Ana Sayfa Blog Sayfa 784

Rusya Kuzey Akım-1 gazını kesti, Avrupa’da fiyatlar yüzde 30 arttı

Rusya‘nın Avrupa‘ya gaz tedarik ettiği ana boru hatlarından Kuzey Akım 1 üzerinden gaz akışını kesmesiyle birlikte gaz fiyatları yükseldi. Gaz fiyatlarının bugün yüzde 30’dan fazla artması Avrupa Birliği‘ni (AB) harekete geçirdi. AB enerji bakanları cuma günü krizi görüşmek üzere bir araya gelecek.

BBC‘nin ulaştığı taslak metne göre enerji fiyatlarıyla mücadele için getirilen öneriler arasında gaz dışındaki enerji kaynakları için geçici tavan fiyatı uygulaması, elektrik talebinin azaltılması ve enerji piyasasına destek paketleri yer alıyor.

Rusya, cuma günü Kuzey Akım 1 boru hattının üç gün sürmesi planlanan bakım çalışması sonrasında yeniden açılacağını açıklamıştı ancak borularda bir sızıntı olduğu ve kesintinin devam edeceği belirtildi. Boru hattının ne zaman açılacağı ise açıklanmadı.

Rusya gaz akışını yine kısıyor, AB tasarruf yapmaya çalışıyor
AB, üye ülkelerden gaz tüketimlerini yüzde 15 azaltmalarını istedi

Art arda yardım paketleri açıklanıyor

Avrupa çapında bazı hükümetler de artan enerji maliyetleriyle mücadele için art arda planlarını açıklıyor.

Almanya‘nın pazar günü açıkladığı 65 milyar euro’luk destek planı, ekonomik açıdan en kırılgan kişilere tek seferlik ödemeler yapılmasını ve yoğun enerji tüketen firmalara vergi indirimleri yapılmasını öngörüyor. İsveç ve Finlandiya da enerji şirketlerine yönelik milyarlarca dolarlık destek paketleri açıkladı. İsveç hükümeti, temerrüde düşme riskiyle yüz yüze olan enerji şirketlerine 23 milyar euroyu bulan likidite garantileri vereceğini duyurdu. Finlandiya hükümeti de şirketlere sağlanan garantiler için 10 milyar euro ayrıldığını açıkladı.

AB raporu: Fosil yakıt altyapısına yeni yatırımlar olmadan da enerji güvenliği sağlanabilir

 Çek Cumhuriyeti‘nin başkenti Prag‘da ise enerji fiyatlarının yükselişini protesto eden yaklaşık 70 bin kişi koalisyon hükümetini eyleme geçmeye ve AB ile NATO’ya karşı çıkmaya çağırdı. AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti’nin cuma günü yapılacak bakanlar toplantısında enerji türev piyasalarının geçici olarak kapatılması ve enerji piyasası katılımcıları için Avrupa’da kredi desteğinin sağlanması gibi önerileri sunması bekleniyor.

Kuzey Akım 1 boru hattı, St Petersburg yakınlarındaki Rusya kıyılarından kuzeydoğu Almanya’ya kadar uzanıyor ve günde 170 milyon metreküpe kadar gaz taşıyabiliyor.

Kısa mesafe uçuşları için bir ‘ayar’ da PSG’ye: Hızlı tren kullanın

Fransa’da Birinci Futbol Ligi takımlarından Paris Saint-Germain (PSG) futbolcularının, Nantes‘ı 3-0 yendikleri deplasman maçına hızlı tren yerine uçakla gitmeleri “hava kirliliği” polemiğine yol açtı.

Fransız demir yolu şirketi SNCF Direktörü Alain Krakovitch, PSG Community Twitter hesabından kulüp oyuncularının uçak içinde eğlenmesinin yer aldığı görüntülü paylaşımına “Paris-Nantes (yüksek hızlı tren) TGV ile 2 saatten daha kısa mesafededir” yorumuyla tepki gösterdi.

Krakovitch, açıklamasının devamında, “Güvenlik, hız, hizmet ve çevreci ulaşım gibi özel ihtiyaçlarınıza, ortak çıkarlarımıza göre uyarlanan TGV teklifimizi yeniden hatırlatıyorum” dedi.

Kylie Jenner’ın özel jeti gündemde: Yüzde 1, iklim için üzerine düşeni ne zaman yapacak?

PSG’den yanıt: Tren yoktu

PSG ise, Associated Press‘in sorularına yanıt olarak, maçtan sonra takımı Paris’e geri götürebilecekleri, gece geç saatlerde TGV treni olmadığını ve bunun, geceyi Nantes’ta geçirmek zorunda kalmalarına neden olacağını söyledi.

Bir kulüp sözcüsü de PSG’nin “tüm koşullar yerine getirildiğinde trene binme fikrine hiç kapalı olmadıklarını” ve Fransız demiryolu şirketi SNCF ile görüştüklerini kaydetti. Ancak kulüp, charter uçuşlarının daha esnek olduğunu ve toplu taşıma araçlarını kullanırken oyuncuların ve kamu güvenliğini de dikkate alması gerektiğini de ekledi. Sözcü, ekibin kısa yolculuklar için otobüsleri giderek daha fazla kullandığını belirtti.

Fransız basınında da PSG’nin ulaşımda 1 saat 56 dakika süren yüksek hızlı tren yerine 1 saat kadar süren uçağı tercih etmesi eleştirildi. PSG’li ünlü futbolcu Lionel Messi‘nin yolculuklarında sık sık özel jet kullanması da sık sık gündeme getiriliyor.

Fransız merkezli Attac Derneği, Messi’nin hazirandan bu yana özel jetle 52 seyahat gerçekleştirmesiyle 1502 ton karbon salındığına, bunun, Fransa’da 1 kişinin 150 yıllık karbon ayak izine denk geldiğine dikkat çekerek jet kullanımının azaltılması çağrısı yapmıştı.

Özel jetlerin iklime etkisi zannedilenden çok daha dramatik

Fransa Profesyonel Futbol Ligi (LFP) 2020’de yaptığı araştırmada, 2019-2020 sezonunda Fransa birinci ve ikinci lig takımlarının seyahatlerinin yüzde 65’ini uçak, yüzde 31’ine otobüsle yapmasına karşın sadece yüzde 4’ünde tren tercih ettiklerini ortaya koymuştu.

Pakistan’da ‘küçük kıyamet’: Ülkenin üçte biri sular altında kaldı

Pakistan son dönemin en büyük sel felaketlerinden birini yaşıyor. Daha önce benzeri görülmemiş ve haftalardır süren muson yağmurlarının etkisiyle ülkenin üçte biri su altında kaldı, can kaybı 1.300’e yaklaştı,

Ülkeden gelen fotoğraflar ve görüntüler, yükselen sulara kapılan çok katlı otelleri, parçalanan yolları ve köprülere çarpan dalgaları yansıtıyor. Milyonlarca insan ise yerinden edilmiş durumda.

Pakistan Başbakanı Shehbaz Sharif başta olmak üzere yetkililer, ülkesini kasıp kavuran ve “kıyamet” olarak adlandırdıkları selin videolarını göstererek, dünyanın en savunmasız bölgelerinden birine aşırı hava koşullarına bağlı felaketleri getirmekten sorumlu tuttukları gelişmiş ülkelerden yardım istedi.

Pakistan sel felaketini ‘iklim felaketi’ ilan etti: Ölü sayısı bini aştı

Şerif, “Herhangi bir çelişki korkusu olmadan söyleyebilirim ki bu,  muhtemelen Pakistan tarihindeki en kötü durum” dedi.

Yaklaşık 220 milyon nüfuslu Güney Asya ülkesi, art arda sekiz hafta süren şiddetli yağışların ardından yaşadığı eşi görülmemiş krizle baş etmekte güçlük çekiyor. Pakistanlı yetkililer, selin 1.300 kişinin hayatına mal olduğunu, 33 milyondan fazla insanı etkilediğini, 1 milyon evi ve yaklaşık 2.200 millik yolu yok ettiğini açıkladı. 500 bini aşkın kişi kamplara toplandı ve birçoğunun gidecek hiçbir yeri bulunmuyor.

‘Gelişmiş dünyanın bizi görmesi gerek’

Ölüm sayısının ve ekonomik yükün artması, ekonomik olarak kırılgan ve siyasi olarak bölünmüş bir ülkeye stres katması bekleniyor.

Planlama ve Kalkınma Bakanı Ahsan İkbal,İslamabad’da gazetecilere verdiği demeçte, “Bu durumu özellikle gelişmiş dünyanın görmesi gerek. Bugün Batı’daki insanların zevk aldığı yaşam kalitesinin bedelini gelişmekte olan dünyada birileri ödüyor” diye konuştu.

Güney Sindh eyaletinin Khairpur bölgesinde, en çok etkilenen köylerden birinde yaşayan 35 yaşındaki çiftçi Zahid Ali Jalalani, son iki aydır aralıksız yağmur yağdığını, köydeki su seviyesinin önceleri yavaş yavaş yükseldiğini ve ardından bir gecede sel geldiğini Washington Post‘a anlattı:

“Geçen hafta bir gece, karım ve iki çocuğumla birlikte, tek odalı evimizde dinlenirken, yakındaki bir kanal patladı ve evlerimize çarptı. Köyün bazı kısımları anında 10 metre su altında kaldı. Duvarlar sallandığı için deprem olduğunu zannettik. Bunun ‘yargı günü’ olduğunu, hayatta kaldığımız son saat olduğunu düşündük”.

Köyde boyunlarına kadar su altında kalan vatandaşları kurtarmak için koştuklarını ama pek bir şey yapamadıklarını anlatan Jalalani, “Evlerinin duvarları çöktüğünde yaklaşık 250 köylü yaralandı. Bir adam evinde boğuldu. Başka kimlere ne oldu, hiç bilmiyoruz” diye konuştu.

İklim değişikliği sorunu büyütüyor

Aile şu anda geçici ve derme çatma bir kampta yaşıyor ve o ve diğer kurtulanlar, aynı şeyi bir daha yaşama olasılıkları olduğu için geri dönmek istemeseler de nereye gideceklerini bilmiyorlar.

Meteoroloji ve iklim uzmanları ise dünya çapında artan aşırı hava olaylarının gezegenin yükselen sıcaklıklarından kaynaklandığına dikkat çekiyor. Daha yüksek sıcaklıklar, atmosferde daha fazla su birikmesi anlamına geliyor. Yükselen her bir derece için havada yaklaşık yüzde 4 daha fazla su tutulabiliyor ve bu durum da ya aşırı yağışlara ya da muson gibi sert yağmurların güçlenmesine neden oluyor. 

Son haftalarda ise Pakistan’ın bazı bölgelerinde 30 yıllık ortalamanın yaklaşık dört katı daha fazla yağış görüldü. Sindh’de, Karaçi şehri son iki ayda yaklaşık 122 cm.  yağış gördü. Çöl iklimine sahip olan finans merkezi, genellikle yılda 25 cm’den az yağış alıyor.

Suyu boşaltacak yer yok, bütün ülke okyanus gibi

Pakistan iklim bakanı Sherry Rehman, hükümetin son haftalarda Karaçi’ye su pompaları dağıttığını, ancak bunun da pek bir işe yaramadığını belirtti: “Suyu nereye boşaltıyorsunuz? Burası, acımasız gökyüzünün altında bir okyanus gibi.”

Sel, Pakistan için özellikle zor bir zamanda yaşandı. Ülkede felaketten önce bile  yükselen küresel emtia fiyatları ve ABD dolarındaki artış nedeniyle yerel paralarının değerinde keskin bir düşüş yaşanmış, elektrik ve gıda fiyatları artmıştı. Pakistan’ın talebini pazartesi günü onaylayan Uluslararası Para Fonu (IMF) kurtarma paketi kapsamında 1.1 milyar doları serbest bıraktı. Ancak sel felaketinin zaten sallantıda olan ekonomiye 10 milyar dolarlık bir zarar daha vermesi bekleniyor.

Pakistan ve Hindistan aşırı sıcaklarla mücadele ediyor: Cehennemde yaşıyoruz

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, geçen hafta Birleşmiş Milletler‘in 3 milyon dolarlık katkısına ek olarak, Pakistan’a  30 milyon dolarlık insani yardım açıklamıştı. BM, yetkilileri dünyanın dört bir yanından daha fazla katkı sağlanması çağrılarını tekrarlarken, Pakistan için yeni bir sel yardım planı başlattığını da bildirdi.Pakistan’daki BM insani yardım koordinatörü Julien Harneis, “Bu süper sel iklim değişikliğinden kaynaklanıyor ve nedenleri de uluslararası. Bu yüzden uluslararası dayanışma gerektiriyor” dedi. 

Sel felaketine yeterince müdahale etmedikleri için eleştirilen Pakistanlı yetkililer ise hiç bir planlamanın felaketi hafifleştirmeyeceği görüşünde. İklim bakanı Rehman, ülkenin sonunda dünyanın başka yerlerini vuracak olan aşırı hava koşullarının bir ön izlemesini yaşadığını söyledi:  “Gerçekten ortaya çıkan iklim felaketinin ön saflarındayız. Bizden sonra başkalarının başına da gelecek. Hepimizin farkına varmamızın zamanı geldi.”

İklim Adaleti Hareketi’nden çağrı

Pakistan’daki iklim felaketine dair İklim Adaleti Hareketi oluşumu da 9 Eylül’de kitlesel bir eyleme hazırlanıyor. İklim Adaleti Hareketi’nin, eylem çağrısında şu ifadelere yer verildi:

“Pakistan’ın üçte biri sular altında kaldı, binlerce kişi öldü, evler yıkıldı ve topraklar yok oldu. Pakistan iklim krizinden en az sorumlu olan ülkelerden biri, ancak en çok acıyı o çekiyor.

Fosil yakıt endüstrisi ve onu destekleyen kapitalist sistem, krizin doğrudan sorumlusu. Bu sistemi yıkmalı, uluslararası dayanışmayla sorumlularını şimdi durdurmalıyız!

Yüzyıllardır sömürgeleştirilen ve sömüren ülkelerin ve iklim yıkımından çıkar sağlayan şirketlerin, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Pakistan’ın borçlarını silmesiyle başlayarak tazminat ödeme ve sorumluluk alma zamanı geldi.

Her yerde insanları fosil yakıt altyapısına veya finans kuruluşlarına karşı doğrudan eylemlerde bulunmaya veya 9 Eylül’de sokaklarda kitlesel bir gösteri düzenlemeye çağırıyoruz.

Bugün sahada neler olduğunu dinleyeceğiz. Eylem günü için siyasi çerçeveyi ve talepleri anlayacağız, halihazırda neler planlandığını öğreneceğiz ve tüm soruları ele alacağız.

Fridays For Future Belucistan‘dan Yusuf Baluch, Ammar Ali Jan ve Dr Alia Haider ile Pakistan’dan diğer aktivistler ile birlikte olacağız.”

Eylem çağrısıyla ilgili detaylı bilgi için tıklayın.

İklim değişikliğine karşı geliştirilen bir teknolojinin patentini almak etik mi?

Leah Garden‘ın Greenbiz‘de yer alan bu makalesi, Yeşil Gazete‘nin de parçası olduğu küresel gazetecilik ağı Covering Climate Now (CCNOW) işbirliğinin bir parçasıdır.

*

Ocak 2021’de göreve yeni başlayan Başkan Joe Biden,”ABD‘nin, dünyayı sürdürülebilir bir iklim yoluna koymak için hem ikili hem de çok taraflı olarak diğer ülkeler ve ortaklarla birlikte çalışacağına” dair söz veren Executive Order (EO) 14008‘i isimli Yürütme Kararı‘nı imzaladı.

Bu imza, iklim teknolojisi topluluğu için geniş kapsamlı etkiler yaratacak olmasına rağmen, nispeten az tantanayla atıldı.

EO 14008 esasen, iklim değişikliğini azaltma çabalarını federal hükümetin öncelik listesine geri yerleştirdi. Bunun bir parçası olarak ABD Patent ve Ticari Marka Ofisi (USPTO) Haziran ayında heyecan verici yeni bir program duyurdu: İklim Değişikliği Azaltma Pilot Programı (CCMPP).

Resmi duyuruya göre CCMPP, “sera gazı emisyonlarını azaltan yenilikler için patent başvurularının incelenmesini hızlandırarak iklimi olumlu yönde etkilemek” için hayata geçirildi. Uygulama, iklim teknolojisinin üretimini ve dağıtımını potansiyel fon sağlayıcılara ulaştırmayı amaçlıyor: Bir ABD patenti almak, teknolojinin uygulanabilirliğini artırarak fikri mülkiyetin değerini koruyor ve yatırımcıların hisseleri konusunda endişelerini gideriyor.

Kapitalist bir sistemde, bir patent fikri ve pratikliği mantıklıdır. Patentler, sahibine buluş için münhasır fikri mülkiyet hakları sağlar. Doğrudan bu buluşun kullanımından elde edilen kazançlar, yalnızca sahibine aittir.

Öyle ki Başkan Abraham Lincoln bile bir keresinde şöyle demişti: “Patent Sistemi, ilginin yakıtını dehanın ateşine ekledi.”

Şimdi, belirli bir teknoloji CCMPP’nin gerekli kriterlerini karşıladığında artık patent başvurusu onayı için ortalama 18 ay olan bekleme süresini atlayacak ve ayrıca başvuru ücreti de alınmayacak.

Peki ya bu uygulama faydadan çok zarar verirse?

Lincoln iklim değişikliğini öngörmedi

Geliştirilebilecek olası bir ‘sera gazı emisyonu azaltma teknolojisi’, bir kamu yararına hizmet edeceğinden ve iklim krizinin  gidişatını potansiyel olarak etkileyebileceğinden, kelimenin tam anlamıyla ölüm kalım riskleri göz önüne alındığında, bu buluşun mülkiyetinin böyle belirlenmesi potansiyel olarak riskli hale gelebilir.

Calgary Üniversitesi’nden ekonomi profesörü Aidan Hollis, yakın tarihli bir makalesinde iklim teknolojisi için patent alınmasının kolaylaşmasının olumsuz etkisini dile getirdi.

Karbondioksit salmadan alüminyumu eritebilen yeni bir teknolojiden bahseden Hollis, yeni uygulamanın zengin alüminyum üreticilerine ve makineyi lisanslamaya gücü yeten ülkelere sağlayacağı avantajı anlatıyor.

Ancak ardından, daha az varlıklı ülkeler ve üreticilerin, patentin süresinin dolması ve teknolojinin kamu malı haline gelmesi için 20 yıl beklemesi gerekeceğini söyleyen Hollis “Ancak gezegenimiz, onu kurtarmaya yardımcı olabilecek atılımlara erişmek için o kadar uzun süre bekleyemez” diye yazıyor.

Dünyanın dört bir yanındaki toplulukların iklim değişikliğinin etkisini keskin ve acılı bir şekilde hissettiği bir zamanda, potansiyel olarak yaşamı değiştirebilecek bir teknolojiniye erişimi ellerinden almak, ahlaki ve etik ikilemler doğuruyor.

Bir kişi veya grup sel veya kuraklığı ve bununla bağlantılı can kaybını önleyebilecek bir teknoloji geliştirirse, bunun üzerindeki mutlak gücün ve dağıtıcı kontrolünün sahibi olmasına izin verilmeli midir?

2030 yılına kadar küresel sıcaklık artışını durdurmak için zamanın giderek daraldığını da düşünürsek, bu amaca yardımcı olacak herhangi bir teknolojinin patentlenmesine bile izin verilmeli mi?

Erişilebilirlik açısından iklim teknolojisinin patentlenmesi kavramı, aşırı hava koşullarının ve kıtlıkların tüm yükünü yoksulların çekeceğine ancak zenginlerin iklim krizinin fırtınasını daha hafif atlatacağına dair fikri güçlendiriyor mu?

Tersine, teknolojiyi yaratan bireylerin, çabalarının karşılığı olmadan iklim krizini çözmenin yükünü omuzlamaları beklenmeli midir?

Ve bu patent programı tam olarak kime yöneliktir?

Pilot programın “Nitelikler” bölümündeki net olmayan dil nedeniyle, hemen akla bir soru geliyor: Sera gazına dair etkileri sadece bir yan unsur olan bir teknoloji de CCMPP’deki buhızlandırılmış başvuru sürecine hak kazanabilir mi?

Açıklamak için bir örnek: X Şirketi evleri hidrokloroflorokarbon salmadan soğutmanın bir yolunu buldu. Bu aslında asıl amacına yani binaları soğutmaya hizmet etse bile sera gazı emisyonunu azaltma etkileri sayesinde X Şirketi CCMPP aracılığıyla hızlandırılmış patent onayı için başvurabilir mi?

Bu tür uygulamaların devam etmesine izin vermek mantıklı olacaktır.

Ancak dil net olmadığı için, yan unsurlarkarşı çıkanlar, başvuranların kendi ekonomik amaçlarını ilerletmek için pilot programdan yararlanabileceklerini kolayca iddia edebilirler.

Bu iddia, CCMPP’nin ‘belirsiz’ başvuru gerekliliklerinden biri tarafından da destekleniyor: “Başvuru sahibi, hızlandırılmış patent incelemesinin iklim üzerinde olumlu bir etkisi olacağına dair iyi niyetli bir inanca sahiptir.”

“İyi niyet inancı”nın anlamı içinde çok fazla öznellik barındırıyor.

Başka bir örnek: X Şirketi, ürününden hidrokloroflorokarbonların toksik salınımını ortadan kaldırmıştır, ancak X Şirketinin gerçek amacı, iklim üzerinde olumlu bir etki yaratmak için sera gazı emisyonlarını azaltmak değil, binaları soğutmak ve soğutma üniteleri satmaktır. Bu durumda CCMPP, X Şirketi için haksız bir ekonomik avantaj sağlayan hızlandırılmış bir pazar yolu olarak görülebilir.

Biden yönetimi, eşit olmayan erişilebilirliğin tarihsel örneğini ele almayı amaçlıyor.

Beyaz Saray, Justice40 Girişimi ile “belirli Federal yatırımların genel faydalarının yüzde 40’ının marjinalleştirilmiş, yetersiz hizmet alan ve kirlilikten aşırı yüklenmiş dezavantajlı topluluklara akacağına” söz verdi.

Groundswell’in CEO’su ve Obama hükümetinde Beyaz Saray Yönetim ve Bütçe Ofisi’nin kıdemli danışmanlarından Michelle Moore, Justice40 vebu CCMPP arasındaki bağlantı hakkında konuştu:

“USPTO’nun iklim hafifletme teknolojileri için patent sürecini güçlendirme programı, aynı zamanda, tarihsel olarak yeterince temsil edilmeyen bilim insanlarına, araştırmacılara, yenilikçilere, girişimcilere ve mucitlere de fayda sağlayacak ve bu; IRA’nın tarihi yatırımıyla inovasyonun zenginlik oluşturma vaadini gerçekleştirmeye  yardımcı olacak.”

Hem Justice40 programı hem de CCMPP, EO 14008 sayesinde, ilkinin etkinliğini, ikincisine fayda sağlamak için kalıcı bir şekilde birbirine bağlayarak başladı.

Düşünüldüğü gibi olursa federal bürokrasi, şimdiye kadar evrensel erişilebilirliği arttırırken aynı zamanda iklim teknolojisi sektörünün teşvik edilmesine de yardımcı olacaktır.

Ancak tüm hükümet girişimlerinde olduğu gibi programın gerçek başarısını veya başarısızlığını yalnızca zaman gösterecek.

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin yeni lideri ve başbakan Liz Truss

Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Liz Truss, iktidardaki Muhafazakar Parti’nin yeni lideri seçildi. Truss yarın Kraliçe 2. Elizabeth tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilecek ve ülkenin yeni başbakanı olacak.

Başbakan Boris Johnson‘ın istifası sonrası Muhafazakar Parti’de liderlik yarışı partinin meclis grubundaki oylamalarla başlamış, bu oylamalarının sonuncusunda eski Maliye Bakanı Rishi Sunak ve Liz Truss ilk iki sırada yer almıştı.  Muhafazakar Parti’nin yeni liderini, dolayısıyla da İngiltere’nin yeni başbakanını partinin üyeleri seçti.

Seçimde partinin 172 bin 438 üyesi oy kullandı. Oyların 81 bin 326’sını Liz Truss, 60 bin 399’unu Sunak aldı. 654 oy geçersiz sayılırken, seçime katılım oranı yüzde 82,6 oldu.

İlk gündem maddesi enerji krizi

İngiltere’de Muhafazakar Parti’nin kazandığı son genel seçim 12 Aralık 2019’da yapılmıştı.

Liz Truss’ın başbakan olarak erken seçime gitme zorunluluğu bulunmuyor.  Truss’ı yeni görevinde bekleyen ilk zorluk enerji kriziyle mücadele olacak.  Truss seçimden hemen önce BBC‘ye yaptığı açıklamada, başbakan olması halinde bir hafta içinde enerji krizine çözüm bulmaya yönelik bir planı kamuoyuna açıklama sözü vermiş; halkın “enerji faturalarını ödeyebilmesine yardımcı olmak için derhal harekete geçeceğini” söylemişti.  Enerji faturalarının dondurulmasının da seçenekler arasında olduğu bildiriliyor.

Liz Truss, Margareth Thatcher ve Theresa May‘den sonra ülkenin üçüncü kadın başbakanı oldu.

Johnson’ın istifa kararı sonrasında Muhafazakar Parti liderliği ve başbakanlık yarışında öne çıkan isimlerden biri olan Truss’ın milletvekilleriyle yaptığı özel görüşmelerde sığınmacıları Türkiye’ye gönderme planını gündeme getirdiği 16 Temmuz’da ortaya çıkmıştı.

İklim örgütlerinden ortak talep: Türkiye 2030’a kadar emisyonlarını yüzde 35 azaltmalı

İklimle ilgili çalışan sivil toplum örgütleri, Kasım 2022’de Mısır’da gerçekleştirilecek Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi (COP27) öncesinde sera gazı emisyonu azaltım hedefini güncellemesi beklenen Türkiye’nin, 2053’te net sıfır hedefine ulaşabilmesi için 2020 yılına kıyasla 2030’da en az yüzde 35 mutlak emisyon azaltımı hedeflemesi gerektiğini açıkladı.

Bu, 2053 yılı için sera gazı emisyonlarını net sıfır seviyesine indireceğini açıklayan Türkiye’nin, emisyonlarını 2020 yılındaki 523,9 MtCO2e (milyon ton karbondioksit eşdeğeri) seviyesinden 340 MtCO2e’ye indirmesi anlamına geliyor. 

İklim krizinin önüne geçmek için küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan Paris Anlaşması, 191 ülke tarafından onaylanmıştı. Türkiye de 192. ülke olarak Ekim 2021’de anlaşmaya taraf oldu. Geçen yılki iklim zirvesine katılan tüm taraflar, bu yıl düzenlenecek COP27 öncesi emisyon azaltım hedeflerini iyileştirme konusunda anlaşmışlardı. Çünkü 1,5 derece eşiğini aşmamak için 2050 yılına kadar küresel çapta emisyonların net sıfır seviyesine inmesi şart.

Türkiye’nin 2030’da yüzde 35 mutlak emisyon azaltımı hedefine ulaşabilmesi için STK’ların önerileri şöyle:  

  • 2030 yılı itibariyle kömürden elektrik üretimine son verilmesi,
  • Elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının yüzde 75’e çıkarılması,
  • Elektrikli araçların payının binek araçlarda en az yüzde 20’ye, yolcu ve yük taşıma araçlarında en az yüzde 10’a çıkarılması,
  • Demiryolu yatırımlarının artırılarak binek araçlarda yüzde 5, karayolu toplu ulaşım ve yük taşımada yüzde 10 raylı sisteme geçiş sağlanması,  
  • Sanayi, hizmet sektöründe ve tarım uygulamalarında enerji verimliliği, elektrifikasyon ve doğrudan yenilenebilir enerji kullanımının artırılması, 
  • Binalarda ise kömür ve sıvı fosil yakıt kullanımının sonlandırılması, büyük ölçüde elektrikle ısınmaya geçilmesi. 

Ortak açıklamayı yapan örgütler ise şunlar:

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye), Ekosfer Derneği, Greenpeace Akdeniz , İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği (İDPAD), İklim İçin 350 Derneği, Sağlık ve Çevre Birliği HEAL, Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği (SEFiA), TEMA Vakfı, Yeşil Düşünce Derneği, YUVA, Kömürün Ötesinde Avrupa (Europe Beyond Coal), Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe).

Konuyla ilgili değerlendirme yapan uzmanların görüşleri ise şu şekilde:

Bengisu Özenç (SEFİA Direktörü):  Son araştırmalar Türkiye’nin aktif bir iklim politikası yürütmesi halinde milli gelirinin yüzde 7 artacağını gösteriyor. Türkiye enerjide yüzde 70’in üzerinde dışa bağımlı ve bu bağımlılığın temel nedeni petrol, gaz ve kömür. İklim krizini durdurmak için yapmamız gereken de bu üç fosil yakıtı kullanmayı bırakmak. Rüzgar ve güneşi merkeze alan, planlı bir enerji dönüşümü, ihtiyacımız olan teknoloji içeriği yüksek bir sanayi gelişimini ve bölgesel kalkınma fırsatlarını da beraberinde getirme potansiyeli taşıyor. İddialı bir 2030 hedefi bizi bu kazanımlara yaklaştırırken, Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefi konusundaki samimiyetini de ortaya koyacaktır.

Tanyeli Sabuncu (WWF-Türkiye İklim ve Enerji Programı Müdürü): Türkiye, bugün belirleyeceği iddialı iklim hedefleri ile karbonsuzlaşmayı hızlandırarak dönüşümün faydalarından daha erken yararlanabilir. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) tahminlerine göre enerji verimliliği, rüzgar ve güneş enerjisi alanında ilave yatırımlarla 2030 yılına kadar 300.000 ilave istihdam yaratmak ve yıllık milli gelirde 10-45 milyar TL ek kazanç sağlamak mümkün. Öte yandan Türkiye 2030 yılına kadar yeterli emisyon azaltımı sağlayamazsa, 2053 net sıfır hedefine ulaşabilmesi için, sonraki yıllarda çok daha hızlı, zorlu ve keskin emisyon azaltım eylemleri gerçekleştirmek zorunda kalacak ve ağır bir yük altına girecek.

Eylem Tuncaelli (TEMA Vakfı Çevre Politikaları ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı): Türkiye 2053 yılında net sıfır emisyona ulaşma hedefini ortaya koymuş durumda. Ancak bu hedefe hangi politikalar ve ara hedeflerle ulaşacağı net değil. Bu sebeple 2030 hedefi, 2053’e giden yolda oldukça önemli bir dönüm noktası. 2030 için sera gazı azaltımı hedefi koymanın yanı sıra somut eylemler içeren bir yol haritası hazırlanması ve toplumsal, ekolojik dönüşümü adil geçiş ilkeleriyle planlaması oldukça önemli.”

Ersin Tek (Greenpeace Akdeniz Genel Direktörü): Türkiye’nin, net sıfıra giden yolda atması gereken adımlar arasında, enerji politikasında fosil yakıtın terk edilmesi merkez önemde yer alıyor. Fosil yakıta bağımlılık, hem yerel, hem de ulusal ölçekte büyük maliyetler yaratıyor. Özellikle elektrik üretiminde adil dönüşüm perspektifinin eşlik edeceği bir kömürden çıkış politikası; Türkiye’nin iklim hedeflerine ulaşmasında büyük rol oynayabilir.

Prof. Ebru Voyvoda (ODTÜ Öğretim Üyesi): 2053 net sıfır emisyon hedefi doğrultusunda oluşturulacak politika önerileri, gerek Türkiye gerekse küresel ekonominin şartlarını göz önünde bulundurarak, hak temelli yaklaşımı ve aynı zamanda teknolojik dönüşüm, ticaret, finans ile uluslararası politikanın 1,5 derece hedefiyle uyumu içselleştirmeli. 2030 tüm bu hedeflerin somutlaştırılması için kritik bir ara yıl. Türkiye için, enerji sektörü kaynaklı emisyonları ağırlıklı olarak inceleyen bilimsel çalışmalar, elektrik üretiminde kömür kullanımını aşamalı olarak sonlandırarak, ulaşım ve sanayide ise büyük yapısal değişikliklere gitmeden önlemler alarak, Türkiye’nin 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını 340 Mt CO2e seviyesine indirmesinin gayet gerçekçi ve mümkün olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin mevcut hedefi nedir? 

Türkiye, 2015 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Sekreteryasına sunduğu Ulusal Katkı Niyet Beyanı’nda (INDC) 2030’a kadar mevcut politikalar senaryosuna kıyasla en az %21 emisyon azaltımı hedefi vermişti. Bu hesaplama, mutlak azaltım değil artıştan azaltım hedefi ile yapıldı ve şu anlama geliyor: Türkiye, güncel emisyonları 430 MtCO2 iken, 2030 yılına kadar hiçbir aksiyon almazsa emisyonlarının 1.175 MtCO2e’ye çıkacağını hesapladığını, iklim eylemleri ile bunu 929 MtCO2e’de sınırlamayı hedeflediğini açıkladı. Bu hedef, her ne kadar “azaltım hedefi” olarak adlandırılsa da, sayılardan da görüleceği üzere azaltım hedefi doğrultusunda bile emisyonların 2030’a kadar iki katına çıkması anlamına geliyor. 

Mutlak azaltım nedir? 

Mutlak azaltım, güncel emisyon miktarından azaltım hedeflemek anlamına gelir. Örneğin Türkiye’nin bugüne kadarki en yüksek sera gazı emisyonu 2017’de 528 MtCO2e olarak gerçekleşti. Sivil toplumun bültene konu olan hesaplamasında ise iklim hedefi mutlak azaltım yöntemiyle hesaplanarak en güncel veri olduğu için 2020 sera gazı emisyon düzeyi referans alındı: 523,9 MtCO2e. 2030 yılında %35 mutlak azaltım için emisyon miktarının 340 MtCO2e’ye inmesi gerekiyor. 

Net Sıfır nedir?

Net sıfır emisyon; insan faaliyetleri sonucu (fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma, atık yönetimi, hayvancılık, vb.) atmosferde biriken sera gazı miktarının, yine insan faaliyetleri ile sağlanan azaltım miktarı ile (yutak alanların restorasyonu, doğa tabanlı karbon tutma ve yakalama vb.) birbirini dengelemesi anlamına geliyor.  

Diğer yandan “karbon nötr” ifadesi ise atmosfere salınan karbondioksit (CO2) miktarı ile yutak alanların tuttuğu karbondioksit (CO2) miktarı miktarının birbirini dengeler hale gelmesi anlamına geliyor.

Bir başka deyişle karbon nötr kavramı yalnızca CO2 emisyonlarının dengelenmesini ifade ederken net sıfır emisyon CO2 de dahil olmak üzere tüm sera gazı emisyonlarının dengelenmesine işaret etmektedir. CO2 toplam sera gazı emisyonlarının % 76’sını oluşturduğundan iklim kriziyle mücadelede CO2 azaltımına daha çok vurgu yapılıyor. 

Paris İklim Anlaşması Nedir?

Paris İklim Anlaşması, iklim krizinin önüne geçmek amacıyla tüm devletlerin ortak hareket etmeleri gerektiğini kabul ettikleri, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası bir anlaşmadır. 

2 Aralık 2015’te Paris’te düzenlenen COP21‘de 197 hükümet tarafından tarafından kabul edildi ve 4 Kasım 2016’da yürürlüğe girdi.  (Bugün itibariyle Anlaşmanın 193 tarafı vardır. (192 ülke ve Avrupa Birliği)) 

Anlaşma, iklim krizinin önüne geçmek için küresel sıcaklık artışını 2 derece ile sınırlandırmayı, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlıyor. 

Türkiye, 6 Ekim 2021’de Paris Anlaşması’nı onayladı ve bir sonraki BM İklim Zirvesi COP27’ye kadar mevcut Ulusal Katkı Beyanı’nı güncelleyeceğini açıkladı. 

Türkiye delegasyonu COP26 kapanış konuşmasında COP26’daki tüm kararların Türkiye’nin ulusal ve uluslararası taahhütleri ile uyum için birincil yönlendirici olacağını söyledi. COP26’da kararlardan biri; ülkelerin 2022 sonuna kadar daha iddialı iklim hedefleri ile gelmesi.

 

Nesli tükenmek üzere olan balıkların peşinde…

Video Haber: Metin YOKSU

*

Su, tarih boyunca coğrafi sınırlar için kullanıldı. Bu kimi zaman deniz, okyanus, bazen de nehirler, dereler ve göletler oldu.

İki nehir arasındaki Mezopotamya ise sadece medeniyetlere değil sahip olduğu ekosistem ile dünyanın en verimli coğrafyalarından biri sayılıyor. Dicle ve Fırat nehirlerine ev sahipliği yapan bölge, milyonlarca yıl boyunca barındırdığı fauna ve florasıyla çok sayıda endemik türün de ana yurdu.

Buna karşın kadim topraklara hayat veren Dicle ve Fırat‘taki endemik ve artık pek görülmeyen balık türleri ile onların yaşam alanlarındaki tehlikeler, bir avuç bilim insanının ısrarlı çabasıyla, ancak kısa süreliğine gündemde kalabiliyor. Tıpkı Batman Bantlı Çöpçü Balığı gibi..

Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin (IUCN) kırmızı listesinde bulunan ve neslinin tükendiğine inanılan bu balık, Shoal adlı doğa koruma örgütünce “dünyanın en çok aranan 10 balık türü” arasında sayılıyordu. Dünya ile birlikte Türkiye kamuoyu da balıkla ilgili müjdeli haberi bu yılın ocak ayında, ABD’li ünlü oyuncu ve çevre aktivisti Leonardo DiCaprio’nun tweetiyle öğrendi.

Buna göre, Rize Tayyip Erdoğan Üniversitesi; Su Ürünleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Cüneyt Kaya ile öğretim görevlisi Dr. Münevver Oral, Batman’ın Sarım Deresi ve Sason Çayı’ndaki arazi çalışmalarında artık dünyada bulunmadığı sanılan çöpçü balığını tespit etmeyi başardı.

Doç. Dr. Cüneyt Kaya, 12 yıldır başta Dicle ve Fırat olmak üzere tüm Türkiye’deki balık türlerine ilişkin çalışmalar yapıyor. “Dünyanın en çok aranan 10 balık türü” listesinde Dicle ve Fırat havzası, Bantlı Çöpçü balığı ile birlikte iki balıkla yer alıyor.  Kaya ve Oral, uzun zamandır izini sürdükleri Çöpçü Balığı’nı Dicle’de canlı olarak bularak, hayvanın literatürden silinmesini engelledi. İki akademisyenin şimdiki hedefi, bulunması en zor ikinci balık olan Leopar Sazanı.

Havzada 70 endemik balık türü yaşıyor

Bilim insanlarının yaptıkları çalışmalarda bugüne kadar Dicle Fırat Havzası’nda toplamda 70 endemik balık türü tespit edilmiş durumda. Bunların yanı sıra insanların nehre ve barajlara bıraktığı 7 ila 10 tür daha Dicle sularında yaşıyor. Bunlardan bazıları da istilacı türler.

Havzada bulunan balık türlerinin dağılımı ise şöyle:

Fırat’ta 52, Dicle’de ise 44 balık türü yaşıyor. Bunlar arasındaki 70 endemik türden  69’u Yukarı Mezopotamya, yani Türkiye sınırları içinde. Aşağı Mezopotamya’da ise Suriye‘de 39, Irak‘ta 52,  İran‘da 68 balık türü yaşıyor. Endemik tür sayısı, Dicle’de Fırat Nehri’ne göre daha fazla.

Yukarı Mezopotamya’da yaşayan balık türlerinin zenginliğine dikkat çeken Kaya, “Her bakımdan çok zengin bir coğrafya olmasına rağmen, biyoçeşitlilik bakımından öneminin farkında olunduğunu söyleyemeyiz” diyor.

Kaybettiği annesinin adını keşfettiği endemik türe verdi

Bölgenin bakir olduğunu, bugüne kadar yeterince araştırılmadığını anlatan Doç. Kaya, her alan için ayrı özel çalışmalar yapılması gerektiğine dikkat çekiyor. Cüneyt Kaya, akademik çalışmaları sırasında bölgedeki birçok akarsuyu karış karış gezmiş, veriler toplamış, yayınlar yapmış. Bu çalışmaları sırasında da Fırat’ta şimdiye dek bilinmeyen yeni türler tespit etmiş.

Kapalı göletlerde ve alanlardaki balıklar araştırırken, Adıyaman Gölbaşı mevkiinde, Fırat’ın Göksu kolunda bulduğu yeni türe, “ilk bulanın isim koyma” geleneğine göre kaybettiği annesinin adını vermiş: Paracabitis Saliha. Altı arazi çalışmasında sadece iki birey bulan Kaya, türün Fırat Nehri’ne endemik, çok özel bir balık olduğunu anlatıyor. Göksu Nehri’nin korunması gerektiğini ve henüz bilinmeyen türlere ev sahipliği yapıyor olabileceğini belirten Kaya, Dicle Nehri’nin yukarı kollarındaki Bitlis Kesan Deresi’ne de dikkat çekiyor.

Kesan, aynı zamanda “Oxynoemacheilus ercisianus”, yani Bantlı Çöpçü Balığı’nın bulunduğu dere. Çöpçü balığı ile birlikte yıllardır aradığı Leopar Sazanı’nı Siirt’te tesadüfen bir balıkçı tezgahında bulan Doç. Kaya, hayvanı 45 TL’ye satın aldıktan sonra inceleme sonrası üniversitenin müzesinde muhafaza ediyor. Her iki balığı arama çabaları sürse de bir süre sonra umudunu kesip çalışmalarına ara veriyor.

İlk seferde mucize

Arama çalışmalarından vazgeçmiş bir halde üniversitedeki görevine devam ederken tatlı su türlerini korumak için çalışmalar yürüten Shoal adlı bilimsel oluşum, kendisini arayıp kayıp balığın bulunması için işbirliği teklif ediyor.

Meslektaşı Dr. Münevver Oral’a birlikte Batman’a giden Oral, çıktıkları ilk arazi çalışmasında türe benzer bir balık bulduklarını anlatıyor:

“Aslında benim çalışma alanım balık genetiği, laboratuvar dışında balık ile sahada çok çalışmıyordum. Ama bu çalışma özel. Dokuz gün planlanan çalışmanın ilk günü ilk istasyonda ve ilk kepçe dalışında balığı bulduk. İnanılmazdı. Hemen teyit için bilgisayarımızı aracımızın kaputunda açarak karşılaştırma yaptık.

Sevincimizi anlatmam zor. Hemen laboratuvarımıza dönüp genetik ayrımları yapmaya başladık. Teyit edildikten sonra, tüm dünyada çok ciddi ve sevindirici tepkiler aldık. Sadece bulmakla da yetinmedik, türün korunması için hem yerel idarecilerle hem çevredeki halkla çalışarak farkındalık uyandırmaya çalıştık. Sason civarında kimsenin bu balıktan haberi yoktu. Özellikle “hayalet avcılık” hakkında bilgilendirmeler yaparak bu şekilde balık tutulmaması gerektiğine dikkat çektik. Bunların yanı sıra katı atıklar, kum ocakları ve atık sular da balığın yaşam alanlarına zarar veriyor. Bunlarla ilgili de bir an önce önlem alınması ve havzanın korunması şart.”

‘İklim krizi ilk kez işe yaradı’

Endemik türün akıntılı, sığ temiz suları sevdiğini vurgulayan Doç. Dr. Cüneyt Kaya, iklim değişikliği nedeniyle 2021 yılında nehirlerin su seviyesinin azaldığını, bunun da balığı bulmalarında etkili olduğunu söylüyor. Nehrin debisinin önceki yıllarda daha yüksek olduğunu hatırlatan ve balığın nehrin aşağı bölgeleri ile yukarı kısmı arasında ciddi bir habitat farklılığı olduğuna dikkat çeken akademisyen, baraj ve kum ocaklarının bu habitata büyük zarar verdiğini de vurguluyor:

“Bu tür için artık şunu söyleyebiliriz. Malabadi Köprüsü, daha doğrusu Batman Çayı‘nın aşağı bölgelerinde bu türün nesli tükendi. Yüzde yüz diyemeyiz tabii, daha fazla araştırma gerekir ama eldeki bulgular bunu gösteriyor.

Hayvana yönelik bir diğer tehdit evsel atıklar ve plastikler. Bir diğeri ise insanların bölgede balık avlarken kullandığı yöntemler. Bantlı çöpçü balığı çok küçük bir balık, ticari değil, yemek için de uygun değil. Vatandaşlar bölgede ‘tırı vırı’ denilen serpme ağ ile sportif amaçlı balık tutuyor. Bu ağlar bazen suda bırakılıyor, bazen de bir taşa takılıp su içinde kalıyor. Onlarca yıl suda kalan ağlara bazen bir balık, yengeç, su kuşu veya başka canlılar takılıyor. Böylece de ‘hayalet avcılık’ dediğimiz durum ortaya çıkıyor. Hele bu ağlar geçiş alanlarında takılı kalırsa, buna takılan canlılar eziyet çekerek can veriyor. Yasak olmasına rağmen bölgede sık sık kullanılan bu yöntem sona erdirilmeli.”

Kaya kayıp olan diğer tür; leopar sazanı için çalışmalarını sürdürüyor: “Ancak türe özgü bazı zorluklar bizi yavaşlatıyor. Leopar sazanı, nehirlerin sığ yerlerinde değil, derin noktalarında yaşıyor En son 2011 yılında Hasankeyf’te bir balıkçının ağına takılarak tesadüfen bulundu. Bugün ise bölge sular altında. Hasankeyf’de ve çevresinde sular daha derin. Barajın nasıl bir etki yaptığını henüz bilmiyoruz. Balığı bulmak için balıkçılar ile çalışarak ağ atıyoruz dönem dönem.”

Suriye’de balığın kaydının olduğunu dile getiren Doç. Cüneyt Kaya, Türkiye’de balığı henüz canlı olarak bulamadıklarını anlatıyor.

‘Sorumluluk hepimizde’

Türlerin tespiti sırasında genetiğinin önemli bir ayrım noktası olduğunu dile getiren Dr. Münevver Oral ise balıkların neden önemli sorusunu çok üzücü buluyor: “Hiçbir canlı tür sebepsiz yere var olmuyor. Sahip olduğumuz biyolojik çeşitlilik korunması ve sürdürülebilir şekilde geleceğe devir etmemiz ulusal ve uluslararası sorumluluğumuz.”

Oral’ın önerileri ise dünyada mümkün olduğunca az ayak izi bırakmak ve organik yaşama geri dönmek:

“Elimizde olan doğal kaynakların korunması için araştırmaktan, korumaktan geri kalmamız gerekiyor. Derelerimiz temiz aksın ki balıklarımız da yaşasın. Sorumluluk hepimizde.”

 

 

 

Savrulan kurumlar ve SPK

[email protected]

Bundan tam 20 yıl önce “Kurumsallaşmanın Önemi ve Daron Acemoğlu” başlıklı bir yazı yazmıştım.(*) Daron Acemoğlu’nun meşhur Ulusların Düşüşü kitabı henüz yayımlanmamıştı. Ama bu kitaba temel olan bazı makaleler yayımlanmış ve kitabın tezleri tartışmaya açılmıştı. Washington’da bir toplantıda Daron Acemoğlu’nu dinledikten ve makalelerini okuduktan sonra çok etkilenmiş ve bu yazıyı yazmıştım.

Acemoğlu ve arkadaşları tarihsel bir bakış açısıyla Avrupa sömürgeciliğini inceliyor ve sömürülen ülkelerin gelişmişliğini kurumsal yapılara bağlıyorlardı. Makalenin bir yerinde şöyle yazmışım:

“Ekonomik gelişme açısından iklim, din vb., değiştiremeyeceğimiz unsurlar yerine kurumsallaşmanın belirleyiciliğini kabul etmek, büyük ölçüde kaderciliğin terkedilmesi anlamına geleceğinden olumlu. Bu yaklaşıma göre, belirli kurumları kurup, özel mülkiyeti koruma altına alarak ekonomik gelişmenin önünü açan ülkeler, büyük ölçüde başarılı olacaktır. Ancak, Avrupa sömürgeciliğinin son 500 yılda zengin ülkelerin fakirleşmesine yol açmasının gösterdiği gibi, dışsal önemli bir şok yaşandığı takdirde kurumsal yapının belirleyiciliğinin olumsuz etkilenme olasılığı da söz konusudur.”

Bir toplumu ayakta tutan ve sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlayan, içinde yaşayan bireylerin ihtiyaçlarını gidermenin ve haklarını korumanın en önemli unsurları kurallar ve kurumlardır. Bu iki unsur birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Bunların içerisinde kamu kurumlarının ayrı bir önemi vardır. Toplumun ihtiyaçları doğrultusunda kuralların geliştirilmesi ve uygulamaya konmasını sağlayan ve bunların uygulanmasını denetleyen, gerekirse yaptırım uygulayan organlar kamu kurumlarıdır. Öte yandan, kurallar aynı zamanda söz konusu kurumların görev ve yetki alanlarını tanımlayan, çalışma esaslarını düzenleyen, personel niteliğini tanımlayan ilkeleri ortaya koyar. Dolayısıyla, kurallar olmadan kurumlar, kurumlar olmadan da kurallar olamaz! Kurumları kurum yapan bir diğer unsur ise insan kalitesi yani çalışanların niteliğidir. Türkiye özelinde kamu kurumlarının omurgasını oluşturan kaliteli insan gücü o kurumlardaki uzman elemanlar yani “meslek personeli”dir. Bunu aşağıda daha ayrıntılı açıklayacağım.

Günümüz Türkiye’sinde kurumlar

Bugünlerde özellikle kamu kurumlarının önemini ya da kurumsuzluğun vahim sonuçlarını daha ciddi bir şekilde ele almamız gerekiyor. Ülkenin kurumsal yapısında AKP’nin son 10 yılında ama özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS)’ne geçildikten sonra korkunç bir erozyon yaşanmaya başladı. Yukarıda değindiğim Acemoğlu ve arkadaşlarının çalışmalarında bahsedilen “dışsal şok” CHS ile Türkiye’nin gündemine girdi ve adeta “ülkenin CHS ile yönetilebilmesi için kurumların içinin boşaltılması gerekir” gibi bir yaklaşımla kurumsal yapı hızlı ve derin bir şekilde bozulmaya başladı.

Türkiye 1999 yılındaki büyük deprem felaketi ve 2000-2001 yıllarındaki ekonomik krizin hemen ardından ciddi bir yapısal reform sürecine girmişti. Bu reformlar ve olumlu küresel konjonktürün desteğiyle Türkiye ekonomisi 2008-2010 yıllarına kadar çok olumlu bir dönem geçirmişti. Daha sonraki yıllarda, özellikle 2010 sonrasında, bu yapısal reformların nasıl seyrettiğine bakıldığında manzara sevimsiz bir hal alıyor. Kamu bankalarının yeniden yapılandırılması çerçevesinde 2001 öncesinde görev zararları altında ezilen kamu bankalarının bilançoları 2001 sonrasında temizlenmiş ve sermaye yapıları güçlendirilmişti. Ama son 10 yılda düşük faizle konut/araba kredisi vermek, siyasilerin istediği şirketlere kredi aktarmak ve döviz satışı yaparak kurları kontrol etmek gibi siyasi görevler verilerek kamu bankaları tekrar zararlara uğratıldı. Yine bu dönemde getirilen TCMB bağımsızlığı son yıllarda fiilen ortadan kalktı. Artık Merkez Bankası Başkanının faiz indirmedi diye görevden alındığının gururla televizyonlarda açıklandığı bir döneme girdik. Devlette şeffaflık adına ciddi adımlar atılmıştı. Hepsi rafa kaldırıldı ve devlet sadece iktidarın amaçları ve hedefleri doğrultusunda hareket eden, her şeyi kapalı kapılar arkasında yapan ve kimseye hesap vermeyen bir noktaya getirildi. 2003’de yürürlüğe giren ve kamu alımlarında şeffaflık ve rekabet getirmeyi amaçlayan Kamu İhale Yasası yüzlerce kez değiştirildi. Kevgire dönen bu yasayla yapılan ihalelerin her birimize yüklediği haksız ve adaletsiz maliyeti hepimiz uzun yıllar boyunca ödeyeceğiz.

Artık yasal olarak bağımsız olmasına rağmen faizleri sadece iktidarın istediği doğrultuda açıklayan bir Merkez Bankamız, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymayan hakimlere hiçbir yaptırım uygulamayan bir HSK’mız, enflasyon hesabını nasıl yaptığını açıklamayan bir TÜİK’imiz, üniversitelerin bağımsızlığını tamamen ortadan kaldıran bir YÖK’ümüz, yaptığı sınavlar şaibeli bulunan bir ÖSYM’miz, konferans organizatörünü doğrudan büyükelçi olarak atayan bir Dışişleri Bakanlığı’mız, ihmalleri sonucunda yaşanan tren kazalarında onlarca insan ölmesine rağmen hiçbir sorumluluk almayan bir TCDD’miz, eski bir Başkanı ile ilgili rüşvet iddiaları olan bir SPK’mız ve daha nice benzer kurumumuz var. Pekiyi, bu noktaya nasıl geldik?

Kurumsal yapı nasıl bozulur?

Bir ülkedeki kurumsal yapıyı ortadan kaldırmanın veya bozmanın iki temel yolu var. Bunlardan ilki kurumu yasal yoldan tamamen ortadan kaldırmak (Cumhuriyet Senatosu veya Köy Enstitülerinin iktidarlarca kapatılması gibi), ikincisi kurumları şeklen korumakla beraber atılan adımlarla etkinliğini ve verimliliğini azaltmak, işlevsiz hale getirmek ve ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda değil sadece iktidarın istediği şekilde hareket eden birimlere dönüştürmek. AKP döneminde esas olarak bu ikinci yol izlendi ve bunun en çok kullanılan yöntemi de yetkin olmayan yandaşların kurumların başına ve etkili konumlara atanması oldu. Bu kişilerin bir diğer özelliği “siyasi ve ideolojik” olarak iktidara biat etmek ve verilen talimatları yerine getirmek oldu. Bir nedenle talimatları uygulamayan, hatta birazcık gecikenler ise hemen görevden alındı. Böylece sonraki atanacaklara gereken mesaj da verilmiş oldu.

Türkiye, kurumları zaten son derece yetersiz olan bir ülke çünkü siyasal iktidarlar karşılarında kendi yasal çerçevesi ve görevi doğrultusunda belirli bir özerkliği olan ve konunun uzmanlarının çalıştığı kurumsal yapıları pek sevmiyorlar. Çünkü böyle bir kurumdaki yetkin bir yönetici veya uzman dışarıdan müdahaleye pek imkan vermeden kurallar çerçevesinde işinin gereğini yapmaya çalışıyor, dolayısıyla belirli bir güç ve özerklik kazanıyor ve siyasilere “sorun” çıkarıyor. Bu nedenle kamu kurumları hep müdahale edilen, başına uygun bir yönetici getirilerek iktidarın isteği doğrultusunda hareket etmesi istenen ve çoğu zaman da sağlanan yerler oluyor. Özellikle yasa değiştirilerek bir kurumun işlevleri değiştirilemediğinde, yandaş yönetici ve kadrolarla düzenlemelerin açıklarından ve yoruma açık hükümlerinden yararlanarak söz konusu kurumun iktidarca tercih edilen doğrultuda çalışması sağlanmaya çalışılıyor. Geçmiş dönemlerde de çeşitli örnekleri olan bu tür uygulamalar AKP döneminde ve özellikle CHS sonrasında istisna olmaktan çıkıp adeta kural haline geldi. Ayrıca, hiçbir yaptırımın olmadığı bir ortamda yasa ve kurallara uymak bile artık norm olmaktan çıktı.

Kamu kurumlarına yapılan atamalarda “liyakat” yani yeterlilik esası geri plana itilip, “itaat” ilkesi ön plana çıkınca gelen kişilerin mesleki yeterlik ve kişilik özelliklerinde de büyük bir aşınma başladı. İşi bilmeyen, yapması gerekenleri zamanında yapmayan ve sorumluluk almayan yöneticilerin vatandaşa sunulan hizmetin kalitesini ve hızını gerilettikleri birçok örnek gördük ve görüyoruz. Bu kişilerden bazılarının ise şahsi menfaatlerinin peşine düşüp kendilerine maddi çıkar sağlama yoluna gittiklerine dair ciddi iddia ve söylentiler de gittikçe artıyor.

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)

AKP Türkiye’sinin savrulan kamu kurumları arasına son dönemde SPK da girdi. Son yıllarda onca yıpratılan kurum varken bu yazıda neden SPK’yı vurguluyorum? SPK hem bugünlerdeki yolsuzluk iddialarından dolayı gündemde hem de meslek hayatına henüz yeni kurulduğu dönemde, 1983 yılında, SPK’da başlamış birisi olarak benim için özel bir anlam ifade eden bir kurum olduğundan SPK’yı seçtim. Aslında yargı sistemi başta olmak üzere yüzlerce kamu kurumu benzer bir konumda bulunuyor.

Sermaye piyasası, bankacılıkla birlikte finans sisteminin en önemli iki can damarından birisidir. Ekonominin sağlıklı bir şekilde işlemesi için finansal sistemin bu iki kanalının da düzenli bir şekilde fonksiyonlarını yerine getirmesi ve ekonomik aktörler arasında fon kaynaklarını etkin ve verimli bir şekilde aktarabilmesi gerekir.  Sermaye piyasalarının söz konusu fonksiyonlarını yerine getirebilmesinin önkoşulu hem şirketler kesimi hem de bu piyasalarda tasarruflarını değerlendiren bireyler için maksimum güvencenin yasalar  ve düzenlemeler ile sağlanması ve nitelikli personel yapısı ve uygulamalar ile bunun desteklenmesi gerekmekte. SPK, bankaları ve bankacılık sistemini düzenleyen ve denetleyen BDDK’ya benzer şekilde sermaye piyasasını, onun temel unsuru olan borsaları, aracı kurumları, takas ve saklama kuruluşlarını ve ilgili diğer kurumları düzenleyen ve denetleyen kamu kuruluşudur.

SPK ve diğer birçok kamu kurumunun uzman personel açısından belkemiğini bu kurumlarda çalışan meslek personeli oluşturur. Bu kurumlara alınan meslek personeli ülke çapında üniversite sınavlarına benzer şekilde ciddi yazılı ve sonrasında sözlü sınavlardan geçer, ardından çok kapsamlı bir meslek içi eğitime alınır, daha sonra da kurumuna göre 3-5 yıl arasında değişen bir “muavinlik/yardımcılık” dönemi geçirir. Meslek personeli, o kurumun asli ve uzmanlık gerektiren işlevlerini yerine getirmek üzere işe alınır ve muavinlik döneminde tecrübeli “üstad/uzman”ların gözetiminde eğitilir ve yetiştirilir. Muavinlik döneminin sonunda yine hem yazılı hem de sözlü yapılan bir “yeterlik/uzmanlık” sınavına girer. Buna ilaveten bir de “yeterlik etüdü/tezi” yazması gerekir. Bütün bu aşamaları başarıyla geçen personel “uzman meslek personeli” statüsüne kavuşur. Meslek personelinin bir kısmı uzmanlık sonrasında kurumunda çalışmayı sürdürürken bazıları özel sektöre geçer. Meslek personelinin özel sektöre geçmesi bu kurumların üst yönetimi nezdinde ayıplanacak veya engellenmesi gereken bir durum değildir. Bunun nedeni, bu kurumların meslek personelini sadece kendi kurumları için değil, ülkede o kurumla ilgili iş ve uygulamaları geliştirmek amacıyla tüm ülke için yetiştirdikleri bilincine sahip olmalarıdır. Nitekim, Hazine ve Maliye Bakanlığı, Merkez Bankası, BDDK ve SPK kökenli birçok meslek personeli daha sonra özel sektöre geçmiş ve bir kısmı oldukça önemli konumlara gelmişlerdir.

Sermaye piyasasının ve SPK’nın AKP gündemine girmesi esas olarak AKP iktidarının ikinci dönemine denk düştü çünkü sermaye piyasası AKP açısından ilk aşamada hayati bir öneme sahip değildi. AKP temel kurumlar nezdinde gücünü konsolide ettikçe sıra çevredeki kurumlara gelmeye başladı. Yukarıda bahsettiğim kurumsal erozyon maalesef SPK’da da siyasi otorite tarafından atanmış bazı başkan ve yardımcıları ile bazı üst düzey yöneticiler kanalıyla yaşandı. Tam da yukarıda tanımladığım şekilde kendilerini siyasi otoritenin emrine sunan veya kendi çıkarı peşinde koşan bu tür yöneticiler kararlarda ve kurumun yıpranmasında başrolü oynadılar. Kamuoyuna yansıyan son açıklamalar ve piyasadaki bazı söylentiler siyasi atamayla gelmiş eski yöneticilerden bazılarının şahsi menfaat sağlama amacıyla çeşitli işlemler yaptıklarını, bazı piyasa katılımcılarından rüşvet talep ettiklerini veya aldıklarını da iddia ediyor. Bir ülkedeki siyasi otoriteye ve yargı sistemine düşen bu iddiaların sonuna kadar araştırılmasıdır. Dilerim bu yapılır, hem de gecikmeksizin. Bu dönemde yapılmazsa seçimden sonra yapılması gereken en önemli işlerden birisi kamu çalışanlarıyla ilgili bu tür iddiaların kapsamlı bir şekilde araştırılarak suçluların cezalandırılması ve kurumların aklanmasıdır.

Kurumlara sahip çıkmak

SPK ve diğer kamu kurumlarının siyasi otorite tarafından atanmış yöneticileri özellikle CHS sonrasında kurumsal yapıların yıpranmasında belirleyici rol oynarken, kurumun kendisinin ve bu kurumlardaki tamamı sınavla alınmış nitelikli kişilerden oluşan ve yukarıda özetlediğim oldukça sağlam bir temele sahip meslek personelinin bu kirlenmiş kişilerden ayrı tutulması büyük önem taşıyor. Kurumun yöneticileri siyasilere yaranmaya çalışıp kırk takla atarken o kurumlarda asıl işi yapan, kurumun ana işlevini yerine getirmeye çalışan ve o kuruma sahip çıkan kitle meslek personelidir. Meslek personelinin yasa dışı akçalı işlere doğrudan girmesi zaten pek mümkün de değildir çünkü konumları gereği çoğunlukla ellerinde bunu yapacak yetki yoktur. Elbette bunların içerisinde hak etmediği şekilde o kuruma girmiş veya çalışırken üstlerine ya da siyasilere yaranmak amacıyla yasa dışı eylemlere karışmış veya ayrıldıktan sonra kendi menfaatleri doğrultusunda yasa dışı işlemlere kalkışmışlar varsa mutlaka hak ettikleri cezaları almalıdır.

Suç işleyen kamu görevlilerine hak ettikleri cezaların verilmesini yürekten desteklerken kurumların kendilerinin ve onları ayakta tutan diğer temel unsurların özenle korunması ülkedeki sosyal ve ekonomik düzenin aksamadan sürdürülmesi bakımından son derece önemli. Bazı yanlış kişi ve kuralların yarattığı olumsuz sonuçlar nedeniyle kurumları feda edemeyiz. Bu lükse sahip değiliz çünkü bu kurumlar ülkenin vazgeçilmezi konumunda. Aynı şekilde, kamu kurumlarını ve ülkedeki kamu düzenini korumanın bir yolunun da bu kurumların temel taşlarından birisi olan meslek personeline sahip çıkmak olduğunu unutmayalım lütfen. Dolayısıyla, gelişmeleri izleyen insanların yasa dışı eylemlere karışmış olanları kafalarında mahkum ederken ilgili kurumları ve onları ayakta tutan ve hiçbir suça karışmamış uzmanları suçlulardan net bir şekilde ayırmaları gerekiyor. Kamu kurumlarının meslek personeline sahip çıkmak aynı zamanda söz konusu kurumların ve ülkenin geleceğine de sahip çıkmaktır.

 

(*) Akyüz, A (2002), “Kurumsallaşmanın Önemi ve Daron Acemoğlu”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Temmuz 2002, ss. 5-8

Genç iklim aktivistlerinden Küresel İklim Grevi’ne çağrı: Artık yeter, karı değil insanı önceleyin!

Youth for Climate Türkiye’den genç aktivistler, 23 Eylül Küresel İklim Grevi için hazırladığı videoyla iklim krizine karşı greve katılım çağrısı yaptı.

İklim aktivisti çocuklar ve gençler, 23 Eylül’de eylemleriyle politika yapıcılara ve dünya liderlerine #KarDeğilİnsanlar sloganıyla İklim Eylemi’ni güçlendirmeleri ve somut taahhütleri yerine getirmeleri için bir kez daha seslenecek.

“Sesimizi karar vericilere duyurmamız için herkese ihtiyacımız var, çünkü anaakım medyada yeterince bahsedilmese de şu anda iklim krizinden dolayı dünyanın dört bir yanında canlılar hayatını kaybediyor” diyen aktivistler, hazırladıkları videoda şu ifadelerle seslendi:

Yeter, onları sorumlu tutmanın zamanı geldi

“İklim krizinin etkileri adaletsiz ve eşitsiz. İklim krizine en az katkısı olan topluluklar, ne yazık ki en çok zarar görecek olanlar Zengin ülkelerin neden olduğu bir durumun sonuçlarıyla uğraşıyorlar. Şimdiye kadar, Küresel Kuzey’de hükümetler eylemlerinin sorumluluğunu almayı reddettiler, savunmasız topluluklara somut destek de sunmadılar.

Mali yardım vaatlerini yerine getirmediler ve kayıp ve hasar tazminatı taleplerine direndiler. Ancak, yeter! Onları sorumlu tutmanın zamanı geldi.”

İklim tazminatları verilsin!

Siyasi gücün halka geri verildiği dönüşümsel bir adalet süreci olan iklim tazminatına vurgu yapan gençler, kuzeydeki ülkelerden güneydeki ülkelere teknolojik ve finansal aktarıma işaret etti:

“Şu anda, etkilenen ülkeler bir yaşadıkları felaketler sonrasında topluluklarını yeniden inşa etmek için kredi almak zorunda kalıyorlar. İklim krizi nedeniyle artan sayıda afetle birlikte daha sık yapmak zorunda kalacakları bir şey bu.
Daha sonra odakları bu borçları geri ödemeye çevrileceğinden, vatandaşı korumaya yatırım yapmalarını engelleyecek.

Bu, sömürgeci borç tuzağını daha da ileri götürür.

Mali tazminatlar, iklim tazminatlarının çok önemli bir parçasıdır. Ama tek çözüm bu değildir! İklim tazminatları ayrıca, marjinalleşmiş toplulukların topraklarını geri alma taleplerinin yerine getirilmesini de gerektirir.”

Fotoğraf: Cansu Acar

Kârı değil, insanları önceleyen bir sistem

“Etkilenen topluluklara uyum, kayıp ve hasar için de kaynak aktarılması gerekir. Bütün bunlar zenginlik, teknoloji, bilgi, bakım & ilgi ve siyasi gücün kuzeyden güneye ve yukarıdan aşağıya yeniden dağılımına yol açar.

Nihai iddia, gücü insanlara geri vermemiz ve kârı değil, insanları önceleyen bir sistem ve yuva inşa etmemiz gerektiğidir!

Kaygımızı umuda, korkumuzu cesarete çevirelim.

Dünyanın dört bir yanında iklim farkındalığı için yıllardır grevler yapıyoruz. Bu grevlerin gerçek bir siyasi etkisi oldu ve bu yüzden durmadan devam etmeliyiz!

İklim krizi bir gerçektir ve iklim adaletine duyulan ihtiyaç da öyle. Politikacılar ve liderler harekete geçmeli.

Dünyanın dört bir yanında iklim aktivistlerinin yine sokaklarda olacağı   23 Eylül’de eylemlerine destek isteyen genç aktivistler sözlerini şöyle noktaladı:

“Kuşkusuz, halk olarak birlikte taleplerimizi sokaklarda duyurmamız gerekiyor. Empati ve birbirimize karşı şefkatin sadece acil olmakla kalmayıp, bugün aradığımız çözümlerin çoğunun önemli bir parçası olduğu bir dönemdeyiz. Geçmişimize, bugünümüze ve geleceğimize dayalı kararlar almanın tam zamanı…23 Eylül’de iklim aktivistleri olarak dünyanın dört bir yanında yine sokaklardayız. Bizimle iletişime geçip, grevimize katılabilirsin.

Biz değilsek kim, şimdi değilse ne zaman?”

Dünya Barış Günü’nde barış ve doğa

Birleşmiş Milletler‘in (BM) 2022 Uluslararası Barış Günü teması, “Irkçılığa son verin. Barışı inşa edin.” Bizi ırkçılık ve ırk ayrımcılığının olmadığı bir Dünya için çalışmaya davet eden bir konu, doğrudan barışla ilgili. Şefkat ve empatinin şüphe ve nefreti yendiği bir Dünya’ya, gerçekten gurur duyabileceğimiz bir Dünya’ya dair!

Türkiye Yazarlar Sendikası, Çanakkale Temsilciliği’nin 1 Eylül 2022 günü gerçekleştirdiği bu yılki 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinliğinde bana düşense, “Barış ve Doğa” konulu bir konuşma yapmaktı. Bu kapsamda yaptığım konuşma, genel olarak bu makalenin çerçevesinde ve Dünya Barış Gününde “Doğa Yıkımına Son, Doğayla Barış”, başka bir deyişle “Doğayla Barış İçinde Yaşamak” idi. Bu makalenin amacı da ‘Barış ve Doğaana temasının bilimsel, politik, etik ve uluslararası iklim ve çevre diplomasisi kapsamında kısa bir eleştirel bireşimini yapmak ve bazı genel çözüm önerilerinde bulunmak şeklinde özetlenebilir.

Doğa, bizim yaşam destek sistemimizdir 

Öncelikle şu gerçekleri hemen vurgulamak istiyorum: Son yıllara değin bilim daha önce hiç bu kadar net ve uyarıcı olmadığı gibi, farkındalık da hiç bu kadar büyük olmadı. Çok yönlü, çok sektörlü, çok paydaşlı, katılımcı ve güçlü bir küresel, bölgesel ve ülkesel kararlı bir eylem zamanı çoktan geldi, hatta doğayla barışa ilişkin pek çok alanda ve konuda (örneğin, iklim sisteminin, hassas ekosistemlerin, okyanusların ve biyoçeşitliliğin korunması, vb.) harekete geçilmesinde çok geç kalındı.

Doğa yaşam destek sistemimizdir. Soluduğumuz temiz havadan içtiğimiz temiz suya kadar doğa, hayatta kalmamız ve refahımız (gönenç) için güvendiğimiz temelleri sağlar. Binlerce geçim kaynağımız ve ekonomik etkinliklerimizin çoğu aynı zamanda ‘doğal Dünya’ya’ da bağlı olduğu için gönencimizin anahtarını da elinde tutuyor. Evet her şey para değil, kalkınma değil, ama bunu söylemek zorundayız: Doğa’nın yılda yaklaşık 125 trilyon ABD doları değerinde olduğu kestirilen insanlığa yönelik bu muazzam katkısı, ancak zengin bir vahşi yaşam çeşitliliğini sürdürürsek ve doğayla barışık sürdürülebilir bir yaşamla olanaklı olabilir.

Doğayla barış içinde yaşamak ne anlama geliyor, bunun için ne yapmalı?

İnsanlık doğaya savaş açıyor. Bu anlamsız ve intihara eğilimli bir yol! Barış’ın hiçbir biçemiyle ilgisi, anlaşılır bir yanı yok. Doğanın aleyhine yönelik pervasızlığımızın sonuçları, insan toplumlarının, özellikle yoksulların ve emekçi sınıfların ıstırabında, artan ekonomik kayıplarda ve Dünya’daki yaşamın hızlanan bozulmasında ya da kaybında zaten belirgindir.

Doğayla savaşımızı sona erdirmek, insanın zor kazanılmış ilerleme ve gelişmesinden vazgeçmek anlamına gelmez. Daha yoksul ülkelerin, toplumların ve insanların daha iyi yaşam standartlarının keyfini çıkarma konusundaki haklı isteklerini de ortadan kaldırmaz. Aksine, doğayla barışmak, sağlığını güvence altına almak ve sağladığı kritik ve gerçek değeri tam bilinmeyen yarar ve katkılar üzerine kurmak, herkes için barış içinde gönençli ve sürdürülebilir bir geleceğin anahtarıdır.

COVID-19 pandemisinin yol açtığı küresel krizin ve yaşanan büyük acıların ortasında, doğa riskleriyle olan ilişkimizi acilen dönüştürme gereksinimi hala gözden kaçırılıyor. Genel olarak değerli hayatları ve geçim kaynaklarını korumak ve kurtarmak en büyük önceliğimiz olmuştur. Ancak pandemi, insanlığın savunmasızlığını ortaya çıkararak 2022’nin ve sonrasının daha sürdürülebilir ve kapsayıcı bir Yerküre’ye doğru bir dönüm noktası olmasına da yardımcı olabilir. Bu elimizde, doğayla barış ve küresel barış için…

Barış umudu ve direngenlik gücü hala elimizde!

Binlerce bilimsel çalışma ve BM raporları (örneğin, IPCC, IPBES, WMO, WHO’nun, vb.), iklim değişikliği ivediliğinin, biyolojik çeşitlilik krizinin ve her yıl milyonlarca insanı öldüren çevresel kirliliğin etkilerini ve tehditlerini gösteren en son bilimsel kanıtları bir araya getirerek, doğaya karşı savaşımızın Yerküre’yi hızla bozduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ama aynı zamanda bir barış planı ve savaş sonrası yeniden inşa programı sunarak, bizi daha güvenli bir yere yönlendiriyor.

Doğayı nasıl gördüğümüzü ve bakış açımızı değiştirerek, onun gerçek değerini anlayabiliriz. Bu değeri sosyal ve kamucu politikalara, planlara ve ekonomik sistemlere yansıtarak, yatırımları doğayı restore eden ve karşılığını alan etkinliklere yönlendirebiliriz. Dahası, doğayı vazgeçilmez bir müttefik olarak kabul ederek, doğaya saygılı sosyal ve kamucu sürdürülebilirliğin hizmetinde insan yaratıcılığını açığa çıkarabilir ve gezegenin yanı sıra kendi sağlığımızı ve refahımızı güvence altına alabiliriz. Küresel, bölgesel, ülkesel ve yöresel hatta yerel barışı korumak ve sürdürmek için doğayla barışmak, önümüzdeki on yılların belirleyici en önemli gündemi ve en yaşamsal görevidir.

Değişimi hızlandırmak için, Covid-19 pandemisi ve iklim değişikliği krizi ile Rusya-Ukrayna savaşının sonuçları ve bağlantılı olumsuz etkileriyle çakışan enerji ve gıda krizlerinin sunduğu ‘fırsatı’ ya da ‘çoktan almış olmamız gereken dersleri’ değerlendirmeliyiz.

Bu yıl iklim değişikliği, biyoçeşitlilik, çölleşme ve okyanuslar konuları dahil olmak üzere, birçok önemli uluslararası ve hükümetlerarası (BM) konferans, daha iyi toparlanma ve iklim değişikliği krizini ele alma konusundaki kararlılığı ve eylemi artırma fırsatı sunuyor. Temel hedefimiz, bilimin ışığında, net sıfır karbon salımı için küresel bir anlayış ve değerler ortaklığı oluşturmak olmalıdır. Dünyadaki her ülke, şehir, finans kurumu, iş dünyası ve şirket tarafından benimsenirse, 2050 yılına kadar net sıfır salıma ulaşma hedefi, iklim değişikliğinin en kötü etkilerini (kötümser iklim değişikliği senaryolarının en olumsuz sonuçlarını) yine de önleyebilir.

Gıdamızı nasıl ürettiğimiz ve suyumuzu, toprağımızı ve okyanuslarımızı nasıl yönettiğimizi içermek üzere diğer sistemleri dönüştürmek için de benzer bir ivedilik ve hırs gerekiyor. Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin, yoksul toplumsal sınıfların ve emekçilerin çevresel bozulmayı ve olumsuz etkilerini gidermek için artık daha fazla desteğe ve yardıma gereksinimi var. Ancak o zaman, 2030 yılına kadar BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine, örneğin “İklim Eylemi’nin” hızlandırılması/güçlendirilmesi ve küresel düzeyde “Sıfır Açlığa” ulaşma yolunda ilerleyebiliriz.Yine binlerce bilimsel çalışma ve BM raporları, ötekilerin yanı sıra, iklim ve çevre göçlerine de yol açarak barışı bozan, yerel ve ülkesel milliyetçiliği şiddetlendiren, Dünya üzerindeki, doğa üzerindeki olumsuz hatta yıkıcı etkimizi dönüştürme yeteneğine sahip olduğumuzu gösteriyor. Rüzgâr ve Güneş gibi yenilenebilir enerjiler ve doğa temelli çözümler tarafından yönlendirilen sosyal ve kamucu sürdürülebilir bir ekonomi, yeni iş olanakları, daha temiz altyapı ve dayanıklı bir gelecek yaratacaktır. Doğayla barışık, kapsayıcı bir Dünya, insanların daha sağlıklı yaşamalarını ve insan haklarına tam saygı gösterilmesini sağlayarak sağlıklı bir gezegende barış içinde ve onurlu bir şekilde yaşayabilmelerinin önünü açabilir.

Başlıca tartışma konuları

Çevresel değişiklikler ve doğanın bozulması, ekonomik maliyetlere ve her yıl milyonlarca erken ölüme neden olarak, zor kazanılan toplumsal ilerleme ve gelişme kazanımlarını baltalıyor. Dahası bu kazanımların yitirilmesi, yoksulluğu ve açlığı sona erdirme, eşitsizlikleri azaltma ve giderme, sosyal ve kamucu bir sürdürülebilir ekonomik büyümeyi teşvik etme, herkes için onurlu bir çalışma yaşamı ile barışçıl ve kapsayıcı bir topluma ulaşmayı hedefleyen sosyal ilerlemeyi engelliyor.

Günümüz gençliğinin ve gelecek nesillerin esenliği, mevcut çevresel bozulma eğilimlerinden acil ve net bir şekilde kopmasına bağlıdır. Örneğin, önümüzdeki on yıl çok önemli. Dünya toplumlarının, özellikle gelişmiş ülkelerin 2030 yılına kadar karbondioksit (CO2) salımlarını 2010 düzeylerine kıyasla % 45 oranında azaltması ve küresel ısınmayı Paris Anlaşması’nda hedeflendiği gibi 1.5-2 °C ile sınırlamak için 2050 yılına kadar net sıfır salıma ulaşması, aynı zamanda ekosistemleri ve biyoçeşitliliği koruyup eski haline getirmesi, kirliliği, aşırı ve lüks tüketimi ve israfı en aza indirgemesi gerekiyor

Sosyal ve kamucu bir sürdürülebilirliği ve ilerlemeyi sağlamak için, Dünya’nın çevresel acil durumları ve insan refahı birlikte ele alınmalıdır. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), Biyoçeşitlilik Sözleşmesi vb. kilit küresel çevre antlaşmaları kapsamındaki amaçların, hedeflerin, yasal yükümlülüklerin ve düzeneklerin geliştirilmesi ve bunların uygulanmasının daha sinerjik ve etkili olması için daha uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir.

Var olan ekonomik, finansal ve üretken sistemler, sosyal ve kamucu bir sürdürülebilirliğe geçişe ve ilerlemeye öncülük etmek ve güç sağlamak için dönüştürülebilir, dönüştürülmelidir de. Bu kapsamda, toplumun karar verme sürecine -bilim temelli korumacı ve sürdürülebilir yaklaşımlarla yönetmek koşuluyla- doğanın zenginliğini de dahil etmesi, çevreye ve doğaya zararlı sübvansiyonları ortadan kaldırması ve sürdürülebilir bir geleceğe geçişe yatırım yapması gerekiyor.

İnsan aklının, bilgisinin, becerisinin, bilim ve teknolojisinin ve işbirliğinin, doğayı dönüştürmekten vazgeçerek, insanın doğayla ilişkisini dönüştürmek için yeniden kullanılmasının sağlanmasında herkesin oynayacağı bir rol vardır. Sosyal ve kamucu merkezi bir yönetişim, insanların kendilerini özgürce ve doğru ifade etmelerini ve daha fazla bireysel özveride bulunmak zorunda kalmadan çevreye karşı bilinçli ve sorumlu bir şekilde harekete geçmelerini sağlamanın anahtarıdır.

Sonuç olarak, kısaca; Mevcut vahşi kapitalist, küreselleşmeci neoliberal kalkınma anlayışı ve deseni, insanın doğayla barışını ve genel olarak barışı zayıflatarak, Dünya’nın insan refahını sürdürmek için sınırlı ve insan ve etkinlikleri olmasa uzun sürelerde dengede olan kapasitesini daha da azaltıyor.

İnsan refahı, kritik olarak Dünya’nın doğal sistemlerine bağlıdır. Bugüne değin ekonomik, sosyal ve teknolojik ilerlemeler, Dünya’nın mevcut ve gelecekteki insan gönencini sürdürme kapasitesi pahasına gerçekleşti. İnsan gönenci, Dünya’daki tüm yaşam için mevcut olan sınırlı alan, kaynak ve doğal varlıkların akıllıca kullanılması ya da yönetilmesinin yanı sıra yaşamı destekleyen süreçlerin restorasyonuna ve insan atıklarını emme yani giderme kapasitesine dayanır. Ancak, insan gönenci, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin artmasıyla geriliyor. Bu nedenle çevresel bozulmanın yükü en ağır şekilde emekçiler, yoksullar ve etkilenebilirliği yüksek insanlar ve toplumsal kesimler üstünde ve bugünün gençleri ile gelecek nesiller için daha ağır etkiler yaratıyor.

Öte yandan, biliyoruz ki Dünya genelinde insanlar önceki nesillere göre daha uzun yaşıyor, daha eğitimli ve ortalama olarak daha fazla fırsata sahip. Ancak hem ülkeler arasında hem de ülkeler içinde zengin ve fakir arasındaki servet farkı, sınıflar arası uçurum ya da çelişkiler giderek büyüyor. Bir başka gerçek, ekonomik büyüme, toplumsal ilerleme ve yoksulluğun azaltılmasının, COVID-19 pandemisinden önce gelişmekte olan dünyada gerçekleşen düzeye hemen ulaşamayacak olmasıdır.

Gerçekte, yüksek ve orta gelirli ülkelerde ve toplumsal sınıflarda görülen ekonomik ilerlemenin çok azı en az gelişmiş ülkelere, yoksul toplumlara ve emekçi sınıflara yarar sağlamıştır. Yaklaşık 1.3 milyar insan yoksul ve yaklaşık 700 milyon insan aç durumda ve pandeminin ekonomik etkisi nedeniyle her iki sayının da önemli ölçüde artması bekleniyor. Çevresel bozulma ve insanın doğayla barışının gecikmesi, dahası var olan savaşlar ve gerginlikler, zengin ve fakir herkesi etkiliyor ve ilgilendiriyor. Bununla birlikte, bu yük, kadınların genellikle aşırı temsil edildiği yoksul ve kırsal toplumlar, düşük gelirli emekçi sınıflar ve etkilenebilirler üstünde daha görünür ve ağır basmaktadır.