarafından yapımına devam edilen taş ocağı projesinde bugüne kadar projede çalışan vatandaşlardan bazıları iş makinelerini kullanırken gerçekleşen kazalar nedeniyle hayatını kaybettiği, taş ocağı nedeniyle bugüne kadar bölgedeki yaban hayatının olumsuz etkilendiği, bölgedeki ağaçların zarar gördüğü bildirilmişti. 

Öte yandan söz konusu projeye “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) gerekli değildir” kararına karşı açılan dava için 9 Eylül 2021’de yapılan keşif sonucunda hazırlanan bilirkişi raporunda projenin usulsüz olduğu ve yapımının uygun olmadığı belirtilmişti.

Söz konusu bilirkişi raporunun detaylandırılmadığı gerekçesi sonrası mahkemeye Mart 2022’de ek bilirkişi raporu sunulmuştu. 

Projenin yürütmeyi durdurma talebinin reddine verilen kararın gerekçeleri ise şöyle sıralandı:

  • “ÇED mevzuatı kapsamında irdelenmesi gerekenin, projenin olumsuz etkilerinin kabul edilebilir düzeylerde olup olmadığı ile çevrenin rehabilite imkanının olup olmadığı hususu olduğu, bu sebeple bilirkişilerce kesin ve net şekilde kanaat bildiren cümleler kurulması gerektiği, diğer bir deyişle, ihtimal belirten ve subjektif görüş mahiyetinde cümlelere raporda yer verilmemesi gerektiği sonucuna varılmıştır. 
  • Arazi İnceleme Raporu, Peyzaj Onarım Planı Raporu ve Orman Rehabilitasyon Projesi ile kök raporda belirtilen eksikliklerin giderildiği, söz konusu raporlar ile birlikte PTD’deki taahhütlere uyulması koşuluyla projenin belirtilen hususlar yönünden sorun oluşturmayacağının ifade edildiği, Mahkememizce de ek rapordaki bu değerlendirmelere iştirak edildiği; son olarak projenin orman-halk ilişkilerine yönelik olarak kök raporda belirtilen olumsuzlukların da dosyaya sunulan Peyzaj Onarım Planı Raporu ve Orman Rehabilitasyon Projesi ile giderilmeye çalışıldığı, kaldı ki belirtilen sakıncaların geçici olduğu ve proje bitiminde yapılacak rehabilite çalışmaları ile belirtilen mahzurların giderilmiş olacağı sonucuna varılmıştır. 
  • Dava dosyasında bulunan bilgi ve belgeler ile bilirkişilerce hazırlanan raporların birlikte değerlendirilmesinden, tarım arazileri, su kaynakları, orman alanları, yerleşim yerleri, bitki örtüsü ve doğal yaşam açısından çevre üzerinde meydana gelebilecek olumsuz etkilerin dosyaya sonradan sunulan bilgi ve belgeler ile Proje Tanıtım Dosyasında alınacak önlemler sonucunda bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeyde olduğu, proje kapsamının asgari gereklilikleri taşıdığı, projenin etki alanı içerisinde korunacak nitelikte alanların bulunmadığı, patlatma faaliyetlerinin en yakın yerleşim yerlerine ve karayollarına olumsuz etkilerinin olmayacağı, içme ve kullanma sularının etkilenmeyeceği, toz-gürültü-yüzeysel sular başta alınması planlanan tedbirlerin bilimsel metotlar açısından yeterli özellikler taşıdığı anlaşılmakla, Rize ili, İkizdere ilçesi, Cevizlik ve Gürdere Köyü mevkiinde, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı XI. Bölge Müdürlüğü tarafından işletilmek istenilen “ER: 3396069 ruhsat numaralı Cevizlik Bazalt Ocağı Projesi” ile ilgili olarak tesis edilen 21/01/2021 tarihli “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararında hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmadığı sonuç ve kanaatine ulaşılmıştır.”

Bölgede kara kovan arıcılığı yapılıyor ve arıcılığın etkilenebileceğine bilirkişi raporunda da yer veriliyor.

İlk bilirkişi raporunda arıcılığın, bitki örtüsünün, doğanın, yaban hayatının olumsuz etkileneceği yönünde görüşler bildirilmiş ama daha sonra mahkeme tarafından ek bilirkişi raporu istenmesi sonrası gelen ek raporda söz konusu görüşlerin tam tersine yer verilmişti: Özenle ağaç kesmek, arıcılığın üzerindeki olumsuz etkilerin bertaraf edilmesi vb…

Kök raporda neler söylenmişti?

Bilirkişi kök raporunda bilirkişi heyeti, Cengiz Holding’in taş ocağı projesine dair daha önce şu tespitleri yapmıştı:

  • Heyelana duyarlılık ve izleme çalışmalarına ilişkin yeterli çalışma yapılmadığı; kazı çalışmalarının yamaç stabilitesini olumsuz yönde etkilemesinin olası olduğu,  beşeri heyelan olaylarının yaşanabileceği,
  • Çalışmalar dolayısıyla meydana gelen tozlanma nedeniyle köy halkının geçim kaynağı olan çay yetiştiriciliğinin olumsuz etkileneceğini,  taş ocağı bölgesinde toplam 163 adet büyükbaş ve 953 adet faal arılı kovan bulunduğunu,  tozlanma nedeni ile döllenemeyen çiçeklerde nektar miktarındaki azalma o yıl balın verimini etkileyebileceği gibi, sonraki yıllarda çiçek popülasyonlarında azalmaya neden olacağını,
  • Çok geniş bir alanda çalışma yapılacağı, her gün patlatma yapılacağı ve kamyon trafiği de göz önüne alındığında toz indirgeme sisteminin yetersiz olacağı, bu kadar fazla miktarda oluşabilecek tozun indirgenmesinin fiili durumda çok zor ve maliyetli olacağı,
  • Ne 30 metrelik dere koruma bandı ne de 6 metrelik şev üst kotu taahhütlerine uyulmadığı, dere yatağının yol çalışmaları başta çıkan hafriyat atıkları dökülerek daraltıldığı, yüzey kazısı ile yürütülecek taş ocağı faaliyetinin doğaya yeniden kazandırma planı uygulamalarına kadar bölgenin doğal görünümünü bozacağı ve özellikle üst bitkisel toprak ve yapılan kazılar sonucu zeminin su tutma kapasitesinin değişeceği ve yağış-akış-sızma dengesinin bozulacağı,
  • ocağın işletilmesi sırasında su kaynaklarının görebileceği zararlar ve bu kaynakların korunmasına yönelik alan özelinde alınacak tedbirlere değinilmediği, taşkın değerlendirmeleri yapılmadığı,
  • 20’nin üzerinde yapraklı ağaç türünün de bulunduğu yöre halkının yaşam alanı ve geçim kaynağı konumundaki  orman alanını tahrip edeceği ve bu durumun yöre halkı açısından yaşam alanları yönüyle kabul edilemez olacağı.

 

Yaşam savunucularına çağrı: 28 Ağustos’ta Milli Park’ımızı Sinpaş’tan korumak için buluşalım

MUĞLA – Marmaris Kızılbük‘te mahkemenin kararına rağmen devam eden Sinpaş GYO inşaatının önünde nöbete başlayan ve bir haftada iki kez gözaltına alınan Marmaris Kent Konseyi üyeleri, tüm yaşam savunucularını 28 Ağustos Pazar günü ‘Yettin Gari Sinpaş’ demek için çağırıyor.

Kızılbük’te nöbet tutanlardan Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesi üyesi Halime Şaman, yaşam savunucularını Pazar günü saat 16.00’da Atatürk Heykeli önünde buluşmaya çağırdıkları videoda şunları söyledi:

“Biliyoruz ki bizi yaşam alanlarımızdan uzaklaştırmaya çaışıyorlar, orada yaşayan tüm canlıları da yok etme pahasına. O yüzden verdiğimiz mücadeleyle bir çoban ateşi yakmak istiyoruz.”

Son noktada dileğimiz, amacımız şudur: Para kazanmak uğruna tüm hayatı yok etmek isteyenler, bir kez daha düşünsün. Göz diktikleri yerlerde biz varız, var olmaya devam edeceğiz. Ve yaşam alanlarımızı bu gözü dönmüşlüğe savunmaktan asla vazgeçmeyeceğiz. Bu anıtı her gördükçe yaşamın sahipsiz olmadığını, yaşamın savuncuları olduğunu hatırlasınlar.

Çevre savunucuları, 9 Ağustos’ta mahkeme kararının ardından devam eden inşaatın yolunda protesto yaptıkları için ‘yol olmayan bir yerde ulaşımı engellemek’ suçlamasıyla gözaltına alınmıştı.

Bundan altı gün sonra inşaat çalışmalarının hukuksuzca devam ettiği görüntüleri paylaşan üyeler, gece saatlerinde ikinci kez gözaltına alınarak geceyi karakolda geçirmek zorunda kalmıştı.

Sinpaş ve Kızılbük GYO şirketlerinin çevre savunucusu Halime Şaman‘a ‘haksız rekabet’ gerekçesiyle açtığı 300 bin liralık tazminat davası ise hala sürüyor.

 

Ankara’daki mahalle arası hayvanat bahçesine kapatma kararı

Ankara’nın Gölbaşı ilçesinde bir işletmecinin restorandan dönüştürdüğü ve aslan, kaplan, geyik, maymun, tavus kuşu gibi yaban hayvanlarının bulunduğu hayvanat bahçesi, mahkeme kararıyla kapatılıyor.

Kapatma kararı, hayvan haklarını ihlal etmesi gerekçesi ile değil, mahalle sakinlerinin aslan ve kaplanların kükreme seslerinden rahatsız olması sebebiyle alındı.

Berkem Aslan Diyarı isimli işletme, 10 Ağustos’ta bir yurttaşın hayvanların çektiği eziyeti sosyal medya hesabından paylaşmasıyla gündeme gelmişti.

Bu paylaşımlarda, pek çok ünlünün  işletmenin reklamlarında yer aldığına da vurgu yapılmıştı.

Aslan yavrularının çok kötü koşullar altında yaşadığını ve aslanların akşama kadar betonda uyutulduğunu söyleyen vatandaş, işletme hakkında suç duyurusunda bulunduğunu da paylaşmıştı.

 

Davacı olan mahalle sakininin avukatı Merve Nur Özkan, “Hem hayvanların haklarını korumuş olduk hem de burada yaşayan insanların sağlıkları açısından geri dönülemeyecek zararları engellemiş olduk. Burası mühürlenecek eğer tekrardan devam edilirse bunun sonu hapis cezasıdır” dedi.

Bakanlık hayvanların nakledilmesi için işyeri sahibine 2 aylık bir süre verdi. Bu sürenin ardından işletme mühürlenecek.

Hayvanların hangi koşullarda, nereye nakledileceği ise belirtilmiyor.

Geçen yıldan beri faaliyette olan işletme daha önce de mahallenin kötü koku şikayeti üzerine bir hafta kapatılmış, Ankara Valiliği Ağustos 2021’de işletmeye ‘B grubu hayvanat bahçesi ruhsatı’ vermişti.

Hayvanat bahçesinin bitişiğinde oturan 80 yaşındaki Niyazi Gürel,”Koku, hastalık had safhada. Yazık hayvanlara, hiç mi acımıyorlar? Geçen yıl maymun kaçtı, zor yakaladılar; aslan kaçsa kim yakalayacak? 1100 metrekarede hayvanat bahçesi olur mu?” diye konuştu.

Gürel’in açtığı dava sonucu yapılan bilirkişi keşfi raporuna göre hayvanat bahçesinde 3 aslan, 2 kaplan, 8 aslan yavrusu, 1 alageyik, 3 vervet maymun, 1 iguana, 1 boa yılanı, 1 Mısır yılanı, Nil varanı, kuş türleri, tavşanlar ve tavus kuşları bulunuyor.

Bilirkişi raporunda “Aslan ve kaplanların genetik yapılarındaki bölge hakimiyetini göstermek açısından devamlı kükremek zorunda olduklarına  hayvanların çevreye yaydığı gürültünün bölgede yaşayanların psikolojisini bozacak kadar etkili olduğuna” kanaat getirildi.

Raporda; Gerek çevre gerek konum gerek hayvan sağlığı, gerekse kötü koku yayması ve gürültü kirliliği açısından işletmeye ruhsat verilmesinin yanlış olduğu tespitinin yapıldığı raporu dikkate alan Ankara 18’inci İdare Mahkemesi Ankara Valiliği’nin hayvanat bahçesi için verdiği  ruhsat ve iznin yürütmesinin durdurdu.

İşletme sahibinin itirazını reddeden mahkeme, hayvanat bahçesinin kapatılmasına karar verdi.

 

Teksas’ta dinozor ayak izleri, 100 milyon yıl sonra kuraklık yüzünden gün yüzüne çıktı

ABD’nin Teksas eyaletinde Dinozor Vadisi Eyalet Parkı‘nın içinden geçen Paluxy Nehri‘nin yoğun kuraklık koşulları nedeniyle kurumasıyla su hattının altında daha önce görülmemiş dinozor ayak izleri gün yüzüne çıktı.

Eyalet Parkı, çoğunlukla sauropodlardan ve theropodlardan olmak üzere çeşitli dinozor izlerine ev sahipliği yapıyor ancak nehir yatağındaki izler ilk kez görüldü.

1oo milyon yıldan eski izler, Parkın sosyal medya hesaplarından paylaşıldı.

Teksas Parklar ve Yaban Hayatı Departmanı sözcüsü Stephanie Garcia, izlerin theropodlardan olan Acrocanthosaurus‘a veya her uzuvda üç ayak parmağı ve pençesi olan iki ayaklı dinozorlara ait olduğunu belirtti.

Dört buçuk metre uzunluğunda ve yedi ton ağırlğındaki Acrocanthosaurus 113 milyon yıl önce bölgede yaşıyordu.

Araştırmacılar, izlerin şimdi kireçtaşı olana kadar sertleşen tortuda olduğu için günümüze kadar gelebildiğini söylüyor.

Parkın web sitesine göre, bu kıyı şeridindeki çamur, kabuklu canlılardan gelen kalsiyum karbonat tortularının bir sonucu olarak izleri korumak için ideal kıvamı sağladı.

İzlerin bu hafta beklenen yağmurla tekrar sulara gömülmesi muhtemel olsa da bulgu, araştırmacıları ve halkı heyecanlandırdı.

Southern Methodist Üniversitesi’nde fahri yer bilimleri profesörü omurgalı paleontologu Louis Jacobs izlerin zaten bilinen parkurları birleştirdiğini ve buna yaklaşık 150 dinozor adımı eklediğini söylüyor.

Jacobs, ayak izlerinin derinliğinden, ayak tırnaklarınının bile anlaşılabildiğini ve bunun muhteşem olduğunu belirtiyor. İzlerde keşfedilmemiş daha çok şey olabileceği düşünülüyor.

Nehir kurudukça daha fazlası açığa çıkacak olsa da suyla korunan bu izlerin bazısı da silinecek.

Garcia, “Çökelti katmanlarının altına gömülen izler, onları doğal hava koşullarından ve erozyondan korumaya yardımcı oluyor” diyor.

Teksas bir süredir, aşırı sıcaklar ve tehlikeli bir orman yangını döneminin ardından, bazı bölgelerinde kuraklık, diğer bölgelerinde ani sel baskınlarına sebep olan aşırı hava koşullarıyla karşı karşıya.

İstanbul’da aşırı sıcak ve nem uyarısı: Hissedilen sıcaklık 44 C’ye kadar çıkacak, önlem alın!

İstanbul Aydın Üniversitesi’nden meteoroloji uzmanı Dr. öğretim üyesi Güven Özdemir, betonlaşma ve nüfusun fazla olduğu yerlerde sıcaklığın nemle birlikte 5-10 derece fazla hissedildiğini belirterek, İstanbul’da hissedilen sıcaklığın 44 dereceye kadar çıkacağını söyledi.

Türkiye ve dünyanın pek çok kentinde olduğu gibi İstanbul’da da ağustos ayı sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde olduğunu dile getiren meteoroloji uzmanı Özdemir, “Kentte bugünlerde nem oranı aşırı yüksek. Nemle hissedilen sıcaklık artıyor ve 32 derecelik sıcaklıkta hissedilen sıcaklık 44 dereceye kadar çıkıyor” dedi.

Özdemir, nemin bölgenin tamamında etkili olduğuna dikkati çekerek, başta İstanbul olmak üzere bölgede hissedilen nemin çarşamba ve perşembe günleri çok fazla olacağını dile getirdi.

İklim krizinden etkilenen beş kişi anlattı: Bu sıcaklıklar normal değil

‘Pazara kadar nem oranı yüksek’

Önümüzdeki günlerde beklenen yağışın durmasıyla nemin tekrar artacağını belirten Özdemir, şunları kaydetti:

“İstanbul’da güneşin batımıyla birlikte hava sıcaklığının sabahın ilk saatlerine kadar azalması bağıl nemi yüzde 96’lara kadar çıkaracak. Gündüz hava sıcaklığının artmasıyla bağıl nem yüzde 63’lere kadar düşecek. Marmara Bölgesi ve İstanbul’da pazar gününe kadar nem oranı yüksek olacak ve yeni haftayla birlikte etkisini az da olsa kaybetmeye başlayacak. Nemin yüksek olması hava sıcaklığını olduğundan daha yüksek hissettirecektir. İnsanlar uyumakta ve rahat hareket etmekte bile zorluk çekecektir.”

Betonlaşmanın yarattığı ısı adaları

Betonlaşma, yüksek binaların camla kaplanması, yoğun nüfus ve fosil yakıt kullanımının hava sıcaklığının artmasında etkisi olduğunu anlatan Özdemir, betonlaşmayla yüksek binaların rüzgarı kestiğini ve egzoz gazlarının hızlı şekilde havaya yükselmesiyle ısı adaları oluştuğunu söyledi.

Klimanız yoksa sıcak dalgasında uyuyabilmek için 40 ipucu

Özdemir, bu durumun hava sıcaklığı ve nem oranını anormal derecede değiştirmesiyle insan sağlığının olumsuz yönde etkileneceğini belirtti:

“İstanbul, bu durumdan en çok etkilenen şehir. Maalesef nemi alabilecek, tutabilecek yeşil alanlarımız, açık alanlarımız nüfus yoğunluğuna göre yok denecek kadar az. Yani rüzgarın şehre girmesi ve etkisini göstermesi lazım. Metropolün iç kesimlerinde, yerleşimin çok olduğu, binaların yoğun olduğu yerlerde rüzgarın etkisi hemen hemen sıfıra düşüyor. Bundan dolayı da nem birikmesi, hava kirliliği, bu bölgelerde fazla oluyor. Betonlaşmanın ve nüfusun fazla olduğu yerlerde nem oranı yüzde 80-90’lara çıkıyor. Bu durumda hava sıcaklığı betonlaşmanın ve nüfusun yoğun olduğu yerlerde nemle birlikte 5 ila 10 derece fazla hissediliyor.”

Hayvan dostlarımızı sıcaktan nasıl koruruz?

Ne yapılmalı?

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi kıdemli uzmanı ve Yeşil Gazete yazarı Dr. Ümit Şahin tarafından hazırlanan İklim Değişikliğiyle Artan Tehdit ve Sıcak-Sağlık Eylem Planları adlı Bilgi Notu‘nda yer alan aşırı sıcaklar ve sıcak dalgaları sırasında alınabilecek önlemleri şöyle sıraladı:

‘Vücudu serin tutun’

  • Günün en sıcak saatlerinde dışarı çıkmayın. Çıkmak zorundaysanız gölge yerlerde bulunun.
  • Evinizi serin tutmanız mümkün değilse günün en sıcak saatlerini serin ortamlarda (örneğin klimalı kamu binaları, kütüphaneler, alışveriş merkezleri) geçirebilirsiniz.
  • Çocukları ve ev hayvanlarını park halindeki araçlarda bırakmayın.
  • Vücudunuzu serin tutun ve soğuk suyla duş alın.
  • Vücudunuza soğuk havlu ve soğuk kompres uygulayarak, ayağınızı soğuk suya sokarak vücut sıcaklığınızı düşürebilirsiniz.
  • İnce, bol, açık renkli ve doğal malzemelerden üretilmiş giysiler giyin, dışarıya çıktığınızda geniş siperlikli şapka ve güneş gözlüğü takın.
  • Susamasanız da düzenli olarak su için.
  • Bol sıvı tüketin. (Özellikle susama refleksi azalan yaşlılar için önemlidir.) Sudaki tuz ve mineraller önemli olduğundan doğal maden sularıyla ve taze meyve sularıyla takviye yapabilirsiniz.
  • Çok şekerli sıvılar almayın. Kafeinli içecekleri fazla tüketmeyin.

 

 

 

Kazdağları savunucularından uranyum sondajlarına karşı dayanışma çağrısı

Kazdağları‘nda uranyum arama sondajına karşı, “Uranyum dursun, Yaşam Sürsün-Kazdağları Buluşması” başlığıyla bir etkinlik düzenlenecek.

Arıklı Dayanışması‘nın 26-28 Ağustos’da düzenleyeceği etkinlikte, uranyum arama ve çıkarma çalışmalarının doğaya ve canlı yaşamına etkilerine dikkat çekilecek, konserler ve çeşitli etkinler yapılacak.

Çağrı şöyle:

Kazdağları’nda Buluşuyoruz: “URANYUM DURSUN! YAŞAM SÜRSÜN!” diyoruz!

26/27/28 Ağustos’ta Ayvacık, Nusratlı, Küçükkuyu ve Arıklı’da bir araya geliyor ve yaşam alanlarımıza birlikte sahip çıkıyoruz. Tüm halkımız davetlidir.

#ArıklıyıUranyumaTerkEtmiyoruz 

Haydi siz de bize katılın, Kazdağları Buluşması’nda hep beraber yaşamı ve doğayı savunalım!”

Üç günlük etkinliğin ilk gününde, Dr. Ful Uğurhan ile Dr. Enver Yaser Küçükgil’in katılacağı “Uranyum Madenciliğinin Çevre ve Sağlık Etkileri” konulu toplantı, Ayvacık‘ta, Belediye Kültür Merkezi‘nde gerçekleştirilecek.

İkinci gün aşure hayırı ve konserler, üçüncü gün ise atölyeler yapılacak. Son etkinlik, gazeteci Özer Akdemir ve Söke Kısır Köyü Muhtarı Baki Suna‘nın katılacağı “Uranyum Uğruna” başlıklı panel.

 

[Yeşil Havadis] Aslı Odman: Bizim milli asbestimiz yerli Sao Paulo olarak bütün sokaklarda dolaşıyor

İzmir Aliağa’da söküm işlemlerinin yapılması amacıyla Brezilya’dan yola çıkan, donanmaya ait Nea Sao Paulo isimli uçak gemisi, taşıdığı yüksek asbetle İzmir başka olmak üzere tüm Türkiye’nin tepkisine neden oldu.

Asbest, sadece gemi sökümüyle ilgili bir mevzu değil. Çok daha yaygın, toksik, zehirli bir kimyasal madde. Hayatımızın birçok alanında kullanılıyor ve asbeste bağlı hastalıklar da bir halk sağlığı olarak hem bu konuyla ilgilenen kişilerin hem sağlık profesyonellerinin gündeminde. Asbest’in ne olduğu ve hayatımızda ne gibi tehlikeler barındırdığını İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi gönüllüsü ve akademisyen Aslı Odman, Açık Radyo-Yeşil Gazete işbirliğiyle hazırlanan ve her Cumartesi saat 08.00’de yayınlanan Yeşil Havadis’te açıkladı.

Savaş Çömlek: Asbest konusuna bir giriş yapar mısınız? Bu konu nedir aslında? Bizim aslında ne yapmamız lazım? neyin mücadelesini vermemiz lazım? Bu geminin durdurulması bize yeter mi?

Aslı Odman: Esasında halk sağlığından önce psikolojiyle başlamak lazım sanırım. Ben asbestle mücadele alanında hem emek hem ekoloji üzerinden mücadele hattının kurulması için esasında 2007- 2008’den beri uğraşıyorum. Bir yandan işçi sağlığı, bir yandan da hem kentsel dönüşüm mağduru mahallelerdeki hızlı “soylulaştırma” sürecindeki asbest, hem gemi sökümdeki asbest, hem su borularında asbest… Asbestin Türkiye’de kullanılma sesleriyle karşılaştığına çok kısa bir çaba bu.

Ama birdenbire asbestle ilgili böyle bir ilgiyi beklemiyordum. Yani 2007’den yediden bu yana, sanırım asbestin en fazla manşete çıktığı, insanların kelimeyi yanlış yazmadan kullandığı en yoğun dönemi yaşıyoruz. Bu da psikolojiyle neden ilgili? Gerçekten bütün o kötücüllükler, sanki dışarıdan bir gemiye, şanlı bir gemiye bindirilip de getirilince birden görülebilir oluyor.

‘Sao Paulo’dakinden çok daha büyük miktarda asbest, bina yıkımlarıyla kentlere dağıtılıyor’

Halbuki bu asbest dediğimiz kanserojen lifle Türkiye’de 2018’de yasaklanan, Avrupa Birliği ülkelerinde tedricen 1993’ten 2000’e kadar yasaklanmış olan bir madde. Şimdi Sao Paulo uçak gemisiyle tekrar görünür oluyor ama bizim milli ve yerli asbestimiz yerli Sao Paulo olarak bütün sokaklarda dolaşıyor.

Dolaştığı sokaklar da işçi sınıfı mahalleleri, sokakları ya da Aliağa değil yalnızca. Şu anda soylulaştırmak çabasıyla Beyoğlu Belediyesi tarafından apar topar yıkılan Okmeydanı‘ndaki Fetihtepe Mahallesi, Kadıköy‘deki Fikirtepe Mahallesi değil. Fikirtepe yıkıldığı zaman kuzey rüzgarlığıyla indiği bütün Moda, Caferağa ve Yeldeğirmeni’nde de bu böyle.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı da bu geminin gelmemesi için her şeyi yapacağını söyledi ama aynı İzmir’de bundan çok daha büyük miktarda asbest şehrin merkezinde deprem sonrası binalar yıkılırken yayıldı. Bayraklı’dan Karşıyaka’dan bahsediyoruz. Yani esasında sokaklarımızda o  yabancı kötücül bir gemiye bindirilmeden önce, onlarca küçük Sao Paulo gemisi salınıyordu zaten. Bu gündelik felaketlerle beraber psikolojik olarak da bilinç altına itiliyor. Bir de zaten çok güçsüzleştirildiğimiz bir dönemdeyiz. Sosyal, ekoloji, emek mücadelesi açısından baş edemediğimiz sorunları da şimdiye kadar hep göz ardı ettik.

‘Kurşunlu boyalara bakan yok’

Türkiye’de gemi sökümü ciddi şekilde yükselen bir sektör. Covid döneminde, dünya ticareti ve turizmiyle birlikte  gemicilik sektörü geriledi, biliyorsunuz. O yüzden daha fazla gemi, söküme gitti. Birinin derdi diğerinin karı oldu. Sökülen yüzlerce yaşlı gemi asbest barındırıyor elbette ama mesele sadece asbest değil. Asbest kadar da sökümü kolay olmayan ve sökülmeyen, atılmayan, kazınmayan kurşunlu boya da barındırıyor bunlar. Ayrıca adlarını bir kimyagerin çok daha iyi sayabileceği birleşimleri, pH’lar, TSD’leri vs.leri de içeriyor bütün bu gemiler.

Sao Paolo çok tanınmış bir gemi ve kötü bir ünü var. Nükleer testlerde kullanılmış. Üreten işçiler kansere yakalanmış, içindeki askerlerden pek çok kanser olan var ama bu geminin arz ettiği tehlikelerin ne yazık ki on mislini her sene, rutin gündelik felaket olarak Aliğa’da  yaşıyoruz.

Çocuklarımızın, belki doğmamış çocukların asbete maruziyetten kanser olmaması için mücadeleyi yükseltmek gerekir. Bizim nesil için biraz geç kaldık, özellikle de şehirlerde. O yüzden gelin Sao Paulo üzerinden gemi sökümün nasıl vahşi yapıldığını, bunun atık yönetimi zinciri içerisinde nasıl gıda zincirine zehirlenme olarak yansıdığını konuşalım diyoruz. O yüzden psikolojiyi halk sağlığına bağlayan bir hat var burada sanırım.

Brezilya’da niçin sökülmüyor da bu gemi acaba Türkiye’de sökülüyor?  

Bu gemi Fransız donanmasının 1960’ta inşaatı bitmiş en şanlı amiral gemilerinden biri. Fransız donanması tarafından nükleer testlerinde, Fransız Polinezyası’nda kullanmış. İkiz gemisi olan Clemenceu da aynı dönemde bir sene önce üretildi, tam da bu kampanya yapıldığı zaman. Bunu üreten, bundan faydalanan Fransa’nın Hindistan‘a bir de üzerine hurda çelik parası kazanarak ihraç etmemesi lazım diyerek Pasifik’ten geri döndürülmüştü. Geminin Fransa’da sökülmesi ve Fransız donanmasının tüm söküm masraflarını üstlenmesi için sürdürülen mücadele  2007’de kazanıldı.

Sao Paulo için ilk sorumluluk Fransız donanmasında. Gemiyi 2000’de elden çıkarıyor ve Brezilya donanmasına satıyorlar. İkinci sorumluluk da bunun Türkiye’ye “ittirilmesinde” .

Aslı Odman.

Bir de işin teknik yanı var. Çevre bakanlığı bu işin Türkiye ve Hindistan’da yapıldığını söyleyerek övünüyor ya. Bu övünülecek bir şey değil. Dünyada Çin de çekildikten sonra endüstriyel ölçekte gemi söken dört ülke kaldı. Çin “kendi gemimi sökerim, başkasınınkini de almam” deyince, Türkiye, Hindistan, Bangladeş ve Pakistan‘a kaldı bu işler. Bu övünülecek bir şey mi? Aynen plastik ithalatımız gibi. Bırakın gemi sökümünü geçen sene Türkiye Avrupa’dan en fazla katı atık ihraç etmiş ülke. Bunların en ağırlıklı kısmı ise hurda metal.

Biraz önce anlattığım kurşunlu boya, kadyumlu boya, zehirli boyalar, bütün o çelik fabrikalarında eritildiği zaman havaya karışıyor ve tarım havzalarına iniyor ve gıda zincirini zehirliyor. Dünyanın atık merkezi olmak ve bundan da çok dar bir elit kesimin kar etmesi ve bütün bedellerin ise canlılara, ekosistemi ve topluma yüklenmesinin övünülecek hiçbir yanı yok bizim için.

Çin bu yüzden sökmüyor, Fransa’da sökmüyor. Hindistan da sökmüyor. Türkiye’ye gönderiliyor. Orada bir ince nokta da var. Türkiye gemi sökmede uzmanlaşmayı öyle bir noktaya götürdü ki 22 tersaneden sekizi Avrupa Birliği gemi söküm mevzuatı gereği sertifika aldı. Bu durumu meşrulaştırıyor gibi görünüyor. Ancak biz bu  sertifikaları alan işletmelerde ISO’ların nasıl işlemediğini, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi‘nden de biliyoruz.

AB mevzuatına uygun sertifika var ama ne kadar uyuluyor?

İnsan bedeni, ekosistemin bedenidir. Daha yakın zamanda 30 Haziran’da Avrupa Birliği’nin gemi söküm mevzuatını revize etmek için yaptığı kanıt çağrısına cevap verdik.  Spot olarak yapılan ve tersane yöneticileriyle konuşulup sahada yapılan denetimler iş cinayetlerinin çok yüksek insidansı, meslek hastalığının bir tane bile tanısı olmaması. çelik ergitme fabrikalarına kadar giden atık yönetim sistemlerinin belgelenmiş, haritalanmış olmaması,  deniz içerisinde belgelenme yapılmış olmaması, Avrupa Birliği sertifikalı gemilerde de iş cinayetlerinin yoğunlaşıyor olması, asbest rakamlarının usulüne göre bertaraf edilenle uyuşmuyor olması gibi konular;  bu sertifikasyon sisteminin tersane bazında spot olarak ele alındığını ve işlemediğini gösteriyor.

Türkiye kurşun zehirlenmesinin bedendeki sonuçlarını 6.3 milyon kişi yaşıyor. Geçen seneki bu çalışmayı gıda mühendisi Bülent Şık yazmış.  Türkiye’de kabul edilen değerin üstünde kanında kurşun taşıyan çocuk sayısı 19 milyon. 0-14 yaş çocuklarda ise 6.3 milyon. Bu nereden geliyor? Bizim yalnızca sertifikaya bakacak  lüksümüz yok. Çünkü bu enkaz bizim. Bununla biz yaşayacağız. O karların nereye aktığı bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren çocuklarımız, canlılarımız ve geri dönüşsüz hasar verilen ekosistemler.

Sökülen asbestler ne yapılıyor? Ne yapılması gerekiyor? Saklanıyor mu bir yerde? Bir şeye dönüştürülüyor mu? Bunun bir yasal düzenlemesi var mı?

Şimdi yasal düzenleme çok iyi. Söz konusundaki mevzuat AB ile  tamamen uyumlaştırıldı. 2010’da her şekliyle üretim, tüketim yasaklandı. Kısmen “amyant” adı altında halen Türkiye’ye girdiğini bilsek bile artık öyle kitlesel yapılmıyor. Ama bizdeki sorun artık ithalat, ihracat değil. Hali hazırda var olan, yıkım sırasında ortaya saçılan. Uyuyan devi uyandırmak gibi..

Türkiye’nin neredeyse bütün su boruları bir dönemde İller Bankası asbestli çimentolu su borusu ürettirdiği için bununla yapılmış. Bugün belediyelerin gururla sunduğu “su borularının değiştirilmesi” çalışmaları, her fotoğraf  birer yıkım suçu esasında. Yıktığınızda bütün o lifler havaya salınıyor.

En son 1 Temmuz 2022’de, çok güzel bir bina yıkım yönetmeliği de hayata geçip yürürlüğe girdi. Burada her binanın artık asbest belgesi, yani asbest olmadığına dair belge ibraz edilmesi gerekiyor.

Bu kanun ve mevzuat birkaç sene bizi idare eder. Ama asıl sorun uygulamada. Bu asbest yakılmıyor, yok edilmiyor, hava almayacak paketler halinde güvenli yerlere gömülüyor deniyor. Ama yeni rakamları Çevre Bakanlığı’ndan öğrendik; beş senede, 714 gemiden 250 ton çıkardık dediler. Bunu uzmanlara sorduğumuzda epey komik bir rakam olduğunu söylüyorlar. Gemi söküm sanayi çok izole bir bölgedir Türkiye’de.

Kentsel dönüşümde kimin eli kimin cebinde, kim, nerede, ne binayı yıkıyor, bilmiyoruz. Şu anda herkes olduğu yerden pencereyi açıp baksın, kaç yıkım görecek? Bu binalarda belediyeler, müteahhit şirketlerle ne yazık ki belli ilişkiler içerisinde. Hızlı yıkım, hızlı yapım şeklinde işleyen bir piyasa var.

Halbuki asbestin ölçümü yapılmalı, çıkarsa tamamen karantina şartlarında, tamamen kontamine ederek ve dışarı bir tane lif bile çıkmayacak şekilde kapatma yapılmalı. Sulamayla olacak iş değil yani.  İşçilerin bu zehirli maddeyi hiç bir şekilde solumaması için, tek kullanımlık uygun koruma kıyafetleri giydirilmeli, üç saatte bir vardiyalar değiştirilmeli.  Yıkımların ancak bu şartlarda yapılması lazım. Türkiye’de böyle bir yıkım gören varsa mesaj atabilir ya da bizi bilgilendirebilir. Ben de bilmek isterim.

‘Kamu otoritesi verileri gizliyor’

Gerek konutlar, gerekse Ankara Hava Gazı Fabrikası, Buca Cezaevi, piyale fabrikası gibi çok yoğun kullanılmış fabrikalarda çok yüksek oranda asbest kullanılmış. Belediyelerin ibraz ettiği “usulüne uygun,  asbest döküm uzmanlarınca, full kontamine ortamda dekontamine ettik” diye açıkladığı rakamlar komedi.  Yıkılan tüm binaların üçte ikisi asbest içerikli.

Elimizde kamusal veri yok. Çevre Bakanlığı verileri vermiyor.

Binalar yıkılırken ortaya çıkan asbest sayesinde o bölge tamamen asbeste bulanıyor. Sadece uçuşan lifler değil, onun bulaştığı çatılar, betonlar, her şey. Ve elbette, bu kadar asbesti bertaraf ederken ortaya çıkan molozlar, hafriyatlar, bunları taşıyan sarı kamyonlar.. Durum bu kadar vahim.  Sözün sonu, Sao Paulo ile Brezilya’dan kabus falan ithal etmemize gerek yok. O kabusun içinde, o sokaklarda yaşıyoruz zaten uzun zamandır biz.