Ana Sayfa Blog Sayfa 2087

Hayvan hakları örgütlerinden Adalar’daki atların kurumlara bedelsiz dağıtılmasına tepki

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Adalar’da faytonların yasaklanmasının ardından fayton sahiplerinden satın aldığı atlar sahiplendirilmeye başlandı. Atlar, satın alma işlemlerinin bitmesinin ardından bir süredir Adalar’daki ahırlarda tutuluyordu. İlk etapta 20 at İstanbul Üniversitesi At Antrenörlüğü bölümüne gönderildi.

Konuyla ilgili sosyal medyadan açıklama yapan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, “Atları satın aldık, bakımlarını yaptık, sağlıklarını da kontrol altına aldık. Şimdi atlarımıza iyi bakılacağından emin olduğumuz kurumlara sahiplendiriyoruz” dedi.

Veteriner Hekim Sertaç Duymaz atlarla ilgili yaptığı açıklamada, “Atların ruamla alakalı mallein testleri yapılmış oldu. Bu testler tamamlandı, sonuçları tekrar alındı ve adadan çıkışı gerçekleşti” dedi.

Atların sahiplendirilmesiyle ilgili şartlar da videoda yer aldı. Atlara iyi bakımın yapılacağı ve satılmayacağı ön şartının arandığı sahiplendirme işleminde atların düzenli kontrollerinin yapılacağı belirtildi.

42 hak örgütü: Kabul etmiyoruz

42 hayvan hakları örgüt ve topluluğu, atların fakülteye bedelsiz verilmesine karşı bir açıklama yayımlayarak, bu uygulamayı kabul etmediklerini bildirdi. Faytondan kurtarılan hayvanların “tarım ve hayvancılığın desteklenmesi” kapsamında “yetiştiricilere, kamu kurum ve kuruluşlarına, yetiştirici birliklerine” bedelsiz verme kararına karşı 63 örgüt ve inisiyatifin imzacı olduğu bir metni geçtiğimiz mayısta  paylaştıklarını hatırlatan örgütler Tarım ve Orman Bakanlığı’na seslendi.

Yapılan açıklamada 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu kapsamında bakanlığın korumakla ve sağlık durumlarını kontrol etmekle yükümlü olduğu atlarla ilgili yetkisini kullanma çağrısı yapıldı.

23 Aralık’tan bu yana bakanlığın Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü’ne (OIE) gönderdiği toplam 11 raporun hiçbirinde öldürülen at sayısının 105’e çıktığı bildirilmediğine dikkat çekilen açıklamada, yalnızca 81 atın ruam sebebiyle öldürüldüğü bildirilerek, 2005-2020 arası ruam bildirimlerinde de raporlamalarda da eksik bilgiler verildiği kaydedildi.

2011’den beri yalnızca ruam kaynaklı en az 726 at öldü!

Türkiye’de yalnızca Adalar bölgesinde 2011 yılından bu yana en az  726 atın ruam nedeniyle öldürüldüğünü, karantina önlemlerine rağmen hastalığın önlemediğine dikkat çekilen açıklamada, şu ifadeler kullanıldı:  

Hem halk sağlığını tehdit eden hem de korumakla yükümlü olduğu hayvanların en temel haklarını yok sayan atlı faytonculuğa yıllarca göz yuman Tarım ve Orman Bakanlığı bugün, faytonları yasaklayarak atları satın alan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bu atların kalan ömürlerini sömürüden uzak bir şekilde tamamlayabileceği rehabilitasyon merkezi için alan göstermek zorundadır. Yıllardır çeşitli nedenlerle devreye sokmadığı asli ve kanuni yükümlülüğünü bu kez ortak bir amaç için paylaşarak İBB yetkisindeki atlar için İBB ile ortak bir protokol imzalamalıdır. “

‘Hazine arazileri sadece yatırım teşvik etmesin’

Hazine’ye ait araziler ve tarım alanlarının bugüne dek “yatırım teşviki” kapsamında sanayicilere ve çiftçilere bedelsiz ve/veya uzun vade-düşük ödeme seçenekleri ile verildiği kaydedilen açıklamada, bu alanların atların sömürülmeden yaşayacağı rehabilitasyon alanına dönüştürülmesi talep edildi.

42 örgütün imzaladığı açıklamada, Tarım ve Orman Bakanlığı’na yönelik ifade edilen talepler şöyle:  

  • Başta Tarım ve Orman Bakanlığı olmak üzere kamunun ilgili bakanlıkları (yetkili kurumların hayvan hakları savunucuları ile paylaştığı bilgiye göre) 1235 at için uygun rehabilitasyon merkezi için alan sağlasın ve bu amaçla İBB ile ortak protokol imzalasın,
  • Tarım ve Orman Bakanlığı bu alanın inşası için katkı sunsun, 
  • Rehabilitasyon alanı inşası sırasında hayvan hakları örgüt ve oluşumları ile birlikte hareket edilsin,
  • Atların mevcut ve gelecekteki durumuna dair tüm süreçler şeffaf bir şekilde yönetilsin.

Geçtiğimiz Nisan ayında İBB Sözcüsü Murat Ongun, faytondan kurtarılan atların durumunu “Şimdi çok daha mutlular” ibaresiyle paylaşmıştı. 

İmzacı örgütler şöyle:

Hayvan Hakları ve Etiği Derneği,  Hayvan Hakları İzleme Komitesi, Yunuslara Özgürlük Platformu,  Hayvanlara Adalet Derneği, Dört Ayaklı Şehir, Empati Derneği,  VEGvorous, İstanbul Animal Save, Animal Save Ankara, Yıldız Teknik Üniversitesi Vegan Vejetaryen Topluluğu, Yıldız Teknik Üniversitesi Hayvan Hakları Kulübü,  İstanbul Şehir Üniversitesi Hayvan Hakları Kulübü, FMV Işık Üniversitesi Hayvanseverler Kulübü, İzmir Ekonomi Üniversitesi Hayvanseverler Kulübü, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa/ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Sempati Cerrahpaşa Kulübü, İstanbul Üniversitesi Hayvanları ve Hayvan Haklarını Koruma Kulübü, Manisa Celal Bayar Üniversitesi Hayvan Dostları Topluluğu, Maltepe Üniversitesi Hayvan Dostları Kulübü, Kütahya DPÜ Hayvan Haklarını Koruma Topluluğu, İstanbul Gedik Üniversitesi Hayvanları Koruma Kulübü,  Sakarya Üniversitesi Doğa ve Hayvan Hakları Topluluğu,  Galatasaray Üniversitesi Sokak Hayvanlarını Koruma Kulübü, Hitit Üniversitesi Hayvan Hakları Kulübü, Atatürk Üniversitesi Hayvanseverler Kulübü, İstanbul Medipol Üniversitesi Hayvanları ve Doğayı Koruma Kulübü, İstanbul Aydın Üniversitesi Etik ve Hayvan Hakları Kulübü, İzmir Vegan İnisiyatifi, ODTÜ Hayvan Dostları, Hayvanların Yaşam Hakları Konfederasyonu (HaykonFed), Anadolu Hayvan Hakları Federasyonu, Karadeniz Hayvan Hakları Federasyonu, Ege Hayvan Hakları Federasyonu, Marmara Hayvan Hakları Federasyonu, Akdeniz Hayvan Hakları Federasyonu (Kurucular Kurulu), Hayvan Özgürlüğü Kolektifi, Tiyatro Tanımsız, İstanbul Vegan İnisiyatifi, Yaşam Nöbeti,  HerYerKazDağları, Deneye Hayır Derneği, Faytona Binme Atlar Ölüyor Platformu,  Yük Hayvanlarını Koruma ve Kurtarma Derneği. 

 

Sögütlüçeşme garı için yürütmeyi durdurma kararı kalktı, Kadıköy Belediyesi: İstanbul’a ihanet

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Kadıköy’deki “Söğütlüçeşme Yüksek Hızlı Tren Garı” projesi planları için İstanbul 13. İdare Mahkemesi tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararı, geçen salı üst mahkeme tarafından kaldırıldı. Yürütmeyi durdurma kararı, Kadıköy Belediyesi‘nin Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası‘yla birlikte açtığı dava üzerine 8 Mayıs 2020 tarihinde oy birliği ile alınmıştı.

Kararın ardından Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı, bir açıklama yayınlayarak “Kadıköy’ün en değerli arazilerinden birine AVM yapılmasına izin vermeyeceklerini” söyledi. Açıklamasında projenin “sahiplerine ve kollayıcılarına” seslenen Odabaşı, projenin İstanbul’a ihanet olacağını kaydetti: 

Bu kentin çocuklarının bir avuç toprağı, yine heba edilecek, Kadıköylüler, betona mahkûm edilecek.

Bu sadece Kadıköy’e değil, tüm İstanbul’a da ihanettir. Bu ihanetten bir an önce vazgeçin!

Mahallesini, kentini, ülkesini, toprağını seven her yurttaşın yapacağı gibi bu projeye karşı duruyoruz, durmaya da devam edeceğiz!

660 metre yeni ray hattı

Söğütlüçeşme Yüksek Hızlı Tren Garı Projesi, “Fıratcan İnşaat Turizm ve Ticaret A.Ş.” ile yürütülüyor. Proje kapsamında TCDD, şirketle 29 yıllığına anlaştı.

Proje kapsamında 50 bin 781 metrekarelik alan üzerine 23’ü açık olmak üzere toplam 443 araçlık otopark ile 118 dükkan ve ofis inşa edilecek. Yüksek Hızlı Tren seferleri için de 660 metre yeni ray hattı döşenecek ve 36 ayaklı viyadük yapılacak.

Taraflar arasında imzalanan sözleşmeye göre şirkete iki yılı izin ve ruhsat, iki yılı da inşaat yapımı için olmak üzere dört yıl süre verildi. Şirket yapım sürecinde TCDD’ye, her yıl ÜFE oranında artırılmak üzere aylık sadece 32 bin 315 TL kira ödeyecek.

Toplam proje bedeli 193 milyon 794 bin TL

Projenin tamamlanmasından sonraki 25 yıllık işletme süreci için de yine aynı oranda artırılmak üzere aylık 161 bin 574 TL kira bedeli belirlendi. Sözleşmeye göre, inşaat karşılığı şirkete verilecek işletme hakkı 2047 yılında son bulacak.

Proje tanıtım dosyasında yer alan bilgilere göre, proje planlama alanının yüzde 73’ü TCDD mülkiyetinde bulunuyor. Arazinin yüzde dokuzu Hazine, yüzde üçü İstanbul Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinde yüzde 14’ü ise kadastral boşluktan oluşuyor. Toplam proje alanı 62 bin 189 metrekareyi buluyor.

Proje tanıtım dosyasındaki bilgilere göre, toplam proje bedeli 193 milyon 794 bin TL olacak. Bu tutarın 144 milyon 698 bin TL’si inşaat alanı, 22 milyon 125 bin TL’si donatı alanı, 25 milyon 471 bin TL’si çevre düzenlemesi ve 1 milyon 500 bin TL’si de ruhsat ve harçlar için harcanacak.

Kadıköy Belediyesi daha önce de projenin bölgede var olan hareketli nüfus ve trafik yoğunluğunun artmasına yol açacağını ve yapım sırasında bölgedeki yeşil dokunun tamamen yok edileceğini söyleyerek uyarılarda bulunmuştu.

Yassıada’da çevre ve hafıza kırımı

Fotoğraf iç acıtıcıdır. Bir süre sonra öldürülecek bir insanı sürekli aşağılamak, son günlerinde “sen onurlu bir şekilde yaşamaya, hatta ölmeye bile değecek bir insan değilsin” demek. Bir süre öncesine kadar ülkenin başında olan, saygı gören bir insanı bu şekilde itibarsızlaştırmak…

Hem de yalnızca döverek, şiddet uygulayarak değil. Sanki normal bir durum gibi. Yassıada‘nın darbeci komutanı Tarık Güryay masasında kendisinden emin bir şekilde oturuyor.  “Düşük” Başvekil Adnan Menderes omuzları çökmüş, ayakta bekliyor. Top topu bir buçuk sene içinde iki kere görebildiği ve hayatından endişe duyduğu eşini ziyaret edebilme, merhamet dileme hakkını kullanmak için Berin Menderes, normalde bu isyan etmesi gerektiği duruma razı olmuş gibi. Fotoğrafçı hazır, bu görüntü basına servis ediliyor. Menderes’in yüz ifadesindeki ıstıraptan bu okunur.

Düzmece mahkemenin düzenlendiği spor salonu. O tarihlerde her gün yayınlanan fotoğraflarıyla hafızalara kazınan bir yer. Son buluşmamızı da orada yapmıştık. Bugünlerde sanki bu yaşanan travmanın izlerini taşıyan, geri dönüp onunla hesaplaşma zahmetine bile katlanamayan kısır bir entelektüel hayata, lanetlenmiş bir dünyada yaşamaya mahkum olmuş gibiyiz.

Tam da açılışının yapıldığı günlerde Yassıada‘da yapılan inşaatların fotoğrafları paylaşıldı. Aynı zamanda tahrip olan sualtı yaşamı belgeleyen… Yassıada’daki “tahrip edilen çevre” mesajı bana sanki bir şeyleri örtmeye, gizlemeye dönük gibi bir mesaj veriyor. Hiç öyle bir niyeti yokmuş gibi gözükse de sanki bir tür hafızakırımı işlevi görüyor. Yukarıdan bana seslenerek burada yaşananların hatırlanmasını engelleyen, baskılayan şey gibi bir his veriyor. Ne tuhaf değil mi?

Sanki çevre, arkeoloji, mimarlık… eleştiriler, olumsuzlukları sergileyen söylemler bu travmatik geçmişin yüzeye çıkmasını engelleyen araç işlevi görüyor. Bu defa söylemin karşısında iktidar var. Ya olmasaydı? Belediye Başkanı’nın söylemi gibi “düzeltici” bir işlev mi görecekti? “Halkı aldatmayalım, olayları çarpıtmayalım, buranın bir hafıza mekanı değeri yok. Yanlış bilgi vermeyelim. Menderes burada asılmadı…” O zaman iktidarın da “ha öyle mi, biz bir yanlışlık yapmışız. O zaman biz de bu inşaatları yapmaktan vazgeçelim” demesini mi bekliyorduk?

Söylemin içeriği değil, ne yaptığı önemli.  

Geçen haftaki yazımda Yassıada’ya yapılacak müdahaleye  karşı düzenlenen bir eylemde “Türkiye’de bu işi en iyi bilen kişi” olarak Adalar Belediye Başkanı tarafından davet edilip, takdim edilen müzeolog profesörün “burada ne hafıza mekanı, ne müzesi olabilir? Burada müze yapacak bir koleksiyon yok. Ayrıca buradaki binaların da hiç bir mimari değeri yok, bunların hepsi yıkılabilir” dediğini hatırladığımı aktarmıştım.

Aynı şekilde bugün tanınmış bir yandaş gazetecinin (Akşam/Kartoğlu) açılıştaki izlenimleri sorulduğunda “ilk geldiğimde yıkılmış haliyle iç karartıcıydı, zulmü anlatıyordu… Şimdi bunun izleri silinmiş, ne güzel olmuş” dediğini de. Ne tuhaf değil mi? Birisi, belediye tarafından davet edilen müze uzmanı profesör belli ki Yassıada’nın bir hafıza mekanı olarak değeri olmadığını savunuyor. Mezbelelik olarak değerlendirdiği yapıların ortadan kaldırılmasını buyuruyor. Diğeri, yandaş bir gazetenin yöneticisi ise bir taraftan Menderes ve arkadaşlarının zülum gördüğü mekanların tam da bu nedenle izlerinin silinmesinin, yıkılmasının iyi bir şey olduğunu söylüyor. Yassıada’ya akın akın turistler gelecekmiş. Türkiye’nin çektiği acılar burada yabancılara gösterilecekmiş. Türkiye’de hafıza böyle bir şey, şimdinin ihtiyaçlarına göre yeniden kurulması, düzenlenmesi gerekiyor sürekli.

Bizim mahallede hakim olan görüş ise şu:

“Yassıada’da çevreyi,  doğayı mahvettiler… Arkeolojik varlıklara zarar verdiler…

Yassıada’da şu mimarlık diye yaptıkları şeylere bir bakın… Yapılan binaların mimarlıkla bir ilgisi var mı?”

Gerçekten de  yok. Nereden baksanız her şey berbat edilmiş. Olan biten ayan beyan ortada (Burada işini kaybeden deneyimli televizyon haber programı yapımcısı Oğuz Haksever‘i hatırlıyorum) .

Herşey apaçık görünüyor, yapılan işin kötülüğünü tartışmaya bile gerek yok.

Ayrıca “AKP’den başka ne beklenir ki? Bunlar zaten çevreden, arkeolojiiden, mimarlıktan hiç anlamaz. Neymiş, Menderes’in hatırasıymış…  Onun neler yaptığını bilmiyorlar.”

Söylemlerin her biri açılmış bir yarayı yeniden kanatıyor. İyileştirmek yerine. Sanki her biri çiftdeğerliliğin haritasını çıkarmak için üretilmişler.

Eğer Yassıada’nın ülke tarihinin travmatik bir olayının mekanı olduğunu, Menderes ve arkadaşlarının işkence gördüğünü iddia ediyorsanız, o yapılan inşaatlara destek veriyorsunuzdur. Kimbilir, belki burada yapılanları beğenmeseniz bile AKP‘yi destekliyorsunuzdur.

Diğer taraftan eğer Yassıada’da gerçekleştirilen bu inşaat nedeniyle tahrip olan çevreden, yok edilen arkeolojik değerlerden söz ediyorsanız,  gerçekleştirilen mimari tasarımları, peyzaj düzenlemelerini beğenmiyor ve eleştiriyorsanız, milletin temsilcilerini, seçilmiş bir yönetimi engellemeye çalışan gizli bir darbeci dahi olabilirsiniz.

Neden hem Yassıada’nın hem sürdürülebilir ölçütlerle ve onu gerçekten demokrasi ve özgürlükler için bir önemli bir hafıza mekanı olabileceğini söyleyemiyoruz? Sesi çıkabilenler, kararları alanlar neden hep iki ayrı yöne savruluyorlar?

Apaçık ortada ve aşikar olanın,  gerçeğin muhataplarını tuzağa düşürdüğü söylenebilir. Bu hileli bir tuzak. Çeşitli gerekçelerle itiraz edip, karşı çıkarak bu projeyi engelleyebileceğini zannedenlerin de, hafıza meselesini araçsal yöntemlerle kullanan, şiddetsiz yöntemlerle ele almayı reddedenlerin de.

Totalitarizmin kaynağı zannedersem yalnızca bir tarafın değil, iki tarafın da şiddete bağımlılığı. Eğer Gezi‘deki gibi taraflardan biri eylemliliğini şiddetsizleştirirse, otoriteryanizmin ve popülizmin kucağına düşmek zannedersem o kadar zor oluyor.

 

Sinop ve Mersin’den eş zamanlı açıklama: Nükleer bataklığına sürükleniyoruz

Nükleer Karşıtı Platform 5 Haziran Dünya Çevre Günü sebebiyle Mersin ve Sinop‘ta eş zamanlı basın açıklaması ve yürüyüş düzenledi.

Mersin‘de Taş Bina önünde bir araya gelen çevre aktivistleri “Bu topraklarda nükleer çöplük olmayacak” sloganları eşliğinde Saat Kulesi‘ne  kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Sinop’ta ise basın açıklaması Uğur Mumcu Meydanı’nda düzenlendi.

Yapılan ortak açıklamada “Çöp Teknolojisi cenneti olmamak için; yaşamı, doğayı ve çocuklarımızın geleceğini savunmak İçin; doğanın talanına, tarihimizin yok edilmesine, termik santrallere ve nükleer santrallere karşı direneceğiz” denildi.

‘Salgını fırsata dönüştürdüler’

Koronavirüs salgını sırasında çevreye müdahalelerin daha da arttığını belirten eylemciler “Toplumun sosyal, psikolojik, ekonomik ve ekolojik açıdan büyük sıkıntı yaşadığı bir dönemde salgınla mücadele edemeyen, ekonomik çöküntü içinde çıkış bulamayan siyasal iktidar, çareyi salgını fırsata dönüştürmekte buldu” dedi.

Salgının aynı zamanda kapitalist sistemin yarattığı ekolojik ve ekonomik krizlerden biri olduğunu belirten Platform, “Şurası açıktır; kapitalist üretim sistemi değişmedikçe bu krizleri yaşamaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.

‘Sosyal mesafede yakın durmalıyız’

Açıklama “Bu nedenle de, kapitalizmin yarattığı ekolojik krizler derinleştikçe, gelecek için çözüm arayışları ekoloji politik perspektifi ile kapitalizme karşı yaşamın yeniden inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya mecburuz. Fiziksel mesafeyi korusak bile, sosyal mesafede yakın durmalıyız” sözleriyle devam etti.

‘Nükleer bataklığına sürükleniyoruz’

Yerel halkın itirazlarına rağmen Akkuyu ve Sinop Nükleer Santrallerinin yapılmak istendiğine değinen platform “Türkiye adım adım bir nükleer bataklığa sürükleniyor” değerlendirmesinde bulundu.

Hükümetin bu konularda karar alırken her türlü hukuksal süreçten kaçındığının belirtildiği açıklamada şu sözler söylendi:

Nükleer santralleri Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) sürecine tabii kılan yargı kararlarını, dahası yaşamı yok sayıyor. Yargı kararlarının aksine Nükleer kazalara bile gerek kalmadan sadece atıkları ile yaşamı, tüm canlıları yüzlerce yıl radyasyonla yok edecek santrallara izin ve ruhsat süreçlerinde yasal muafiyetler tanımaya devam ediyor.

‘Atık sorunu çözümlenemeyecek’

Dünyada var olan reaktörlerin hiçbirinde nükleer atık sorununun çözümlenemediğinin hatırlatıldığı açıklamada “Çünkü bunun çözümü pahalı ve riskli bir iştir. Ülkemizde yapılması planlanan Akkuyu Nükleer ve Sinop Nükleer Güç Santralleri ile ilgili imzalanan ön anlaşmaların hiç birinde atıkların çözümünden söz edilmez. Eğer bu santrallerin kurulmasını engelleyemezsek atıklar sorunu Türkiye’nin sorunu olarak kalacaktır” denildi. 

Açıklama “Artık Türkiye Nükleer Santraller konusunda bir iç muhasebe yapmak zorundadır. Sırf rant elde etmek uğruna ülkenin kaderiyle oynanmamalıdır. Buna izin vermiyoruz. Vermeyeceğiz” ifadeleriyle sona erdi.

 

 

‘Nefes alamıyorum’

Endüstri devrimine kadar kentler, isyanların mekanı değildi. Daha çok kırda, ormanlarda, dağlarda (bu Avrupa coğrafyası için daha az, Anadolu için daha çok söz konusu) ve köylerde kendilerine yer bulmuş olan köylülerdi isyan hareketini düzenleyenler…

Ama endüstri devrimi dünya ve coğrafyayı değiştirdi. Fabrikalar ve işçiler kentleri, artık dünyanın en büyük isyan yerleri haline getirdi. Belirli bir insanlık durumuna karşılık gelen taleplerin karşılığını alabilmek amacıyla düzenlenen toplumsal hareketler, çoğu kez barışçıl ama bıçak kemiğe dayanmışsa bazen de yakıp-yıkmayı, makineleri kırmayı da içerebilen kent isyanları sıklaştı ve daha sınıfsal bir nitelik kazandı.

İsyan, bazı durumlarda nefes almak kadar gereklidir insanlık için. Özellikle, yoksullar, ne yaparlarsa yapsınlar emeklerinin karşılığını alamayanlar, daha doğuştan, içine doğdukları sınıf, renk ya da din-dil-mezhep nedeniyle, ayrımcılığa uğrayanlar ve onlara yapılanın “ayrımcılık” olarak kaydedilmesi bile söz konusu olmayanlar için…

Bazen özel bir baskıya, haksızlığa ya da özel bir duruma gerek bile kalmadan özgürlüklerin bir keyfiyet olarak daralması, keyfi bir biçimde yok edilmesi, haksızlığın “normalleşmesi” ya da adalet, hatta hukuk sisteminin içinden bütünüyle çökmesi, hatta Spartaküs için olduğu gibi normal düzenin böyle olması ve dili bile olmayanların üzerine hunharca yürünmesi, bir otun ezilmesi, bir ağacın sökülmesi, bir suyun ya da havanın çürütülmesi gibi durumlarda da isyan kaçınılmazdır.

İsyan

İnsanlar, mutlaka bir şiddet, ya da eylemli karşı mücadele ya da herhangi bir zorbalık içermeden de isyan edebilirler. İsyan, zaten daha çok her gün kafamızın içinde, duygularımızın bam telinde gezinen bir şeydir. Sürekli olarak damarlarımızdan akar… Bunu, bir öfke krizi olarak görmekten çok bir bilinç durumu olarak görmek gerekir. Baş eğmemekle, kimliğini, düşüncesini, doğru bulduklarını savunmakla, aykırının anlam dünyasını geliştirmek ve zenginleştirmekle ilgilidir. Bu nedenle belki her insanın en iyi eğiticisidir ve yaşamlarında isyan duygusunu ve eylemini hiç deneyimlememiş olanlar, eğitimlerinin bir yanının eksikliğinin sonuçlarını hep duyumsarlar, sürekli olarak ezildikçe…

Gezi, tam olarak, bu “nefes alamama” durumuna karşı isyandı. Özgür olmak isteyenlerin, kadınların, üzerinde yaşadığımız gezegenin dostlarının isyanıydı. Dünyanın deneyimlediği en zengin ve renkli, en derinlikli ve barışçıl, en harika ve güzel isyanlarından biriydi… Böyle olduğu için de, onu ezmek ve “harika bir mucizeyi” hiç olmamışçasına yok etmek isteyenler tarafından, büyük ve kaba bir öfkeyle ateşe tutuldu…

Dünyanın bütün kentlileri, bütün insanlar, her gün, kentlerinin her yerinde, bu isyan duygusunu alevlendirecek nedenlerle yüz yüze geliyorlar. İsyan, ne de olsa ana akımla, iktidarı elinde tutan otoritenin koyduğu kurallarla, hatta insanlığın geliştirmiş olduğu temel değerleri bile umursamayanlarla baş edebilmek için, kendiliğinden gelişen ve çok bulaşıcı olan bir coşma ve köpüklenme halidir. “Nefes almaktır” da diyebiliriz.

Birikme…

Öyle şeyler olur ki her gün/ her an karşınıza çıkan ufak şeyler, küçük haksızlıklar, küçük nezaketsizlikler ve aşağılamalar, ayrımcılıklar ya da hiçe saymalar, haddini aşmış bencillikler, tacizler ve zorbalıklar… Bunların her biriyle teker teker uğraşamazsınız. Onlar artık, egemen iktidarın gündelik yaşam sözlüğünde yer almış, o günkü toplumsal yaşamın olağan olarak kabul edilmesi gerektiği sözsüzce onaylanmış ve kodlanmış, minik ve uğraşmaya değmez zarar verici küstahlıklarıdır.

Ama bunlar birikir. Biriktikçe, soluduğumuz havayı donuklaştırır ve katılaştırır. Artık nefes alamaz hale gelirsiniz. Nefes almamak için her defasında bir polis dizinin boğazınıza dayanması gerekmeyebilir. Ancak dayanmışsa gerçekten ve alamamışsanız o nefesi, ölürsünüz artık… Ölmek, doğası gereği yeni yaşamlara, yeni isyanlara yer açmak demektir. Bu tür ölüme karşı öfkelendikçe, giderek kızışan protestolardan başka ne yapılabilir ki? Karşı durmak ve eşitliği ve adaleti onarmak ya da yeniden kurmak isteğinizi ancak o öldürücü şiddete karşı, güçlü bir çıkış yaparak ifade edebilecek hale gelirsiniz.

“Yasal, barışçıl bir yürüyüşle, zorbalıkla ve şiddet kullananlara karşı ne kadar etkili olunabilir, toplantı halindeki insanların üzerine cop-sopa sallayanlara, ateş edenlere karşı ne yapılabilir?” diye düşünebilirsiniz. Şiddetin tırmanan sarmalına kapılmak işten bile değildir bu gibi durumlarda… Şiddet ve “karşı-şiddet” üzerinde çok fazla tartışma yapılmış olsa da sonuç olarak bu bir dehşet döngüsüdür. Şiddete ve acımasız zalimlik uygulamasına karşı direnmemek ise artık o polisin dizinin gırtlağınıza bastırmasına izin vermektir. Bütün uçları çıkmaza giden bir dilemma…

Bir isyan mekanı olarak kenti yaşamaya elverişli hale getiren, belki; direnebilmek, istemediğinizi göstermek, muhalefet etmek, akıntıya karşı akmak ve bunun etkili olabilmesi için birden çok aracı kullanabilmek olanaklarının olmasıdır… Gerçi kent aynı zamanda direnişi yapanlara karşı iktidarın da güçlerini daha kolay toplayabildiği ve etkili olduğu bir yerdir. Ya da yeteri kadar etkili değilse Haussmann, kitleler top ateşinin menziline daha kolay girebilsin diye caddeleri buna göre açar ve düzenler…

Norm’u kırmak

Kentte önemli olan, özünde politika yapmak için bir “temsili sistem”/ her hangi bir dolayım gerekmeden, kendi adınıza söz ve düşünce söylemeyi etkili hale getirebilmek olanağının bulunmasıdır veya sizin gibi düşünenlerle daha kolay iletişim ve dayanışma sağlayarak, etkinizi hızla artırabilmek şansı yaratabileceğiniz bir çevrede olmanızdır. 

Topluluk olarak, bir araya gelerek, genel iradenin, kuralların ve ortalama ve genel kabullerin, normun karşısında, gerekirse küçük bir azınlık olarak hatta tek başınıza, siyasi eylemde bulunabileceğiniz ve sesinizi duyurabileceğiniz bir yer olarak, önemlidir kent. Dilerseniz norm kırıcı olabileceğiniz; kuralsız ve düzensiz siyaset yapabileceğiniz bir yer. Meramınızı başkalarına anlatabilmek için, en azından sizin herkes gibi düşünmediğinizi gösterebilmek için, kentteki örgütler, düzenekler ve sonuç olarak diğer insanların yoğunluğu, kentin bir isyan/ karşı koyma yeri olabilmesini sağlar…

Bazı isyanlar, sadece belleğe yazılmak ve ileride belleğin bu anlamda boş olmadığını gösterebilmek için olsa bile gereklidir. Bazı isyanlar ise hemen şimdi ve eylemli olarak, iktidarın o görkemli ve sarsılmaz Basille Kalesi’ni ele geçirmek ve yerle bir etmek içindir. Bazen iktidarın gücünü tanımadığını gösteren on binlerin omuzunda dalgalanan bayrakların parlaklığıyla bazen yerde yüzükoyun yatırılan George Floyd’un gırtlağına basan polisin dizinin kestiği solukla, kentlerin belleği isyanları taşır ve kabarır. Yeni karşı koymaların her zaman yapılabileceği, yenilenebileceği ve protestoların, her aykırı için mümkün olduğu bir yer olarak kent, kendi kültürünü sonsuz bir biçimde dokumaya devam eder.

İsyancılar, bazen bir lav gibi geçtiği yerleri alevler içinde bırakarak, bazen bir su gibi geçtiği yeri serinleterek ve ferahlatarak, bazen bir yel gibi hiç görünmeden ama sarsarak ve sallayarak sokaklardan geçer, meydanlara dolar ve oradan da kentin belleğine doğru akar. Köprüler açılsa da 15 ve 16 Haziran’da İstanbul’un bütün fabrikalarından meydanlarına aktıkları gibi…

Önemli olan kentin her durumda, kendi aykırılarına meydan vermesidir. Nefes almaya, aykırı olmaya, akıntıya karşı küreğini savurmaya, genel olan inancın veya doğru bilinen her şeyin karşısında durmaya, protesto etmeye ve isyan etmeye, öfkeye her zaman yer ve olanak olmasıdır… Eğer bu olanak varsa ve polis dizini boğazımıza dayamamışsa şiddetin olması, alevlerin yükselmesi ve köprülerin yıkılması zaten hiç gerekmeyebilir…

Kapitalist ve neo-liberal sistem, atmosferi kirleten, karbon bileşenli yakıt üreten ve ormanları yakan ya da maden çıkartmak için yok eden sermaye sınıfının, otomobillerin ve endüstriyel tarım yapan şirketlerin/ monopollerin ve özetle insanları nefes alamaz hale getiren kapitalist devletlerin, bütün gücüyle gezegenin egemeni olduğu bir dönemde kim, nasıl ırkçılığın ve ayrımcılığın, yoksulluğun olmadığı bir yaşam düşleyebilir?

Nefes alamıyoruz…

Ozan Zeybek’le insan olmayanların sosyal tarihi: Hayal beraber kurulur

Sezai Ozan Zeybek’in son kitabı “Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar: Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak”, geçtiğimiz aylarda NotaBene Yayınları tarafından basıldı. Eşitlik, hak ve millet gibi kavramları “insan olan varlıklar” üzerinden tartışmanın mayınlı bir sahada yürümek gibi olduğu günümüzde, meseleyi “insan olmayan varlıklar” üzerinden düşünmeye çağıran kitap, ‘kenarda kalanı görmek, anlamak ve onlar üzerinden dünyayı değiştirmek” üzerine okuru ters köşeye yatıran bir tasavvur sunuyor. 

‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar…” kitabında savaşlarda araçsallaştırılan ve asker haline getirilen hayvanlar, bombardıman kelimesinin ardındaki arılar, şehirlerdeki sokak köpekleri, ithal edilen inekler, zararlı bulunan keçiler ve toprağı havalandırırken zehirlenen solucanlar üzerinden tarım ve hayvancılık politikalarına, çevreyle ilişkimize, güncel siyasete dair, şimdiye dek ele alınmamış bir açıdan, eleştirel bir bakış bulacaksınız. 

Zeybek ile kitabından yola çıkarak, çevre, adalet, sömürü, anti-kapitalizm ve umut üzerine söyleştik.

‘Adalet güçlü olanın insafına bırakılamaz’

Esin İleri: Bir tarafın diğerinden açıkça güçlü olduğu durumlarda adaletin tesisi zorlaşır, diyorsun. Kitapta vurguladığın gibi, hayvanlar da insanlar gibi devlet tarafından zorunlu askerliğe alınıyor, şiddet görüyor, sürgün ediliyor. Dolayısıyla türcülükle mücadele etmekten daha fazlasına ihtiyacımız var gibi, zira “güçlü” olan için “kendi türü” ya da öteki pek fark etmiyor, sen ne dersin?

Sezai Ozan Zeybek: Kesinlikle öyle… Adalet, güçlü olanın insafına bırakılamaz. İki kere vicdan, üç kere utanç belki geri adım attırır. Ama özellikle krizlerde, savaşlarda, etnik temizliklerde orantısız gücü olanların o eşikleri ne kadar kolayca göz ardı edebildiklerine şahit oluyoruz.

Hele ki arada bir de doğrudan sömürü ilişkisi varsa, güçlü olanın görmemek, idrak etmemek, değişmemek için yapabileceklerinin sınırı yok. Köleci geçmişin mirasından vazgeçememiş, “Beyaz Amerika’da” olan tam da bu. Yüzyıllarca mülk satın alması engellenmiş, bankadan kredi çekememiş, okullara kabul edilmemiş bir grup bunca ilerlemeye rağmen hâlâ sokak ortasında keyfe keder öldürülebiliyor. Adalet mekanizması çoğu zaman insanı çileden çıkaracak kadar yetersiz ve yavaş işliyor. Türkiye’de de, Almanya’da da bu böyle… İmtiyazlılar, imtiyazlarından eğitimle, aydınlanmayla yahut doğru şeyleri söylemeyi öğrenerek vazgeçemiyor. Olan bu.

Benzer bir durum hayvanlar ve insanlar arasında iyice açılmış olan asimetrik güç ilişkisinde de var. Her yıl 50 milyar tavuğun hayatı en korkunç koşullarda sona eriyor.

Tüm bunlarla mücadele etmek için sınırları müzakere etmek, yani mesela zulmün “insan” onurunu ayaklar altına aldığını söylemek, “insan” haklarından bahsetmek yahut hayvanlara yapılanın türcülük olduğunu tespit etmek yeterli göolmayabilir. Bunlar önemli, fakat bunun yanında gücün, yani oyun alanının daha dengeli bir dağılımını hedeflemek de gerekiyor. Bu da sadece güçsüzü güçlendirmekle değil, güçlünün elinden gücünü almakla mümkün. Görece denk bir zeminde, en azından arada uçurumun olmadığı bir zeminde adaletin koşullarını müzakere etmek çok daha olası.

‘Birikmiş bilgiden göç etmek’

Peki bu nasıl olabilir?

O kadar çok yolu var ki… Kitapta bazı ipuçları var. Ama mesela mirasın sınırlandırılması, servet vergisi, şirketlerin politik gücünün radikal şekilde azaltılması, toprağın-suyun şehirlilere ucuza nakledildiği anlayışın terk edilmesi, kimsenin yapmak istemediği işlerin (köylü, amele, çöpçü, ev kadını diye hakir görülen grupların…) pastadan çok daha büyük pay almaları… Daha sayılabilir. Bunlardan sonra bakın nasıl herkes herkesi dinlemeye, birbiriyle anlaşmaya teşne olacak.

Kitapta bir tarafta zorla yerinden etmeler ve tarla yakmaların yaşandığı, diğer tarafta destek programlarından küçük çiftçinin yararlanamadığı, bilakis şirketleşmenin önünün açıldığı, kimya şirketlerinden medet umulan günümüz koşullarını gözler önüne seriyorsun. Bu şartlar altında umudunu yitirip meslek değiştiren ya da kente göçen küçük çiftçi açısından kooperatifler bir çözüm olarak görülebilir mi?

Buna bir cevap vermek kolay değil. Şu ara bakanlığın en çok üstünde durduğu modellerden biri kooperatifçilik. Konuyla ilgili bir sürü toplantı yapılıyor, teşvikler veriliyor. Geçmişte de farklı sektörlerde denenmiş bir model. Çoğu kapanmış, âtıl hale gelmiş. Ancak şimdi AB fonlarıyla yaşanan bir dönüş var kooperatifçiliğe. İşe yarar mı? Yarayabilir.

Ama zarfa değil mazrufa bak diye de bir tabir var dilimizde. Kooperatif kâğıt üstünde yasal bir kurum, mevzu onun içinin nasıl doldurulacağı. Ciddi bir sosyal örgütlenme gerektiriyor. Hangi prensiplerle hareket edildiği çok önemli: Hayvancılığa, tohumculuğa, üretime, çalışan haklarına dair nasıl bir yaklaşımı var kooperatiflerin? Buna her kooperatif farklı bir cevap verecek.

Katıldığım, gözlemleyebildiğim toplantılarda prensiplerden ziyade sunulan fırsatlar, fon yapısı, destekler-hibeler vs. konuşuluyordu. Diğer hususlar laf arasında bazen geçiyordu, çoğu zaman hiç geçmiyordu. Sebebini anlayabiliyorum, belki kervan yolda düzülür diye de düşünülebilir. Ama içeriğin konuşulduğu, prensiplerin, yoldaşlığın müzakere edildiği bir aşamaya her durumda ihtiyaç var. Kooperatif diye söze başlamaktansa bu daha önemli geliyor bana.

“Taban Hareketleri, Motor Sesleri” bölümünde çevre tarihçisi Joachim Radkau’ya referansla, göçler nedeniyle nesiller boyu biriken bilgilerin silinmesinden bahsediyorsun. Nüfus, tanımadığı coğrafyalara göç etmek zorunda kaldığında ya da “imha edildiğinde,” köyden kente göç yoğunlaştığında, “zeytini, asmayı, toprağı, böceği tanımaya zaman olmamış” diyorsun. Okurken aklıma Saroyan’ın Nar Ağacı öyküsü geldi. Öyküde, buradaki zulümden kaçabilip Amerika’ya yerleşen amcası Melik, bir tarla satın alıp nar ve incir gibi yetiştirmeyi bildiği meyveleri ekmeyi hayal eder. Yıllarca uğraşıp tarlasını ekilir hale getirmeye, su çıkarmaya çalışır ve sonunda nar eker. Ama ağaçlar büyümez, büyüse de meyve vermez. Bu hikâyeden yüz yıl sonra bugün, hızlıca önlem almazsak, dünyayı büyük bir su krizi ve onun getireceği zorunlu göçler bekliyor. Geçmişten ders çıkarmak en kolay seçenekken, insan türü neden buna direniyor?

Yani tam dediğin gibi, terk edilen yer de giden kişi de uzun süre kendine gelemiyor. Türkiye’nin makûs talihi, bu coğrafyada özellikle son iki yüzyıldır nüfus sürekli yer değiştirmiş. Gelen muhacirler zeytinliklere, bostanlara ne yapacağını bilememiş. Gidenler yeni yerlerine intibak edememiş. İmha edilenler, boş kalan yerleşim yerleri… Bu coğrafyanın acı dolu hikâyeleri. Son dalga köyden kente göç. Türkiye’nin yerleşim yerine göre dağılımı, son yüz yıl içinde tepetaklak oldu. Sadece Türkiye’de değil, hemen her yerde benzer bir eğilim var.  İnsanlık büyük bir tecrübe birikimini terk ediyor. Bunun ne kadar radikal bir değişim olduğunu, kömür ve petrol olmadan gerçekleşemeyeceğini, enerjinin bu kadar hoyratça sarf edilemediği bir enerji darboğazına girersek (ki olası) bu düzenin sürdürülemeyeceğini ne kadar anlatsak az.

Kendi hayatımda da benzer bir durum var. Yıllarca bir yere ait olmanın çok da önemli olmadığını düşündüm. Mesleğim icabı, bir yere kök salmam zaten oldukça zordu. Yurt dışında doktora, belirsizlik, süreli işler, oradan buraya hareket derken yıllar geçti. Şimdi 42 yaşındayım ve yerim yurdum neresi açıkçası bilmiyorum.

Yaptığımız işler de değişti. Artık toprağı, çevreyi, ağacı tanımak zorunda olduğumuz işler yapmıyoruz. En azından ben yapmıyorum. Zamandan-mekândan soyutlanarak çalışabiliyoruz. Online dersler veriyorum mesela, bu dönemki öğrencilerimi henüz görmedim. 19. yüzyıldaki iş yerinin dönüşümü, standartlaşmasına dair yazılmış çizilmiş ne varsa tamamına erdi sanki. İnsanlık tecrübesi artık başka mecralarda birikiyor. Havada suda değil, Twitter’da, Facebook’ta…. Orada da biriken nedir, tartışılır. Geçmiş güzellemesi yapmak istemiyorum; ancak ben hâlâ eskinin birikimlerini, tarıma-hayvancılığa-tohumculuğa dair birikmiş bilgiyi bu kadar kolay terk etmemeliyiz diye düşünüyorum. Bir sürü insanın bunun için mücadele ettiğini görüyoruz. Ancak işte Türkiye’de bir kez mekândan-topraktan kopunca, geri dönmenin ne kadar zor olduğu da ortada.

Daniel Tanuro, ‘Yeşil Kapitalizm İmkânsızdır’ kitabında çevre mücadelesi ve toplumsal mücadele birbirinden ayrı düşünülemez der. Sence, büyük şirketlerin topraktan çokça verim almak vaadiyle toprağı tüketerek kendine bağımlı hale getirdiği, yalnızca kâr gözeten, verimlilik ve tüketim üzerine kurulu kapitalist üretim modeli altında doğanın tahribatına karşı gelmek mümkün mü? Ya da şöyle ifade edeyim, günümüz şartlarında, üretim ilişkilerini baştan sona değiştirmeden, bu talana karşı durabilir miyiz?

Çok net bir cevap verebilirim: Gelecek için daha iyi bir dünya istiyorsak, kapitalizmle muhasebeyi çok iyi yapmamız gerekiyor. Yazdığım kitabın da temel ekseni bu. Kitapta, içinde yaşadığımız düzene serbest piyasa ekonomisi değil, anti-piyasa ekonomisi demeyi tercih ettim. Çünkü ortada serbest olan hiçbir şey yok. Tohumdan hayvancılığa hemen her sektörde az sayıdaki şirket piyasanın çoğunu, kimi zaman lobi faaliyetiyle kimi zaman güç kullanarak kontrol etmeye çalışıyor.

Mesela enerjinin, petrolün ve Orta Doğu’nun tarihi tam olarak bu. İlgilenenler varsa Timothy Mitchell’ın Karbon Demokrasi isimli kitabını hararetle tavsiye ederim. Petrolün çok, talebin görece az olduğu bir ortamda, şirketlerin piyasaya sürülen petrolü nasıl kısıtladıklarını, rekabeti nasıl yok ettiklerini, gerekirse darbe yoluyla rejimleri nasıl kontrol ettiklerini anlatıyor Mitchell. Yani mevzu sadece petrol çıkarmak değil, enerjiyi kontrol etmek, kârı arttırmak, gücü elde tutmak idi.

Bugün de kömür ve petrolü şirketler açısından bu kadar vazgeçilmez kılan bu. Güneş potansiyel olarak çok daha demokratik bir enerji. Üç şirketin kontrol etmesi zor. En azından yakın zamana kadar zor gözüküyordu.

Ancak şimdi bu iklim krizi arifesinde önemli mücadele hatlarından birinin bu olduğunu fark ediyorum: Enerjinin (kaynağı ne olursa olsun) kontrolünü elde tutmak! Oligarşik kapitalizmin can damarı bu. O yüzden rekabeti engelleyici, enerji üretiminin demokratikleşmesine engel olacak her tür yasaya, lisansa, büyük yatırıma hazır olalım. Zaten bunun nüvelerini şimdiden görüyoruz. Büyük baraj ve enerji şirketleri, yenilenebilir enerjideki demokratik potansiyel açığa çıkmadan sektöre hâkim olmak için çalışıyorlar. Bunun için de çevreci örgütlerle bile yakın iş birliği kurmaya hazırlar.

O yüzden iklim krizini her zaman iki ayaklı olarak düşünmek gerekiyor. A) Karbon emisyonlarını azaltmamız şart. Bunun tehir edilecek, tartışılacak bir tarafı yok. B) Şirketlerin enerji sektöründeki ve hemen her alandaki tekelini kıracak anti-kapitalist mücadelelere ihtiyacımız var. Biri olmadan, diğerinden bütüncül bir değişim çıkması mümkün değil.

Yakın tarih, yaşamımızı ilgilendiren hayatî alanları (enerji, gıda, sağlık, eğitim…) az sayıdaki şirkete teslim ettiğimiz müddetçe yıkımın (savaş-işgal-sömürü…) öyle ya da böyle devam ettiğini, adalet makasının açıldığını gösteriyor.

Bence bu önümüzdeki dönem o anlamda çok kritik. Bu iki mücadelenin mesafesini açmak için medyada, uzman meclislerinde yoğun bir çaba var. Ne yazık ki STK’lerin bir kısmının bu yöne sapmış olduğunu yahut zaten baştan beri yönelimlerinin bu olduğunu düşünüyorum. Dediğim tartışmalı bir konu, farkındayım. Ama her durumda eğer bir kriz geliyorsa (ve geliyor) ev ödevimizi çok iyi yapmamız, ne istediğimizi çok iyi dile getirmemiz ve bu iki ayağı birbirine sıkı sıkı bağlamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Anti-kapitalist olmak asla demode bir siyaset olamaz.

‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar’ tüm bu karamsar tablonun sonunda bir “umut siyaseti” önermesiyle bitiyor. Bu duruşu, “Umudu ince ince işlemek; uzak coğrafyalarla, başka türlerle, bizim gibi olmayanlarla, geçmişle bağlantılar kurmak bir yandan da bizi kuşatan gerçekliğin kırılganlığını göstermek” olarak tanımlıyorsun. Bu bağlamda, hayal ettiğin düzeni tarifler misin?

Sanırım önceki cevaplarımda nasıl bir hayal kurduğum üç aşağı beş yukarı ortaya çıkmış olmalı. Ancak belki bir iki hususun daha altını çizebilirim. Biri şu: Hayal beraber kurulur. Kitapta tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığım hususlardan biriydi bu. Kolektif kavramı etrafında ilişkilerimizi, insan bedeninin nasıl başka bedenlere muhtaç olduğunu ve ne derece kırılgan olduğunu göstermeye çalıştım. Amacım da kendinden menkul, sınırları belli bir insan tarifinden uzaklaşmak, insanın aslen bir soyutlama olduğunu göstermekti. Soyutlama, çünkü çevresinden yalıtarak anlamaya çalışıyoruz. Bunun yerine makinelerin, hayvanların, bitkilerin vs. bir araya gelmesi ile kurulmuş ve kurulabilecek başka toplumsal modeller olduğunu göstermeye çalıştım.

İnsanın ne yaptığı ve ne yapabileceği yahut kurabileceği hayaller de bu çerçevede ortaya çıkıyor. Çevremize topladıklarımız, irtibata geçtiklerimiz, kurduğumuz hayallerin de sınırını belirliyor. Ben kendi adıma çok daha ilham verici bir hayatın özlemini çektiğimi söyleyebilirim. Belki orta yaş krizidir, bilmiyorum. Yaptığım iş ve yaşadığım hayata bakarak (tümüyle olmasa da) yanlış işler peşinde çok vakit harcadığımı düşünüyorum. Henüz rahatça soluk alabildiğim, kök salabildiğim bir yer bulabilmiş değilim.

Umut ve hayal ilişkisine dair bir husus daha var belirtmek istediğim. Bugün toplumdaki pek çok insanın hayallerini futbolcuların, modellerin, siyasetçilerin, yani önemli addedilen insanların yaptıkları belirliyor. Ancak aslında ilham alınacak, umut bağlanacak başka bir sürü şey oluyor çevremizde. Üstelik bunların çoğu “önemsiz” insanlar tarafından icra ediliyor. Sanırım eleştirel düşüncenin yapageldiği en önemli işlerden biri bu: Kenarda kalanı görmek, anlamlandırmak, dünyanın gidişini madunları merkeze alarak yorumlamak ve değiştirmek. Benim için umut, buralarda bir yerde saklı.

Yani özetle hayalimde net bir toplum modeli yok. Olmasın da zaten. Ama ilham veren bir sürü eylem var, tarih var, olay var.

Sezai Ozan Zeybek

İnsan-hayvan ilişkisi, mekan, ekoloji ve militarizm üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen sosyolog, Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek, coğrafya alanında hazırladığı doktorasının ardından şu anda Berlin’de bulunan Wissenchaftkolleg ve Alice Salomon Üniversitesi’nde postkolonyalizm ve ekoloji üzerine dersler veriyor. Yeşil Gazete‘de yazan ve Özgürüz Radyo’da Havadan Sudan adlı bir program hazırlayan Zeybek’in yayımlanmış dört çocuk kitabı var, beşincisi basım aşamasında. 

 

 

 

 

Ormanları korumak kalkınma karşıtlığı mıdır-1

Son iki yazımda dünya ormanlarının durumunu ve gidişatını FAO verileriyle ortaya koymaya çalıştım. Tablo hiç de iç açıcı değil, maalesef. Ormanlar hakkında çok yazı yazdım, çok konuşma yaptım. Doğal bu, çünkü ormanlar benim işim. Yazdıklarım ve söylediklerim genelde takdir gördü. Elbette bunlardan hoşlanmayanlar da var. Eleştiriye açığım. Bana en çok yöneltilen eleştiri şu: “Orman orman diyorsunuz ama ülkemizin kalkınmaya da ihtiyacı var, siz kalkınmayı istemiyor musunuz?”

Dün Dünya Çevre Günü’ydü. 1972 yılının 5 Haziran’ında Stockolm’de toplanan BM Dünya Çevre Konferansı’na istinaden her yıl 5 Haziran tarihi Dünya Çevre Günü olarak kutlanıyor. Stocholm’den tam 20 sene sonra BM konferansı bu kez Rio’da toplandı. Ancak adına küçük bir ekleme yapıldı. Rio’da yapılan konferansın adı BM Çevre ve Kalkınma Konferansı idi. Çünkü neredeyse önceki 10 yıl çevre ile kalkınma arasındaki çelişkiyi konuşmakla ve bu çelişkiyi uyumlu hale getirme arayışlarıyla geçmişti. Nitekim 1987 yılında yayımlanan Brundtland Raporu[1] bu çelişkiyi çözmek amacıyla Sürdürülebilir Kalkınma kavramını ortaya atmıştı.

2015 yılında BM, bu sefer, 2030 yılı için sürdürülebilir kalkınma amaçlarını[2] tanımladı. 17 amaç, 169 hedef ve 230 göstergeden meydana gelen ve kısaca SDGs olarak anılan bir eylem planı olan bu çalışma pek çok ulusal ve uluslararası çalışma için kılavuz rolünü üstlendi. Şimdi, gelin biz de bu kılavuzun eşliğinde dünya ormanlarına bir göz atalım.[3] Acaba ormanları korumak kalkınma açısından bir anlam taşıyor mu, ormanlar kalkınmayı destekliyor mu yoksa tam tersine, kalkınmayı baltalıyor mu?

Ormanlar yalnızca bitkilerin ve diğer hayvanların değil insanların da yaşam alanıdır

Tropikal ormanlar ve savanların içinde ya da civarında yaklaşık 820 milyon insan yaşıyor. Üstelik bu insanların 251 milyonu günlük 1,25 dolar gelir limitinin altında. Yani toplumun en yoksul kesimi. Bu durum yalnızca tropikal alanlarda değil dünyanın hemen bütün azgelişmiş bölgelerinde benzer nitelikte. Örneğin Türkiye’de 2018 yılı verileriyle 22 bin 847 orman köyü, yani ormanın içinde ya da bitişiğinde bulunan köy bulunuyor. Bu köylerde yaşayan nüfus ise 6 milyon 827 bin 500. Orman köylüleri sosyo-ekonomik açıdan toplumun en alt düzeyini oluşturuyorlar ve yaşamsal açıdan ormana sıkı sıkıya bağlılar.

Orman işçiliğinden elde edilen gelirler, odunun yapacak ve yakacak olarak kullanımı, odun dışı orman ürünlerinin hem gıda olarak kullanımı hem de toplanıp ticaretinin yapılması, ekoturizm etkinliklerinden elde edilen gelirler (alan kılavuzluğu, hediyelik eşya satışı, konaklama, yeme-içme hizmetleri vb.), karma tarım-ormancılık[4] faaliyetleri gibi pek çok unsur ormanlarda yaşayan insanların ormanla özdeşleşmiş bir kadere sahip olduklarını gösteriyor. 2014 yılında Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın tropikal bölgelerindeki 7 bin 978 hanede yapılan bir araştırmaya göre hane gelirlerinin yaklaşık %22’si orman kaynaklarına bağlı. Dolayısıyla ormanları korumak aynı zamanda ormanla kader ortaklığı yapan bu insanları da korumak anlamına geliyor.

Ormanlar dünyanın büyük bir bölümü için hala önemli bir enerji ve gıda kaynağı

Günümüzde dünya çapında ormanlardan elde edilen odunun yaklaşık yarısı (1,8 milyar m3) ısınma, pişirme ya da küçük ölçekli üretim faaliyetleri (tuğla yapımı veya odun kömürü üretimi vb.) için yakacak odun olarak kullanılıyor. Bölgesel olarak bakıldığında ise Afrika’da üretilen odunun %90’ı Asya’da üretilen odunun ise %60’ı hala yakacak olarak, yani asli enerji kaynağı şeklinde kullanılıyor. Türkiye’de bu oran %25 civarında. Bu şu anlama geliyor: Ormanlar olmadığı zaman dünyanın en yoksul insanlarının enerji kaynağı da kalmıyor. Aşağıdaki şekilde dünya toplam enerji tüketiminde biyokütle enerjisinin payı gösteriliyor.

Ormanlar, içinde ya da civarında yaşayan insanlar için gıda açısından da çok büyük anlam taşıyor. Her 7 insandan biri yetersiz beslenme sorunu yaşıyor. 2030 yılında dünya nüfusunun 9,1 milyara çıkacağı ve %70 daha fazla gıdaya ihtiyaç duyulacağı tahmin ediliyor. Ormanlar yalnızca doğrudan bitkisel ve hayvansal gıda kaynağı olarak değil, aynı zamanda tarım alanlarının civarındaki ekolojik dayanıklılığı artırmak ve pişirme için enerji temin etmek yoluyla da gıda güvenliğine katkıda bulunuyor. İklim krizi nedeniyle oluşacak aşırı hava olayları gibi olağan dışı durumlarda ormanların tarım alanlarına göre daha az hassas ve daha dayanıklı olan yapısı, onların gıda güvenliği açısından taşıdıkları önemi bir kat daha artırıyor.

Ormanlar cinsiyet eşitliği açısından önemli fırsatlar sunuyor

Ormanlarla ilgili işlerde kadın istihdamı erkeklere göre çok daha yüksek. Örneğin yakacak odun toplama ve odun kömürü üretimiyle dünya genelinde 850 milyon kişi uğraşıyor ve bunların %83’ü kadın. 135 farklı toplulukta yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre bitkisel gıda toplama işlerinin %79’unu kadınlar yapıyor. Kadınların ormancılık tabanlı işlerde daha fazla rol alması dolaylı olarak onların ekonomik ve politik açıdan da güçlenmelerine, kadın-erkek eşitsizliğinin azalmasına yol açıyor. Elbette yüzde yüz paralel bir ilişki olmasa da kadınlar ürettikçe daha özgür ve daha güçlü hale geliyorlar. Kadınların bu tür işlerde çalışmasının hemen tamamen gelişmekte olan ülkelerde olduğunu düşündüğümüzde, ormanların kadın-erkek eşitliği açısından taşıdığı önem de kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Sanmayın ki hepsi bu. Hayır, bu kadar değil, çok daha fazlası var. Haftaya kaldığım yerden devam edeceğim.

*

[1] Başkanlığını dönemin Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland yaptığı için Brundtland Komisyonu olarak da anılan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından hazırlanan Ortak Geleceğimiz (Our Common Future) adlı rapor.

[2] 25 Eylül 2015 tarihli BM Genel Kurulu’nda kararlaştırılan “Transforming our World: the 2030 agenda for Sustainable Development” adlı eylem planı.

[3] Bundan sonra aktaracağımız bütün veriler yine FAO’nun State of the World’s Forests 2018: Forest Pathways to Sustainable Development adlı raporundan alınmıştır.

[4] Dünyada agroforestry olarak anılan bu faaliyetlere Türkiye’de tarımsal ormancılık denilmektedir. Ne var ki ben bu tabiri yanlış bulduğumdan kullanmıyorum. Tarımsal ormancılık ormancılığın tarım usulleriyle yapılması anlamına gelir. Oysa agroforestry tarımla ormancılığın aynı alanda yapılması anlamını taşımaktadır. Yani, örneğin aynı arazide üstte orman ağaçları varken altta da tarım ürünleri yetiştirilir. Bu nedenle ben karma tarım-ormancılık faaliyetleri demeyi daha doğru buluyorum.

 

Avrupa’nın plastik çöplüğüne mi dönmek istiyoruz?

2018 yılında Çin devleti plastik çöp ithal etmeyi yasakladığını duyurmuştu. Çünkü 2018 yılına kadar Çin dünyanın adeta çöplüğü gibi milyonlarca ton çöpü alıp kullanıyordu. Çin’i dünyanın en kirli ülkelerinden biri yapan bu iş, artık yönetilemez boyuta gelince yasaklandı. “Green fence” adını verdikleri bu yasak ile artık ABD, İngiltere ve AB ülkeleri gibi ülkelerde üretilen plastik çöpler Çin’e ihraç edilemeyecekti. Bu durum, ihracatçı ülkelerde ciddi bir panik havası yaratmıştı. Herkes aynı soruyu soruyordu “Nereye gidecek bu kadar çöp?”

Ancak bu soruyu uluorta soran ihracatçılar bir yandan da yeni ithalatçı ülkeler de ayarlamaya çalışıyorlardı. İşte Türkiye’nin plastik çöp ithalatındaki yükselişi de bu döneme denk geliyordu. Çin yasağından İzmir Kemalpaşa çöp dağının keşfine kadar geçen sürede ve oradan da bugünkü duruma gelene kadar Türkiye AB ülkeleri, İngiltere ve ABD’den en çok plastik çöp alan ülkelerden biri haline geldi.

Plastik çöp ticareti kökeni oldukça eskiye götürülebilecek olan kirli bir ticaretin şirin gösterilmeye çalışılan bir türüdür. Bugün plastik çöp ticareti olarak gündeme gelen ticaret faaliyetinin hepsinin genel adı aslında atık ticareti. Öyle ki Basel Konvansiyonu isimli bir anlaşma ile tehlikeli olanları için bazı kriterler belirlenmiş. Bu anlaşmanın oluşturulması da yine zehirli atıkların bir ülkeden bir başka ülkeye taşınması sırasında oluşan riskleri minimize etmeye dayanıyor. Bazılarını da yasaklıyor. Ancak buna rağmen hala çöpler ve zehirler bir ülkeden başka bir ülkeye taşınmaya devam ediliyor (Konunun tarihçesi ve daha detaylı bir okuması için şu yazımı okuyabilirsiniz).

Basel Konvansiyonu yeniden düzenlenmeli

Basel Konvansiyonu’nun yetersiz olduğunu ve plastik de dâhil olmak üzere birçok farklı tehlikeli olabilecek malzemelerin ticaretini pas geçtiği hep söylenmiştir. Bu sebeple konvansiyona bazı eklemeler yapılmasına dair tartışmalar başlatılmış ve bugün de bu tartışmalar taraf ülkelerin katılımıyla hala sürdürülmektedir. Paralel olarak OECD ülkeleri temsilcileri de konu hakkında çeşitli toplantılar gerçekleştirmekte ve Basel Konvansiyonu için önerilen düzenlemelerin OECD atık ticareti düzenlemesine de eklemlenmesi için bazı tartışmalar sürdürülmektedir. Türkiye de dahil birkaç ülkenin bu konuda ortak bir konsensüs oluşması konusunda isteksiz davrandığına dair söylentiler ortalarda dolaşmaktadır. Bu konuda nasıl bir ülke yaklaşımımız olduğuna dair bilgi talep ettiğimiz yetkililerden gelen yuvarlak cevaplar bu durumu destekler nitelikte.

Kişisel olarak ülkeler arası atık hareketliliğinin yani asıl adıyla çöp ticaretinin tümden yasaklanmasını savunuyorum ancak mevcut düzende bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığını da belirtmem lazım. O halde yapılacak olan şey bazı tür atıkların (plastik, kül, vb.) tümden yasaklanmasıdır. Böylelikle çöp üretiminin sömürgeci bir konsepte dâhil olması da kısmen engellenmiş olacaktır. İşte Basel Konvansiyonu’nun kapsamının yeni yapılacak eklemelerle genişletilmesi bu yüzden önemli. Eğer  uluslararası anlaşmalar olmazsa, gümrüğünüze gelen bir şeyin gerçekten beyan edilen şey olup olmadığını özellikle bahsedilen şey çöp ise anlamanız oldukça güçtür. Bu konuda karşılıklı güven mekanizmasının işlemesi esastır. Ancak daha uluslararası anlaşmaları ortaya koymada konsensüs oluşturamayan ülkelerin güven tesis etmede ne kadar istekli olacaklarını varın siz düşünün.

Üstüne bir de çöp lobisinin etkisi varsa o zaman herhangi bir şeyi kontrol etmeniz mümkün değil. Bakın işte İzmir Kemalpaşa’da bulunan karışık çöp yığını bunun en önemli göstergesi. Daha büyüğüne de Malezya’da rastlamanız mümkün. Bizde de olup olmadığını öğrenmemiz sadece keşfedilmeyi bekleyen bir durum. İşte bu tür çöp dağları ve terk edilmiş tehlikeli atıklar gibi problemlerle karşılaşmamak için uluslararası anlaşmalarla bu tür faaliyetleri sıkı kontrol altına almak gerekiyor. Öyle olmazsa eğer ülkeler kendileri başlarının çaresine bakmak durumunda kalacaklar. Gelişmiş ve yasaları oturmuş ülkelerde bunu yapmak nispeten daha kolayken, her türlü sahtekârlığın dönebileceği ülkelerde bu tür bir uygulama felaketle sonuçlanacaktır.

Basel Konvansiyonu’nda yapılacak değişikliklerin OECD konsey kararlarına yansıtılması ve bunun için bir konsensüs oluşması şu açıdan da önemlidir: Bu değişikliklerle özellikle kirli diye tabir edilen ve oldukça tehlikeli olan bazı plastiklerin ithalatına kırmızı ışık yakılacak, bazı plastiklerin ithalatı ise serbest bırakılacaktır.  Elbette ki hedef tüm plastiklerin ithalatının engellenmesi ancak bu da bir gelişme. Bu düzenlemenin uygulanabilir olabilmesi için tüm OECD üye ülkelerinin ortak bir konsensus sağlaması gerekiyor. Aksi durumda “status quo ante” yani hükümsüzlük durumu söz konusu olabilir ki bu da en kötü senaryo olacak. Bu olursa korona sürecinde, Avrupa ve Amerika’da çöken geri dönüşüm sistemi nedeniyle depolarda toplanan tonlarca plastik doğrudan bize gelecek.

Avrupa’nın en büyük çöp alıcısı Türkiye

Eurostat’ın geçen ay yayınladığı istatistiklerde nasıl bir çöp alıcısı olduğumuz açıkça belirtilmişti. İstatistiklere göre 2019 yılında Avrupa’nın en büyük çöp alıcısı unvanını kazanmışız. Greenpeace’in belirttiğine göre “Avrupa’nın plastik çöplüğüne dönen Türkiye’de, plastik atık ithalatı son 15 yılda 173 kat arttı. Yeterli denetimi yapılmayan bu plastik atıklar Türkiye’nin denizlerini, toprağını kirletiyor. Eurostat verilerine göre Türkiye yalnızca Avrupa’dan 2019 yılında 582.296 ton plastik atık ithal etti.” İşte bu bile 2021 yılında nasıl bir çöp akını olacağının göstergesi. Çünkü bu çöplere bakınca dolar işareti gören çöp tüccarları şimdiden hazırlıklara başlamış bile. Alınan duyumlar depoların boşaltıldığı ve yeni gelecek çöplere yer açıldığı yönünde.

Zannetmeyelim ki gelen bu çöpler temiz ve %100 geri dönüştürülebilir olacak. Bir kısmını pikniğe gittiğiniz ormanlıklarda, bir kısmını yüzmeye gittiğiniz sahillerde ya da arka bahçenizde bulacaksınız. Bunlar uzak ihtimaller değil. Bunun olacağını, kendi çöplerimizle çöplüğe dönüşmüş çevremize bakarak anlayabiliriz.

Eğer birileri istiyor diye çöp ithalatında esnek davranılıyorsa o zaman önümüzdeki yıllarda çok sıkıntılı çevre sorunları bizi bekliyor diyebiliriz.

 

Yeni ‘normal’ eskisini döver mi? -Nuran Seyhan Bayer

Benim yaşadığım Bodrum dahil , nisan ve mayıs ayı birçok bölgede kurak geçti. Baharda 40 derecelere varan sıcaklığın ardından fırtınalar birçok sebze -meyve fidesini öldürdü. Ama koronadan ölen insanlar gibi her gün televizyonlarda, radyolarda kaç bitkinin, kaç sebze-meyve fidanının öldüğü,  çiçeklenemediği, meyveye duramadığı söylenmedi.

Her bitkinin, tohumun , bir hafızası var ama o da şaştı. İki aylık salgın “fırsatı” bile iklim değişikliğinde dönülmez yola çok yaklaştığımız gerçeğini örtemedi. Koronavirüs salgınının, hava kirliliğinin en yüksek olduğu ve standartları yüzlerce kat aşan partikül oranıyla başı çeken; salgından önce de insanların zaten maskeyle sokaklarda dolaştığı Çin’de başlamasını, özellikle de solunum yollarını tutmasını kimse sorgulamadı.

Oysa bu iki ay bile, fırsat verdiğimizde doğanın kendini nasıl onarabildiğini kanıtlamıştı: Tayland’ın Phuket plajlarında rekor seviyede kaplumbağa yuvası bulundu. Hindistan’ın Odisha eyaletinde boş kalan plajlarda 70.000 deniz kaplumbağası yuva kurdu. Kaplumbağalar kalabalık ve plastik kirliliğinden dolayı 2019’da bölgeye yumurtlamamışlardı. Nesli tehlike altında olan bazı kaplumbağa türleri de karantinanın sakinliğinden yararlanarak Brezilya ve Florida plajlarına yumurta bıraktılar. Bizim denizlerimiz de bile hiç görülmeyen balık çeşitleri görüldü, popülasyon arttı. Fosil yakıtlar daha az kullanıldığı için hava temizlendi.

Rüya bitti

Bunlar gibi daha onlarca iyileşmeyi, haberlerde, sosyal medyada izledik. Ve ne yazık ki bu güzel rüya bitti. Covid-19’dan kaç kişi öldü, iki ay boyunca en önemli haber materyaliydi. Borsa gibi, her gün ölümler bildirildi. Sıra “en az ölüm bizde oldu, en iyi önlemi biz aldık” övünmesine geldi. Hastane açmakla övünmek gibi… Sorunun ne kadar hastane açtığın değil, hastanelere çok gerek kalmayacak nasıl bir sağlıklı toplum ve doğa oluşturduğu gerçeği yadsınarak.

Yediğimiz gıdadan soluduğumuz havaya kadar, sağlığımızı etkileyen her şey yine gözardı edildi. Zehirli gıdalar yememize neden olan tarım ilaçları hala serbestçe ve denetimsiz olarak kullanılıyor. Konvansiyonel tarımın aç gözlülüğü, üretilen gıdaların üçte birinin çöpe gitmesine karşın devam ediyor. Ve biz medyada “darbe” tartışıyoruz, oysa en büyük darbeyi önümüzdeki dönemde “İklim değişikliği” yapacakken…

Dünya Sağlık Teşkilatı’nın “orta yaş “olarak ilan ettiği 65 yaş ve üzerini , eve , beton yığınlarının içine hapis edince, pandemik ölümlerin az olmasında etkili olabileceğini varsayan “Bilim Kurulu Üyeleri”nin, bağışıklık sistemini güçlendiren en önemli şeyin, bireysel korunma yöntemlerinin yanı sıra, temiz hava, zehirsiz gıda, açık alanlarda yapılan yürüyüş , spor, gezmek, eğlenmek, gülmek ve sevdikleriyle bir arada olmak olduğu gerçeğini görmezden gelerek nasıl “bilim” yaptıkları ise ayrı bir soru.. Parklar, bahçeler ve milli parklardan önce AVM’lerin açılması da böyle bir bilimsel anlayışın sonucu olmalı.

Sofralar hala zehirli, hava hala kirli

Sadece Covid-19 için değil bütün hastalıkların kaynağında , bağışıklık sistemimizin ne kadar güçlü olduğu yatar. Yaşlı insanların (ki bu 75 yaş üzeri olarak kabul ediliyor) daha çok hasta olmaları şaşırtıcı değildir, çünkü bağışıklık sistemleri zayıftır. Ancak bilim insanları ve doktorlar, bazı insanların neden koronavirüsten çok hastalandığını ve diğerlerinin neredeyse hiçbir şey hissetmediğini gerçekten bilmiyorlar. Bunun en büyük kanıtını geçtiğimiz günlerde Covid-19 u da yenen 101 yaşındaki Atlanta’da yaşayan İspanyol Dora Sowell’di. 1918’de İspanyol gribi salgını sırasında doğdu ve hayatta kaldı.Evlendi, 5 çocuk yetiştirdi, kariyerini hemşire olarak yaptı. 100 yıldan fazla bir süre sonra, bu kez başka bir salgını, koronavirüsü de yendi.

65 yaşın üzerinde olup bu virüsü yenen hatta hiç etkilenmeyen birçok kişi var dünyada. Sağlık sorunlarına bütünsel yaklaşamayan batı tıbbının en büyük sorunu bu. Bu anlayış doğal olarak karar vericilerin yaklaşımına da yansıyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, pandemilerin oluşmasına olanak sunan doğal yapıların işleyişinin bozulmasını gözardı ederek, sadece hastalık ortaya çıktıktan sonra ne yapacağını düşünen yönetim anlayışı, zehirli gıdalarla beslenmemize göz yumuyor. Sofralarımız hala zehirli, havamız hala kirli.

Doğru ve zehirsiz gıda almıyorsanız, temiz hava solumuyorsanız, temiz su içemiyorsanız , hastalıklara zaten kapınızı açmışsınız demektir ; bugün korona yarın başka bir isimle başka bir pandemi… Bütün bunlar karar alıcılar tarafından bilinmeden ve uygulamaya konulmadan sizce yeni “normal”, eski “normal” i döver mi?

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

Hannah Arendt

 

Türkiye’de koronavirüs: Vaka sayısı 168 bin 340’a, hayatını kaybedenlerin sayısı 4 bin 648’e yükseldi

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 18 kişinin daha hayatını kaybettiğini, 930 yeni tanı konduğunu açıkladı. Böylece hayatını kaybedenlerin toplam sayısı 4 bin 648’e, vaka sayısı ise 168 bin 340’a yükseldi.

Bakan Koca’nın paylaşımı şöyle:

İyileşen hasta sayısında artış var. Artış hızlanacak. Toplam hasta sayısında yer alan vakaların önemli kısmı izleme sürecindeki belirtisiz vakalardır. Gelecek günler, el hijyenine özene; maske + mesafe kuralına bağlı. Daha iyi tedbir, daha iyi sonuçtur.”

Türkiye’de ilk koronavirüs vakası 11 Mart’ta tespit edildi. O günden bu yana ölüm ve vaka sayıları şöyle: 

11 Mart: 1 vaka
13 Mart: 3 vaka
14 Mart: 6 vaka
15 Mart: 18 vaka
16 Mart: 29 vaka
17 Mart: 51 vaka, 1 ölüm
18 Mart: 93 vaka, 1 ölüm
19 Mart: 168 vaka, 2 ölüm (1.981 test)
20 Mart: 311 vaka, 5 ölüm (3.656 test)
21 Mart: 277 vaka, 12 ölüm (2.953 test)
22 Mart: 289 vaka, 9 ölüm
23 Mart: 293 vaka, 7 ölüm (3.672 test)
24 Mart: 343 vaka, 7 ölüm (3.952 test)
25 Mart: 561 vaka, 15 ölüm (5.035 test)
26 Mart: 1196 vaka, 16 ölüm (7.286 test)
27 Mart: 2069 vaka, 17 ölüm (7.533 test)
28 Mart: 1704 vaka, 16 ölüm (7.641 test)
29 Mart: 1815 vaka, 23 ölüm (9.982 test)
30 Mart: 1610 vaka, 37 ölüm (11.535 test)
31 Mart: 2704 vaka, 46 ölüm (15.422 test)

1 Nisan: 2148 vaka, 63 ölüm (14.396 test)
2 Nisan: 2456 vaka, 79 ölüm (18.757 test)
3 Nisan: 2786 vaka, 69 ölüm (16.160 test)
4 Nisan: 3012 vaka, 76 ölüm (19.664 test)
5 Nisan: 3015 vaka, 73 ölüm (20.065 test)
6 Nisan: 3148 vaka, 75 ölüm (21.400 test)
7 Nisan: 3892 vaka, 76 ölüm (20.023 test)
8 Nisan: 4117 vaka, 87 ölüm (24.900 test)
9 Nisan: 4056 vaka, 96 ölüm (28.578 test)
10 Nisan: 4747 vaka, 98 ölüm (30.864 test)
11 Nisan: 5138 vaka, 95 ölüm (33.170 test)
12 Nisan: 4789 vaka, 97 ölüm (35.720 test)
13 Nisan: 4093 vaka, 98 ölüm (34.456 test)
14 Nisan: 4062 vaka, 107 ölüm (33.070 test)
15 Nisan: 4281 vaka, 115 ölüm (34.090 test)
16 Nisan: 4801 vaka, 125 ölüm (40.427 test)
17 Nisan: 4353 vaka, 126 ölüm (40.270 test)
18 Nisan: 3783 vaka, 121 ölüm (40.520 test)
19 Nisan: 3977 vaka, 127 ölüm (35.344 test)
20 Nisan: 4674 vaka, 123 ölüm (39.703 test)
21 Nisan: 4611 vaka, 119 ölüm (39.429 test)
22 Nisan: 3083 vaka, 117 ölüm (37.535 test)
23 Nisan: 3116 vaka, 115 ölüm (40.962 test)
24 Nisan: 3122 vaka, 109 ölüm (38.351 test)
25 Nisan: 2861 vaka, 106 ölüm (38.308 test)
26 Nisan: 2357 vaka, 99 ölüm (30.177 test)
27 Nisan: 2131 vaka, 95 ölüm (20.143 test)
28 Nisan: 2392 vaka, 92 ölüm (29.230 test)
29 Nisan: 2936 vaka, 89 ölüm (43.498 test)
30 Nisan: 2615 vaka, 93 ölüm (42.004 test)

1 Mayıs: 2188 vaka, 84 ölüm (41.431 test)
2 Mayıs: 1983 vaka, 78 ölüm (36.318 test)
3 Mayıs: 1670 vaka, 61 ölüm (24.001 test)
4 Mayıs: 1614 vaka, 64 ölüm (35.771 test)
5 Mayıs: 1832 vaka, 59 ölüm (33.283 test)
6 Mayıs: 2253 vaka, 64 ölüm (30.303 test)
7 Mayıs: 1977 vaka, 57 ölüm (30.395 test)
8 Mayıs: 1848 vaka, 48 ölüm (33.687 test)
9 Mayıs: 1546 vaka, 50 ölüm (35. 605 test)
10 Mayıs: 1152 vaka, 47 ölüm (36.187 test)
11 Mayıs: 1114 vaka, 55 ölüm (32.722 test)
12 Mayıs: 1704 vaka, 53 ölüm (37.351 test)
13 Mayıs: 1639 vaka, 58 ölüm (33.332 test)
14 Mayıs: 1635 vaka, 55 ölüm (34.821 test)
15 Mayıs: 1708 vaka, 48 ölüm (38.565 test)
16 Mayıs: 1610 (vaka) 41 ölüm (42.236 test)
17 Mayıs: 1368 vaka, 44 ölüm (35.369 test)
18 Mayıs: 1158 vaka, 33 ölüm (25.141 test)
19 Mayıs: 1022 vaka, 28 ölüm (25.382 test)
20 Mayıs: 972 vaka, 22 ölüm (20.838 test)
21 Mayıs: 961 vaka, 27 ölüm (33.633 test)
22 Mayıs: 961 vaka, 27 ölüm (37.507 test)
23 Mayıs: 1186 vaka, 32 ölüm (40 .178 test)
24 Mayıs: 1141 vaka, 32 ölüm (24.589 test)
25 Mayıs: 987 vaka, 29 ölüm (21.492 test)
26 Mayıs: 948 vaka, 28 ölüm (19.853 test)
27 Mayıs: 1035 vaka, 34 ölüm (21.043 test)
28 Mayıs: 1182 vaka, 30 ölüm (33.559 test)
29 Mayıs: 1141 vaka, 28 ölüm (36.155 test)
30 Mayıs: 983 vaka, 26 ölüm (39.230 test)
31 Mayıs: 839 vaka 25 ölüm (35.600 test)

1 Haziran: 827 vaka, 23 ölüm (31.525 test)
2 Haziran: 786 vaka, 22 ölüm (32.325 test)
3 Haziran: 867 vaka, 24 ölüm (52.305 test)
4 Haziran: 988 vaka, 21 ölüm (54.234 test)
5 Haziran: 930 vaka, 18 ölüm (57.829 test)