Ana Sayfa Blog Sayfa 61

Yatağan’da yeni kömür sahası için ÇED süreci başlatıldı

Muğla’nın Menteşe ilçesi Bayır Mahallesi’nde, Yatağan Termik Santrali’nde ham madde olarak kullanılmak üzere yapılması planlanan kömür ocağı projesi için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci başlatıldı.

Kömür İşletmeleri Anonim Şirketi tarafından yapılması planlanan proje için ÇED süreci 26 Temmuz’da başlatıldı.

Bereket Enerji’ye ait Yatağan Termik Santrali’nde yapılması planlanan kömür ocağı projesinin sahası, “Orman Alanı” ve “Tarım Arazisi” olarak işaretlenmiş alanlar kapsamında kalıyor.

Projenin yapılacağı alanın 1.55 kilometre uzağında ise Bayır Barajı var. Proje alanına en yakın yerleşim yeri kuş uçuşu 1,7 kilometre mesafede bulunan Salihpaşalar. Ayrıca üç kilometre mesafede Bayır Mahallesi bulunuyor.

ÇED dosyasında yer alan bilgilere göre; ortalama 2073 kcal/kilogram alt ısıl değere sahip olan kömür, bölgede bulunan Yatağan Termik Elektrik Üretim A.Ş.’ye ait 3×210 megavat gücündeki Yatağan Termik Santrali’nde ham madde olarak kullanılacak.

Proje bedeli ise 99 milyon 328 bin TL.

Yatağan’da suç üstü: Şirket, maden için verilen yargı kararını görmezden geliyor
Yatağan’da usulsüz yeraltı kömür işletmeciliğine ÇED de gerekli görülmedi 

Yatağan 38 yılda 33 bin 129 erken ölüme neden oldu

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun raporuna göre; Yatağan Kömürlü Termik Santrali’nin kurulduğu 1982’den 2020’ye kadar neden olduğu erken ölüm sayısı 33 bin 129. Aynı zamanda termik santral aynı yıllar arasında 21 bin 4 erken doğuma neden oldu.

Öte yandan bu yıllar arasındaki bronşit vakaları ise 223 bin 98’i buldu. Rapora göre termik santrallerin 2030’a kadar kapatılması özellikle Yatağan ve Aydın arasındaki hava kirliliğini azaltacak. Ancak santralin üç ünitesinin de 2063’e kadar çalıştırılması planlanıyor.

Termik santral kullandığı soğutma suyuyla da bölgenin yeraltı su kaynaklarını olumsuz etkileyerek zaten tehlike çanlarının çaldığı Muğla’nın su varlığı üzerinde de tehdit oluşturuyor.

Sokakta hayvan olur, olmalı, olacak

Sokak hayvanları ile ilgili vahşet niteliğindeki yasa değişikliği süreci toplumun çok büyük bir bölümünde derin kaygı, endişe ve hatta korku yarattı.

Yapılan kamuoyu araştırmaları, Türkiye’de halkın yüzde 85’inin sokak hayvanlarının ötanazi ya da uyutma adı altında öldürülmesine karşı olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, yasa değişikliği sürecine yönelik tepkiler genellikle öldürme karşıtı bir çerçevede şekillendi.

Belki de niyet buydu. Yani ölümü gösterip sıtmaya razı etmek. Sıtma ne? Sokaklarımızda bir tek hayvan kalmayana kadar, zararlı zararsız, uyumlu uyumsuz, sağlıklı sağlıksız demeden hepsini toplamak ve barınak adındaki ölüm kamplarına hapsetmek.

‘Sokakta hayvan olmaz’ dogması

Dogma, çünkü pek çok insan üzerinde hiç düşünmeden bu sözü söylüyor. Neden diye sorsanız ‘olmaz işte’ demekten daha farklı bir düşüncelerinin bulunmadığı ortaya çıkacak.

Daha farklı düşüncesi olanlar da var. Ben bunları üç gruba ayırıyorum:

  • Birincisi insanı dünyanın ve hatta evrenin hâkimi gören, onu, yarattıkları hiyerarşinin en üst basamağına koyan ‘önce insan’cılar. Onlara göre insanların sokaklarında hayvanlar olamaz. Yeryüzündeki her şey insan için olduğu gibi sokaklar da insanlarındır ve buralarda kedi köpek gibi mahlûklar ayakaltında dolaşmamalıdır. Buna ‘insancılık’ deniyor. İnsancılığın ne kadar sakat olduğunu 10 Şubat 2024’de yayımlanan yazımda anlatmıştım.
  • İkinci gruptakiler sokaklardaki köpek ve kedilerin diğer hayvanlara zarar vermesini gerekçe gösteriyorlar. Bu grubu hiç ciddiye almıyorum. İki nedenle. Birincisi, kedi ve köpekleri sokaklarımıza biz aldık ve kullandık, onların tercihi değildi. Şimdi sizinle işimiz bitti deyip atmaya niyetlenmek ciddiye alınacak bir yaklaşım değil. İkincisi, hayvanların yaşam alanı olan dağları taşları, ormanları ovaları kente kasabaya dönüştürüp, milyonlarca türün neslini tüketip, milyonlarcasını sınırlı alanlarda hapsolmak zorunda bıraktıktan ve hâlâ acımasızca devam eden bu duruma tek laf edemedikten sonra dönüp faturayı insanın kurbanı kedi ve köpeklere kesmeye çalışmak kendini bilmezlik değildir de nedir?
  • Gelelim üçüncü gruba. Onlar sokaklarda hayvanların sersefil olduğunu, sağlıksız koşullarda yaşadığını, bu nedenle bazılarının saldırganlaştığını ve bugün yaşadığımız sorunların ortaya çıktığını savunuyorlar. En azından bu yönde cümleler kuruyorlar. Fakat ben önemli bir kısmının ilk iki grupta görünmemek için bu yaklaşımın arkasına sığındığını ve özünde o gruplardan birine daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Sokakta hayvan olur

Bundan sonraki sözlerim samimiyetle üçüncü grupta olanlara:

Öncelikle bazı yerlerde sokak hayvanlarının sersefil olduğu, bu nedenle bir kısmının saldırganlaştığı ve belirli gruplarca şişirildiği kadar olmasa da insanlara zarar verdikleri doğru. Ve bu durum kesinlikle çözülmesi gereken bir sorun. Bu da doğru.

Gel gelelim bazı yerlerde durum hiç de böyle değil. Köpekler ve kediler sokağın, mahallenin yerlisi durumunda, yıllardır orada yaşayan bizler gibi bir yurttaşlar. Sağlıklılar, uyumlular, zararsızlar ve mutlular. Sokakta, mahallede yaşayanlar tarafından tanınıyorlar, seviliyorlar ve korunuyorlar. Demek ki sokaklarda hayvanlar sersefil olmak ve peşi sıra gelen sorunları yaşa(t)mak zorunda değil. Demek ki başka bir yol da var. Demek ki sokakta hayvan bal gibi oluyor. O halde insana, doğumuyla değil karakteriyle insan olana yakışan, kötü örneği gösterip hayvanların haklarını ellerinden alan çözümlere yönelmektense iyi örneğe bakıp onu yaygınlaştırmaya çalışmak değil mi? Bu iyi örneğin anahtarının da ‘kısırlaştır, aşılat, yerinde yaşat’ yöntemi olduğunu daha kaç bilim insanının söylemesi, öldürme-toplama yöntemiyle sorunun çözülemeyeceğinin görülmesi için tarihte bolca olan vahşet hikâyelerine daha kaç tanesinin eklenmesi gerekiyor?

Gelin perspektifimizi biraz daha genişletelim. Dünya üzerinde sorunsuz bir ülke yok. Sosyal sorunlar, ekonomik sorunlar, ekolojik sorunlar… Hatta savaşlar, soykırımlar, işkenceler ve daha neler neler. İnsana düşen bu sorunları çözmek, onların arkasına sığınarak hak ihlallerini makul göstermek değil.

Somut örnekler üzerinden gidelim. Türkiye’de kadınlar iş yerlerinde, sokaklarda, toplu taşıma araçlarında ve buna benzer sosyal mekânlarda büyük sorunlar yaşıyor. Taciz ve tecavüze uğruyorlar, aşağılanıyorlar, dövülüp öldürülüyorlar, mobbinge maruz kalıyorlar, bin bir çeşit cinsiyetçi davranışın muhatabı olup acı çekiyorlar. Tabir yerindeyse sersefil oluyorlar. Bu durumu gerekçe göstererek ‘sokakta kadın olmaz’, ‘kadının yeri evidir’ gibi yargılara ulaşıyor muyuz? Ulaşanlar var elbet ama aklı başında kim bu yargıları ciddiye alır?

Konu sokak hayvanları olunca ne değişiyor? Özünde değişen bir şey yok. Değişen zihinlerimizdeki kahrolası insancılık. Kedi-köpek söz konusu olduğunda dilimiz söylemese de zihnimiz ‘ama onlar hayvan, insan değiller ki’ cümlesini yüksek sesle haykırıyor ve milyonlarca masum hayvanın haklarını ihlal etmek, onun hayatını elinden almak ya da kısıtlamak konusunda bol keseden sözler söylemek çok daha makul görünmeye başlıyor.

Sokakta hayvan olmalı

Sokaklarında hayvan olmayan bir kent ne kadar donuk, soluk, karanlık ve iç karartıcı olur. Sokaklarında ağaç olmayan, ot olmayan, kuş sesi gelmeyen; motor, makine ve insan sesinden başka sese, nefese yer olmayan bir sokak ve öyle sokaklardan oluşan kentler mi hayal ediyoruz? Sadece binalar olsun, sadece yollar olsun, sadece otomobiller olsun ve sadece sağa sola canhıraş koşuşturan insanlar ve hadi bir de nasıl olduysa bıraktığımız birkaç park olsun, öyle mi?

İnsanın en büyük yanılgı ve trajedisi kendini doğanın üstünde görüp ondan izole etmeye çalışması oldu. Doğadan koptukça derin bir mutsuzluk çukurunun dibine doğru çekildik. Şimdi, bu hatanın yeni yeni farkına varıp her fırsatta doğaya kaçmaya çalışıyoruz. Peki, doğa kentlerimizden neden bu kadar uzak diye hiç düşündük mü? Doğanın kentin içine girmesinin yol ve yöntemleri üzerine hiç kafa yorduk mu?[1]

Binlerce yıldır bizimle iç içe yaşamış, bizi sevmiş, bize güvenmiş, bize hizmet etmiş ve dahası şimdi bize ihtiyacı olan sokaktaki dostlarımıza bir yer ayırmak ve bunun kent dediğimiz acımasız makinenin dişlileri arasında ezildikçe bozulan ruh sağlığımıza iyi geldiğini görmek bu kadar mı zor? Değişik değişik ülkelerden binlerce yabancı, ülkemizdeki bu özel ve güzel durumu kayda alıp sosyal medya mecralarında hayranlıkla paylaşırken, sokaklarımızdaki kediler ve köpeklerle ilgili belgeseller çekilirken, üstelik sokaklarında hayvan olmayan o yabancılar da sokakta hayvan olmalı demeye başlamışken biz nasıl sıkıştık bu cenderenin içine?

Daha söylenecek çok şey var ama yazı uzuyor. Bu kısmı 1 Ekim 2022’de yayımlanan yazımdan bir alıntıyla tamamlayayım:

“Bırakalım sokaklarımız başıboş köpeklerin, kedilerin, kuşların, otların evleri olsun. Belki onlara bakarak köle ruhlarımıza bir derman, rayından çıkmış toplumsal huzurumuza bir çözüm buluruz. Belki onlara bakarak nefreti değil sevgiyi, şiddeti değil hoşgörüyü, ölümü değil yaşamı yüceltmenin yollarını öğreniriz.  Belki onlara bakarak, sırf bu dünyaya insan olarak geldik diye kendimiz gibi olmayanlar hakkında bu kadar keskin ve zalimce sözler etme hakkımız olmadığını anlar, bizim olduğu gibi onların da haklarının olduğunun farkına varır ve böylelikle gerçekten ‘medeni’ insanlar olabiliriz.”

Sokakta hayvan olacak

Sokakta hayvan zaten var, olmaması da mümkün değil. Bizde değil yalnızca, tüm dünya sokaklarında var. Kuşlar mesela, onlar hayvan değil mi? Martılara simit atmayalım mı artık? Bırakalım kuşları, Japonya’nın Nara kentinde geyiklerin sokaklarda özgürce dolaştığını duymayan kaldı mı? Peki, ABD sokaklarında dolaşan rakunları? Bir gökdelene tırmanarak sosyal medya yıldızı olan rakunu da mı duymadınız? Ya Paris sokaklarındaki fareleri? Bu liste uzayıp gider.

İnsan türü öylesine yayıldı, diğer canlı türlerinin yaşam alanlarını öylesine sorumsuz bir şekilde işgal etti, sokaklarını o yaşam alanlarının içine öylesine soktu ki, o sokaklarda hayvanların dolaşması da kaçınılmaz oldu. En gözde tatil beldelerimizin sokaklarında yaban domuzları dolaşıyor, ayılar çöplük karıştırıyor, tilkiler insanın eline bakıyor. Ne yapacağız?

Sokakta hayvan olmaz diye kestirip atmak kolay. Ama istesek de istemesek de sokakta hayvan olacak. Empati yapmak, suçlarımızın ve sorumluluklarımızın farkına varmak, masum hayvanlarının haklarını ihlal ederek sorunu iyice içinden çıkılmaz hâle getirmek kolaycılığı yerine zoru seçip onların da haklarına saygı göstererek akılcı, adil ve kalıcı çözümler üretmek zorundayız.

Özetle, sokakta hayvan olur, olmalı ve olacak. Bize düşen, kent, insan, hayvan ve diğer doğal unsurlar arasındaki ilişkiyi en dengeli ve en güvenli duruma getirmek. Elbette haklara saygılı ve adil yöntemlerle. Çünkü her şeyden önce bu bir hak ve adalet sorunu.

*

[1] Bunu yapanlar elbette var. Ancak yaygın bir toplumsal tavrın olmayışına vurgu yapmaya çalışıyorum.

Kamu ve kamu yararı: Yerel ve ülkesel, küçük ve büyük

[email protected]

Kavramlar, tek başına kullanıldıklarında bir anlamı açıklıyor ama kavram çifti olarak kullanıldıklarında durum değişebiliyor. İktidarın (aslında çarpıtarak ve biraz da yüzsüzce) kötüye kullandığı kavramlardan biri de, kamu yararı.

Geçen hafta kaldığımız yerden devam edecek olursak, diyelim ki Akbelen’de köylüler, hemen yanı başlarındaki ormanın kesilip yok edilmesini istemiyor ama devlet başka türlü bakıyor bu soruna.

Akbelen’de ve Türkiye’nin başka bir çok yerinde ve de belki devletin özel sektörle ilişkilendiği her olayda olabilecek/ olan “rüşvet”, “kayırma”, “hile”, “kamu mallarını yağmalama-yağmalatma” vb. türü olaylar hiç söz konusu olmasa bile yukarıdaki problemin ve ikilemlerin doğasına bakarak biraz düşünmek yararlı olabilir. Aslında devletin genel olarak sınıf bakış açısıyla sermayeyi kayırdığı ve toplumun özellikle yoksul ve örgütsüz kesimlerinin hiç umursamadığı açık. Devlet kararlarını en azından sınıfsal bir kayırmaya göre yapıyor. Ama bunu “rasyonelize” etmek için ileri sürüdüğü gerekçeler var elbet.

Kurama (kapitalist pazar ekonomisine) göre akıl yürütme, kabaca şöyle gelişiyor:

  • Pazar çok dinamik ve çok ayrıntılı bir mekanizmadır ve bunun iyi işlemesi için çok (sonsuz) aktörlü olması idealdir.
  • Devletin bu pazarda veya bazı alanlarında tekeller kurması kamunun yararı bakımından kabul edilemez, çünkü “serbest rekabete “göre dengelerin oluşmasını bozar/ engeller.
  • Pazardaki girişimciler yasalara ve kurallara göre ekonominin işleyişine katkıda bulundukları sürece kamusal yarar da en üst düzeye ulaşır veya en azından optimize olur, yani özel sermaye üretimi/ istihdamı ve dolayısıyla ulusal geliri artırır.

Burada gördüğümüz “kamusal yarar” pazar mekanizmasının işleyişine bağlı olarak (bütün koşullar normal ve ideal konumlarında çalıştığı sürece), toplumsal/ genel ve ülkesel ölçekte gerçekleşmiş oluyor.

Kamusal yarar(lar) çatışırsa…

Ancak, bütün koşullar, hiçbir bozulma ve çürüme/ sapma olmadan çalışsa bile, şu soruyu nasıl yanıtlayacağız?

Bu kuram, kamusal yararın oluşmasıyla ilgili pazar mekanizmasının koşullarına göre ekonomik işleyişin dışındaki koşulların, yani en başta mekanın veya coğrafyanın, toplumsal koşulların ve toplumsal sınıfların, (hatta yerel ekonominin), kültürel farkların ve belki en önemlisi ekolojik koşullardaki farkların da eşit ve genel ekonomiye özdeş bir biçimde dağılmış olduğunu ve bunun bütün ülke düzeyinde aynı biçimde “homojen” olduğunu/ olacağını nasıl iddia edebiliriz?

Yukarıdaki faktörlerin ve daha başka bir çok faktörün hiçbir zaman bütün ülke ya da dünya yüzeyine eşit dağılmadığını biliyoruz. Bu çok açık. İşte tam burada yerel koşullar/ farklar ve yerel toplumlar onların yerel olarak oluşturduğu kamu ve yerel kamusal yarar üzerinde düşünmek gerekiyor.

Buradaki en önemli kuramsal bilmece her zaman şöyle ifade edilebilir. Eğer ülkesel/ genel kamusal yararlar ile yerel daha küçük ve o yere özgü kamusal çıkarlar çatışırsa “parça ve bütün” arasındaki bu düğümü nasıl çözebiliriz?

Çatışan;  bütünün ve genelin kamusal yararı ile yerelin ve “eksklusiv” olanın kamusal yararıdır ve buradaki kamusal yarar, ölçek farkına göre her olay için farklılık gösterebilir ve özel olarak ele alınmayı gerektirir.

Eğer çatışan kamusal yararlar varsa (ki farklı ölçütler bakımından, parça ve bütün arasında her zaman vardır), bunlara her olay bakımından ayrı ayrı bakarak/ inceleyerek değerlendirme yapmak gerekir.

Pazar mekanizmasının mantığına göre devletin de bir işlevi vardır ve bu işlev başta pazar mekanizması olmak üzere bütün toplumsal mekanizmaların işleyişindeki koşulları oluşturmak ve kusursuz bir harmoni içinde hepsinin birden uyumlanmasıyla en yüksek kamusal yararın oluşmasını sağlamak ve bunu sürdürmektir.

Kamusal yarar için kriter: Demokrasi

Görüldüğü gibi sadece pazar ekonomisinin “ideal” koşullar içindeki çalışmasına göre düşünüyoruz ve çelişkiyi ele almaya/ anlamaya çalışıyoruz. Ve tekrar Akbelen konusuna dönelim.

Devletin tezi (ideal koşullarda hiçbir sapma olamadığı durumda) şöyle olabilir:

  • Ülkenin enerjiye ihtiyacı var.
  • Enerji üretecek Yatağan Termik Santralı için linyit gereklidir.
  • Bu linyitin fabrikanın en yakın çevresinden çıkarılması için kömür kaynakları bulunmalı ve bu kömür çıkartılmalıdır.
  • Pazar mekanizması koşullarından kömürü çıkartacak olan bir özel şirkettir.
  • Şirketin bu kömür madenini çalıştırması “kamusal yararın” elde edilmesi için bir gerekliliktir ve bu kamusal yararın elde edilmesinin engellenmesine karşı devlet üretimin koşullarını sağlar.

Bu akıl yürütme tamamen yukarıdan/ genelden ve büyük ölçekten kaynaklanan bir akıl yürütme, ama bu durumda bile bu ölçekteki kamusal yararı sağladığını kanıtlamak için şu sorulara yanıt vermesi gerekiyor:

  • Ülkenin enerjiye ihtiyacı vardır ama bu enerji nereden ve nasıl elde edildiğinde en üstün kamusal yarar oluşur. Alternatif enerjiler ve elde edilme yöntemleri var mıdır?
  • Alternatifler arasında seçim yaparken üretimin ekonomik maliyetinden başka ekolojik, toplumsal, kültürel maliyetlerini de göz önünde tutarak verilecek kararın kamusal yararın tam olarak bu ölçütlerin hepsinin optimum noktasına göre elde edilmesi gerekmez mi?
  • Yerel ve genel kamusal yararların farklılaşması/ çatışması durumunda karar verebilmek için mevcut sorunların ve (yakın ve belki biraz daha uzun erimdeki) geleceğin dikkate alınması gerekecektir. Eğer burada ortaya çıkabilecek dengesizlikler zincirleme bir çözülmeye hizmet etme momentine sahipse (ya da zaten bozulmuş olan bir ekolojik duruma- diyelim ki küresel iklim değişikliğine- katkıda bulunursa) uzun erimli kamusal çıkarların daha ağırlıklı olarak değerlendirilmesi gerekmez mi?
  • Verilecek kararın hem yerel hem de genel (ki burada bu ölçeği devlet temsil ediyor) yararlar arasındaki optimum (en elverişli veya bütün tarafları en fazla tatmin edebilecek) noktaya ulaşmak için hiyerarşik olmayan/ tam eşitlikçi bir demokratik mekanizmanın işleyeceği bir yapı/ mekanizma veya politik bir sürecin yaratılması ve kurulması gerekmez mi?

Görüldüğü gibi, kamusal yararın hem yerel olarak hem de genel olarak en üstün düzeyde belirebilmesi için, demokrasiye gerek var. Bu demokrasinin de nasıl oluşturulacağı bakımından pek çok teori söz konusu olabilir, ama içinde bulunduğumuz aşamada katılımcı demokratik bir mekanizmanın, merkezi devlet kurumları ile yerel halkın örgütü /örgütleri; belediyesi, muhtarlıkları, STK’ları ve platformları vb. arasında hiyerarşisiz ve eşitlikçi bir biçimde kurulması ve burada nesnel gerçeklere saygılı bir tartışmanın yapılması gerekiyor.

Akbelen bağırıyor: Kamu biziz!

Ayrıca ülkesel ve yerel kamusal yararlar arasında bir çatışma olduğunda tam bu noktada şu farkın da göz önünde tutulması gerekmez mi? Ulaşılan karar noktasındaki sonuç yerel tarafından nasıl ve ne kadar hissedilecek ve merkez/ ülke halkı bakımından nasıl hissedilecek? Bunu bir örnekte açıklayalım:

Maden için kesilen ağaçlar ve ormanın yok edilmesi, ormanın yanındaki köy ve köy halkı, ayrıca oradaki ekolojik dengelerin içinde yer alan her türlü canlı ve cansız doğa (sıcaklık, havanın ve toprağın nemi, rüzgarlar, yer altı ve yer üstü suları, yağış vb.) tarafından nasıl hissedilecek/ etkilenecek? Onların somut günlük yaşamını nasıl dönüştürecek ve genel toplumu, diyelim bu enerjiden yararlanacak bütün ülke halkının somut ve gündelik yaşamını nasıl ve ne kadar etkileyecek? Açıktır ki, genel kamusal yarar ormandan kesilen ağaçlar nedeniyle hiçbir biçimde doğrudan etkilenmeyecektir.

Oysa, su, hava ve toprak gibi kaynaklar orman ekolojisinin bütün canlı ve cansız ögeleri ve çevre köylerde yaşayan her yaştan kadın ve erkeklerin yaşamı tam olarak alt-üst edilecek ve çok büyük bir tedirginlik/ rahatsızlık ve sonuç olarak hayatta kalabilme koşulları bakımından büyük bir elverişsizlik, çok somut olarak afet gibi bir yıkım yereli gerçekten yok edecek/ öldürecek…

“Devletin/ merkezi yönetimin, kendi halkının karşılaştığı sorunlar ve bunun karşısındaki talepleri konusundaki duyarsızlığı o kadar fazla ki…” bile diyemiyoruz artık. İktidar, yaptığı kötülükler üzerinden kendisini ve sermaye sınıfını temize çekiyor ve yaratılan vahim kamusal zarar/ yıkım nedeniyle sermayeyi ve dolayısıyla kendisini ödüllendirerek, Goebbels türü propagandayla, ülkeyi körleştirmeye, şaşırtmaya ve inanılması güç bir arsızlıkla hakikati tersine çevirmeye çalışıyor… (Bkz. Yeşil Gazete haberi)

Bunlar tam olarak, “Kötülüğün Sıradanlığı”nın örnekleri…

Ormanın yüz yıllık ağaçları kesiliyor ve ormanı şirkete tahsis etmiş devlete göre bu kamu yararı; madende dinamitler atılıyor ve köy evlerinin duvarları çatlıyor, bu kamu yararı için gerekli; sıra zeytin ağaçlarına geliyor ve en önemli geçim kaynağı olan zeytinler kesilecek, bu da kamu yararı elbette ve direnmek de teröristlik!

Oysa Akbelen’de bütün halk, bağır-bağır bağırıyor: Kamu biziz! Kamu biziz! Kamu biziz!

[Bir şarkının hikayesi] Remember (Walking in the Sand/ The Shangris-Las

Müzik kariyerinde kendine yeni bir yol arayan George Morton, eski kız arkadaşı Ellie Greenwich’i görmek üzere New York’taki Brill Building binasına gitmişti. Bina, o günlerde müzik endüstrisinde oldukça önemli bir yere sahipti. 1960’ların başında popüler olan şarkıların bir çoğunun kaydedildiği stüdyolar ve plak şirketleri bu binada bulunuyordu ve Amerikan müzik endüstrisinin merkezi niteliğindeydi.

Ellie Greenwich’in erkek arkadaşı ve müzik partneri Jeff Barry, Morton’un Ellie’ye olan ilgisinden pek hoşlanmıyordu, ayrıca onun gerçekten iddia ettiği gibi bir şarkı yazarı olduğu konusunda kuşkuları vardı. Bu şüpheci yaklaşımında haksız da sayılmazdı çünkü o zamana kadar Morton’un yazmış olduğu bir şarkı yoktu. Barry, Morton’u denemek konusunda daha da ileri gitmeye kararlıydı ve Morton’a şarkılarından birini dinlemek konusunda çok istekli olduğunu söyledi.

Elinde hiçbir şarkı olmayan Morton, arabasını Long Island’daki plajın yanına park etti ve deniz kenarındaki doğal seslerden de aldığı ilhamla bir gecede bir şarkı yazmayı başardı. Şarkıdaki martı ve dalga efektleri bu nedenle oldukça belirgindi. Remember (Walking in The Sand) , denizaşırı yolculuğa çıkan bir erkeğin, sevgilisine gönderdiği bir mektupla ilişkilerini sonlandırmasını anlatıyordu. Partneri tarafından anlayamadığı bir nedenle terk edilen genç kız, biten aşk hikayesinin ardından sevdiği ile geçirdikleri güzel günleri hatırlıyordu.

‘Ucuzcu’ Shadow Morton’ın yolu kolejli ‘kız grubu’yla kesişince

Morton, şarkısını o günlerde henüz hiçbir hit parçası olmayan The Shangris Las grubuna teklif etti.

1960’larda “kız grupları” moda olmaya başlamıştı. Martha and The Vandelas, The Chiffons, The Ronettes, The Supremes gibi gruplar,  Amerikan Bilboard müzik listelerinde üst sıralara tırmanıyordu.

Marry Weiss, kız kardeşi Betty Weiss, Marge ve Marry Ann Ganser adlı ikizlerden oluşan “The Shangris-Las”, 1963 yılında bir kolej müzik grubu olarak ortaya çıkmıştı. İsimlerini New York Queens’te bulunan bir lokantadan almışlardı.

George Morton, bir demo kaydı oluşturmak için birkaç müzisyenle anlaştı. 7.5 dakikalık ilk demo kaydında piyano çalan genç piyanist, henüz 15 yaşında olan Billy Joel idi. Sadece enstrümantal kaydın yapıldığı gün stüdyoda bulunan Joel, şarkıcılarla hiç karşılaşmamıştı. 1987 yılında Q Magazine’e, hayatında ilk defa bir stüdyo kaydında çaldığını ve o gün çok sinirli ve heyecanlı olduğunu, şarkıyı daha sonra radyoda dinlediğinde kendisinin de bulunduğu kaydı tanıdığını anlatacaktı. Genç Billy Joel, bu kayıttan hiç ücret almamıştı. Belli ki, George “Shadow” Morton, (kendisine daha sonra bu lakap takılmıştı) her şeyi ucuza getirme konusunda oldukça başarılıydı.

Klasiğe giden yol: Winehouseş Aerosmith, Jeff Beck, İmelda May…

Şarkı ,1964 yılında ABD Bilboard Hot 100 listesinde 5 numaraya kadar yükseldi. Morton çok kısa sürede, müzik sektöründe yeterliliği tartışılan bir “özenti”den, hit bir şarkı yazarı ve yapımcıya dönüşmüştü. Bir yorumcuya göre, Morton’un muhteşem ses efektleri ve yaratıcı perküsyon içeren prodüksiyonları, The Shangris-Las grubunun tarihe geçmesini sağlamıştı. Gerçekten de grubun kükreyen motosiklet sesleri ve cam kırıkları efektleri içeren bir sonraki şarkıları “Leader of The Pack”, Bilboard Hot 100’de 1 numaraya kadar yükselecekti.

The Shangris- Las, “British Invasion” yıllarında The Beatles ve The Rolling Stones’un Amerika turnelerinde sahne aldı. Ünlü R&B sanatçıları The Drifters ve James Brown ile de çalışan dörtlü, 1968 yılında dağıldı.

The Shangris-Las, 27 yaşında hayatını kaybeden ünlü İngiliz şarkıcı ve müzik yazarı Amy Winehouse’a da ilham kaynağı olmuştu. Arı kovanı şeklindeki saç modelini, yine çok ünlü bir “kız grubu” olan The Ronettes’ten esinlenen Winehouse, “Back to Black” adlı hit şarkısının ortak yazarı olan Mark Ronson’a The Shangris-Las’nın şarkılarını dinletmiş ve şarkının kompozisyonunda onların soundunu yakalamak istediğini söylemişti.

Remember (Walking in The Rain), zamansız bir klasik olarak farklı müzik türlerinin ustaları tarafından yorumlandı.

1979 yılında ünlü Amerikan Hard Rock grubu Aerosmith, altıncı stüdyo albümlerinde şarkıya rock bir cover yaptı. Shangris- Las’nın solisti Marry Weiss’in de vokal yaptığı bu farklı yorum, Kanada müzik listelerinde 8 numaraya kadar yükselirken Amerika Bilboard Hot 100’de 67’inci sıraya kadar çıktı.

Tüm zamanların en iyi rock gitaristlerinden biri olarak gösterilen Jeff Beck‘in İrlandalı Şarkıcı Imelda May ile beraber parçaya yaptıkları blues rock türündeki yorum ise şarkıyı çok farklı bir boyuta taşıdı ve Jeff Beck’in imza yorumlarından biri oldu.

Ünlü gitaristin 2023’teki ölümünün ardından, adına düzenlenen saygı konserinde, Rolling Stones’un gitaristi Ronnie Wood , ünlü oyuncu Johhny Depp ve Imelda May şarkıyı onun tarzında yorumladı.

Remember (Walking in The Sand), Rolling Stone dergisinin 2004 yılında yayınladığı “Tüm Zamanların en iyi 500 şarkısı” listesinde 395’inci sırada gösteriliyor.

Kaynakça

  • Mc Ginnis R., Remember (Walking in The Sand) by Aerosmith, 26.09.2020
  • Songfacts, Remeber(Walking in The Sand)
  • Kutner J., Remember (Walking in The Sand) (The Shangris-Las), 07.11.2022
  • Brill Building, Remember (Walking in The Sand)
  • Wikipedia, The Shangris-Las, Jeff Beck

Bir köpeği sevmekle başlayacak her şey

Savunmasız, türlü zorluklarda yaşamaya mahkum edilmiş, sizin beceriksizliğiniz ve hunharlığınızın kurbanı olmuş, dost olmaya çalıştıkça düşmanlaştırdığınız köpeklerden ne istiyorsunuz?

  • İnsan olamayışınızın faturasını onlara mı çıkarmak amacınız?
  • Unuttuğunuz dostluğu, kardeşliği varlıklarıyla size hatırlattığı için mi bu kadar rahatsızsınız?
  • Yoksa “temizlik” anlayışınız mı bu? Sevmediği, sevemediği her canlıyı yok etme nefreti. Tıpkı AKP Konya Milletvekili Mehmet Baykan‘ın katliam yasasıyla ilgili kendisini arayan bir kadına, sırf saat geç olduğu için “sizin gibilerin uyutulmasıyla ilgili bir çözüm bulunması gerek” dediği gibi.
  • Ya da büyük ihaleler mi var? Barınak yani ölüm kampları ve köpekleri öldürecek iğne zehir ve personel temini için?
  • Siz ve sizin tetikçi, manipülatif medyanızın tek yanlı propagandasına rağmen, halkın büyük bir çoğunluğu yasaya karşı çıkarken bu ısrarınız ve aceleciliğinizin sebebi nedir acaba?
  • Bizi en ufak bir biçimde temsil etmeyen vekilliğinizden kazandığınız paralarla ve doymak bilmeyen iştahınızla her gün sofralarınızda yediğiniz istakoz, koyun, kuzu, inek cesetleri yetmedi şimdi sıra köpeklerin bedeni üzerinden politika yapmaya mı geldi?
  • Neden politikalarınızı hiçbir zaman doğadan, hayvandan ve insanlıktan yana değil de düşmanlıktan yana kuruyorsunuz? Bu kadar mı kurudu yüreğiniz? En azından savunmasız köpeklere bu kadar düşman olmasanız. Ama kime söylüyorum. Toprak olmayan, taşa dönüşmüş gönüllerde tohum yeşerir mi, ot biter mi hiç?
  • Size başka çözümler olduğunu da gösteren yaşam savunucularına, hayvan dostlarına, veterinerlere, halkınızın duyarlı kesimlerine azıcık kulak kesilseniz egonuz mu sarsılır?

Sözün özü: Yanlış yapıyorsunuz, telafisi mümkün olmayan, bin pişman da olsanız canlar gittikten sonra geri dönüşü olmayacak bir konuda ısrar ediyorsunuz. Tarihin sayfalarına kapkara bir leke olarak yazılmak istemiyorsanız: Nedamet getirin! Yol yakınken dönün bu garabetten!

‘Katliam’ görüşmeleri öncesinde Meclis’e ziyaretçi yasağı, hak savunucularından başkente miting çağrısı

TBMM Genel Kurulu‘nun gündemindeki yasa tekliflerinin görüşme sürecini hızlandırmak için AKP’nin önerisiyle, Meclis’in çalışma saat ve günleri uzatıldı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın, AKP’li vekillere “Asla taviz yok, bu işi Meclis kapanmadan önce bitirin” talimatı gereği, sokakta yaşayan köpeklerin toplatılması ve öldürülmesinin yolunu açan teklifin de bu hafta sonu jet hızıyla Genel Kurul’a getirilmesi bekleniyor.

Erdoğan ‘katliam yasası’nı savundu: ‘Bu işi’ Meclis tatile girmeden bitireceğiz!
‣ ‘Katliam yasası’ tüm tepkilere rağmen komisyondan geçti: ‘Toplatma ve öldürme’ Meclis’e havale

Görüşmeler öncesinde Meclis’e, 26 ile 29 Temmuz tarihleri arasında ziyaret yasağı getirildi.

Yasa teklifinin Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu’ndaki görüşmelerinde hayvan hakları savunucuları komisyon salonuna alınmamış, koridorlarda bekletilmiş; Meclis’te sabahlayanlar hem bu durumu hem de teklifin geri çekilmemesini sloganlarla protesto etmişti.

‣ Yurttaş hayvanlarla ilgili yasa tasarısına tepkili: Meclis’te katil var!

Erdoğan ise  salı günü yaptığı AKP Grubu konuşmasında, yasa tasarısını protesto edenlere ve milletvekillerine “edepsiz” dedi ve hak savunucuları ile meslek örgütü temsilcilerinin Meclis’e girişinin yasaklanmasını istedi:

“Birileri geliyor, Meclis’e taşınıyor. Koridorları işgal edip Meclis altında milletvekillerine katil diye bağırabiliyor. Milletvekili, milletin temsilcisidir. Biz bu densizliğe pabuç bırakacak bir grup değiliz. Biz 3-5 marjinal karakterin çığırtkanlık yaparak, bağırarak Meclis’i çalışamaz hale getirmesine eyvallah etmeyiz. Bu meseleyi Meclis tatile girmeden önce taşkınlıklara prim vermeden yasalaştırarak sokaklarımızı güvenli hale getireceğiz. Asla taviz yok, bu işi bitireceğiz.”

Fotoğraf: Ali Dinç/bianet.

Hak savunucuları bu kararın, ‘katliam yasası’nın sessiz sedasız geçirilebilmesi için alındığını düşünüyor.

TBMM Genel Kurul gündeminde bulunan ve perşembe gecesi ilk 18 maddesi kabul edilen vergi paketinin bu akşam bitirilmesi halinde, sokakta yaşayan köpeklerinin barınaklara alınması ve salgın hastalık, kuduz riski gibi nedenlerle öldürülmesinin yolunu açan Hayvanları Koruma Yasası’nda değişiklik yapan yasa teklifinin de hemen gündeme alınması bekleniyor.

Kritik üç gün boyunca yasak

TBMM Genel Sekreterliği’nden yapılan açıklamada ise milletvekillerinin “daha etkin” çalışabilmeleri yasağa gerekçe gösterildi:  “Gündemin yoğunluğu nedeniyle sayın milletvekillerinin Genel Kurul çalışmalarına daha etkin katılabilmeleri için belirtilen tarihler arasında Türkiye Büyük Millet Meclisine görevliler dışında ziyaretçi ve araç girişi yapılmayacaktır.”

Hak savunucularından hafta sonu eylem ve miting çağrısı

Katliam tasarısının bir an önce görüşülerek yasalaşmasının istenmesi ve Meclis’in bu sırada kapılarının kapatılmasına karşı hak savunucuları 28 Temmuz Pazar günü, başkentte Büyük Ankara Mitingi düzenleme kararı aldı.

Miting Anıt Park’ta saat 16.00‘da başlayacak.

Ülke genelinde yasaya karşı çıkan herkese yapılan çağrıda; “Pazartesi günü meclise gelecek olan kanlı yasaya dur demek için tüm Türkiye Ankara Anıt Park’a geliyor. Sen de bu kanlı yasanın meclisten geçmemesi için ses ver. Meclis’te yasa oylanana kadar miting alanında oturma eylemi yapılacaktır” denildi.

Ankara’da Sakarya Caddesi‘nde polis müdahaleleri ve gözaltılara rağmen süren yaşam nöbetleri ise 64’üncü gönüne ulaştı.

İstanbul Buluşması 27 Temmuz’da

Yaşam İçin Yasa İnisiyatifi ve Hayvan Yaşam Özgürlük İnisiyatifi aktivistleri de 27 Temmuz Cumartesi günü 19.30′da Kadıköy İskele Meydanı‘nda düzenlenecek Büyük İstanbul Buluşması‘na İstanbulluları ve katliama karşı olan herkesi “yasayı durdurmak için” protesto etmeye davet etti.

 

Gaemi Tayfunu Filipinler ve Tayvan’dan sonra Çin’e ulaştı, yüz binlerce insan tahliye edildi

Pazar günü Filipinler‘in doğusunda tropikal bir fırtına olarak gelişen ve kuzeybatıya ilerleyen Gaemi, pazartesi günü Filipinler’in kuzey sınırına ilerlerken tayfun statüsüne ulaşacak kadar güçlendi.

Tayfun nedeniyle Filipinler hükümeti alarma geçti, başkent Manila‘da afet durumu ilan edildi; yarım milyondan fazla insan tahliye edildi, şu ana kadar 21 ölüm olduğu bildirildi. Ancak arama kurtarma çalışmaları devam ediyor ve kayıpların artması bekleniyor.

Mevcut muson havasıyla etkileşime giren Gaemi, Luzon Adası‘ndaki aşırı yağışları daha da kötüleştirerek heyelana neden oldu.

Manila Körfezi‘nde fırtına nedeniyle bir petrol tankeri alabora oldu ve Filipinler tarihinin en kötü petrol sızıntısı yaşandı.

Filipinler açıklarında petrol tankeri alabora oldu: Sızıntı yayılıyor

Güçlenerek Tayvan’a ilerledi

Gaemi, salı günü Tayvan’ın kuzeybatısına doğru güçlenerek ilerledi ve 145 mph’lik rüzgar hızıyla 4. Kategori bir kasırgaya eşdeğer güçte bir tayfuna dönüştü. Tayvan kıyılarındaki bir kargo gemisi alabora olurken beş gemi karaya oturdu.

Ülkedeki ofisler ve okullar kapatılırken insanlar, evlerinde kalmaları ve kıyı bölgelerden uzak durmaları konusunda uyarıldı. Tayvan Merkez Haber Ajansı, üç kişinin hayatını kaybettiğini ve en az 380 kişinin yaralandığını söyledi. Hükümet, kurtarma ekiplerinin en az bin kişiyi sel sularından çıkardığını bildirdi.

Tayvan, düzenli olarak tayfunlara maruz kaldığı için güçlü uyarı sistemlerine sahip olsa da ülkenin topoğrafyası ve yüksek nüfus yoğunluğu fırtınanın yol açtığı kayıpları engellemekte yetersiz kalıyor.

Çarşamba günü karaya ulaşan tayfun, Tayvan’ın bazı bölgelerinde şiddetli yağışlara neden olduğu seller, en az üç ölüme ve devasa bir yıkıma yol açtı.

Çin’de 600 binden fazla insanı etkiledi

Tayvan’dan çıkarken Kategori 2 seviyesindeki bir kasırgaya eşdeğer seviyeye düşen tayfun, Çin‘in Fujian eyaletine ilerledi. Ancak tropikal fırtına seviyesine düşmüş olmasına rağmen geniş bulut bantları, yaz yağmurlarının etkisi altındaki Orta Çin için sel ve heyelan riski oluşturuyor.

Meteorologlar, Çin’in merkezindeki 100 milyondan fazla nüfuslu Henan da dahil olmak üzere 10 eyaletin Gaemi’den etkilenebileceğini bildirdi. Fırtınanın önümüzdeki günlerde nehir taşkınları ve su baskınlarıyla mücadele eden Jilin ve Liaoning‘e ulaşması bekleniyor.

Orta Çin’de sel felaketi: Bir yıllık yağışı bir günde aldı

Fujian’da uçuşlar, trenler ve feribot seferleri iptal edilirken 300 bine yakın insan tahliye edildi. Xinhua haber ajansı, eyalette en az 630 bin kişinin fırtınadan etkilendiğini bildirdi.

Çin’in güneydoğu kıyısının alçak bölgelerinde heyelan ve sellere neden olan Gaemi, üç kişinin ölümüne daha yol açtı.

Fırtınanın zayıflaması bekleniyor ancak tayfun, önümüzdeki üç gün boyunca Pekin ve birçok kentte yoğun yağışlar getirecek.

İklim değişikliği tayfunları güçlendiriyor

Bilim insanları, iklim değişikliğinin yağış rejimlerini değiştirerek tayfunları ve diğer tropikal fırtınaları güçlendirebileceğini söylüyor.

Çin Bilim Akademisi‘nden Zhang Wenxia ve ekibinin yaptığı araştırma, tarihsel meteoroloji verilerini inceleyerek gezegenin kara alanının yaklaşık yüzde 75’inin yağış değişkenliklerinde artış yaşandığını buldu.

Isınan havanın atmosferde daha fazla nem tutabilmesi nedeniyle yağışlarda daha fazla dalgalanma yaşandığını söyleyen ekip, yüksek sıcaklıkların daha güçlü tropikal fırtınaları tetikleyebileceğine dikkat çekti.

New South Wales Üniversitesi İklim Değişikliği Araştırma Merkezi‘nden bilim insanı Steven Sherwood ise küresel ısınmanın etkisiyle kurak dönemlerin daha kurak, yağışlı dönemlerin ise daha yağışlı geçtiğini söyleyerek “Küresel ısınma devam ettikçe bu durum ve kuraklık/sel olasılığı artacak” dedi.

Gaemi Tayfunu, son sekiz yıldır bölgeyi vuran en güçlü tayfun oldu. Tek bir hava olayını iklim değişikliğine bağlamak zor olsa da iklim modelleri, bunun güçlü bir ihtimal olduğunu gösteriyor.

İklim değişikliği Beryl Kasırgası’nın daha erken ve şiddetli yaşanmasına neden oldu
İklim bilimciler, Beryl Kasırgası’nın getirdiği yıkımdan endişeli: Bu, büyük bir uyarı

Depremde yıkılan Antakya’da yaşam alanlarına beton santrali: Amaç inşaat maliyetini azaltmak

Video-Haber: Burcu ÖZKAYA GÜNAYDIN

*

Deprem sonrası inşaat faaliyetleri nedeniyle her yerde taş ocakları türeyen Hatay’ın Antakya ilçesinde ya yerleşim alanlarına birbiri ardına beton santralleri inşa ediliyor, ya beton santrallerinin karşısına konteyner kentler kuruluyor. Depremin üzerinden geçen 1.5 yılda halen barınma, temiz su, gıda, hijyen, elektrik ve toplu ulaşım gibi pek çok sorunla boğuşan halk tepkili, “Depremden kurtulduk, astım olduk” diyor.

Antakya Çevre Koruma Derneği (AÇKD) ilçenin Karaali ve Güzelburç mahallelerinde bulunan beton santrallerinden kaynaklı toz ve  gürültüden şikayetçi olan mahalleri ziyaret etti.

Güzelburç mahallesinde beton santralinin hemen karşısına kurulan konteyner kentte yaşayan depremzedeler, nefes darlığı yaşadıklarını, tozdan rahat yemek yiyemediklerini, nefes almak için dahi konteynerlerin önüne çıkamadıklarını anlattı.

Haftanın en az üç günü su ve elektriklerinin kesildiğini söyleyen depremzedeler, depremden sağ kalanların da eziyet içinde yaşamını devam ettirdiğinin altını çizdi.

‘Keşke biz de ölseydik’

Konteyner kentte yaşayan bir depremzede, yakın zamanda nefes darlığı şikayetiyle doktora gittiğini söyleyerek, “Astım hastası olduğumu öğrendim. Doktora göre yaşadığım çevre nedeniyle olmuş. Depremden ölmedik, tozdan öleceğiz. Sağlığımı kaybettim. Ölenler kurtuldu, keşke biz de ölseydik” dedi.

Konteyner kentte kalanların sorunlarını dinleyerek rapor hazırlayan Antakya Çevre Koruma Derneği Başkanı Nilgün Karasu, konteyner kentlerin bir yaşam alanı olacağı düşünülmeden konumlandırıldığını, depremden kurtulan, travması bitmeyen insanların toz toprak içinde yaşamaya mahkûm edildiğini söyledi.

Sorunun her geçen gün büyüdüğünü, insanların konteyner önüne dahi maskesiz çıkamadığını vurgulayan Karasu, yetkililerin sorunu görmezden gelmeyi bırakıp çözmesi gerektiğinin altını çizdi.

AÇKD heyeti Güzelburç Konteyner Kentin ardından Karaali Mahallesi’nde kurulan beton santralinden dolayı bahçesinde oturamayan, camını açamayan mahalle halkını ziyaret etti. Depremden önce bölgenin havasının çok temiz olduğunu belirten mahalleli, TOKİ Konutları için kurulan santralin, insanların yaşadığı bir yere, tarlaların, bahçelerin ortasına yapılmasından şikayetçi.

Santraller yerleşim yerinde 7 km uzak olmalı

Ziyaret sırasında defalarca yetkili yerlere uyarı yaptığını ama kimsenin sorunu çözmediğini söyleyen Karaali Mahalle Muhtarı Armağan Aydınlıoğlu, şunları söyledi:

“İnşaat için beton santral olması gerekiyor, karşı değiliz ama bir yönetmelik, kural var. Yerleşim alanına 7 kilometre uzak olması lazım. Şimdi bu santral bizim yaşam alanımıza 7 kilometre uzak mı, burnumuzun dibinde. Bırakın kapıyı çıkmayı, cam açıp evde oturamıyor insanlar. Santrale giden kamyonların ayrı yolu var, o yolu da kullanmıyorlar, yolu uzatmamak için bizim yürüdüğümüz yoldan gidiyorlar.”

AÇKD Başkanı Karasu: Halkın yanındayız, takip edeceğiz

Halkın şikayetlerini ve sorunlarını dinleyen AÇKD Başkanı Nilgün Karasu, TTB Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Ali Kanatlı, yetkili kişi ve kurumlara bildirmek üzere notlar aldı.

Deprem sonrası kentin pek çok bölgesinde açılan taş ocaklarından sonra şimdi de her yerde mantar gibi beton santrallerinin türediğine dikkat çeken Karasu, şunları söyledi:

“Kentin inşası için betona ihtiyaç var tabi ki ama bu işin bir kanunu var. Bağ bahçe, yerleşimin olduğu yere yapılamaz. Sırf maliyeti azaltmak için yaşam alanlarına beton santrali yapılıyor. İnsanlar deprem yıkıntılarını görmemek için biraz şehrin dışına kaçıyor orada da beton santraline yakalanıyor. Biz Çevre Koruma Derneği olarak gerekli yerlere şikayetlerimizi ileteceğiz. Halkın yanındayız, ses olup, yalnız bırakmayacağız.”

 

 

Amazon yağmur ormanlarına zarar veren sığır çiftçisine 50 milyon dolar tazminat

Brezilya‘da federal mahkeme, bir sığır çiftçisine Amazon yağmur ormanlarına zarar verdiği için 50 milyon dolardan fazla para cezası verdi. Para cezasına ek olarak çiftçinin zarar verdiği alanı da onarması gerekecek.

Yasadışı ormansızlaşma faaliyetleri yaparak iklime zarar verdiği gerekçesiyle Brezilya’daki bir federal mahkeme, sığır çiftçisi Driceu Kruger‘in mal varlığına el koydu.

Amazon’dan bir kuraklık ve ormansızlaşma manzarası: İnekler, toz ve duman…

Çiftçiye daha önce de tazminat ödetilmişti

Ülkenin iklim suçlarının önüne geçilmesi ve yağmur ormanlarının onarılması için başlatılan en büyük sivil girişim olan Brezilya Çevre ve Yenilenebilir Doğal Kaynaklar Enstitüsü (Ibama) çiftçinin sorumlu olduğu çevre suçları için Brezilya Başsavcılığı‘na başvurdu.

Kruger, daha önce de Amazon’un Boca do Acre ve Lábrea bölgelerinde 5 bin 600 hektarlık (13 bin 838 dönüm) alanı yok ettiği için Ibama tarafından tazminat ödemeye zorlanmıştı. Bu sefer zarar verilen bölge ise federal hükümete ve Amazonas eyaletine ait bir kamu arazisiydi.

Kruger, bitki örtüsünü temizlemek için motorlu testereler kullandı, araziyi temizlemek için ateş yaktı ve sığırlar için otlak alanı oluşturmak için araziye ot ekti. Sebep olduğu orman kıyımı uydu görüntüleriyle belgelenirken Kruger da yaptıklarını kabul etti.

Yok edilen hektar başına maliyet hesaplandı

Davada Kruger iki farklı şekilde iklime zarar vermekten suçlu bulundu: Bitkileri doğrudan yakmanın yol açtığı emisyonlar ve karbondioksiti emen bitkileri yok ederek karbonun hapsedilmesini engellemek.

Mahkeme, Amazon yağmur ormanlarına zarar vermenin hektar başına ortalama 161 ton karbon salımına yol açtığını söyledi. Tüm orman için ise bu sayı 901 bin 600 tona denk geliyor.

Bu hasar ise ABD Çevre Koruma Ajansı ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün hesapları doğrultusunda ton başına 65 dolar olarak değerlendirdi. Ancak sosyal maliyetler de göz önünde bulundurulduğunda muhtemelen ormansızlaşmanın gerçek maliyeti bundan çok daha yüksek.

Tazminat iklim finansmanına aktarılacak

Kruger’ın neden olduğu zarar 50 milyon dolar olarak hesaplandı. Tüm varlıkları dondurulan ve hükümet finansmanı ile vergi avantajlarından yararlanması yasaklanan Kruger’in ödeyeceği para ise ulusal iklim acil durum fonuna aktarılacak.

Kruger’ın hem sığır ve tarım ürünleri satması hem de zincirli testere ve traktör gibi ekipmanları satın alması yasaklandı.

Ayrıca Kruger, bozduğu toprağı tekrar değerli bir karbon yutağı haline getirmek zorunda. Yine de mahkeme, bunların Kruger’ın verdiği zararları tamamıyla geri çevirmeye yetmeyeceğini söylüyor.

Brezilya’nın yargı sisteminde birkaç benzer dava daha devam ediyor. Ancak mahkemenin davada talep ettiği miktar, bugüne kadar iklim için kararlaştırılan en büyük tazminat.

İklim ve Çevre Savunma Bakanlığı’ndan Mariana Cirne, davanın bir “iklim adaleti meselesi” olduğunu ve bu örneğin Brezilya’nın ulusal emisyon hedeflerine ulaşmasına yardımcı olacağını söyledi.

Ancak mahkeme tarafından henüz nihai karar verilmedi ve karar temyiz edilebilir.

Arhavi’ye önce HES ve taşocağı, şimdi de maden: Göçe zorluyorlar, etmeyeceğiz!

Artvin‘in Arhavi ilçesinde yaşayanlar HES ve taşocağı projelerinin ardından şimdi de maden ocağı tehditiyle karşı karşıya.

10 köyü içine alacak olan 1930,92 hektarlık alanı kapsayan maden arama ihalesini Mehmet Cengiz’in sahibi olduğu Eti Bakır aldı. İhaleyi 5 milyon TL’ bedel ile kazanan firmanın arama yetkileri 6 Ağustos 2024 tarihi sonrası kesinlik kazanacak.

ANKA’ya konuşan Pilarget Doğa ve Yaşam Derneği Yönetim Kurulu üyesi Bilgin Algül şunları söyledi:

“Bu bölge Balıklı Ulukent. Bölgedeki en son köy. Bu köyden yukarısı doğal orman ve sit alanı. Böyle bir doğa harikası yerde HES ve taş ocağı açılmak isteniyor. Yeni servis yolu, yeni yollar yapılacak, yani, tabiat bir yerde yok edilecek. Oradan akan derenin debisi de şu andaki iklim şartlarından dolayı bundan 20 sene önceki, ya da ÇED raporu alındığı 10 sene önceki gibi değil, iyice düşmüş durumda.

HES projesi yapıldıktan sonra can suyunun bile akması muhtemel değil ya da bu proje yapılsa HES’in çalışması mümkün değil. Sadece doğaya zarar verilecek. Bu iş için oluşacak bir rant var, bunun peşindeler. Yoksa bu iş yapılıp da bu işin sonunda bu ülkeye ekonomisine kazanılacak hiçbir şey yok.”

Algül, projenin hayata geçmesinin ardından yaşanacakları şöyle değerlendirdi:

Bölgede suya ihtiyaç duyan çay, fındık ve mısır tarlaları olduğunu, derenin doğal akışının kesilmesi halinde bütün alandaki yaşamın yok edileceğini belirten Algül, “HES’le uğraşırken bir de maden durumu çıktı. Projeye göre maden sahaları şu  bizim üst bölgelerimiz, yani yaylalarımız. O bölgede yapılacak maden çalışması direkt bizim su kaynaklarımıza, tabiatımıza zarar verecek. Su kaynağı olmayan bir insan neyle yaşar? Hava ve su olmadıktan sonra neyle yaşarız? Taşıma suyuyla mı yaşayacağız? Doğamız, ormanımız, çayımız, mısırımız, fındığımız olmazsa ne yaşayacağız? Yusufeli’de baraj olunca Hopa‘ya, Arhavi‘ye Borçka‘ya geldiler. Biz de gidecek yer arayacağız. Biz bunu istemiyoruz. Göç etmeyeceğiz, göçe mecbur kalacağız.”

denemeler-8.jpg

Bilgin valiliğin hazırladığı protokoldeki belirsizlikleri de şöyle anlattı:

“Bu protokol ön sayfası, bu sayfada da valiliğin… Hangi kanuna göre yaptı? Protokolün ne tarih ve ne de sayısı var. Valilik oluru bile yok. İkinci protokoldeki hizmet alanı durumu da karışık. HES başvurusunda taş ocaklarından bahsediliyor, bunun da izni alınıyor.  Bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar.” 

denemeler-9.jpg

‘Danıştay HES projesini iptal etti’

Bilgin açılan davalarına ardından Danıştay 6. Dairesi’nin iptal kararını da paylaştı.

denemeler-10.jpg

“En son bu Danıştay 6. Dairesi’nin son nihai kararı. Oy birliğiyle HES başvurusu iptal edildi. Şimdiye dek kanunlar ve hukuk çerçevesinde mücadele ettim. Bundan sonra da aynı şekilde devam edeceğiz.”