Ana Sayfa Blog Sayfa 324

‘2053 iklim hedefleri için demir-çelik sektörünün karbonsuzlaştırılması şart’

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Hatay Milletvekili Nermin Yıldırım Kara, Türkiye‘deki demir-çelik sektörünün güncel durumuna dikkati çekerek, sektörde yenilenebilir enerjiye geçişin sağlık ile iklim hedefleri konularında sağlayacağı avantajlara dikkati çekti.

Yazılı bir basın açıklamasında bulunan Kara, demir-çelik endüstrisinin karbon emisyonları içerisindeki payı, kömür kullanım oranı, tükettiği enerji miktarı gibi yönlerini ele alarak çevre ve insan sağlığının yanı sıra 2053 net sıfır hedefleri için sektörün karbonsuzlaştırılmasının gerekliliğini vurguladı.

Türkiye’nin demir-çelik alanında önemli bir üretici olduğuna dikkat çeken Kara, iktidarı ve medya organlarını sektörün ekonomideki payı nedeniyle ekoloji üzerindeki bedelini görmezden gelmeleri yönüyle eleştirdi:

“Bizler, ülkemizin ne kadar büyük bir üretim merkezi olduğunun farkındayız. Demir-çelik sektörü, bu konuda en güçlü olduğumuz alanlardan birini temsil ediyor. 2022 yılında tam 35 milyon ton çelik üretimi gerçekleştiren ülkemiz, bu üretim miktarıyla Avrupa‘da ikinci, dünyada yedinci sıraya yerleşmişti. Ancak burada gizlenen, hiç konuşulmadan bir köşede tozlanmaya bırakılan gerçekler de var. İşçi ölümlerinde Avrupa’da ilk sırada yer alışımızdan söz edilmiyor. Benzer şekilde, bu ekonomik performansı insani ve çevresel maliyetinden de bahse konu olmaması üzerine, iktidar partisi ve medyası bir ittifak halinde bulunuyor. Burada artık demir-çelik sektörünün de çevre üzerindeki yan etkilerinden konuşmak zorundayız.

‣ ‘Türkiye’nin emisyonlarının yüzde 7’si çelik sektöründen kaynaklanıyor’

‘Üretilen kömürün yaklaşık yüzde 30’u demir-çelik tesislerinde kullanılıyor’

Nermin Yıldırım Kara, demir çelik sektörünün önemli ölçüde kömür tüketimi gerçekleştirmesiyle de ekolojik olarak sürdürülebilirlikten uzak olduğunun altını çizdi.

Açıklamasında Türkiye Taşkömürü Kurumunun verilerine yer veren Kara, Türkiye’de üretilen kömürün yüzde 27’sinin demir-çelik tesisleri tarafından kullanıldığını belirtti.

Sektörün genel enerji tüketimi içerisindeki oranın da azımsanamayacak büyüklükte olduğuna işaret eden Kara “2021 yılında, tüm ülkede tüketilen enerjinin yüzde 7’sini, sanayide tüketilen enerjinin de yüzde 22’sini demir-çelik sektörü kullanmış” diye ekledi.

‣ İhracatçı şirketlere sınırda karbon uygulaması başladı

’40 milyon ton karbon salımı çevre için ağır bir yük’

Vekil Kara, entegre tesislerde kömür kullanım oranının yüzde 90 civarında olduğunu kaydetti ve bu sektörlerin neden olduğu sera gazı emisyonlarına dikkati çekti.

Kara, kömür kullanımındaki oranın ve salınan karbonun gezegen için ağır bir yük anlamına geldiğini vurgulayarak şunları söyledi:

2021 yılında hem entegre tesislerin hem de elektrikli ark ocaklı tesislerin 40 milyon tonun üzerinde karbondioksit salımı yaptığı tahmin ediliyor. Bu veriler, çevre açısından, taşınması kolay olmayan bir yük demek. Ne yazık ki büyümeyi her şeyin üzerinde görenler, çevreyi unutuyor. İhracat rekorları kırıldığına dair beyan ve haberler, bacalardan çıkan dumanların ve asit yağmurlarının şehirlerimiz üzerine nasıl yığıldığını elbette söyleyemez.”

‣ Türkiye’nin Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı avantaja çevirmesi mümkün

‘Çalıştığımız fabrikaların dumanlarından zehirlenmek istemiyoruz’

Doğu Akdeniz Kalkınma Ajansı verilerine göre, Türkiye’nin 35 milyon tonluk çelik üretiminin 12 milyonu Hatay’da gerçekleştiriliyor ve bu da demir-çelik üretimi sırasında ortaya çıkan karbon salımında kenti ülkenin ilk sırasına yerleştiriyor.

Hatay, hem sanayi hem de enerji üretimi kaynaklı kirlilikle uzun süredir mücadele ediyor. İskenderun Körfezi çevresindeki dört termik santralin kapatılması durumunda her 100 erken ölümden 86’sının önlenebileceğini, kümülatif sağlık maliyetlerinin yüzde 82 oranında azalacağı, konu hakkındaki Sağlık ve Çevre İttifakı [Health and Environment Alliance/HEAL] raporunda yer alıyor.

Hatay’daki Türkiye’nin en büyük üç entegre üretim tesisinden biri olan İskenderun Demir-Çelik Fabrikası‘nın yıllarca kentte istihdam sağladığını ve şehrin tarihi açısından önemli olduğunu hatırlatan Nermin Yıldırım Kara, “Nesiller boyunca insanlar buralarda çalıştılar, ter döktüler, ailelerini geçindirdiler, emekli oldular. Bu ülkede su borusundan otomobile, inşaat demirinden tencereye kadar herhangi bir metal ürününde Hatay emekçilerinin de alın teri vardır. Ancak bizler, artık, çalıştığımız fabrikalardan çıkan dumanlar tarafından zehirlenmek istemiyoruz” dedi.

‣ Sınırda karbon düzenlemesi mekanizması 1 Ekim’de başlıyor

‘Sektörün karbonsuzlaştırılması Hatay’a nefes aldırabilir’

Türkiye’nin 2053 net sıfır emisyon hedefine ulaşabilmesi için demir-çelik sektöründe de değişime gitmesinin zorunlu olduğuna vurgu yapan Kara, sektörü karbonsuzlaştırmaya yönelik adımlar atılması çağrısında bulundu.

Enerji dönüşümü kapsamında benzer adımların atıldığını aktaran Kara, şu örnekleri verdi:

Karabük‘te, KARDEMİR’de bu konuda ihtiyaç olduğu görülmüştü. Tesisin kullandığı elektriğin güneş panellerinden karşılanması yönünde adımlar atılıyor. İSDEMİR’in de Çorum‘da bir güneş enerjisi santrali için hazırlıklara başladığını biliyoruz. Bu, önemli ama hızlandırılması, genişletilmesi gereken bir süreç. Tesis içinde harcanan enerji için, kömür yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması, Hatay’da hem demir-çelik tesislerinin hem de elektrik santrallerinin, 2053 net sıfır hedefleri doğrultusunda yenilenmesi anlamına gelecektir.”

Bunlara ek olarak dünyada demir cevherinin eritiminde kömür yerine başka yakıtların kullanılması doğrultusunda yatırımlar ve araştırmalar yapıldığına yer veren Vekil Kara, bu yatırımların ve araştırmaların Türkiye’de de gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Nermin Yıldırım Kara, sözlerine şöyle devam etti:

“Demir-çelik tesislerinin bacaları, böylece, onlar için ocak başında bekleyenleri, denizleri, ormanları zehirlemeyecektir. Çevreci tekniklerle hem kaliteli hem de sağlıklı üretim yapılması bu açıdan mümkün ve gerekli. Sektörün bu şekilde karbonsuzlaşması, Hatay’a nefes aldırabilir. Fakat meselenin yasal çerçevesini oluşturacak İklim Kanunu halen taslak düzeyinde. Bir ilerleme sağlanamadı. Bunun aynı zamanda iktisadi bir zorunluluk olduğunu da unutmamalıyız: Zira Avrupa Birliği, 2026 yılından itibaren, çelik malzemeleri dahil, pek çok ürün için karbon vergisi almaya başlayacak. Ülkemiz ve şehrimiz, gerekli önlemler alınmazsa hem sağlığından hem de ekmeğinden olacak.”

Bodrum’da kuraklık: Barajların dip seviye suları kullanılırsa ekolojik sistem zarar görür

Muğla‘nın Bodrum ilçesini besleyen ve kuraklık nedeniyle dibi gören Mumcular ile Geyik barajlarının ‘ölü hacim’ olarak nitelendirilen su seviyesinin pompalar ile çekilmesi kararına uzmanlar tepki göstererek bu uygulamanın canlı yaşamına ve ekolojik sisteme zarar vereceği uyarısında bulundu.

Bodrum’u besleyen iki barajın su seviyelerinin dibi görmesi üzerine her iki barajdan su alımı bir süre önce durduruldu. Muğla Su ve Kanalizasyon İdaresi (MUSKİ) yetkilileri bu barajlardaki “ölü hacim” olarak nitelendirilen su seviyesinin pompalar ile çekileceğini, bu yöntem ile Bodrum’a su verileceğini duyurdu.

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi‘nden Doç. Dr. Ceyhun Özçelik, barajın “ölü hacim” olarak nitelenen dip kısmındaki suyun kullanılmasının ekolojik olarak istenmeyen sonuçları beraberinde getirebileceğini söyledi.

DHA‘nın aktardığına göre Özçelik, “Bu suyun kullanılması durumunda buradaki canlı hayatı ile yıllar boyunca inşa edilen ekolojik sistem ve biyolojik çeşitlilik tahrip olacaktır. Bu su 15 gün yetebilecek çamurlu bir su olduğu için Bodrum’un içme suyuna kalıcı bir katkı sağlamayacaktır” diye konuştu.

Fotoğraf: DHA

‘Yöre halkı endişelerinde haklı’

Geyik ve Mumcular barajlarının kurumasının olumsuz etkisinin Bodrum’la sınırlı olmadığını belirten Doç. Dr. Özçelik, “Baraj göllerinin etrafındaki ve baraj göllerini besleyen derelerin etrafındaki yerleşimler ile canlı hayatı da oldukça zarar gördü. Bu olumsuz etkinin en başında yöre halkının susuz kalması ve sularının çekilme riski geliyor” ifadelerini kullandı.

Yöre halkının ölü hacmin altından alınmasına ilişkin çalışmalardan ciddi endişe duyduğunu aktaran Ceyhun Özçelik, şunları ekledi:

“Burada dar boğazın aşılabilmesi için MUSKİ tarafından Geyik Barajı’nın ölü hacminin altından da su alma için bir çalışma yapıyor. Yöre halkı, bu çalışma sonrasında yer altı sularının tamamen çekileceği ve buradaki canlı hayatını etkileneceği konusunda oldukça olumsuz düşüncelere sahip. Bu düşüncelerinde haklı olduklarını söyleyebilirim.”

Fotoğraf: DHA

‘Bodrum’un içme suyuna kalıcı bir katkı sağlamayacak’

Doç. Dr. Ceyhun Özçelik, baraj göllerindeki ölü hacimlerin buradaki canlı hayatının korunması, barajın akış aşağısındaki canlılara can suyu verilmesi için önemli olduğuna dikkati çekti.

“Bu suyun kullanılması durumunda buradaki canlı hayatı ile yıllar boyunca inşa edilen ekolojik sistem ve biyolojik çeşitlilik tahrip olacaktır” uyarısını yapan Özçelik, söz konusu suyun bölgeye yalnızca 15 gün yetebilecek çamurlu bir su olduğunu ve Bodrum’un içme suyuna kalıcı bir katkı sağlamayacağını vurguladı.

Özçelik şunları kaydetti:

“Burada önemle belirtmek istediğim husus şu; iki barajımızın tamamen kurumuş olması nedeniyle bütün yük şu an yer altı su kaynaklarına yönelmiş durumda. Buradan aşırı bir çekim yapmamız durumunda yer altı su kaynaklarımız da tuzlanacak, diğer taraftan da çekilecek. Bu nedenle yer altı suyundan temin edeceğimiz su miktarı da azalacak. Yetkililerin halkı bilinçlendirme çalışmaları yapması gerekiyor ve esinti takvimi hakkında Bodrumluların bilgilendirilmesi gerekiyor.”

Kış yağışlarının gelmesi ile bu olumsuz etkilerin biraz azalacağını umduğunu ifade eden Doç. Dr. Özçelik, önümüzdeki dönem için gerekli önlemlerin derhal alınması gerektiğini kaydetti.

Denizli’de madenden çıkan kayalar bir köyü tehdit ediyor: Bakana sunulan sorular ise yanıtsız

Denizli‘nin Honaz ilçesindeki Aşağıdağdere Köyü yakınlarındaki halkın geçim kaynaklarını ve can güvenliğini tehdit eden ve geçen ay meclis gündemine taşınan taş ocağı madenine ilişkin soru önergesi yanıtsız bırakıldı.

Aşağıdağdere Köyüne 500 metre mesafede yer alan taş ocağında gerçekleşen patlamalar sonucu ortaya çıkan taşlar ve büyük kaya parçaları, zaman zaman köy sakinlerinin arazilerinin üzerine düşüyor. Köy halkı, bu kaya parçalarının evlerinin veya insanların üzerine düşebileceğinden de endişe duyuyor.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Denizli Milletvekili Şeref Arpacı, köy sakinlerinin yaşadığı sorunları Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) gündemine taşımak üzere 7 Eylül’de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki‘nin cevaplaması istemiyle bir soru önergesi sundu.

Ancak Bakan Özhaseki, Arpacı’nın sorularını yanıtsız bıraktı.

Arpacı tarafından sunulan yazılı soru önergesi bilgileri. Kaynak: TBMM

‘Patlamalar nedeniyle köylü gündelik yaşamını sürdüremez hale geldi’

Vekil Arpacı, soru önergesinde taş ocağının 14 yıldır faaliyet gösterdiğini ve bu süreçte belirli zamanlarda patlayıcı madde kullanıldığını belirterek şunları söyledi:

“Her ne kadar kontrollü patlama yapılsa da ocaktan fırlayan dev kaya parçaları, taşlar evlerin ve arazilerin üzerine düşmektedir. Yaşanan bu durum nedeniyle mahalle sakinleri gündelik yaşamlarını sürdüremez hale gelmiş, endişe ve korku içinde yaşar hale gelmişlerdir. Aşağıdağdere sakinleri artık can güvenlikleri olmadıklarını, her an bir kaya parçasının evlerinin üzerine ya da yolda yürürken üzerlerine düşmelerinden çekinmektedirler.”

Arpacı önergede, Anayasa’nın ‘Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması’ başlıklı 56’ncı Maddesinde geçen ‘Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir’ hükmünü hatırlattı.

Soru önergesinde Arpacı, Bakan Özhaseki’ye şu soruları yöneltti:

  1. Denizli ili Honaz ilçesi Aşağıdağdere mahallesinde faaliyet gösteren firmanın çalışma izinleri tam mıdır?
  2. İlgili firma için ÇED raporu düzenlenmiş midir?
  3. İlgili taş ocağı firmasının çevreye vermiş olduğu zararın tespiti yapılmış mıdır? Taş ocağı ne sıklıkla denetlenmektedir? Denetlenmişse yapılan denetim sonucu kamuoyuyla paylaşılmış mıdır?
  4. Taş ocağı için üretim izin kapasitesi nedir? Üretim kapasite izninin üzerinde çalıştığı iddiaları doğru mudur?
  5. Aşağıdağdere mahalle sakinleri ilgili taş ocağı firması tarafından gerçekleştirilen patlamalar nedeniyle fırlayan taşlar/kaya parçaları evlerine yaşam alanlarına isabet etmiştir/etmektedir. Bugüne kadar bu zararların karşılanması için bir çalışma yapılmış mıdır?
  6. Mahalle sakinleri ortaya çıkan zararı defalarca kendi imkanlarıyla düzeltmelerine rağmen yenileriyle karşılaştıklarını söylemektedirler. Firmaya bu konuda bakanlığınız tarafından uygulanacak bir cezai yaptırım olmuş mudur?
  7. Mahallede yer alan bir futbol sahası kullanılamaz hale gelmiş, mahallede yaşayanların sosyal hayatı da taş ocağı nedeniyle olumsuz etkilenmiştir. Anayasa’mızın devletimize yüklediği ödev dikkate alındığında vatandaşlarımızı bu durumdan kurtaracak çözüm önerileriniz var mıdır? Bunlar nedir?
  8. İlgili taş ocağının kapatılması ile ilgili tarafınıza ulaşan talep olmuş mudur? Olmuşsa verilen yanıt nedir? İlgili taş ocağı kapatılacak mıdır?
  9. İlgili taş ocağının yerleşim yeri olmayan başka bir yere taşınması ile ilgili bir çalışma yapılmış mıdır? Bununla ilgili yapılan araştırma var mıdır?

Endonezya’daki madencilik karşıtı forum sona erdi: Yaşasın enternasyonal dayanışma! – Süheyla Doğan*

Endonezya’nın Semarang şehrinde gerçekleştirilen Maden ve Sömürü Madenciliği Ekonomisi konulu Tematik Sosyal Forum 2023 ekolojik yıkımlara yol açan madencilik projelerinin ve mücadelelerin olduğu üç bölgeye dayanışma ziyaretleri gerçekleştirilmesiyle son buldu.

Birinci bölge, jeotermal enerji bölgesi olan Dieng Dağları’nda yer alan Wonosobo çevresi, ikinci bölge çimento fabrikaları için karst madenciliği yapılan Kendeng Dağlarında yer alan Rembank çevresi ve üçüncü bölge ise deniz madenciliği ve ayrıca nükleer santral yapılmak istenen bir sahil kasabası olan Jepara.

Bizi birinci bölge listesine aldıkları için sabah erken saatte Dieng’e doğru yola çıktık. İlk kez otelden çıkıp Endonezya’nın iç kesimlerine doğru yol almaya başladık. Yol boyunca sokak yiyeceği satan tezgahların bolluğu, motosiklet kullanımının (kadın, erkek, çocuk) yaygınlığı, kırsal kesimde yoksulluk dikkat çekici idi.

Fotoğraf: Süheyla Doğan

Dieng Dağlarına doğru çıktıkça, yerel halkın tarım yapabilmek için oldukça dik olan arazileri teraslayıp tarım alanı haline getirdiklerini görmek, arkasındaki emeği düşününce oldukça heyecan vericiydi.

Fotoğraf: Süheyla Doğan

‘Arazimiz için su bulamıyoruz, sular kirlendi ve tuzlandı’

Orta Java bölgesine doğru yapılan beş saatlik bir yolculuktan sonra Dieng kasabasına ulaştık. Yerel mücadelenin temsilcileri bizi bekliyordu. Eski ahşap tavanlı bir toplantı mekanında bilgilendirme yapıldı. Bölgedeki mevcut jeotermal enerji santralları ve planlanmakta olan projeler hakkında bilgi verildi. Projelerden etkilenen iki köylü kadının konuşmaları çok etkileyiciydi:

Köyümüzün yer altı suları çekildi, artık arazimizi sulamak için su bulamıyoruz, mevcut sular kirlendi ve tuzlandı. Ürün verimimiz azaldı. Borulardan arazilerimize ulaşamıyoruz. Sürekli çürük yumurta soluyoruz. Köyümüzün içine yeni santral planlanıyor, lütfen bize yardım edin!”

Fotoğraf: Süheyla Doğan

Diğer köylü kadın da benzer şikayetleri dile getirdi. Jeotermal enerji projeleri 1970’lerde başlamış. Bu süreçte üç kez patlama olmuş ve ikisinde üç kişi yaşamını yitirmiş. Enerji şirketleri, arazilere el koymak için köylülere çok yüksek fiyatlar teklif ediyormuş. Bir yandan da sosyal rüşvetlerle ikna etmeye çalışıyormuş. Endonezya’nın çok çeşitli patates cinsleri bu bölgede yetişiyormuş ve projelerden sonra patates üretimi azalmış. Şirketler, özel güvenlik kuvvetleri ile hiç kimseyi sondaj bölgelerine ve santral alanlarına yaklaştırmıyormuş. Mücadele eden yaşam savunucuları ve köylüler aynı Türkiye’de olduğu gibi terörizmle suçlanıp kriminalize ediliyormuş. Bilgilendirmenin ardından ziyaretçiler olarak bizler de söz aldık ve dayanışma mesajlarımızı sunduk. Biz de dernek olarak mücadele ettiğimiz Çanakkale Ayvacık civarındaki ve ayrıca diğer bölgelerdeki yaşam savunucularının mücadele ettiği Ege Bölgesindeki jeotermallerle ilgili bilgi verdik, iki ülke köylüleri arasında dayanışma örgütlenmesi yapabileceğimizi söyledik ve ayrıca Türkiye’den getirdiğimiz hediyelerimizi sunduk.

Fotoğraf: Süheyla Doğan

‘Bu kadar da olmaz’

Organizasyon tarafından güvenlik nedeni ile proje alanlarını dolaşırken arabalardan inemeyeceğimiz, eğer aracımız durdurulup da ziyaret nedenimiz sorulursa turistik ziyaret yaptığımızı söylememiz belirtildi. Burada işlerin daha sıkı olduğu anlaşılıyordu.

Daha sonra proje alanlarına doğru yola devam ettik. Gördüğümüz manzara korkunçtu. Her taraf kilometrelerce jeotermal akışkan taşıyan devasa borularla, sondaj kuyuları ile doluydu. Beş adet Jeotermal Enerji Santrali (JES) projesinin bazılarını uzaktan, bazılarını yakından gördük. Atık havuzlarının yanından geçtik.

Fotoğraf: Süheyla Doğan

Bir bölgede yol kenarında evleri olan köylülerin evlerinin iki metre önünden devasa boruları geçirip insanların yola ulaşımını kesmiş olmalarını görmek “Bu kadar da olmaz” dedirtiyordu. Boruları yükseltmeye bile tenezzül etmemişlerdi. Köylüler de borunun üzerinden derme çatma bir rampa yapmaya çalışmıştı. Çürük yumurta kokusunu biz de zaman zaman aldık.

Ülkemizdeki jeotermal projeleri ile benzerlikleri görmek oldukça önemli idi. Aynı şekilde projeler uluslararası bankalar tarafından finanse ediliyor, yenilenebilir enerji yalanı ile kamufle ediliyor, bölgenin suyu yok ederek, jeotermal akışkanı içindeki ağır metallerle havayı, suyu, toprağı kirleterek tarım bitiriliyor, arazi el değiştirilerek köylüler yerlerinden ediliyor, insan ve diğer canlıların sağlığı bozuluyor, kazalarla da insanlar yaşamlarından oluyor.

Ev sahiplerimize mücadelelerinde başarılar dileyerek, dayanışma dileklerimizle bölgeden ayrıldık.

Fotoğraf: Süheyla Doğan

Türkiye’deki mücadele devam ediyor

Kasım’ın 7’sinde Ayvacık ilçesi Assos yakınlarındaki uzun süredir mücadele ettiğimiz Büyükhusun Jeotermal Kaynak Arama Projesi’nin Ankara’da İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısı var. Derneğimiz ve yöre halkı olarak orada olacağız. Bölgemizdeki diğer jeotermal kaynak arama ve enerji santralları projelerine karşı sürdürdüğümüz mücadeleye devam edeceğiz.

Yenilenebilir enerji hikayesinin kocaman bir yalan olduğu, esas meselenin şirketlerin kaynakları sınırsızca sömürüp karlarına kar kattığı ortada…

Tematik Sosyal Forumu bu etkinlikle tamamlandı. İki sene sonra Brezilya‘da yapılması planlanıyor. Artık uzun dönüş yoluna geçiyoruz. Foruma ev sahipliği yapan Endonezyalı yaşam savunucularına, çeşitli ülkelerin temsilcilerinden oluşan organizasyon komitesine ve katkılarından dolayı tüm katılımcılara teşekkür ediyoruz.

Yaşama evet, sömürü madenciliğine hayır!

Yaşasın halkların dayanışması!

(*) Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Yönetim Kurulu Başkanı

Sime hücum

Geçen hafta bir haber düştü önüme. Haber o kadar absürt görünüyordu ki önce Zaytungvari bir işin ciddiye alınmış hali zannettim ancak detaylara bakınca haberin ciddi olduğunu anladım. Haberde adeta Avrupa Birliği’nin (AB) yasakları öncesi Almanların sime hücum ettiği ifade ediliyordu. Sim üretiminin yasaklanacağını duyanlar marketlere akın etmiş ve sim depolamaya başlamışlardı. Acaip ama gerçek bir haber. Gelin bu sime hücuma neden olan şeyi yani AB’nin mikroplastik yasağını konuşalım biraz. Biz henüz poşet parasını bile artıramazken nasıl oluyor da AB bu tür yasak kararları alıyor anlamaya çalışalım biraz.

mikroplastik

2017 yılında Avrupa Komisyonu, Avrupa Kimyasallar Ajansı‘ndan (ECHA), bazı ürünlerde kullanılan mikroplastiklerin neden olduğu kirliliğe yönelik tedbirler önermesini istedi. İki yıl sonra ECHA, biyolojik olarak parçalanabilir olma gibi belirli kriterleri karşılamadıkları sürece, kasıtlı olarak eklenen tüm mikroplastiklerin yasaklanması için iddialı bir teklifte bulundu. Ancak, teklif kapsamında aşırı uzun geçiş süreleri de önerdi. Üstelik bu geçiş sürelerine gerekçe yapılan “yerine ne konulacak” yaklaşımına gerek bile yokken. Çünkü hali hazırda piyasada bunların muadilleri zaten mevcut. Bununla beraber AB, 2030 yılına kadar da mikroplastik kirliliğinin en az yüzde 30 oranında azaltılması gibi bir hedef oluşturdu. Geçtiğimiz ay, ECHA’da yıllarca süren tartışmaların ve Avrupa Komisyonu ile AB üye ülkeleri arasındaki müzakerelerin ardından, önerilen kısıtlama kabul edildi. 20 gün içerisinde de yürürlüğe girmesi kararlaştırıldı. Yani AB sınırları içerisinde yeni bir yasağımız mevcut. Yasak organik, çözünmeyen ve bozunmaya dirençli beş milimetrenin altındaki tüm sentetik polimer parçacıklarını kapsayan geniş bir mikroplastik tanımı kullanıyor. Bu tanımdan hareketle artık mikroplastiklerin peeling (mikro boncuklar) veya belirli bir doku, koku veya renk elde etmek gibi birden fazla amaç için kozmetik ürünlerde kullanılmasına artık izin verilmeyecek. Kurallar ayrıca deterjanları, yumuşatıcıları, oyuncakları, ilaçları ve tıbbi cihazları da kapsıyor. Yani kişisel bakım ürünlerinde mikroplastik kullanımı yasak. Bu yasağın kişisel bakım ürünlerindeki mikroplastiklerle ve yine AB ile sınırlı kalmayacağını söylemek mümkün. Öyle ki geçtiğimiz hafta yayımlanan yeni bir öneriyle plastik ham peletler, halı sahalarda kullanılan yapay çim ve kaymayı önleyici plastik parçacıklar gibi bazı plastiklerin de kirliliğe neden olmasını önlemeye dönük bazı önlemler de yolda.

Peki, neden doğal ortamlardaki en yoğun mikroplastik türü olan ikincil mikroplastikleri yani daha büyük plastiklerin parçalanarak dönüştüğü formları değil de toplam kirlilik içerisindeki payı oldukça sınırlı olan birincil yani kasıtlı olarak üretilen ve kullanılan mikroplastikler hedefte? Cevabı basit. Çünkü önce en zayıf halkadan başlamak her zaman başarı hanesine erkenden bir tik atmanıza neden olabilir. Ayrıca AB’nin yasak kapsamına aldığı simler ve kişisel bakım ürünlerindeki mikroplastikler yasaklandıklarında çok fazla direnç ile karşılaşılmayacağı da bir etken. Öyle ki plastik endüstrisi bu tür yasaklara karşı ciddi bir lobi faaliyeti gerçekleştiriyor. Bu da yasa yapıcıları yavaşlatmanın yanında manipüle edebiliyor çünkü ciddi miktarda rüşvet ve manipülasyon söz konusu olabiliyor. Hatırlayın geçtiğimiz yıllarda Avrupa Komisyonu üyesi birinin odasında yüzbinlerce Euro bulunmuş ve bunların lobicilik için alınan rüşvetler olduğu ortaya çıkmıştı. Ayrıca olay sadece rüşvet de değil. Bu tür düzenlemelerde raportörlük yapanlara dönük yıldırma taktikleri de AB’nin en ciddi problemlerinden biri. İşte bu tür durumlar en kolay olanın yasaklanmasında pek gerçekleşmiyor ve bu da açıkçası yasa yapıcıların işine geliyor. Yine bu tür bir yasağın “mağdurları” da oldukça sınırlı. Bu da bir faktör. Ama en önemli nedenlerden biri de “Komşular pazarda görsün” yaklaşımı! Pahada hafif ama etkide ağır bir şeyler yapmak istediğinizde, yaptığınız şeyin sizi nasıl da önemli işler yapan biriymiş gibi göstermesini istediğinizde ve tabii başkalarının sizi doğayı koruyan bir yapıymış gibi görmesini isterseniz bu tür işlere girişebilirsiniz. Çünkü birçok çalışmada çıkmamasına rağmen sanki doğada en fazla bu mikroplastikler varmışçasına davranmanın başka bir açıklaması olamaz. Ayrıca düşünün ki ortaya bir hedef koyuyorsunuz ve bu hedefi karşılamak için o hedef kadar katkı sağlayan kaynakları engellemek varken onun onda biri kadar bile katkı sağlamayan bir kaynağı önceliyorsunuz. Bu tercih açıkçası samimiyet sorgusuna da neden olabilir.

Ancak yine de plastiğin herhangi bir türünün hayatımızdan çıkartılacak olması gibi bir gerçekliği ve olumlu adımı yadsımamak gerekir. Rezervimizi de koymak suretiyle bu tür adımların motivasyon yaratıcı etkisini göz ardı edemeyiz. Çünkü şimdi bir anda insanların gündemine mesela simin plastik olduğu girdi. Yine insanlar artık kişisel bakım ürünlerinde mikroplastik olmayacağını bilecekler. Bu da beraberinde “Acaba başka nerelerde mikroplastik var?” sorgulamasına da neden olabilir ki olacaktır da. İşte tüm bunlar yasağın neden olumlu bir karar olduğunun göstergesi. Ayrıca Türkiye’deki yasa yapıcıların AB’de çıkan yasal düzenlemeleri takip ettiği gerçeğinden hareketle bu tür değişikliklerin bize de bazı yansımaları olacağını biliyoruz. Bu da iyimser olmamız için bir başka gerek ve yeter sebep.

‣ Avrupa’da mikroplastik içeren ürünlerin satışı yasaklandı

Bianca Castro: Beni umutlandıran şey sokaklardaki kolektif güç [İklim Kuşağı-35]

İklim Kuşağı serisinin 35inci konuğu Bianca Castro. Bianca 22 yaşında, Portekiz’in başkenti Lizbon’da yaşıyor. Portekiz’de Fridays For Future hareketinin kurucularından. Oyunculuk alanında uzmanlaştı, fizik okudu. Aynı zamanda Greenpeace’de Roots küresel ekibinin Program Lideri Yardımcısı olarak çalışıyor. 

Atlas Sarrafoğlu: İklim krizi genel olarak insanların yaşamlarını nasıl etkiliyor ve iklim değişikliğinin Portekiz’deki doğrudan etkileri neler? 

Bianca Castro: Sıcak dalgaları, kuraklık, su baskını, orman yangınlarının yoğunlaşması ve artması, Portekiz’in giderek daha fazla yaşayacağı sonuçlardan sadece birkaçı. İklim krizi geleceğe yönelik bir tahmin değil, giderek daha yıkıcı hale gelen felaketlerin mevcut bir dizisidir.

Bu yıl altı binin üzerinde orman yangını yaşadık. Tüm ülkeler arasında en büyük okaliptüs ormanı alanına sahibiz ve okaliptüs ormanları, iklim krizinin bize getirdiği giderek dayanılmaz hale gelen yazlar için saatli bombalar oluşturuyor. Bunun Portekiz’in Akdeniz‘de en çok yanan ülke olmasına bir etkisi olabilir mi? Evet, derim. Öte yandan geçtiğimiz kış şiddetli (ve ölümcül) sel baskınları yaşadık. Geçtiğimiz günlerde sadece iki günde ülke genelinde yedi sıcaklık rekoru kırıldı.

Ve doğası gereği iklim krizi ile bağlantılı olan yaşam maliyeti krizi tüm nüfusu etkiliyor ve enerji krizi ve hükümetin, dünya için bir yıkım halde bize bir çözüm olarak “doğal” gaz satışı konusundaki ısrarı nedeniyle bu iklim krizi büyük ölçüde yoğunlaşıyor. Tüm bunlara ek olarak Avrupa Birliği‘nde enerji yoksulluğu riski en yüksek olan beşinci ülkeyiz.

Çözüm, hükümetimizin fosil yakıt şirketlerimize ve onların yeşil aklamalarına uymayı bırakmak zorunda kalmasında yatıyor.

Şu andaki temel taleplerimiz çok basit, somut ve bilimin de gerektirdiği gibi: 2030 yılına kadar fosil yakıtlara son vermek ve 2025 yılına kadar %100 yenilenebilir elektriğe sahip olmak. İklim adaletini talep ediyoruz çünkü iklim krizini sosyal adaletin karmaşık bir siyasi sorunu olarak anlıyoruz. 

‘Kimsenin geride kalmadığından emin olmalıyız’

Ülkenizi iklim değişikliğinin etkilerinden korumak için çözüm nedir sence?

Portekiz’in yapması gereken geçiş sürecinde kimsenin geride kalmadığından emin olmalıyız.

Sağlık, eğitim, barınma, gıda, yenilenebilir enerji ve ulaşımın tüm bireyler için kamu sektörü içerisinde sağlanmasını ve böylece bunların gerçekten herkes tarafından erişilebilir olmasını sağlamamız gerekiyor. Kâr maksimizasyonu yerine yaşamı ve bakımı toplumun ve ekonominin merkezine koymalıyız. Yüksek emisyonlu endüstrilerde çalışanlar için adil bir geçişe ihtiyacımız var; şirketleri ve hissedarları iklim krizinden sorumlu tutalım ve neden olan zararların telafisi olarak onlara geçişin bedelini ödetelim.

Hükümetinizin iklim kriziyle mücadele konusundaki yaklaşımı nedir? Limitin 1,5 derecenin altında tutulması için hükümetiniz tarafından ilk olarak ne tür adımlar atılması gerekiyor?

Portekiz, diğer hükümetler gibi, iklim krizine karşı harekete geçmek için yeterince çaba göstermiyor. Yaşadığım yer olan Lizbon, Avrupa’nın “Yeşil Başkenti” olarak adlandırılsa ve hükümetimiz gururla iklim çözümlerinde ön saflarda yer aldığımızı söylese de, boş sözler karşı karşıya olduğumuz krizleri çözmüyor.

2021 yılında hazırlanan bir rapora göre, Portekiz hükümetinin “Karbon Nötr 2050 Yol Haritası”, “Ulusal Enerji ve İklim Planı 2030” veya “İklim Temel Kanunları” gibi belgelerde sunulan hedeflere ulaşmak için politikalar uygulayacağını varsayarsak, karbon bütçesi 2026 ile 2037 arasında tükenecek. Bu, ortalama sıcaklığı 1,5°C’nin altında tutmaya yönelik küresel olarak uyumlu herhangi bir senaryoda Portekiz’in önümüzdeki üç ila 14 yıl içinde 2100 yılına kadar salma hakkına sahip olduğu tüm CO2’yi salacağı anlamına geliyor. İklim adaleti perspektifinden bakıldığında, 2030 yılına kadar karbon nötrlüğü tartışılamaz. Bir sürü belgemiz ve hedefimiz var; ama hiçbiri yeterli değil.

‘Hangi gelecekten bahsediyorsunuz?’

Hükümetimiz üçüncü gaz boru hattı bağlantısının inşası konusunda İspanya ve Fransa ile görüşüyor: İklim krizinin ortasında fosil altyapının genişletilmesi tartışılıyor. Hükümet ihtiyacımızın havacılık emisyonlarını azaltmak olduğunu bilmesine rağmen, yeni (gereksiz) bir havaalanı olasılığı yıllardır masadaydı. Su kıtlığını ve ülkenin güneybatısındaki göçmen emeğin sömürülmesini de beraberinde getiren ciddi yoğun tarım sorunlarımız var, ancak bu durum göz ardı edilmeye devam ediyor.

Aynı zamanda, giderek daha fazla genç iklim adaleti aktivisti barışçıl protesto yaptıkları için gözaltına alınıyor ve para cezasına çarptırılıyor. Bizler bugün için, gelecek için, onurlu bir yaşam için mücadele etmekte zorlanan binlerce genciz. Bizler “Adil geçiş, iklim adaleti”, “Gezegen yanıyor ve hükümet sadece izliyor” gibi mesajları tekrarlayan binlerce, on binlerce kişiyiz. Başbakanımızın ifadesiyle “Geleceğin bugünden, yeni nesillerle birlikte ve onlar için inşa edildiğini unutmamak önemlidir.” Benim sorum şu, hangi gelecekten bahsediyor? Aşırı olayların normalleştiği, istifa etmezsek kınanacağımız, iklimin çökeceği bir gelecek mi? Sonuçta hükümetlerimiz biz gençlere yönelik bir mesajda sokaklarda “İklimi değil sistemi değiştir” yankılarımızı unutamaz.

Şu andaki temel taleplerimiz çok basit, somut ve bilimin de gerektirdiği gibi: 2030 yılına kadar fosil yakıtlara son vermek ve 2025 yılına kadar %100 yenilenebilir elektriğe sahip olmak.

Portekiz’de emisyonları büyük ölçüde artıran her türlü projeyi derhal iptal etmemiz gerekiyor ve emisyonların fosil yakıtların çıkarılması ve işletilmesine yönelik yeni projeler yoluyla (örneğin Mozambik’te) buradan başka ülkelere aktarılmasına izin veremeyiz.

Tarihsel sorumluluk seviyelerine göre Portekiz’in 2030 yılına kadar emisyonlarının yaklaşık %75’ini azaltması gerekiyor.

‘Beni umutlandıran şey, insanlar’

Aktivizmine nasıl başladın ve Portekiz’deki grevleri nasıl organize ediyorsun? İklim kriziyle ilgili belirli bir alanda çalışıyor musun?

İklim krizinden ciddi şekilde etkilenen Portekiz’in güneyindeki küçük bir kasabadan geliyorum ve iklim krizinin kötüleşmesini ve bunun sosyal kriz ve çalışma adaleti kriziyle olan bağlantısını izleyerek büyüdüm. 2018’in sonlarında Lizbon’a taşındım ve Fridays For Future Portekiz’in kurucularından biriydim. Yürüyüşler ve grevlerden çeşitli doğrudan eylemlere ve sivil itaatsizliğe kadar çok sayıda eylemin yanı sıra adil geçiş, iklim finansmanı, Portekiz’de fosil yakıtların yayılması, yoğun tarım vb. gibi çeşitli konularda kampanyalar düzenledim; her zaman sosyal, çalışma ve toplumsal cinsiyet adaleti bağlantısı odaklı küresel mücadelenin bir parçası olmak da dahil sendikalar ve işçilerle işbirliği yaptığımız iklim işleri kampanyası var.

Küresel hareketin koordinasyonunda sadece yerel ve ulusal değil, uluslararası alanda da çalışıyorum. Şu anda Greenpeace’de Roots küresel programının Program Lideri Yardımcısı olarak çalışıyorum. Roots’ta sıfırdan güç oluşturmak için insanlarla ve topluluklarla birlikte çalışıyoruz. Kapasite ve liderlik geliştirmek ve yerel düzeyde kesişimsel ve eşitlikçi sistem değişimini desteklemek için Küresel Güney‘in ön cephe bölgelerindeki gençlik ve iklim adaleti hareketleriyle ortaklık kuruyoruz.

Geleceğe dair seni umutlandıran şey nedir?

Beni umutlandıran şey insanlar. Sadece Portekiz’de değil, tüm dünyada sokaklarda gösterilen kolektif güçtür. Etrafımıza baktığımızda ve etrafımızın tıpkı bizim gibi farklı bir dünya inşa etmek isteyen binlerce insanla çevrili olduğunu fark ettiğimizde havada belli bir yenilmezlik hissediyorsunuz. İklim Adaleti Hareketi’nde bulunan topluluk birlik, sevgi ve dayanışma topluluğudur. Çünkü neyin tehlikede olduğunu biliyoruz ve herkes için daha iyi bir dünya uğruna verilen mücadeleye sahip olduğumuz her şeyi verme sorumluluğunu hissediyoruz.

Geçtiğimiz ay Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görülen “Duarte davası” hakkında ne düşünüyorsun?

Altı Portekizli gençten oluşan bir grup, devletlerin küresel ısıtmaya katkıda bulunarak haklarını ihlal ettikleri iddiasıyla 33 ülkeyi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdü. Hukuk, iklim değişikliğinden sorumlu olanların hesap vermesini sağlayacak güçlü bir araç olabilir ve olmalıdır. Bu gençler, iklim davasını doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdılar çünkü hiçbir ulusal mahkeme bizim neslimizi korumak için yeterince çaba göstermedi ve hükümetlerin iklim krizine karşı harekete geçmediği her saniye insan haklarımızın ihlal edildiğini biliyorlar. Yaptıkları takdire şayandır çünkü dünyada bu kadar çok davalı devletin yer aldığı hiçbir mahkeme önünde böyle bir dava görülmemiş. İklim krizinin ne kadar derininde olduğumuz göz önüne alındığında, ister hukuk, ister politika olsun, ister (ve benim için en güçlüsü) sokaklara çıkıp sesimizi daha yüksek sesle duyurmak olsun, farklı taktik ve yaklaşımlarla mücadele etmek acil bir gereksinimdir.

Dünya liderlerine seslenecek bir mikrofonun olsaydı iklim kriziyle ilgili onlara ne söylerdin?

En çok etkilenen insanları dinleyin. Sadece iklim krizinden doğrudan etkilenen toplulukları değil, onunla bağlantılı olan diğer toplulukları dinleyin. Halihazırda karşı karşıya olduğumuz iklim kaosuna ilişkin ilk elden hikayeleri dinleyin. Filipinler‘de insanlar kendi odalarında boğulmaktan korkuyor ve çoğu zaman elektriksiz, su basmış bir odada uyanıyorlar. Son dönemde yaşanan tayfunlarla birlikte insanlar çatılarda mahsur kalırken, su baskınları 12 metre yüksekliğe ulaştı. Yerli gençlerin sesi her yerde duyulmuyor: Karşı karşıya olduğumuz krizden büyük ölçüde etkilenerek her gün yaşam alanları ve gelecekleri için savaşıyorlar. Karar alma masasında oturması gereken ama göz ardı edilmeye devam edenleri dinleyin.

İklim krizi, kârı hala yaşamın üstünde tutmaya karar vererek her gün aldığınız siyasi bir karardır. Bu ne zaman duracak? Değişim ve sorumluluk talep ediyoruz. Birbirimize ve gezegene bağlıyız; sokaklara çıkmaya, bağırmaya, protesto etmeye, kampanyalar ve bağlantılar kurmaya, daha fazlasını talep etmeye ve daha güçlü hareketlere dönüşmeye kararlıyız.

Örgütlenmek, harekete geçmek ve dünyada görmek istediğimiz değişimi gerçekleştirmek, dünyanın her yerinden, her kuşaktan insanlara, yani bize bağlı.

İklim kriziyle ilgili senin gelecek algın nedir? 2030’da kendini nasıl hayal ediyorsun?

Halkın gücü, iktidardaki insanlardan daha güçlü olacaktır. Hepimizin daha önce duyduğu gibi: Birleşen halk asla yenilmeyecektir. Hareket direnmeyi bırakmayacak, hareket mücadeleyi bırakmayacak. Ve 2030’da, hayal ettiğimiz dünyayı kolektif olarak inşa edene kadar, o zamana kadar hâlâ kazanmamız gereken şey her ne ise onun için savaşacağımı hayal ediyorum. Yaşamın, gezegenin, çeşitliliğin ve adaletin toplumumuzun ve ekonomimizin merkezinde olduğu yerde.

Sosyal medya hesapları:

Twitter: https://twitter.com/biancabcastroo
Instagram:  https://www.instagram.com/biancabcastro/

 

[Dünya Hali] Finans şirketlerinin ikiyüzlü iklim politikaları dünyayı zehirliyor: BlackRock örneği

BlackRock, merkezi New York‘da bulunan ABD merkezli bir global yatırım  ve yönetim şirketidir. 1988 yılında kurulan şirketin kurucusu ve 2023 yılından beri CEO’su Laurence D. Fink‘dir .

Firma, 1988 yılında 88 milyar dolarlık sermayesi ile New York’ta önemli bir kuruluş olan Blackstone Group’a bağlı olarak finans ve yatırım amaçlı kuruldu. Kurucuları Larry Fink, Ralph Schlosstein ve Keith Anderson 1992 yılında Blackstone’den ayrılarak kurdukları BlackRock’ın hisselerini, 1999 yılında halka açtı. Firma başarı trendini yakalayınca 1995’te  PNC tarafından devralındı.  2006 yılında BlackRock, Merrill Lynch firması ile resmen birleşti. Bu birleşme sonucu ortaya 1.357 Milyar dolarlık dev bir yatırım şirketi çıktı.

BlackRock, risk yönetimi ve sabit gelir kurumsal varlık yöneticisi olarak faaliyet göstermeye başladığı yıl gelirini 10 trilyon dolara ulaştırdı. 2023 yılı itibarıyla ise  dünyanın en büyük varlık yöneticisi konumuna geldi. Halen 30 ülkede 70 ofisi ve 100 ülkedeki müşterisiyle dünya çapında faaliyet gösteriyor. Gücü ve finansal varlıklarının ve faaliyetlerinin büyüklüğü ve kapsamı nedeniyle de dünyanın en büyük “gölge bankası” olarak adlandırılıyor. Hisseleri, büyük sermaye grupları PNC Financial Services ve Merrill Lynch’in de yüzde 80 hisselerinin bulunduğu New York Stock Exchange’da(NYSE)  kayıtlı olan şirketin Merrill Lynch Investment Managers‘a ait hisse senetleri Almanca konuşulan ülkeler olan Almanya ve Avusturya’da 200’den fazla, İsviçre‘de ise yaklaşık 50 kuruluş tarafından biriktiriliyor. Meksika, Avustralya, Birleşik Krallık, ABD, Japonya, Malezya, Fransa, Latin Amerika, Filipinler ve bir çok ülkede kurumsal çalışma alanı mevcut. Ayrıca danışmanlık hizmeti de veriyorlar.

İklim’le ne ilgisi var?

BlackRock gibi şirketler için sadece ekonomik krizler değil, iklim krizi de değerli bir yatırım fırsatı. Hükümetlerin politikalarından bağımsız şekilde kendilerini her durumda para kazanacak şekilde konumlandırdıkları için, bu son krizden “fırsat yaratmak” için ellerinden geleni yapıyorlar.

Başkanı ve CEO’su Larry Fink, 2020 yılında büyük şirketlerin CEO’larına yazdığı mektubunda  “iklim riskinin yatırım riski olduğunu” ilan etmişti.

BlackRock başkanı ve CEO’su Larry Fink, 2020’de Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu yıllık toplantısının bir oturumuna katıldı.

G20 ülkelerinin temsilcileri, 2021 yılında Uluslararası İklim Değişikliği Konferansı için Venedik‘te bir araya  gelmişti. Bu ülkeler küresel servetin yüzde 80’inden fazlasını temsil ediyor ve  benzer oranda sera gazı emisyonu üretiyor. Fink, maliye bakanları, merkez bankacıları ve diğer hükümet yetkilileriyle birlikte toplantıya katıldı. Bu durum şaşırtıcı  değildi. O dönemde şirketi 9,5 trilyon dolarlık yatırımdan sorumluydu . Eğer yönetimi altındaki varlıkları bir ülkenin gayri safi milli hasılası olsaydı, BlackRock dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olmakla övünebilirdi. Ancak Fink’in sahnedeki yerini güvence altına alan yalnızca BlackRock’ın mali gücü değildi. Son yıllarda firma farklı bir güç kaynağını başarıyla geliştirdi: Sosyal ve çevresel konularda liderlik konusunda artan itibarı söz konusuydu .

Fink’in “iklim değişikliği ve finansal sistem” konulu bir panele konuşmaya davet edildiği Venedik’te, yanında oturan konuşmacılar arasında ise Avrupa‘nın en güçlü mali düzenleyicilerinden ikisi vardı: Avrupa Merkez Bankası başkanı Christine Lagarde ve Avrupa Komisyonu‘nun ekonomiden sorumlu üyesi Paolo Gentiloni.

Ancak Fink konuşmasında iklim değişikliğini çözmenin önemini överken bile şirketi de aynı anda petrol, gaz ve kömüre olan bağlılığını pekiştiriyordu. O yıl  BlackRock’un dünya çapında fosil yakıtlara 259 milyar dolarlık yatırımı olduğu biliniyor. 25’ten fazla STK tarafından hazırlanan yakın tarihli bir rapora göre şirket, yaptığı yaklaşık 109 milyar dolarla kömürdeki en büyük kurumsal yatırımcı olmaya devam ediyor.

Firmanın dış ilişkiler başkanının, petrol ve gaza olan ilgilerinin devam ettiğini vurgulayan bir mektubunda da BlackRock’un “belki de en iyisi” olduğunu belirtiyor ve fosil yakıt şirketlerine para akıtan dünyanın en büyük yatırımcısı olarak onları desteklemeye devam edeceğine” söz veriyor. Mektupta, “Müşterilerimize nasıl yatırım yapacakları konusunda seçenek sunuyoruz” deniliyor. Yani, bir yatırımcı parasını akla gelebilecek en çıkarcı ve karbon yoğun şirketlere yatırmak isterse BlackRock bunu sağlayacak. Ancak fosil yakıtlardan arınmış olduğunu iddia eden bir fon istiyen olursa, “BlackRock bunu da memnuniyetle sağlayacaktır” diye yazılmış.

En büyük destekçisi Fransa

Avrupa bankaları ve finans sektörü, dünya çapında büyük petrol ve gaz çıkarma projelerini büyük miktarda finanse ederek iklim krizinde kilit bir rol oynuyor.  Manevralar  Brüksel’de kapalı kapılar ardında yapılıyor. Avrupa kurumları aslında Üye Devletler tarafından ulaşılacak hedefleri belirleyen bir metnin kabul edilmesi konusunda pazarlık yapıyor.

2017 yılında yürürlüğe giren Fransız yasasını takip eden ve üye devletler tarafından tartışılan, ulaşılacak hedefleri belirleyen bu metin, Avrupa’da kurulmuş veya faaliyet gösteren bankalar da dahil olmak üzere çok uluslu şirketlerin insan hakları ihlallerini ve neden oldukları zararları önlemelerini ve durdurmalarını zorunlu kılarak faaliyetlerinin daha iyi düzenlenmesini mümkün kılmayı amaçlıyor. Buna göre, bu faaliyetlerden etkilenenlere adalet sağlanacak ve onlara Avrupa mahkemelerine erişim olanağı sağlanacak.

Avrupa Birleşik Sol grubunun eş başkanı Fransız milletvekili Manon Aubry, “Para zamanı”ndayız (her şeyin tehlikede olduğu an)” diye özetliyor durumu. Nihai metnin 2023 yılı sonuna kadar hazır olması ümit ediliyor.

Brüksel'de Fransa finansı koruyor
Fransa, BlackRock’un taleplerine açık. Hükümet, Dünyanın en büyük yatırım fonu, finans sektörünün tedbir yükümlülüğünün dışında tutulmasını istiyor.

Avrupa kurumlarının, daha önce Fransa’nın yasa olarak kabul ettiği taslak metnin şimdilik üç versiyonu var: Komisyon tarafından Şubat 2022’de yayınlanan metin, Aralık 2022’de Konsey tarafından değiştirilen metin ve son olarak Haziran 2023’te Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen daha iddialı metin.

Ancak bundan önce bazı çetrefilli soruların çözülmesi gerekecek. Bunlar arasında, mali hizmetlerin direktif kapsamına dahil edilip edilmemesi de var. Başka bir deyişle AB; bankalar, yatırım fonları, sigortacılar ve emeklilik fonları gibi finansal kuruluşların, paralarının işletmeler tarafından nasıl kullanıldığı konusunda sorumlu olup olmayacağı. Avrupa Parlamentosu’nun çoğunluğu bu düzenlemeye “evet” diyor. Fransa ise bu görüşe kesinlikle katılmıyor ve Avrupa Konseyi’ndeki en uzlaşmaz ülke sıfatını taşıyor.

Kasım 2022’de AB Konseyi, taslak direktife ilişkin görüşünü açıklamak üzereyken, bir üye devlet, finansal hizmetlerin bu alana dahil edilmemesini talep etti . Fransız heyetinden gizli bir not alan Mediapart’ın ortaya çıkardığına göre bu ülke Fransa’ydı .

Aktivistler Doğu Afrika’da Total’in Eacop projesine karşıı çıkıyor. Stop Eacop koalisyonunun baskısı altında aralarında üç Fransız bankasının da bulunduğu çok sayıda banka projeyi finanse etmekten vazgeçti

Belgeye göre, Paris tüm sektörlerin değer zincirinin “alt kısmını”, yani mallarla bağlantılı dolaylı sera gazı emisyonlarını muaf tutmasını istedi ve bunlar arasında müşterilere satılan “hizmetler” de bulunuyor:

“Fransa, bankaların dikkatli olma yükümlülüklerinin üretime yönelik olarak kısıtlanması gerektiğini düşünüyor. Örneğin, kredi kartlarını hazırlarken plastiğin menşeini kontrol etmek gibi. Öte yandan, bankaların büyük şirketlere sağladığı, ancak yine de insan hakları ihlalleri veya iklim değişikliğiyle bağlantılı faaliyetlerini durdurmayı mümkün kılacak farklı türde finansal hizmetlerin onaylanmasını içermiyor.”

Fransa Ekonomi Bakanlığı’ndan yalanlama

İklim aktivisti ve kampanyası Juliette Renaud şunları söylüyor: “Bunun hiçbir anlamı yok , çünkü bu yükümlülükler Fransız hukukunda zaten mevcut. Bankalar ayrıca finansmanlarını ve yatırımlarını kapsayan ihtiyat planları da yayınlıyor. Fransa’nın geri adımı ve bunun Avrupa düzeyine yayılmasını istemesi kabul edilemez.”

Bu açıklamaların ardından Fransız temsilciler ” yanlış bilgi”yi kınayan bir inkar kampanyası başlattı. Reporterre”nin sorularını yanıtlayan Ekonomi Bakanlığı yetkilileri, finans sektörünü “muaf tutmak” istediklerini reddettti ve “Biz sadece tüm sektörlere aynı şekilde davranılmasını istiyoruz” yanıtını verdi.

Bankalar 2022’de kömür, petrol ve gaz üreticilerine 673 milyar dolar finansman sağladı.( Wikimedia)

Avrupa Kurumsal Adalet Koalisyonu siyasi misyon yöneticisi Marion Lupin,  En sorunlu sektörlerin finansmanında sektörün önemi göz önüne alındığında, bu ihmal çok büyük” dedi.  STK’lar tarafından hazırlanan yıllık “ İklim Kaosuna Karşı Bankacılık  raporunun yakın zamanda gösterdiği gibi, dünyanın en büyük 60 bankası 2022’de kömür, petrol ve gaz üreticilerine 673 milyar dolar finansman sağladı; bu, Fransa’nın bütçesinin iki katından fazla.

Yokoluş İsyanı aktivistleri, Eacop petrol boru hattı projesi için TotalÉnergies’i finanse etmekle suçlanan üç bankayı boya atarak protesto etmişti.  (Mayıs 2023, Paris).

Dünyanın en büyük, en güçlü ve küresel anlamda en entegre şirketlerinden bazıları için iklim krizi bir kazanç kapısı  durumunu oluşturuyor. Hükümetler  harekete geçmez ve adımlar atmazsa bu şirketler kazanç elde etmeye  devam edecek. “Yeşil-miş” gibi gösterilen endüstrilere ve teknolojilere yatırım yapacak ve paralarının nasıl para kazandırdığı konusunda daha iyi hissetmek  isteyenlere “çevresel, sosyal ve yönetimsel”  yatırım ürünlerini satacaklar. Ancak bu firmalar aynı zamanda petrol, gaz ve kömüre yatırım yapmaya ve kirli endüstrileri kapsayan yatırım hizmetleri sunmaya devam edecek.

BlackRock gibi firmalar kendilerini iklim eylemi için tavsiyesi ve onayı gereken sorumlu aktörler olarak göstererek kazanacak, hükümetlerin ve uluslararası kuruluşların hangi çözümleri uygulayacağını ve hangilerinin masa dışında kalacağını etkileyebilecek. Hükümetler ve vergi mükellefleri riskin çoğunu üstlenirken, onlar “yeşil endüstrilere ve teknolojilere” yapılan kamu yatırımlarından trilyonlarca dolar kazanabilecek.

Bu firmalar, fosil yakıtlara yönelik coşkularını yeşil yatırımcılara yönelik rahatlatıcı vaatlerin arkasına saklanarak, yalnızca dikkatleri anlamlı eylemlerin aciliyetinden uzaklaştırmaya hizmet ediyor ve dolayısıyla zaten zorlu olan mücadeleyi daha da zorlaşıyor.

En azından kısa vadede bu finans devlerinin kaybetmeyeceği görülüyor. Ancak dünyanın birçok yerindeki iklim aktivistleri de Blackstone ve finansal banka kuruluşlarını iklim konusunda vaatler vererek dünyayı kandırdıklarını söyleyerek eylemlerine devam ediyor.

Fabrikanın bacası, fabrikanın kapısı

Başlıkta bahsedilen fabrika simgesel bir fabrika. Tüm üretim alanlarını simgeliyor. İşçi denildiğinde akıllarda sadece mavi tulumu içerisinde, elinde metalden anahtarıyla bir erkeğin belirdiği dönemler elbette çok geride kaldı. Artık işçi denildiğinde beyaz yakalı, mavi yakalı, iş güvencesi olan ya da olmayan, yaşamak için emeğini kiralayan milyonlar akla geliyor. Emeğin kol ya da kafa olmasına gerek yok. Plazada çalışan da işçi, onun çalıştığı firmanın ürünlerini motor ile dağıtan kurye de işçi, o ürünleri fabrikalarda üretenler de işçi. Kısaca çok geniş bir kesimden bahsediyoruz.

Fakat üzerine bir mücadele inşa etmek için yetmez. Yetebilirdi ama geldiğimiz bu noktada yetmiyor. Çünkü çok büyük ve yakıcı bir sorunumuz daha var. Tüm işçileri ilgilendiren, gelecek nesilleri ilgilendiren ve belki de en sembolik olanı “Gelecekte kurmak istediğimiz güzel günleri” ilgilendiren bir sorunumuz var: Küresel İklim Krizi.

Sınıf çelişkisi veya mülkiyet ilişkileri bugünü açıklamaya yetmez

Fabrika benzetmesine geri dönelim. Geçmişe değil geleceğe bakalım. Bulunduğumuz şu andan, zihnimizdeki “kurmak istediğimiz güzel günlere” gideceksek iki noktayı gözümüze kestirmeliyiz. Fabrikanın bacasından çıkana ve fabrikanın kapısından girene. Çünkü ancak bu iki nokta üzerine çalışırsak bir geleceğimiz olacak ve o gelecek güzel olacak. Yaşanabilir ve insan onuruna yaraşır olacak. Sadece sınıf çelişkisi ya da mülkiyet ilişkileri üzerinden ilerleyemeyiz. Sadece ekolojik kaygılar ile ilerlemenin de denge kaybına çok müsait zorlu bir sürüş olduğunu biliyoruz. Birbirine omzunu dayayarak, birbirini dengede tutup güç vererek ilerlemesi gerek bu fikirlerin.

En klasik tabirle söylersek sadece üretim araçlarının mülkiyeti değil; aynı zamanda üretim araçlarının doğa ve insanlık üzerindeki hakimiyetiyle de mücadele etmeliyiz. Ve elbette mücadele etmekten daha da önemlisi yeni sistemimizi buradan kurmalıyız. Kutupların eridiği, her dakika bir türün soyunun tükendiği sınıfsız bir toplum da iklim krizinin durdurulduğu ama çağdaş kast sistemleri ile örülü prekarya toplumları da yarımdır ve işe yaramaz.

Sorunlar kol kola vermişse, çözümler de vermeli

Bu mücadele rotası sadece çözüm arayanların, mücadele edenlerin fikrinde oluşan bir rota da değil. Hayat da bu rotayı dayatıyor ve önümüze koyuyor. Bugün Türkiye’nin birçok doğa yıkımına ve doğa mücadelesine baktığımızda bir sınıf sorunu da görüyoruz. Sadece Mersin için değil bütün bir Doğu Akdeniz için tehlike arz eden Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatında kaç işçi hayatını kaybetti? Kaç kere maaşlar konusunda protesto yapıldı? Kaç kere yemeklerden içiler zehirlendi? Bu denk gelişler tesadüf olabilir mi? Ya da Akbelen’de güya gazetelere ilan verecek kadar şirketlerini sahiplenen işçilerin ilandan çok kısa bir süre sonra haksızlığa uğradıkları için protesto gerçekleştirmeleri bir tesadüf mü? Fabrikanın kapısından gireni önemsemeyen; fabrikanın bacasından çıkanı önemser mi?

Sorunlar kol kola vermişse, çözümler de kol kola vermeli. Bir temenni değil bir tecrübe, bir zorunluluk bu. Doğa mücadelesiyle emek mücadelesini birleştirmeliyiz. Emeği, doğayı ve insanı sömürmeyen fabrikalar ve yaşam için fabrikanın bacasını da kapısını da önemsemeliyiz.

Derin ısınma

Yazan: Mark Buchanan

Yeşil Gazete için çeviren: Hatice Pehlevan

*

Dünya dönüşecek. 2050 yılına kadar elektrikli arabalar kullanıyor ve güneş ve rüzgar enerjisiyle üretilen sentetik yakıtlarla çalışan uçaklarla uçuyor olacağız. Büyük olasılıkla yapay zekadan yararlanan yeni enerji verimli teknolojiler, tarımdan ağır sanayiye kadar neredeyse tüm insan faaliyetlerine hakim olacak. Fosil yakıt endüstrisi, nihai bir düşüşün son aşamalarında olacak. Nükleer füzyon ve diğer yeni enerji kaynakları yaygınlaşmış olabilir. Belki de gezegenimiz, güneş ışığından kozmik enerjiyi yakalayan ve tüm ihtiyaçlarımız için görünüşte sonsuz enerji üreten devasa güneş dizileri tarafından yörüngeye oturtulmuş olacak.

Bu, insanlık için olası bir gelecek. Enerji üretiminde yapılacak radikal değişikliklerin küresel ısınmanın en kötü sonuçlarını yavaşlatmamıza veya önlememize nasıl yardımcı olabileceğine dair iyimser bir görüş. 1965 tarihli bir raporda, ABD hükümetinden bilim insanları, fosil yakıtları kullanmaya devam etmemizin küresel ısınmaya neden olacağı ve bunun da Dünya’nın iklimi için potansiyel olarak feci sonuçlar doğuracağı konusunda uyarmıştı. İnsanlığın büyük ölçekli faaliyetlerinden kaynaklanan büyük bir krizi öngören ilk hükümet belgelerinden biri olan raporda, olası sonuçların daha yüksek küresel sıcaklıklar, buzulların erimesi ve deniz seviyelerinin yükselmesini içereceği belirtiliyordu. Rapor, “İnsanoğlu, dünya çapındaki endüstriyel uygarlığı aracılığıyla, farkında olmadan büyük bir jeofizik deney yürütmektedir” sonucuna varmıştı: Sonucu son derece belirsiz, ancak Dünya’daki yaşam için açık ve önemli riskleri olan bir deney.

Çok geç mi kaldık?

O zamandan beri, ne yapılması gerektiği konusunda kararsızlık yaşadık, şüpheye düştük ve tartıştık ama hala yükselmeye devam sera gazı emisyonlarını azaltmak için ciddi önemler almayı başaramadık. Gezegen üzerindeki hükümetler gelecek yıllarda emisyonları aşamalı olarak azaltma ve ‘yeşil enerjiye‘ geçiş vaadi verdi.  Ancak küresel sıcaklıklar beklediğimizden daha hızlı yükseliyor olabilir: Bazı iklim bilimciler hızlı artışların iklim dengesizliğini hızlandırabilecek yeni sorunlar ve olumlu geri besleme döngüler yaratabilmesinden ve umut edilen geçişten çok önce dünyanın bazı bölgelerini yaşanmaz hale getirmesinin mümkün olmasından endişe duyuyor.

Bilim insanlarının yavaş yavaş öğrendiği gibi, sera etkisine bağlı ani ısınma sorununu çözsek bile, bunun altında giderek büyüyen başka bir ısınma sorunu var. Buna ‘derin ısınma’ sorunu diyelim. Bu, sera gazlarının atmosfere salınmasıyla ortaya çıkmıyor, enerji ile olan ilişkimizin kendisinden kaynaklanan bir sorun.

Geleceğe dair bu kasvetli vizyona rağmen, başta güneş enerjisi olmak üzere daha temiz yenilenebilir enerji kaynakları konusunda kaydedilen ilerleme nedeniyle iyimserlerin umutlanması için nedenler var. 2010 yılı civarında güneş enerjisi üretimi, insanlık tarafından üretilen elektriğin yüzde 1’inden daha azını oluşturuyordu. Ama uzmanlar 2027 yılına kadar azalan maliyetler, daha iyi teknoloji ve yeni kurulumlarda üstsel büyüme nedeniyle, güneş enerjisinin elektrik üretimi için en geniş küresel enerji kaynağı haline geleceğine inanıyor. Yenilenebilir olanlar üzerinden ilerleme devam ederse, sera gazı emisyonlarıyla bağlantılı ısınma sorununu çözüme kavuşturmak için bir yol bulabiliriz. 2050 yılına kadar geniş ölçekli toplumsal ve ekolojik değişiklikler fosil yakıtları yaygın kullanmamızın en kötü sonuçlarından kaçınmamıza yardım edebilir.

Bu çok önemli, zorlu bir iş. Ve kolay olmayacak. Ama bu dönüşüm hikayesi sadece, insanların enerji kullanımımız ve onun iklim üzerindeki etkisinin üstesinden gelirken karşılaşacağı gelecekle ilgili sorunların gerçek derinliğini gösteriyor.

Bilim insanlarının yavaş yavaş öğrendiği gibi, sera etkisine bağlı ani ısınma sorununu çözsek bile, bunun altında giderek büyüyen başka bir ısınma sorunu var. Buna ‘derin ısınma’ sorunu diyelim. Bu daha derin sorun da Dünya’nın yüzey sıcaklığını yükseltiyor ancak küresel ısınmanın aksine sera gazları ve fosil yakıt kullanımımızla hiçbir ilgisi yok. Doğrudan her türlü enerji kullanımımızdan ve zaman içinde daha fazla enerji kullanma eğilimimizden kaynaklanıyor: Bir şey yapmak için enerji kullandığımızda ortaya çıkan kaçınılmaz atık ısının yarattığı bir sorun. Evet, dünya 2050 yılına kadar pekala dönüşebilir. Güneş ve rüzgârdan elde edilen enerjiyle çalışan gelişmiş yapay zeka destekli teknolojiler sayesinde karbondioksit seviyeleri sabitlenebilir ya da düşebilir. Ve fosil yakıt endüstrisi son nefeslerini alıyor olabilir. Ancak yine de daha derin bir sorunla karşı karşıya kalacağız. Çünkü ‘derin ısınma’ sera gazlarının atmosfere salınmasıyla ortaya çıkmıyor. Bu, enerji ile olan ilişkimizin kendisinden kaynaklanan bir sorun.

Kullanılan tüm enerji, çevreye ısı olarak yansıyor

Daha fazla enerjiden yararlanmanın yeni yollarını bulmak insani gelişmenin değişmez bir konusu olagelmiştir. İnsanlığın evrimi –erken dönem avcı-toplayıcı biçimlerden tarım ve sanayiye kadar – kişi başı enerji kullanımımızda sistematik büyük artışlar içerdi. İngiliz tarihçi ve arkeolog Ian Morris, “Foragers, Farmers, and Fossil Fuels: How Human Values Evolve” (2015) adlı kitabında, 10.000 yıldan daha uzun bir süre önce yaşayan ilk insan avcı-toplayıcıların yiyecek tüketerek, yakıt yakarak, giysi yaparak, barınak inşa ederek veya diğer faaliyetlerle kişi başına günde yaklaşık 5.000 kcal ‘yakaladıklarını’ tahmin ediyor. Daha sonra, çiftçiliğe yönelip evcilleştirilmiş hayvanların enerjisinden faydalanmaya başladıktan sonra, günde 30.000 kcal’ye kadar çıkabildik.

17. yüzyılın sonlarında kömür ve buhar gücünün kullanılması bir başka sıçramaya işaret ediyordu: 1970 yılına gelindiğinde fosil yakıtların kullanımı insanların günde kişi başına yaklaşık 230.000 kcal tüketmesine olanak sağladı. (İnsanlığı ‘insan’ olarak düşündüğümüzde, en zengin ülkelerdeki ortalama bir insanın en yoksul ülkelerdeki ortalama bir insandan 100 kat daha fazla enerji tükettiğini kabul etmek önemlidir). Küresel nüfus arttıkça ve insanlar enerjiye bağımlı yeni teknolojiler icat ettikçe, küresel enerji kullanımımız da artmaya devam etti.

Biz insanların kullandığı tüm enerji – evlerimizi ısıtmak, fabrikalarımızı işletmek, otomobillerimizi ve hava araçlarımızı sürmek veya elektronik eşyalarımızı çalıştırmak – nihayetinde çevrede sıcaklık olarak son buluyor. Daha kısa vadede, kullandığımız enerjinin çoğu doğrudan çevreye akıyor.”

Birçok açıdan bu harika bir şey. Artık daha az çabayla daha fazlasını yapabiliyor ve bırakın hominin atalarımızı, 17. yüzyıldaki buhar makinesi mucitlerinin hayal bile edemeyeceği şeyleri başarabiliyoruz. Güçlü madencilik makineleri, süper hızlı trenler, telekomünikasyonda kullanılmak üzere lazerler ve beyin görüntüleme ekipmanları yaptık. Ancak bu yaratımlar bize yardımcı olurken, aynı zamanda gezegeni gizlice ısıtıyor.

Biz insanların kullandığı tüm enerji – evlerimizi ısıtmak, fabrikalarımızı işletmek, otomobillerimizi ve hava araçlarımızı sürmek veya elektronik eşyalarımızı çalıştırmak – nihayetinde çevrede sıcaklık olarak son buluyor. Daha kısa vadede, kullandığımız enerjinin çoğu doğrudan çevreye akıyor.

Sıcak egzoz gazları, lastikler ve yollar arasındaki sürtünme, güçlü motorların çıkardığı sesler yoluyla yayılır, dağılır ve sonunda ısı olarak son bulur. Bununla birlikte, kullandığımız enerjinin küçük bir kısmı yeni çelik, plastik veya beton gibi fiziksel değişikliklerde depolanır. Şehirlerimizde ve teknolojilerimizde depolanır. Uzun vadede, bu malzemeler parçalandıkça, içlerinde depolanan enerji de ısı olarak çevreye yayılır. Bu, termodinamiğin iyi test edilmiş ilkelerinin doğrudan bir sonucudur.

Atık ısı, sera gazlarından kaynaklanan küresel ısınma kadar ciddi bir sorun oluşturacaktır.

‘Atık ısı’ olarak bilinen ve sadece enerji kullanımıyla ortaya çıkan bu ısı, 21. yüzyılın ilk on yıllarında o kadar da ciddi değil. Şimdilik sera gazlarının neden olduğu gezegensel ısınma dengesizliğinin yaklaşık yüzde 2’sine denk geliyor. Ancak zaman geçtikçe sorunun çok daha ciddi bir hal alması muhtemel. Bunun nedeni, insanların sürekli olarak bir şeyler keşfetme ve üretme, bu süreçte tamamen yeni teknolojiler ve endüstriler yaratma konusunda tarihsel bir eğilime sahip olmasıdır: Çiftçilik için evcilleştirilmiş hayvanlar; demiryolları ve otomobiller; küresel hava yolculuğu ve nakliye; kişisel bilgisayarlar, internet ve cep telefonları… Bu tür faaliyetlerin sonucu, teknolojinin neredeyse her alanında enerji verimliliğinin artmasına rağme, giderek daha fazla enerji kullanmamız anlamına geliyor.

En azından son iki yüzyıl boyunca (ve muhtemelen çok daha uzun bir süre boyunca), yıllık enerji kullanımımız kabaca her 30 ila 50 yılda bir ikiye katlandı. Enerji kullanımımız katlanarak artıyor gibi görünüyor ve bu eğilim devam edeceğe benziyor. Yapacak yeni şeyler bulmaya devam ediyoruz ve icat ettiğimiz neredeyse her şey giderek daha fazla enerji gerektiriyor. Kripto para madenciliğinin muazzam enerji taleplerini veya yapay zekanın hızlanan enerji gereksinimlerini düşünün.

Eğer bu tarihsel eğilim devam ederse, bilim insanları atık ısının yaklaşık 150-200 yıl içerisinde tam olarak günümüzde sera gazlarından kaynaklanan küresel ısınma sorunuyla aynı derecede önemli olan bir sorun doğuracağını öngörüyor. Bununla birlikte derin ısınma daha zararlı olacak çünkü sadece bir tür enerjiden bir diğerine geçiş yaparak ondan kaçınamayacağız. Önümüzde büyük bir sorun belirecek: Kullandığımız enerjinin tümünde katı sınırlamalar koyabilir miyiz? Görünüşe göre acımasızca genişleyen faaliyetlerimiz içerisinde çevremizi tahrip etmekten kaçınma hükmünü sürebilir miyiz?

Derin ısınma, küresel ısınmanın altında saklanan bir sorundur, ancak daha acil olan sera gazları sorununu çözmeyi başardığımızda ve çözdüğümüzde öne çıkacak bir sorundur. Gözlerden uzakta kalmaya devam ediyor; bu da bilim insanlarının ‘atık ısı’ sorunuyla neden ancak 15 yıl kadar önce ilgilenmeye başladıklarını açıklayabilir.

Sorunu tanımlayan ilk kişilerden biri, “Enerji Kullanımından Kaynaklanan Uzun Dönemli Küresel Isınma” (Long-Term Global Heating From Energy Usage) (2008) başlıklı makalesinde atık konusunu tartışmış olan, Harvard’dah astrofizikçi Eric Chaisson oldu. Chaisson, teknolojik toplumumuzun, yalnızca termodinamiklerin ikinci yasasıyla dikte edilen, geleceğe ilişkin gezegensel ısınma senaryoları tahmin edilirken çoğunlukla göz ardı edilen “biyojeofiziksel bir etki olan kaçınılamayan küresel ısınma sebebiyle büyümeye karşı esas bir sınırla” yüzleşiyor olabileceği sonucuna vardı. Daha fazlasını öğrenmek için Chaisson’a mail attığımda, soruna dair düşüncelerinin geçmişini şöyle anlattı:

UNESCO‘nun çevre konulu bir toplantısından sonra 2006 yılında Paris-Boston [civarı] gece uçuşunda IPCC‘nin bir şeyleri gözden kaçırdığını fark ettim. Uçaktaki diğerleri uyurken, ben bir zarfın arkasına bazı rakamlar yazdım … ve sonra yanıldığımı umdum, yani şimdi çok az olsa da  enerji kullanma eyleminin havayı ısıttığını düşünürken yanıldığımı umdum.”

Enerjinin ısıya dönüşümü, fiziğin en yaygın süreçleri arasında yer alır.”

Chaisson bu fikri bir makale olarak hazırladı ve akademik bir dergiye gönderdi. İki isimsiz hakem makalenin yayımlanması için çok hevesliydi. Chaisson, “Üçüncü bir hakem makaleyi öldürmek için elinden geleni yaptı. Bulguların ‘alakasız ve dikkat dağıtıcı’ olduğunu iddia etti” diyor. Nihayet yayımlandıktan sonra, bir gazeteci tarafından haber yapıldığında ve Boston Globe‘un ön sayfasında uzun metrajlı bir hikaye olarak yayınlandığında makale biraz ilgi gördü. Chaisson’un hesapladığı rakamlar, artan atık ısımıza ilişkin tahminler, ABD Ulusal Atmosferik Araştırma Merkezi‘ndeki bir süper bilgisayarda, yer sistemi bilimi profesörü Mark Flanner tarafından çalıştırıldı. Chaisson o sırada Flanner’ın muhtemelen ‘yanlış olduğunu kanıtlamaya çalıştığından’ şüpheleniyordu. Ancak, ‘makinesi saatlerce çalıştıktan sonra’, Chaisson’un o gece uçakta bir zarfın arkasına yazdığı sonuçların aynısını gördü.

Yaklaşık aynı zamanda, 2008’de de iki mühendis Nick Cowern ve Chihak Ahn, Choisson’un çalışmasından tamamen bağımsız ama aynı sonuçları olan bir araştırma makalesi yazmıştı. Bu sorunla ilk önce karşılaşmam bu şekilde oldu. Cowern ve Ahn’ın çalışması bugünlerde çevreye saldığımız toplam atık ısı miktarını tahmini olarak hesaplıyordu ve miktarın şimdilik oldukça az olduğunu ortaya çıkardı. Ama Chaisson gibi, onlar eğer bunu önlemek için gerekli adımlar atılmazsa sorunun eninde sonunda ciddi hale geleceğini teslim ediyordu.

Termodinamiğin yasaları

Bu alandaki düşüncelerin başlangıç tarihi biraz bu şekilde. Ancak bu iki makale ve bu makaleden itibaren yapılan birkaç analiz aynı sarsıcı sonuçlara işaret ediyor: ‘Derin ısınma’ dediğim olgu, çok da uzak olmayan bir gelecekte belli bir noktada insanlık için büyük bir sorun olacaktır. Tam tarihi kesin olmaktan uzak. 150 yıl olabilir, 400 veya 800 yıl da olabilir ama nispeten yakın bir gelecekte, binlerce veya milyonlarca yıl kadar uzak bir gelecek değil. Bu bizim geleceğimiz.

Enerjinin ısıya dönüşümü fiziğin en yaygın süreçleri arasındadır. Arabalar yollarda ilerlerken, trenler demiryollarında kükrerken, uçaklar gökyüzünden geçerken ve endüstriyel tesisler hammaddeleri rafine ürünlere dönüştürürken, enerji, mikroskobik düzeyde moleküllerin düzensiz hareketlerinde depolanan enerji için kullanılan bilimsel kelime olan ısıya dönüşür. Bir uçak Paris’ten Boston’a uçarken yakıt yakar ve havaya sıcak gazlar püskürtür, çok fazla ses çıkarır ve yoğunlaşma izleri oluşturur. Havadaki bu girdaplar daha küçük ölçeklerde girdaplara yol açar ve bu girdaplar da enerji en sonunda ısı olarak kaybolana kadar daha küçük girdaplara yol açar. Artık hava öncekinden biraz daha sıcaktır, onu oluşturan moleküller biraz daha güçlü bir şekilde hareket eder. Benzer bir süreç, bilgisayarların mikroçiplerinin içindeki küçük elektrik akımları tarafından enerji kullanıldığında, sessizce hesaplamalar yapıldığında da gerçekleşir. Kullanılan enerji her zaman ısı olarak son bulur. Yıllar önce IBM fizikçisi Rolf Landauer tarafından yapılan araştırma, tek bir hesaplama biti içeren bir hesaplamanın bile çevreye belirli bir minimum miktarda ısı yayacağını göstermişti.

Bunun nasıl olduğu, 19. yüzyıl ortalarında Fransa’da Sadi Carnot ve Almanya’da Rudolf Clausius’un dahil olduğu bilim insanları tarafından tanımlanmış olan termodinamik yasalarıyla ifade edilmişti. Temel ‘yasalar’ onun başlıca ilkelerini özetliyordu.

Termodinamiğin birinci yasası basit bir şekilde enerjinin toplam miktarının asla değişmediğini fakat korunduğunu belirtir. Bir diğer ifadeyle enerji hiçbir zaman kaybolmaz ama sadece şekil değiştirir. Örneğin ilk başlarda hava taşıtlarının yakıtında depolanan enerji, uçağın enerji yüklü hareketine dönüşebilir. Bir elektrikli ısıtıcıyı açın ve başlangıçta elektrik akımlarında tutulan enerji evinizin havasına, duvarlarına ve çatısına yayılan ısıya dönüşür. Toplam enerji aynı kalır ama belirgin bir şekilde şekil değiştirir.

Yaptığımız her şeyle sürekli atık ısı üretiyoruz,”

Aynı derecede önemli olan termodinamiğin ikinci yasası ise daha inceliklidir ve doğal süreçlerde enerjinin dönüşümünün daima daha organize ve faydalı formlardan daha az organize ve daha az faydalı formlara doğru gerçekleştiğini belirtir. Bir uçak için, başlangıçta jet yakıtında yoğunlaşan enerji, büyük ölçüde görünmez bir şekilde atmosferin geniş alanlarına yayılan karıştırılmış rüzgarlar, sesler ve ısı ile dağılır. Elektrikli ısıtıcıda da durum aynıdır: elektrik akımlarındaki düzenlenmiş faydalı enerji dağılır ve duvarların düşük dereceli sıcaklığına yayılır, ardından dış havaya sızar. Enerji miktarı aynı kalsa da, giderek daha az organize, daha az kullanılabilir formlara dönüşür. Enerji sürecinin son noktası atık ısı üretir. Ve biz yaptığımız her şeyle sürekli olarak bunu üretiyoruz.

Dünya enerji tüketimine ilişkin veriler, dünya üzerindeki tüm insanların toplu olarak şu anda yaklaşık 170.000 terawatt-saat (TWh) enerji kullandığını göstermektedir ki bu da mutlak anlamda çok büyük bir enerji: 1 terawatt-saat, 1 trilyon watt hızında enerji kullanan herhangi bir işlem tarafından bir saat içinde tüketilen toplam enerjidir. Bu devasa rakam şaşırtıcı değil, zira her gün dünyanın dört bir yanındaki milyarlarca araba ve evin yanı sıra sanayi, tarım, inşaat, hava trafiği ve benzeri alanlarda kullanılan tüm enerjiyi temsil ediyor. Ancak, 21. yüzyılın başlarında, bu enerjiden kaynaklanan ısınma, sera gazlarından kaynaklanan gezegensel ısınmadan hala çok daha az.

CO2 ve metan gibi sera gazlarının konsantrasyonları oldukça küçüktür ve Güneş enerjisinin ne kadarının uzaya geri dönmek yerine atmosferde hapsolduğu konusunda sadece kısmi bir fark yaratır. Öyle olsa bile, Güneş’ten Dünya’ya gelen enerji akışı çok büyük olduğu için bu kısmi farkın çok büyük bir etkisi vardır. Bu sera enerjisi dengesizliğine ilişkin mevcut tahminler metrekare başına 0,87 W civarında olup bu da atık ısımızdan yaklaşık 50 kat daha büyük bir toplam enerji rakamına karşılık gelir. Bu güven verici. Ancak Cowern ve Ahn’ın 2008’deki makalelerinde yazdıkları gibi, enerji kullanımımız artmaya devam ettiği için bu durum zaman içinde bu şekilde kalmayacak. Tabii daha fazla enerji kullanma eğilimini kırmak için radikal bir yol bulamazsak.

Enerji verimliliğin sınırı var mı?

Derin ısınma fikrine yönelik yaygın itirazlardan biri, sorunun gerçekten ortaya çıkmayacağını iddiasıdır. “Endişelenmeyin,” diyebilir birisi, “verimli teknoloji ile daha fazla enerji kullanmayı bırakmanın yollarını bulacağız; gelecekte daha fazla şey yapacak olsak da, daha az enerji kullanacağız. Bu ilk başta kulağa makul gelebilir, çünkü teknolojinin çoğu alanında enerji kullanımında gerçekten de daha verimli hale geliyoruz. Arabalarımız, ev aletlerimiz ve dizüstü bilgisayarlarımız daha az enerjiyle daha çok iş yapıyor. Verimlilik artmaya devam ederse, belki de bu şeyleri neredeyse hiç enerji kullanmadan çalıştırmayı öğrenebiliriz? Pek olası değil, çünkü enerji verimliliğinin sınırları var.

Geçtiğimiz 20- 30 yılda, evlerde ısıtmanın verimliliği –petrol ve gaz ocakları ve suyu ısıtmak için kullanılan kaynatıcılar dahil- yüzde 50’nin daha azından teorik olarak mümkün olan yüzde 90’ın hayli üzerine çıktı. Bu iyi bir haber ama temel ısıtmada gerçekleştirilebilecek çok daha fazla verimlilik yok. Aydınlatma verimliliği de kullanılan elektrik enerjisinin yüzde 70 gibi bir oranını ışığa çeviren modern LED ışıklandırmayla büyük ölçüde arttı. Eski aydınlatmaların yerine tamamen LED’ler geçtiğinde bir miktar verimlilik kazanacağız ancak geleceğe dair verimlilik iyileştirmeleri için fazla yer kalmadı. Benzer verimlilik sınırları gıda üretiminde ve pişirmede arabaların, bisikletlerin ve elektronik cihazların üretiminde; bir yerden bir yere gittiğimizde ulaşımda; arama motorlarının kullanımında; GPT-4 veya diğer büyük dil modellerinin yazılım çevriminde ortaya çıkar.

Bu teknolojilerin verimliliğinde önemli ilerlemeler kaydetsek bile, sadece biraz zaman kazanmış olacağız. Bu değişiklikler derin ısınmanın hesaba katmak zorunda olduğumuz bir sorun haline geleceği zamanı fazla ertelemeyecek.

Verimliliği optimize etmek, insani geleceğimizde köklü bir değişiklik değil, sadece geçici bir ertelemedir.

Bir düşünce deneyi olarak, yaptığımız he şeyin enerji verimliliğini hemen 10 faktöre kadar artırabildiğimizi varsayın –fantastik bir şekilde iyimser bir teklif. Yani dünyadaki insanların enerji çıktısının 10 kat, 170.000 TWh’dan 17.000’ e kadar azaldığını hayal edin. Eğer enerji kullanımımız genişlemeye, her 30 ila 50 yılda veya bu dolaylarda (yüzyıllarda olduğu gibi) iki katına çıkmaya devam ederse, o halde atık ısıdaki 10 kat artış, sadece üç katından biraz fazla sürede gerçekleşecek ki bu yaklaşık 130 yıl: 17.000 TWh iki katı olan 34.000 TWh’ye, bu 68.000TWh’ye, bu da 136.000 TWh’ye ve benzeri katlara çıkar. Enerji verimliliğindeki tüm bu ilerlemeler hızlıca uçup gidecektir. Derin ısınmanın vuracağı tarih 130 yıl kadar gecikecektir ama daha fazla değil. Verimliliği en iyi seviyeye çıkarmak insanlığın geleceğinde köklü bir değişim değil, sadece geçici bir iyileştirmedir.

Enerji verimliliğindeki gelişmelerin de genel enerji kullanımımız üzerinde ters bir etkisi olabilir. Teknolojiyi daha verimli hale getirirsek o halde teknoloji aracılığıyla daha az enerji kullanacağımızı düşünmek kolay. Ancak ekonomistler ‘geri tepme’ olarak bilinen paradoksal etkinin son derece farkında. Geri tepmeyle teknolojiyi daha ucuz hale getirerek geliştirilen enerji verimliliğinin aslında bu teknolojinin daha yaygın kullanımına –ve daha fazla enerji kullanımına yol açtığı ifade edilir. Klasik bir örnek, İngiliz ekonomist William Stanley Jevons’un “The Coal Question” (1865) adlı kitabında belirttiği gibi buhar motorunun icadıdır. Bu yeni teknoloji yanan kömürden enerjiyi daha verimli bir şekilde çekebilecekti ancak bunun yanında artan kömür kullanımının çok sayıda yeni uygulamalarını da mümkün hale getirdi. Son zamanlarda ekonomi uzmanları tarafından yapılan bir çalışma, ekonomi genelinde bu tarz geri tepme etkisinin enerji kullanımında bir verimlilik kazanımını en azından yüzde 50 oranında kolayca yutabileceğini ileri sürüyor. Benzer bir şey zaten insanların binlerce yeni alanda kullanım için bulduğu LED lambalarda daha önce oldu.

Verimlilikteki artışlar bize zaman kazandırmayacaksa, küresel nüfusun azaltılması gibi diğer faktörlere ne dersiniz? Bilim insanları genel olarak 8 milyardan fazla olan mevcut insan nüfusunun sınırlı gezegenimizin sınırlarının çok ötesinde olduğuna inanıyor, özellikle de bu nüfusun büyük bir kısmı zengin ulusların kaynak yoğun yaşam tarzlarını hedefliyorsa. Bazı tahminler daha sürdürülebilir bir nüfusun 2 milyar civarında olabileceğini ve bunun da enerji kullanımını potansiyel olarak üç ya da dört kat azaltabileceğini öne sürüyor.  Ancak bu gerçek bir çözüm değil: Yine enerji verimliliğinin artırılması örneğinde olduğu gibi, enerji tüketimimizin bir defaya mahsus olarak üç kat azaltılması, enerji kullanımındaki amansız artış tarafından hızla yutulacaktır. Eğer Dünya nüfusu aniden 2 milyara düşürülürse – mevcut nüfusun yaklaşık dörtte biri – enerji kazanımlarımız başlangıçta muazzam olacaktır. Ancak enerji talebimiz dört kat artacağından, bu kazanımlar iki katına çıkma süresinde ya da kabaca 60-100 yıl içinde silinecektir.

Ne yapabiliriz?

Peki, neden daha fazla insan bu konu hakkında konuşmuyor? Derin ısınma sorunu giderek daha fazla dikkat çekmeye başlıyor. Kısa bir süre önce Twitter’da Alman iklim bilimci Stefan Rahmstorf, nükleer füzyonun, son gelişmelerden duyulan heyecana rağmen, bizi atık ısımızdan kurtarmak için zamanında gelmeyeceği ve sorunu daha da kötüleştirebileceği konusunda uyarıda bulundu. Füzyon enerjisi, başka bir ucuz enerji kaynağı sağlayarak hem enerji kullanımımızın artmasını hem de derin ısınmayla hesaplaşmamızı hızlandırabilir. Rahmstorf’un öğrencilerinden Peter Steiglechner, 2018 yılında yüksek lisans tezini bu sorun üzerine yazdı. Derin ısınmanın ve bunun insanlık için uzun vadeli sonuçlarının tanınması giderek yaygınlaşıyor. Peki ama bu sorunla ilgili ne yapabiliriz?

Derin ısınmayı önlemek veya geciktirmek, atık ısımızın artışını yavaşlatmayı içerir; bu da kullandığımız enerji miktarını kısıtlamak ve sorunu mümkün olduğunca az şiddetlendiren enerji kaynaklarını seçmek anlamına gelir. Atık enerji yükümüzü arttıran fosil yakıtlardan ya da nükleer enerjiden elde edilen enerjinin aksine, yenilenebilir enerji kaynakları ek atık ısı üretmek yerine zaten Dünya’ya gelmekte olan enerjiyi keser. Bu anlamda, derin ısınma sorunu, nükleer füzyon, fisyon ve hatta jeotermal enerji gibi alternatifler yerine güneş veya rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını takip etmek için bir başka nedendir.

Bu kaynaklardan herhangi birinden enerji elde edersek, telafi edici bir azaltma yapmadan Dünya sistemine yeni enerji akışlarını serbest bırakmış oluruz. Sonuç olarak, tüm bu kaynaklar atık ısı sorununa katkıda bulunacaktır. Ancak yenilenebilir enerji kaynakları doğru bir şekilde kullanılırsa, çevredeki atık ısı birikimimize katkıda bulunmaları gerekmez. Bu enerjiyi kullanarak, ilk etapta güneş ışığı tarafından yaratılmış olandan daha fazla atık ısı üretmeyiz.

Rüzgar enerjisi örneğini ele alalım. Güneş ışığı önce gezegenin bazı kısımlarını eşit olmayan bir şekilde ısıtarak rüzgarları harekete geçirir ve geniş konveksiyon hücrelerine neden olur. Rüzgar atmosferde çalkalandıkça, ağaçların arasından, dağların ve dalgaların üzerinden estikçe, enerjisinin çoğu ısıya dönüşür ve moleküllerin mikroskobik hareketlerinde son bulur. Eğer bu rüzgar enerjisinin bir kısmını türbinler aracılığıyla toplarsak, depolanmış enerji şeklinde ısıya da dönüşecektir. Ancak, en önemlisi, rüzgarı yakalamak için türbinlerin olmadığı durumdan daha fazla ısı üretilmez.

Aynı şey güneş enerjisi için de geçerli olabilir. Bir dizi güneş hücresinde, her hücre sadece üzerine düşen güneş ışığını toplarsa – ki bu normalde Dünya yüzeyi tarafından emilirdi – o zaman hücreler enerji üretirken ne kadar atık ısı üretileceğini değiştirmez. Dünya yüzeyini ısıtacak olan ışık bunun yerine güneş hücrelerine girer, insanlar tarafından bir amaç için kullanılır ve daha sonra ısı olarak son bulur. Bu şekilde, Dünya tarafından emilen ısı miktarını, insan kullanımı için çıkardığımız enerjiyle tam olarak aynı miktarda azaltırız ve gezegenin genel ısınmasına katkıda bulunmayız. Bu da en azından nispeten yakın gelecekte, daha büyük miktarlarda enerji çıkarmaya ve kullanmaya devam etsek bile atık enerji yükünü değiştirmeyecektir.

Çölleri karanlık panellerle kaplamak, çöl tabanından çok daha fazla enerji emecektir.

Chaisson 2008’de sorunu oldukça açık bir şekilde özetledi:

“Artık Dünya üzerinde çıkarılan her türlü enerjinin – tabii ki tüm fosil yakıtlar, aynı zamanda nükleer ve yer kaynaklı jeotermal de dahil olmak üzere – insanoğlunun enerji kullanımının bir yan ürünü olarak kaçınılmaz bir şekilde atık ısı üreteceği görüşündeyim. Bunun tek istisnası Dünya’nın ötesinden gelen enerjidir, bu burada ve şimdi olan ve kazılmayan enerjidir, yani Güneş ışınlarının her gün buraya inmesinden kaynaklanan büyük miktarda güneş enerjisi. … Atık ısıdan kaçınma ihtiyacı, her türden güneş enerjisini kucaklamak için gerçekten de tek ve en güçlü bilimsel argümandır.”

Ancak güneş enerjisi toplamanın herhangi bir yöntemi derin ısınma sorununu önleyemez. Bunu yapmak dikkatli bir mühendislik gerektirir. Örneğin, çölleri güneş panelleriyle kaplamak gezegenin ısınmasına katkıda bulunacaktır çünkü çöller gelen ışığın çoğunu uzaya geri yansıtır, böylece Dünya tarafından asla emilmez (ve bu nedenle atık ısı üretmez). Çölleri karanlık panellerle kaplamak çöl tabanından çok daha fazla enerji emecek ve gezegeni daha fazla ısıtacaktır.

Enerji iştahımız artmaya devam ederse uzun vadede ciddi sorunlarla da karşılaşacağız. Fütüristler, uzayda konuşlandırılacak devasa panellerin, aksi takdirde Dünya’dan geçip atmosferimize hiç girmeyecek olan güneş ışığını emeceği teknolojiler hayal ediyor. Nihayetinde bu enerjinin Dünya’ya ışınlanabileceğine inanıyorlar. Nükleer enerji gibi, bu tür teknolojiler de gezegenimizin yüzeyine çarpan güneş ışığından kaynaklanan ısıyı telafi etmeksizin gezegene ek bir enerji kaynağı ekleyecektir. Dünya yüzeyindeki güneş ışığından normalde elde edilenden daha fazla enerji üretmeye yönelik her türlü çaba, ısınma sorunlarımızı daha da kötüleştirecektir.

Derin ısınma fizik yasalarının ve meraklı doğamızın basit bir sonucudur. Süreç içerisinde çevremizi değiştirerek sürekli öğrenmek ve yeni şeyler geliştirmek doğamızda var görünüyor. Binlerce yıldır bu yolda her zamankinden daha büyük miktarlarda enerji aldık ve faydalandık ve yenilenebilir enerji kaynaklarının – ve belki de nükleer füzyon gibi daha yeni kaynakların- hızlıca gelişmesiyle bu yol boyunca devam ettiğimiz ortada. Fakat bu yol sonuçları olmadan sonsuza kadar ilerleyemez.

Daha fazla enerjinin daha fazla ısınmaya eş değer olduğu mantığı geleceğimiz için derin bir ikilem oluşturur. Fizik yasaları ve uzun evrimsel tarihimizde bizde kök salmış alışkanlıklar bizi belaya doğru sürüklüyor. Sera gazlarının yarattığı ısınma için teknolojik onarımlara sahip olabiliriz –sadece fosil yakıtlardan daha temiz enerji kaynaklarına geçiş- ama bizi derin ısınma sorunundan sıyıracak teknik bir hile yok. Bu, bazı bilim insanlarını denemekten alıkoymayacak.

Sonunda sıcak ve risk altındaki bir gezegende yaşamımızı sürdürmeye çalıştığımız rahatsız edici bir dengeye ulaşabiliriz çünkü sağlıklı bir çevreyi korumak için enerji kullanımımızı yeterince kısıtlayacak ahlaki ve örgütsel yeteneğe sahip değiliz.”

Belki de insanlığın enerji kullanımını azaltmayı beceremeyeceğine inanarak, gezegeni soğutmak için gezegenlere özgü ölçekte bir soğutma sistemi ya da sıcaklığı Dünya’nın yüzeyinden uzaya ışınlanabildiği atmosferin üst tabakasına taşımak için yapay olarak düzenlenen hortumlar gibi fantastik bir plan benimseyeceğiz. Bu tarz yaklaşımlar inanılmaz göründüğü kadar, bilim insanları bu konular üzerinde ve tamamen bilim kurgu âleminden görünen aynı derecede acayip diğer fikirler üzerinde ciddi şekilde düşündü. Ancak bunlar  sorunu daha iyi değil, muhtemelen daha kötü hale getirecek tasarılar gibi görünüyor.

İnsan hikayesini dönüştürmemiz gerekecek. Daha fazlasını değil, daha azını yapmanın hikayesi haline gelmeli.

Nihai olarak nasıl tepki verebileceğimize dair çeşitli olasılıklar görüyorum: Sera gazı ısınmasında olduğu gibi, kısıtlanmamış teknolojik ilerleme ve artan enerji kullanımına devam ettikçe, muhtemelen başlangıçta bir inançsızlık, inkar ve eylemsizlik dönemi olacaktır. Gezegenimiz ısınmaya devam edecek. Ancak er ya da geç, bu ısınma Dünya’nın çevresinde ve ekosistemlerinde ciddi bozulmalara yol açacak. Bunu uzun süre görmezden gelemeyeceğiz ve daha fazla enerji üretmek ve kullanmak için teknik ve sosyal kapasitemiz aşınacağından, enerji kullanımımıza doğal bir denge sağlayabilir. Sonunda sıcak ve risk altındaki bir gezegende yaşamımızı sürdürmeye çalıştığımız rahatsız edici bir dengeye ulaşabiliriz çünkü sağlıklı bir çevreyi korumak için enerji kullanımımızı yeterince kısıtlayacak ahlaki ve örgütsel yeteneğe sahip değiliz.

Bir alternatif, geçmişimizden radikal bir kopuşu gerektirecektir: Daha az enerji kullanmak. Daha az enerji kullanmanın bir yolunu bulmak, tüm insanlık tarihi ile gerçekten temel bir kopuşu, tamamen yeni bir şeyi temsil edecektir. Bu büyüklükte bir kopuş kolay gerçekleşmeyecektir. Bununla birlikte, enerji kullanımımızdaki kısıtlamaları Dünya’daki yaşamın tartışılmaz bir unsuru olarak görmeyi öğrenebilirsek, bizi esasen insan yapan şeylerin çoğunu yapmaya devam edebiliriz: Öğrenmek, keşfetmek, icat etmek, yaratmak. Bu senaryoda, kullanıma giren ve çok fazla enerji kullanmaya başlayan herhangi bir yararlı yeni teknoloji, başka yerlerde enerji kullanımında dengeleyici bir azalma gerektirecektir. Bu şekilde, geleceğin sürekli yeni ve muhtemelen daha iyi olmasıyla devam edebiliriz.

Bunların hiçbiri kolaylıkla başarılamayacak ve muhtemelen sera gazlarının ısıtılması konusunda anlaşmaya varmak için verdiğimiz mücadeleyi yansıtacaktır. Kısır çekişmeler, tartışmalar, derin kutuplaşmalar ve muhtemelen büyük savaşlar olacaktır. İnsanlık daha önce hiç bu büyüklükte bir meydan okumayla karşı karşıya kalmamıştı ve bu meydan okumayla hızlı ya da kolay bir şekilde yüzleşmeyeceğimizi umuyorum. Ama yüzleşmeliyiz. Gezegensel ısınma, geleceğimizde – hem çok yakın gelecekte hem de daha uzaklarda. Birçok insan bu sonucu kabullenmekte şaşırtıcı derecede zorlanacaktır, çünkü belki de Dünya’daki geleceğimiz üzerinde temel kısıtlamalar anlamına gelmektedir. Sonsuza kadar daha fazla enerji kullanmaya devam edemeyiz ve aynı zamanda gezegenin ikliminin sabit kalmasını bekleyemeyiz.

Dünya muhtemelen 2050 yılına kadar dönüşecek. Ve bundan bir süre sonra, insan hikayesini dönüştürmemiz gerekecek. İnsanlığın öyküsü, sürekli yenilik ve öğrenmenin yanı sıra dikkatli bir yönetim öyküsü haline gelmelidir. Enerji açısından, daha fazlasını değil, daha azını yapmanın hikayesi haline gelmelidir. Atık ısıyı tamamen ortadan kaldıracak bir teknoloji yok, sadece teknikler var.

Fosil yakıt kullanımı ve sera gazlarıyla bağlantılı ısınma gibi son derece acil bir sorunla yüzleşirken bunu hatırlamak önemlidir. Küresel ısınma sorunlarımızın sadece başlangıcıdır. Akıllı ve koordineli bir yanıt verip veremeyeceğimizi görmek için bir test alanı. Eğer bu zorluğun üstesinden gelebilirsek, tür olarak daha da zor bir zorluğun üstesinden gelmek için daha hazırlıklı, daha yetenekli ve daha dirençli olabiliriz.

Makelenin İngilizce orijinali

Bitkiler hem konuşuyor hem de birbirlerini duyuyor!

Herhangi bir bahçeye, parka veya ormana çıktığınızda etrafınız sessiz bir konuşma kakofonisi ile çevrili olacaktır. Bu, bitkilerin bir tehlike anında birbirleriyle konuşmaların sesleridir.

Aslında bitkilerin “konuşabildiği” gerçeği onlarca yıldır biliniyor. Ancak şimdiye kadar birbirlerini nasıl duyabildikleri ya da duyup duymadıkları büyük ölçüde bilinmiyordu.

Japonya’daki Saitama Üniversitesi’nden araştırmacılar, hakemli dergi Nature Comminications Dergisi‘nde 17 Ekim’de yayımlanan çalışmalarında  bitkilerin komşularından iletişim sinyallerini nasıl aldıklarını ve nasıl yanıt verebileceklerini gerçek zamanlı olarak ortaya çıkardı.

Newsweek’e konuşan araştırmanın başyazarı Masatsugu Toyota şu bilgileri verdi: “Bitkiler, yaralanmalara ve otobur saldırılarına yanıt olarak bir dizi sinyal bileşiği yayıyor . Uçucu organik bileşikler (VOC’ler) olarak bilinen bu sinyal bileşikleri, otçulları doğrudan uzaklaştırmak ve otçulların doğal düşmanlarını çekmek gibi çok sayıda koruyucu etki gösteriyor. Komşu bozulmamış bitkiler, bu VOC’leri savunma tepkilerini tetikleyen veya kendilerini harekete geçiren tehlike işaretleri olarak algılıyor ve yaklaşan strese zamanında yanıt vermesi gerektiğini anlıyor.”

‘Çığlık atan çim bitkilerinin kokusu’

Yeşil yaprak uçucuları adı verilen bu VOC sinyallerinin belirli bir grubu, bitkiler mekanik olarak -makineler tarafından vb) hasar gördüğünde veya böceklerin saldırısına uğradığında, komşularını yaklaşmakta olan tehdide karşı uyarmak için salınıyor.  Bu moleküller aynı zamanda taze kesilmiş çim kokusunu da salıyor. Bu temel olarak “çığlık  atan çim bitkilerinin kokusu”.

Peki ama diğer bitkiler bu uyarı işaretlerini nasıl tespit edip yanıt veriyor?

Toyota, “Hayvanların aksine bitkilerin ‘burnu’ yok” diyor.

Tesis iletişimi

 

Saldırıya uğrayan bitkilerin tepkileri ilk elden gözlemlemek için ekip, tırtıllar tarafından beslenen bir grup bitkiden salınan VOC’leri topladı ve bunları hasarsız komşu bitkilere pompaladı. Böylece gerçek zamanlı bir floresan görüntüleme sistemi ile izlenen bitkilerdeki stres tepkilerinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynayan kalsiyum iyonları, gerçek zamanlı olarak izlenebildi.

Kalsiyum iyonları,  bitkilerdeki stres tepkilerinin sinyallenmesinde önemli bir rol oynuyor. Araştırmacılar, deneyin sonucunda bu dış ipuçlarının ilk önce yaprak yüzeyindeki stoma adı verilen ve havanın ve suyun bitkinin içine girip çıkmasına izin veren küçük delikleri kaplayan hücreler tarafından tespit edildiğini gördü.

Toyota, “Başka bir deyişle, bitkinin stomaları komşu koşulları algılamak için bir geçit (‘burun’) görevi görüyor. Bu yeni bulgular ‘konuşan’ bitkilerin mekanizmalarının anlaşılmasına yardımcı oluyor” dedi.

Pestisitlere alternatif olabilir mi?

Çalışmanın sonuçları, doğal dünyamızın iç işleyişine dair büyüleyici bilgiler sağlamanın yanı sıra, tarımda ve küresel gıda üretiminde daha etkili haşere kontrolleri geliştirmenin yolunu açabilir.

“Pestisitler tüm dünyada haşere kontrolü için yaygın olarak kullanılıyor ve ilaca dirençli haşereler üretiliyor” diyen Toyota, “Bitkilerin içsel savunma tepkilerini harekete geçirerek, bitkileri ve sebzeleri zararlılardan korumak için havayla taşınan yeni bir tarımsal kimyasal (uçucu) oluşturmak mümkün olabilir” diye konuştu.