Ana Sayfa Blog Sayfa 1980

Burdur Gölü’nde yas: Türkiye’nin en derin göllerinden biri kuraklığa terk edildi

Türkiye’nin en derin göllerinden biri olan Burdur Gölü kuruma tehlikesiyle karşı karşıya.  50 yıl önce su kapasitesi 7.5 milyar ton olan göl, 2018 yılı verilerine göre 3.5 milyar tona geriledi.

Sebebi ise Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından uzmanların uyarılarına rağmen yıllardır uygulanan yanlış gölet, sulama, baraj politikaları. Çevrede bulunan mermer ocakları, göle akan dereler üzerine yapılan sulama barajları nedeniyle doğal su varlıkları tarafından beslenemeyen gölün tek yaşam kaynağı artık yağışlar.

Ercengiz: Kuraklık ve kirlilik gölü tehdit ediyor

Yeryüzünden Haberler’in aktardığına göre Burdur Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz Burdur Gölü’nün iki temel sorunu olduğunu belirtiyor:

Birinci sorunumuz gölün kuruması. O alanda o kadar gölet yapıldı ki yeraltı suları, akarsular göle ulaşamaz oldu. Yasal çerçevede yapılan göletlerden sonra sondaj kuyularının kapatılması gerekiyordu. Bölgedeki yüzlerce kuyudan çok azı kapatıldı. Diğer sorunumuz göldeki kirlilik.

Fotoğraf: AA

‘Su politikaları gözden geçirilmeli’

Yaptıkları etkinlik, çalıştay ve festivallerle konuyu hükümetin gündemine getirmeye çalıştıklarını belirten Ercengiz, bütün bu çabalarına rağmen taleplerinin cevapsız kaldığını söylüyor. Belediye Başkanı, gölün kurtarılması için yapılması gerekenleri şöyle sıralıyor:

Burdur gölü tabanından sondajlarla çekilen suların kontrol altına alınmasını, tarım ve hayvancılık politikalarının gözden geçirilmesini istiyoruz. Burdur gölü havzasında yapılan ekim dikimin yeniden değerlendirilerek daha az su çeken bitkilerin dikimine izin verilmesini ve civarda olan tüm göletlerden Burdur gölünün su hakkını verilmesini tüm kamuoyu önünde bir kez daha yüksek sesle talep ediyoruz.

Gülle: Eski haline dönmesi imkansız

Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi (MAKÜ) Biyoloji Bölümü Hidrobiyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. İskender Gülle ise “Burdur Gölü’nün geldiği son noktayı görmek için bilim insanı olmaya gerek kalmadı. Çünkü göldeki çekilme eski haline dönmeyecek şekilde kritik seviyeyi aştı. Artık Burdur Gölü’nü eski haline getiremeyiz” dedi.

Su oranındaki azalışın durdurulamayacağını vurgulayan Prof. Dr. Gülle, “Şu anda tek yapabileceğimiz su miktarındaki azalışı en alt noktaya çekebilmek. Bunu yapsak bile önümüzdeki 10 yılda eski Burdur Gölü olmayacak” değerlendirmesinde bulundu.

‘Ekolojik zenginlik yok olacak, hastalık artacak’

Prof Dr. Gülle, “1980’den bu yana tuzluluk oranı yüzde 40 arttı. Önümüzdeki 10 yılda bu orana yüzde 30 daha eklenecek ve tuzluluk oranı deniz suyunu geçecek. Kuş türleri azalacak, popülasyon etkilenecek, ekolojik zenginlik yok olacak” bilgisini paylaştı.  Su oranındaki azalmanın sadece hayvanları değil, insanları da etkileyeceğini kaydeden Prof. Dr. Gülle, şöyle devam etti

Yazın sıcaklık artacak. Kışın daha çok don olayı görülecek. Gölün çekilen kısımlarındaki toz ve tuz rüzgârlar ile yerleşim yerlerine doğru harekete geçecek. Bu durum solunum yolları hastalıkları, çeşitli kanser türleri hatta kalp damar hastalıklarında artışa neden olacak.

Yaklaşık 300 bin kuşa ve endemik kuş türüne, özellikle de dikkuyruk ördeklerinin yüzde 70’ine, ev sahipliği yapan göl çölleşiyor. Önceleri 144 çeşit kuşa yaşam alanı olan göl, bugünlerde sadece 25 çeşit kuş türüne ev sahipliği yapabiliyor.

Göker: Göl yoksa Burdur yok

CHP Burdur Milletvekili Mehmet Göker de, gölde incelemelerde bulunarak, “Burdur Gölü’nün çekilmesi acı verici ve geri dönülmez boyutlara ulaşmış düzeyde. 2008 yılından bugüne 3 kez ilan edilen revizyon ve eylem planlarına rağmen hiçbir adım atılmaması neticisinde gölümüz can çekişiyor. Sizleri, buradan sesimize ses olmaya davet ediyorum” dedi.

Burdur Gölü’nün artık geri dönüşü mümkün olmayan bir yolda kurumaya yüz tuttuğuna dikkat çeken Göker, “Sizlerden destek, sesimize ses olmanızı istiyorum. Göl yoksa Burdur yok, Burdur Gölü kurumasın” çağrısında bulundu.

 

Türk Toraks Derneği uyarıyor: Hasta sayısında ciddi artış var

Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin (HASUDER) yaptığı son basın açıklamasından hemen sonra Türk Toraks Derneği’nden de uyarıcı bir açıklama geldi. Dernek, tüm ülkeye dağılmış Göğüs Hastalıkları Uzmanı üyelerinin verdiği bilgilere dayanarak ülke genelinde Covid-19 tanısı alan, hastaneye yatan, yoğun bakım tedavisi gerektiren hasta sayısında ciddi bir artış olduğunun altını çiziyor ve bu bilgiler doğrultusunda salgının kontrolünün kaybedildiğine dikkat çekiyor. Derneğe göre birinci dalganın ikinci pikine doğru hızla ilerliyoruz.

Açıklamada HASUDER gibi 1 Haziran’da atılan normalleşme adımlarına vurgu yapılıyor:

Haziran ayı başı itibariyle ekonomik gerekçelerle başlatılan normalleşme süreciyle birlikte düğün, sınav, toplu taşıma, toplu ibadet, turistik seyahat gibi fiziksel mesafeyi ortadan kaldıran etkinlikler olağan kılındı ve pandemi ile mücadele bireysel sorumluluğa bırakıldı’.  

Normalleşme ile birlikte yapılan hatalar ise şöyle özetleniyor:

Eş zamanlı olarak hastanedeki pandemi servisleri azaltılmış, bazı hastaneler pandemi hastanesi olmaktan çıkarılmıştır. Bilimsel olarak PCR testinin hastaların sadece %40’ını saptayabildiği bilindiğinden, resmi rakamlara yansıyan hastalık ve ölüm sayılarının var olanın yarısından azı olduğu düşünülmektedir. Bu testin bile uygulanma şartları daraltılmış, hastalığı yayma olasılığı olan bireylere bile belirtisi yoksa test yapılmama kararı alınmıştır.

Bu uygulama ile yakınması olmayan, teması nedeniyle enfeksiyon riski yüksek olan kişiler arasından yeni hasta bulma şansı yitirilmiştir. Haziran ve Temmuz aylarında hasta sayıları artmış, ancak hasta yatırma kriterleri değiştirilince Covid-19 ile ilgili sayıların Sağlık Bakanlığı’nca günlük olarak paylaşıldığı “turkuaz panoya” yansımamıştır. Artan hasta sayısı konusunda ayrıntılı olarak bilgilendirilmeyen vatandaşlar, pandeminin ciddiyetini kavrayamamış ve bir kısmı ise sürecin bu denli uzamasını neden gösterip süreci inkâr mekanizması geliştirmişlerdir. “

Sonuç olarak Türk Toraks Derneği gelinen noktayı şöyle özetliyor:

  • Hastane ve yoğun bakım yatak kapasiteleri, son zamanlarda artan hasta sayısını karşılayamıyor,
  • Artan hastalık yükü konusunda kamu yöneticileri kamuoyuna yeterli bilgilendirme yapmıyor,
  • Tedavideki ilaç protokollerinde hâlâ hidrosiklorokin bulunması güncel literatür ile uyumlu değil. Son dönemde bazı illerimizde güncel tedavi rehberinde önerilen favipiravir dâhil, ilaç bulmakta sıkıntı yaşandığı bilgileri tarafımıza ulaşıyor,
  • Covid-19 çoklu organ hastalığı iken birçok hastanede sadece göğüs hastalığı uzmanları tek sorumlu hekim olarak kabul ediliyor, bu da ilgili hekimlerin insanüstü iş yüküne maruz kalmasına yol açıyor,
  • Sağlık çalışanlarında tükenmişlik izleniyor, son 1 haftada çok sayıda Göğüs Hastalıkları hekimi Alanya, Batman, Manisa başta olmak üzere, istifaları vermekte, emekliliklerini istemekte,
  • Sağlık çalışanları Covid-19 olmaya ve yaşamlarını kaybetmeğe devam ediyor. Covid-19, sağlık çalışanları için halen meslek hastalığı olarak kabul edilmedi,
  • Hekimler, canlarını hiçe sayarak pandemi mücadelesini sürdürürken, “Tıbbi hizmetlerin kötü uygulanmasından doğan sorumluluk” kanun teklifi verilmiştir. Teklif hekimler için ağır para ve hapis cezası içermektedir. Pandemi nedeniyle canı pahasına çalışan hekimlere böyle bir yasanın reva görülmesi ayrıca umutsuzluk ve haksızlığa uğrama duygusuna yol açıyor.

Türk Toraks Derneği, çözüm önerilerini de sunuyor. Derneğin önerileri şöyle;

  • Test sayısı artırılmalı,
  • Pandemi ile mücadele bireylere bırakılmamalı,
  • Pandemi hastane planlaması tüm paydaşları içermeli,
  • Favipravir gibi tedavide önemi olan ilaçlara ulaşım problemi çözülmeli,
  • Covid-19 sağlık çalışanı için meslek hastalığı kabul edilmeli, hastalık ve ölüm durumlarına özgü hak artırıcı düzenlemeler yapılmalı,
  • Kamu pandemi yönetimi şeffaf ve gerçekçi veriler sunmalı ve yaşamını bu mücadeleye adamış hekimlerin görüşleri alınmalı, 
  • “Tıbbi hizmetlerin kötü uygulanmasından doğan sorumluluk” kanun teklifi geri çekilmeli ve hekimlerin çalışma koşullarını iyileştirme çalışmalarına ağırlık verilmeli,
  • Bütün epidemiyolojik veriler sağlık çalışanları ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Türk Toraks Derneği HASUDER’e benzer şekilde tespit ettiği yanlışları düzeltme önerilerini de yapıcı bir şekilde kamuoyu ile böyle paylaşıyor. Dernek ünlü tıp dergisi Lancet’in 15 Ağustos’ta yayınlanan 10249. sayısı için de ayrıca bir mektup gönderdi. Dernek adına Hasan Bayram, Nurdan Köktürk, Osman Elbek, Oğuz Kılınç, Abdullah Sayıner ve Elif Dağlı tarafından hazırlanan mektupta Türkiye’de yayınlanan vaka ve ölüm sayıları konusundaki çelişkilere vurgu yapılıyor ve salgın hakkında yapılmak istenen bilimsel çalışmalara Sağlık Bakanlığı tarafından izin verilmemesi nedeniyle derneğin endişeleri dile getiriliyor. Oysa Türkiye’de bağımsız bilimsel araştırmalar uluslararası düzenlemelere uygun olarak yerel etik kurul onayıyla yapılabilmekte ve Anayasa güvencesi altında… Dernek mektubunun sonuç bölümünde Sağlık Bakanlığı’nı Covid-19 salgını konusunda yapılacak bilimsel araştırmalara getirdiği kısıtlamaları kaldırmaya ve TC Anayasası’nın “herkes bilim ve sanatı özgürce öğrenebilir ve bu alanlarda öğretme, açıklama, yayma ve araştırma hakkına sahiptir” maddesine uygun davranmaya davet ediyor.

Türk Toraks Derneği ve HASUDER’in üyeleri de ülkemizde salgının başlangıcından bu yana canları pahasına insanlarımızı korumak ve iyileştirmek için mücadele ediyorlar.  Gerek halk sağlığı uzmanlarının gerekse göğüs hastalıkları uzmanlarının iki köklü derneğinin iyi niyetli uyarıları Sağlık Bakanlığı tarafından bir an önce dikkate alınmalı. Yoksa bu gidişle kayıplarımız daha da büyüyecek. Özellikle her iki derneğin de vurguladığı gibi Sağlık Bakanlığı bir halk sağlığı sorunu olan pandemi ile mücadelenin bireylere bırakılmaması ve kamu eli ile yapılması gerekliliği bir an önce tekrar hatırlayarak iki derneğin hatırlattığı toplumsal önlemlere bir an önce geri dönmeli…

Erdoğan yeni Ayder’i anlattı: Konutları, otoparkları, restoranlarıyla çekim alanı olacak

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün Rize‘nin Çamlıhemşin ilçesine bağlı Ayder Yaylası’na gitti ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca Ayder Yenileme ve Koruma Projesi kapsamındaki çalışmaları inceledi.

‘Turistler için çekim alanı olacak’

Ayder Yaylası’nda yapılan çalışmalara ilişkin gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, havalimanının bitişi ile Ayder’e yurtiçi ve yurt dışı ziyaretlerin sayısını artacağını ifade etti:

Hedefimiz inşallah 2022’nin sonunda yeni bir Ayder ortaya çıkacak. Bu yeni Ayder, altyapısıyla, konutlarıyla, otoparklarıyla, restoranlarıyla her şeyiyle bizim için özellikle turizmde çok ciddi bir çekim alanı olacak.

(…) Bu arada kayak turizmine yönelik çalışma da ilgili bakan arkadaşlarımızca daha önce yapılmıştı. Onun üzerinde de çalışmalar devam ediyor. Bütün bunlarla beraber bir kollektif anlayışı takip edeceğiz.

2022 sonunda bölgeye yapılacak tüm konut ve otoparkların biteceğini söyleyen Erdoğan, havalimanıyla birlikte bölgenin yerli ve yabancı turistler için “çekim alanı” olacağını belirtti.

Kaçak yapılar yıkılacak

Erdoğan, bölgede yapılan çalışmalarla ilgili bir soruya karşılık kaçak yapıların yıkılacağını söyledi:

Kimse kusura bakmasın. Bunların yıkımı muhakkak olacak. Yıkımla beraber kimseyi mağdur etmeden buralardaki hak sahiplerine bu inşaatların yapımıyla birlikte konutsa konut, mağaza ise mağaza, bunun dışında otel vesaire neyse bunların haklarını da teslim etmekte hiçbir zaman tereddüdümüz olmayacak.

Erdoğan geçen yıl da kaçak şekide kurulan salıncakların kaldırılması talimatı vermiş, salıncakların 12’si sahiplerince, 13’ü ise yıkım ekibi tarafından jandarma kontrolünde sökülmüştü.

Ayder Yaylası, geçen yıl Erdoğan’ın “Kirlettik, rezil ettik” açıklamasıyla birlikte kentsel dönüşüm kapsamına alınmış, geçen haziranda bölgeye giden Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Yayla’ya 1700 araçlık otopark, bir apart ve 55 apart inşa edileceğini duyurmuştu. 

Türkiye ve Yunanistan Yeşilleri’nden çağrı: Doğu Akdeniz’de fosil yakıt arama sonlandırılsın

Yunanistan ve Türkiye Yeşilleri Doğu Akdeniz’de önce iki ülke arasında başlayan, daha sonra da uluslararası bir krize dönen doğal gaz ve petrol arama faaliyetlerine ilişkin yazılı bir açıklama yayınladı.

İki ülkenin de fosil yakıtları terk etme zamanının çoktan geçtiğine vurgu yapılan açıklamada Doğu Akdeniz’de yükseltilmekte olan gerginlik hakkında ciddi kaygı duyuyoruz” ifadeleri kullanıldı.

‘Yeni rezerv arayışları yasaklanmalı’

Türkçe, Yunanca ve İngilizce olmak üzere üç dilde yayınlanan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

İklim krizini yaşadığımız bu çağda, ısrarla agresif bir fosil yakıt araması, kabul edilebilir bir dış politika aracı olamaz: dünya çapında zaten teyit edilmiş petrol ve doğal gaz rezervleri gezegenimizi mahvetmek için yeter de artar bir miktarda.

Ülkelerimizin ikisi de fosil yakıtların kullanımının radikal ve etkin bir geçişle durdurmalı. Bunun başlangıcı, tüm olası yeni rezerv aramalarına kendi kanunlarında yasak getirmektir.

‘Barışa tehdit oluşturuyor’

Ortak güvenlik ve refahımız da tehdit altında. Bugünlerde Doğu Akdeniz’de yaşadıklarımız, petrol ve doğalgaz projelerinin çoğu zaman askeri gerginlik ve barışa tehditlerle el ele gittiğine dair yaygın izlenimi ne yazık ki doğruluyor.

Hem Yunanistan hem de Türkiye son on yılda acı ekonomik krizler yaşadılar. İki ülke de askeri çatışma veya uzun vadeli silah yarışını kaldıracak vaziyette değil. Barış ve işbirliği günümüzde her zamankinden daha önemli; zira hiçbir ülke kendisini iklim değişikliğine, hatta Covid-19’a bile karşı ulus temelinde etkin koruyamaz.

‘Deniz ekosistemi korunmalı’

Biz Yeşiller için, deniz tabanı dahil deniz ekosistemleri korunması gereken müştereklerdir. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) gibi yaklaşımlar son derece insan-merkezli, milliyetçi ve materyalisttir. Yunanistan ve Türkiye’ye çağrımız MEB iddialarını bırakmaları; en azından Doğu Akdeniz için. Yine de, daha fazla askeri gerginliği engellemek gayesiyle, sadece hafif ve sürdürülebilir şekilde kullanılmaları şartıyla, MEBlerin iyi niyetli müzakerelerle ve bu başarılamazsa uluslararası hukuka göre belirlenmesini kabul etmeye hazırız.

‘Faaliyetler sonlanmalı’

Biz Yunanistan ve Türkiye Yeşilleri’nin hükümetlerimize ve Kıbrıs, İsrail ve Mısır hükümetlerine çağrısı, Doğu Akdeniz’de hemen tüm petrol ve gaz aramalarını durdurmalarıdır. Bu barış inşası için bir adım olmanın yanı sıra sürdürülebilirliğe ve iklim değişikliğiyle mücadeleye asgari bir bağlılığın gereğidir.

Ege sularında tüm petrol ve doğalgaz aramalarını kalıcı olarak donduran 1976 Bern Anlaşması emsali bugün bize güzel bir rehber teşkil edebilir. Sıfır fosil yakıt arama ve çıkarma politikası kural hâlini almalı.

Türk-Yunana ilişkileri 2000’lerin başında Türkiye’nin AB katılım süreci günlerindeki, her iki tarafın da iftirakları barışçıl bir şekilde çözmenin yol haritasına dair aşağı yukarı mutabık olduğu hâline dönmeli. Ulusal hükümetler için cazibesi olan bir iktidar aracı olsa da, milliyetçilik, tüm toplumlar için kör bir sokaktır.

 

Galata Kulesi: Anlamsızlık aleminde bir kültür bakanı

Türkiye‘nin koskoca Kültür ve Turizm Bakanlığı yalnızca Galata Kulesi‘nde özgün bir duvarı tahrip etmek gibi hiç olmayacak bir iş yapmakla da kalmıyor, aynı zamanda daha da tuhaf bir girişimde bulunuyor: Projesi olmayan bir “restorasyon” işine girişiyor.

Biz de tesadüfen, sosyal medyada paylaşılan bir video kaydı sayesinde Galata Kulesi’nin giriş katında, Cenevizler‘den kalan taşıyıcı duvarın yıkılmakta olduğunu görüyoruz. Belki de yöntem açısından hata ya da sorun şurada aranmalı: “Bu tür işler kimse görmeden, gizli saklı yapılır. Şu beceriksizliğe bir bakın!”

Nasıl olduysa içerden birisi görüntü almış. Müteahhite, yanlış söylemeyeyim, onun partiyle ve yönetimle sıkıfıkı yandaşlık ilişkileri olduğu için şantiye yöneticisine, ya da elinde yıkıcı aletlerle görüntü veren işçilere kesmişlerdir büyük ihtimalle faturayı.

Bakan’ın ve bürokratların yukarıdan söyle kükrediklerini duyar gibiyim: “Kulenin etrafını iyice kapatın, kimseyi içeri almayın demiştik. Girmişler bir de video kaydı yapmışlar. Müteahhitin adamları da engellememiş!”

Kültür ve Turizm Bakanı yaşanan skandalı örtbas etmek için “Galata Kulesi’ne sonradan eklenen duvarı yıktıklarını” söylüyor. Ona göre yıkılan duvar yapıya sonradan eklenmiş. Oysa görüntülerde Kule’nin özgün duvarının darbeli kırıcı aletler yıkılmakta olduğu görülüyor. Yıkılanın yapının özgün taşıyıcı duvarı olduğunu fark etmeyen, onun “yapıya zarar verdiğini” söyleyen bir kültür bakanı. Böyle bir skandal başka bir yerde olsa o bakan koltuğunda oturmaya devam edebilir mi? Bir düşünelim: Bu ülkede kültürel mirasın korunmasından sorumlu birinci kişi, neyin bir anıt-yapının özgün bir parçası, neyin sonradan yapılmış eklenti olduğunu görmekten aciz. Üstelik kültür mirası ile ilgisi olmayan sıradan uygulamalarda bile vatandaşlara “rölöve, proje getirin, onaylansın sonra işinizi yaparsınız” diyen, yıllarca oyalayan bir kurum, şehrin en önemli anıt yapılarından biri için projesiz uygulama yapıyor. 

Tuhaflıklar bununla da bitmiyor. Yapılan ihalenin başlığında “proje, restorasyon müzeleştirme işi” diyor. Yani Galata Kulesi’nin taşıyıcı duvarına darbeli yıkım aletleri ile müdahale eden bu müteahhit hem uygulamayı yapacak, hem de projeyi. Bununla da yetinilmeyecek, müteahhit ayrıca Galata Kulesi’ni “müzeleştirecek”.

İnsanın aklından ister istemez şu geçiyor: “Ne müteahhitmiş ama… Hem proje, hem inşaat hem de müze yapabiliyor. Üstelik şehrin simgesi, 1500 yıllık bir anıt için!”

 Dünyada acaba bir benzeri var mı?

Küçük bir yarıktan dışarı sızan gerçek

Bu olayda karşımıza çıkanın açılan bir yarıktan dışarı tesadüfen sızan küçük bir ışık olduğunu unutmayalım. Daha neler neler oluyor? Galata Kulesi’nde yaşanan tekil bir olay değil.  Facia her yerde!

Şöyle bir benzetme yapmak mümkün: Beyrut‘ta patlama ile tahrip oluyor, kültürel miras. İstanbul’da ise “restorasyon” adı verilen uygulamalar ile. 

Dünya Miras Listesi’nde yer alan İstanbul’daki Karasurları (Teodosius Surları) “restorasyon” adı verilen çalışmalar sonucunda ne hale getirildi, yalnızca buna bile bakılsa nasıl bir facia ile karşı karşıya olunduğu hemen anlaşılıyor.  Bu yok edilen anıt, dünyada eşi benzeri olmayan, Ortaçağ‘dan kalan en büyük şehirsel sur varlığı. Topkapı Sarayı gibi gene eşi benzeri olmayan bir dünya mirası içinde bir plan, proje yapılmadan gerçekleştirilen “restorasyon”ları görseniz, dudaklarınız uçuklar. Haremağaları Koğuşu‘nda, Matbaa-i Amire‘de veya Mukaddes Emanetler bölümlerinde gerçekleştirilen uygulamalara bakıldığında sarayın adeta adım adım yok edilmekte olduğu görülüyor. Gene UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan sivil mimarlık dokusu, Süleymaniye gibi yerlerde gerçekleştirilen uygulamalara bakıldığında bu felaketin tıpkı bir yangın gibi şehrin her tarafını sarmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.  

Ne yapılacağı bilinmeden nasıl ihale yapılabilir?  

İhale, bilindiği gibi kamu ile piyasa aktörleri arasındaki bir ilişki biçimi. Eğer kamunun elinde tanımları yapılmış, onayları alınmış  bir proje (uygulama projesi) varsa ihaleye çıkabiliyor.  Ama ortada projesi olmayan, yani ne yapılacağı, içeriği belli olmayan bir iş için kamunun ihale yapması imkansız. Çünkü kamu yönetimi ihaleyle kereste bile satın alsa, miktarını, cinsini, evsafını tanımlamak zorunda.

Proje, araştırma, fikir üretimi ihale ile yapılabilir mi?

Proje olmadan ihale yapmak mümkün değil. İçeriği belli olmayan bir işi ihale etmek hukukta yolsuzluk anlamına geliyor. Buna karşılık projenin, fikir üretiminin ihale ile yapılması imkansız. Bu sistem sanattaki sansür gibi yaratıcı işi yönetime bağımlı kılıyor.

Buna karşılık kamu kuruluşları (belediyeler de dahil) proje olmadan ihale yapıyorlar. Bu durumda akla ilk şu soru geliyor: Ne yapılacağı bilinmeden nasıl ihale yapılabilir?  Bunun da çözümünü bulmuşlar. Restorasyon projelerinde önce bir müteahhite işi veriyorlar, şartnamesine de bir kaç danışman koyuyorlar. 

Mimarlık, restorasyon, tasarım, planlama faaliyetlerinde öne çıkan, ilgimizi çeken konular uygulamalarda ortaya çıkan sorunlar. Onları tartışmaya çalışıyoruz. Ancak karşımıza sonuçlar çıktığında bilgi sahibi oluyoruz ve itiraz etmek zorunda kalıyoruz. Narmanlı Hanı ne hale geldi, Emek Sineması ve Cercle d’Orient binası birer taklide dönüştü.

AKM yıkıldı, İstanbul onbeş sene kültür merkezinden yoksun kaldı. Sorguladığımız şu: Rant hırsı… Siyasal ihtiraslar… Yandaşlara aktarılan kaynaklar. Koruma ve planlama ilkelerine, kararlarına karşı kurnazca yöntemler, hileler geliştirilmesi…  İtiraz etmekten başka yapacak bir şey yok. Ancak sonuçları konuşmaya zorlandıkça, siyasetçilerle imtiyaz ilişkileri geliştiren zümrelerin işleri kolaylaşıyor.

Koruma şehirsel hareketliliği, dinamizmi engellemeye yarayan, halka zorluk çıkarmak için seçkinlerin uydurdukları bir kavram olarak algılanıyor. Karşımıza çıkan bu kötü uygulamaları tartışmaktan vazgeçelim ya da onlarla ilgilenmeyelim demiyorum, elbette. Tam tersine, bu uygulamaların ne gösterdiğini, nasıl bir eşitsizliğe, güç ilişkilerine dayandığını sorgulamaya dahil edelim demeye çalışıyorum.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy.

Siyasetçiler kültür bakanı bile olsalar, kültürel varlıklar adı verilen şeyin yok edilmesini hiç umursamıyorlar. Onların farklı öncelikleri var, bu tepeden inmeci, işaretsizleştirici, eşitsizlikçi, imtiyazcı bir şiddet içeren bu koruma sistemi içinde. Bilgi denen şeyi de pek umursamıyorlar, hatta ona karşı gizli bir düşmanlıkları var.  Ona, yani koruma sayesinde ayrıcalık elde eden zümreye karşı mücadele verilerek bu makamlar elde ediliyor. Bu alan devlet içinde, iktidar erkini kullanarak bir dayanışma ağları, bir imtiyaz şebekeleri mücadelesi…  Onlar için kültürel mirasın bundan öte bir anlamı yok.

Nesneleştirici, işaretsizleştirici  bürokratik bir işleyiş yaratılıyor. Bu yönetim modeli yalnızca mevcut değerleri değil, daha doğmamış değerleri yok ediyor.

Başka bir deyişle yok edilen yalnızca şehrin geçmişi değil, geleceği. Şehrin kamu müzeleri, kültür kurumları çökmüş vaziyette. Bu nedenle bir an önce şehrin yönetimini sorumlu kılacak, misyon odaklı çalışacak, çok katmanlı bir işlev görecek, karma bütçe kullanabilecek , özerk bir yönetimi olan bir organlaşmaya ihtiyaç var. Yapılması gereken aslında çok basit: Böyle bir deneyimi başlatmak için Bakanlık Büyükşehir’e destek versin. Galata Kulesi şehre iade edilsin.

Son bir not:

Zavallı turistler! Yalnızca İstanbullular için değil, onlar için de üzülmeliyiz! Bakan’a göre Galataport ismiyle maruf limana yanaşacak kruvaziyer gemilerine doluşup, akın akın şehrimize geleceklermiş. Onları sahilde şehirden özenle yalıtılmış bir şekilde gezdirecek olan turizm sektörünün imtiyazlı temsilcileri karşılayacak. Karaköy’de biraz dinlendikten sonra Galata Kulesi’ne ulaşacaklar. Kuleye çıkıp İstanbul’a bakacaklar. Tarihi bilgiler alacaklar. Nasıl diye sormayın. Yürüyecek değiller ya, otobüslerle olmalı. Oradan Galata Mevlevihanesi‘ne gelecekler ve kendileri için programlanmış gösteriyi izleyecekler. Sonra biraz daha yürüyüp, Tünel Meydanı‘na varacaklar. Narmanlı Hanı‘ndan alışveriş yapacaklar, üstteki teras katında yemek yiyecekler. Oradan Yeni Emek Sineması (“Grand Pera”) kompleksine doğru yola çıkacaklar. Böylece tarihi bina izlenimi veren replikaları görüp İstanbul mimarisi ve anıtları hakkında bir fikir sahibi olacaklar. Orada da alışveriş yapıp Madame Tussaud‘nun balmumu heykellerini görecekler. Sonra karşısındaki Atlas Pasajı‘na geçip Sinema Müzesi‘ni ziyaret edecekler. Orada eski Yeşilçam filmlerini merakla izleyecekler. Buradan Demirören binasına varacak, kahve içip alışveriş yapacaklar. Yürüyüşün final noktasında onları Yeni AKM onları bekliyor olacak. Bakan’a göre burada bir de sanat sokağı yapılıyormuş. Turistler burada kültür etkinliklerine katılabilecekleri gibi alışveriş de yapabileceklermiş. Turist dediğimiz kitle belki uzaktan, hanutçuluk gibi profesyonel işlerle sermaye biriktiren bir sektör temsilcisine böyle gözüküyor!

Allah onların da sonlarını iyi etsin.

Covid-19 iklim krizini durdurmada hiç mi işe yaramadı?

İnsanlar son Buzul Çağı’nın sonunda tarım yapmaya başladığında atmosferdeki karbondioksit oranı yaklaşık milyonda 280 moleküldü (280 ppm). Bu oran patlayan yanardağlarla arada değişiyor olsa da 1750 yılına kadar yaklaşık 280 ppm seviyesinde kaldı. O tarihe kadar insanlar kömür ya da petrol yakmıyor değillerdi. Yalnız bu genelde hem ısınma amaçlı oluyordu hem de insan nüfusu fazla değildi. Dolayısıyla yaktığımız bu kömür ve petrol yeryüzünün atmosferini değiştirme açısından önemli bir rol oynamıyordu.

1750 civarında ise İngiltere’de madenlerden çıkan kömürü ısınmak için kullanmanın ötesinde iş yapmak için kullanmaya başladık. James Watt kömürden çıkan ısı enerjisini işe çeviren buhar makinesini tasarladı ve üretti. Bu andan sonra da insanlık uzun zamandır elle yaptığı pek çok işi makinelere yaptırmaya başladı. Bu öncelikle insan nüfusunun hızla artmasına yol açtı. Ayrıca ısınma dışında yakılan kömür ve petrol de hızla atmosferdeki karbondioksit oranının artmasına neden oldu.

Güneşten gelen enerji azalıyor, sera gazı salımı artıyor

Bugüne geldiğimizde atmosferdeki karbondioksit oranı 1750 öncesi döneme oranla neredeyse %50 artmış durumda. Bunun etkisinin ne olacağını hala anlamaya çalışıyoruz ama basitçe şöyle söylemek mümkün. Atmosferde hiç karbondioksit olmasaydı yeryüzünün ortalama sıcaklığı -18oC olurdu. 1750’deki 280 ppm seviyesi sıcaklığın +15oC civarına çıkmasına yardım etti. Bugünkü 418 ppm seviyesi ise mutlaka +15oC’den yüksek bir ortalama sıcaklığa neden olacaktır. Bilim insanları harıl harıl bu artışın ne olacağını ve bizi nasıl etkileyeceğini anlamaya çalışıyorlar.

Bilim insanlarının bu modellemeleri üç temel bilgiye dayanıyor: Güneş’ten bize ne kadar enerji geliyor, yeryüzünün yüzey şekilleri ve bitki örtüsü ve atmosferde ne kadar sera gazı olduğu. Dolayısıyla bu üç unsuru da her vakit dikkatlice ölçmeliyiz. Güneş’ten gelen enerji miktarı 1980 yılından bu yana çok hafif azalıyor. Yani biz bu gezegeni ısıtırken Güneş “Aman ne yapıyorsunuz! Bari ben biraz yardımcı olayım da başınıza büyük felaketler gelmesin.” der gibi gönderdiği enerjiyi kısıyor. Ancak biz o denli fazla sera gazı salıyoruz ki sıcaklık artışı pek de ara vermeden devam ediyor.

Atmosferdeki karbondioksit oranını her yerde ölçmek mümkün ama resmi olarak Dünya Meteoroloji Örgütü üç ayrı noktada ölçüm yapıyor. Alaska, Tasmanya ve Havaii. Havaii’deki Mauna Loa Gözlemevi bunlar içerisinde en uzun süredir ölçüm yapan merkez. Bu üç merkez yapılan ölçümlerde de Covid-19 sırasında insanların yaşamında ve ekonomik hayatta görülen değişikliklerin atmosferdeki karbondioksit oranına hiç yansımamış olduğu kolayca anlaşılabiliyor.

Bunun nedenini de anlamak aslında çok zor değil. 1750’den bu yana atmosfere giderek artan bir miktarda karbondioksit salıyoruz. Dile kolay, neredeyse 270 sene. Şimdi biz bu salımlara 3-5 ay ara verdik diye her şeyin düzelip yeryüzünün cennet olacağını mı sanıyoruz? Aslında bu bile doğru değil, çünkü 3-5 ayda salımlara ara da vermedik, ülkemizdeki salımlar %10 civarında azaldı, o süre bittikten sonra da herkesin eski yaşamına dönmesi ve hatta üstüne fazla fazla salım yapması nedeniyle bu seneyi sadece %3-5 arası bir azalma ile kapatacağımız bekleniyor. Yani kısaca, bu kadar evde oturmamız neredeyse hiçbir işe yaramadı ve yaramayacak çünkü enerjimizi aynı yöntemlerle üretiyoruz, toplu taşıma kullanımını azalttık ve beslenme yöntemlerimiz tamamen aynı. Bunlarda değişiklik olmadığı müddetçe de atmosferdeki karbondioksit seviyesinde ciddi bir düşüş beklememiz gerçekçi olamaz. 

Bir de elbette 1.5 oC ısınmayı aşmamak için neler yapmamız gerektiğini söylemekte fayda var. 1.5 oC ısınmayı aşmamak için ülkemizin her sene karbondioksit salımlarını %50 azaltması gerekiyor. Covid-19 sırasındaki mecburi azalma bile sadece %3-5 seviyesinde. Düşünün daha ne kadar çaba göstermemiz gerektiğini.

Su, emek ve seramik

Seramik insanlık tarihi kadar kadim ve köklü bir sanat dalı. Açık Radyo’da yayınlanan Sudan Gelen’de konuklarımız Atölye Çamurdan’ın kurucuları Funda Özkan ve Tuğba Ülker kardeşlerdi[i]. Atölye Çamurdan 1997’den bu yana Ankara’da faaliyet gösteren bir seramik atölyesi. İki kardeşi anlatırken onlara “seramik sanatçısı” demek yetersiz kalıyor. Zira Funda ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama ve Tuğba ise ODTÜ Endüstriyel Tasarım mezunu. Onlar hayatlarıyla birlikte çamuru da sürekli dönüştüren iki yoldaş aslında. Tuğba ve Funda çamuru, çamurun içindeki suyu, ikisinin içindeki tahayyülü ve onu gerçeğe çevirirken suyun çamuru usulca terk etme mucizesini anlattı[ii].

Akgün İlhan: Sevgili Funda sizin seramikle olan aşkınız çeyrek asrı aşıyor. Bu zaman dilimine ödüller, sergiler, dersler, atölyeler ve her kesimden ve her yaştan öğrenciler sığdırmayı başardınız. Peki, siz seramikle nerede ve nasıl tanıştınız? Seramik tutkusu bunca sene nasıl sönmedi de harlanarak devam ediyor?

Funda Özkan: Başlarken senin de söylediğin gibi Funda’nın da benim de eğitimlerimiz seramik bölümünde değil, farklı alanlardaydı. Dolayısıyla ikimiz için de seramik önce bir hobi olarak başladı. İlerleyen zamanlarda onun çekim gücüne kapılıp kendimizi fazlasıyla içinde bulduk. Önce bir seramik atölyesinde bir tür çıraklık döneminden geçtik. Arkasından da kendi atölyemizi açtık. Derken bir de baktık 30 yıl geçmiş. Bu tutku nasıl devam ediyor sorusuna gelince, üretme, tasarlama, malzeme araştırma, sürekli deneme-öğrenme kısmı zorlayıcı. Ve tam da bu zorlayıcılık nedeniyle seramik hala çok zevkli. Bu yüzden insan kendi kendine “ne ara 30 yıl olmuş?” deyiveriyor. Ancak, gerek hammadde gerek kültürel birikim açısından seramiğin anayurtlarından biri olan bu coğrafyada günümüzde, pek çok üretim dalında olduğu gibi, üretmenin zorluklarıyla boğuşmak epey yorucu oluyor. Gerek hammaddeye ulaşmak gerekse ürünleri sunacak platform bulmak fazlasıyla yıpratıcı ve şevk kırıcı olabiliyor. Gerçekçi olarak baktığımızda atölyede ekonomik açıdan işler hiç de yolunda gitmiyor maalesef. Yaşadığımız Covid-19 krizi pek çok sektörde olduğu gibi bizde de bir deprem etkisi yarattı. Yaklaşık iki ay gibi bir aradan sonra Atölyemizi pandemi koşullarını da göz önünde bulundurarak yeniden açtık ve gelen öğrencilerimizle her zaman olduğu gibi derslerimize devam ediyoruz.

Peki Tuğba, herkesin cevabını bildiğini sandığı bir soruyla devam edelim. Çamur nedir? İçinde ne vardır?

Tuğba Ülker: Çamur dünyanın bize sunduğu bir armağan gibi. Hammadde olarak neredeyse her yerde bulunabilir olmasının da etkisiyle çok eski çağlardan beri çok farklı coğrafyalarda ve kültürlerde yaygın olarak yerini almış bir malzeme. Tabii ki çamur dediğimiz malzeme çeşit çeşit. Kullanım yerine ve hammadde kaynağına hatta kullanılan tekniğe göre değişiklikler gösterebiliyor. Bu kolay bulunup kolay şekillenebilen muazzam malzemenin ortaya çıkış hikâyesi, çetin koşullardaki dağ zirvelerinde ve kayalıklarda başlıyor. O eğilmez bükülmez sarp kayalar zamanla aşınıp çözünüyorlar. Bu süreçte hepimizin bildiği toprak oluşmaya başlıyor. Bu çözünmenin yaşandığı yer, orada bulunan kaya türleri ve onların nelerle karıştığı toprağın niteliğini oluşturuyor. Bu nedenle her toprak veya çamur farklı yapısal özellikler taşıyabiliyor. Milyonlarca yıldır süren bu oluşum içerisinde inorganik özellikleri olan ve granülleri birbirine bağlanabilen bir toprak çeşidini, yani seramik çamurunu meydana getiriyor.

Aslında, dünya yüzeyini kaplayan kayaların %75’i, bizi ve camcıları çok ilgilendiren, kaynağımız olan, önemli bir kaya türünden oluşuyor. Biz bunlara feldispat içeren kayalar diyoruz. Feldispat hem cam hem de seramiğin hammaddelerini içeren bir karışım. İçinde silisyum, kuartz, alümina ve mika gibi pek çok malzeme var. Mesela granit bu tür bir kaya. Fiziksel ve kimyasal aşınmalarla çözünüp ana kaya etrafında parçacıklar oluşturan bu tür kayalar, hem biz seramikçilere, hem de cam üreticilerine ortak bir cevher sunuyor. Köken ve içerik olarak çok birbirine benzeyen bu iki sanat dalı, genellikle birlikte anılıyor zaten; Seramik-Cam Ana sanat dalı gibi.

Tabii milyonlarca yıldır çözünüp açığa çıkan bu cevherler, durdukları yerde; yani ana kaya etrafında durmayıp, bir de yolculuk yaşıyorlar. Zirvelerde başlayan bu erozyon yolculuğu, rotadaki pek çok şeyi de içine katarak, dere yatakları veya bazen deniz seviyesine dek sürüklenmesiyle, oluşum yerinden çok uzaklarda stoklar oluşturmasıyla sonuçlanıyor. Yolda rastlanan ve içine karışanlar, organik ve inorganik pek çok şey olabiliyor; taş kireç, fosiller, bitki veya böcek artıkları, metal tozları gibi.  Bunların bazıları (taş, kireç, bazı organik atıklar vb.) seramik yapmamızı olanaksız kılıyor. Dolayısıyla, bulunan malzeme sıvı hale getirilip süzülerek bu tehlikelerden arındırılır. Ama süzerek bile ayıramayacağımız metal tozları ve mineraller hala karışımın içindedir ki bu çamur için bir zenginlik kaynağına dönüşür. Onu, oluştuğu haline kıyasla çok daha gözenekli, geçirgen ve çok daha fazla plastik hale getirir. Ana kayadan uzaklaştıkça bu etkiler artar. O nedenle de doğada bulunduğunda, bambaşka renk ve yapılarda olabilir çamur. Bembeyaz, krem rengi, gri, sarı, mavi kırmızı, kahverengi, siyah, az geçirgen, çok geçirgen olabilir. Tabii günümüzün rengârenk seramiklerini oluşturan, doğadaki bu hal değil, ilk pişirimden sonra, yine doğadaki renklendiriciler kullanılarak yapılan renklendirme, yani sırlamadır.

‘Fiyat ve değer aynı anlama gelmez, her çamur değerlidir’

Çamurun içine karışmış bulunan metal tozu, çoğunlukla dünyamızın içindeki eriyik demirden kaynaklanan demir tozu olduğu için, sıklıkla kızıl kahve tonlarında çamurlarla karşılaşırız. Ama bazı yolculuklarda, özellikle de ana kayadan çok uzaklaşmadan kısa kesilenlerde, bu gerçekleşmez. Net beyaz ya da gri görebiliriz onları. Ham haldeki renk her ne olursa olsun, çamurun seramiğe dönüştüğü ilk fırınlamadan sonra bu renkler büyük oranda kaybolur. Tabii eğer demir içermiyorsa. Demir oksidin olması durumundaysa demirin türü ve miktarına bağlı olarak, ilk fırınlamadan sonra, ham renginden biraz farklılaşmış, kızıl kahve tonlarında bir seramiğimiz olur. Bu bizim kırmızı çamur ya da Terracotta olarak bildiğimiz durumdur. Yolculuk uzayıp rakım düştükçe demire rastlama ihtimalimiz de artar. Yerleşimlerini sarp yamaçlara değil de genellikle deniz seviyesine yakın yerlere kuran tüm Ortadoğu ve Akdeniz ülkeleri ve Anadolu, uzunca yol katetmiş bu malzemeyle çalıştıklarından müzelerimiz kırmızı çamur ürünlerle doludur. Çin veya Norveç’teki müzeleri dolduran başka biçim ve renklerin kaynağı da yolda rastlananların farklılaşmasıdır.

Bu durumda, doğal olarak, hangi kayaların çözündüğü, hangi zirveden yola çıkıldığı, ne uzunlukta bir yolculuk yapıldığı, o yolda nelerle karşılaşılıp nelerle karışıldığı, çamurun içeriği ve yapabilecekleri, daha doğrusu, ne tür ürünleri daha iyi yapabileceği konusunda belirleyici olur. İşte tam da bu yüzden, tarih boyunca ve şimdi farklı coğrafyalar ve farklı kültürler yaratıyor. Bambaşka değil, ama birbirinden farklı Uzak Doğu, Güney Amerika, Avrupa ve Anadolu seramikleri görüyoruz. Bu yüzden, porselen, çini, terracotta veya stoneware gibi ürün etiketleri görüyoruz raflarda. Bunların hepsi seramik ailesinin içeriği biraz farklılaşmış, “iyi ve kolay yapabildikleri” biraz değişmiş üyeleri.

Bu fark, bir “iyi-kötü”, ya da “kaliteli-kalitesiz” karşılaştırması yapılabileceğine dair bir yanılgı oluşturur genellikle. Sanki Çin Porseleni daha değerliymiş gibi mesela. Hâlbuki böyle bir “daha iyi” veya “daha kötü” olma durumu yoktur. Bu kardeşler birbirlerinin yaptıklarını yapmak istemezler sadece. Onları zorlarsanız fire oranı yükselmiş bir üretimle boğuşursunuz. Evet, Anadolu’nun geleneksel kırmızı çamuru, porselen biblo ya da vazo üretemez, ancak porselen ürünler de, şarap, zeytinyağı veya peynir saklanabilen sağlıklı hacimleri oluşturamaz veya muazzam terracotta heykelleri yapamaz. Etiketlere bakıp yanılmamalıyız. Pazarlama ve satış dünyasının fiyatları başka bir durumdur, “değer” ise bambaşkadır. Velhasıl aslında her çamur değerlidir ve her çamur kendi yapısına uygun kullanılmalıdır.

-Çamurdan seramiğe doğru giden yolda su nerededir ve ne işe yarar?

FÖ: Biz seramik çamuru dediğimiz bu değerli karışımı bulana dek, o binlerce yılda kilometrelerce yol kat ederek gelmiş ve içinden geçtiği yerlerden başka şeyleri de katarak zenginleşmiş. Mesela çamur, bir dere yatağı veya göl tabanında ya da toprak derinliklerinde rezerv oluşturmuş halde karşımıza çıkıyor. Defter yaprakları benzeri bu katmanlı yapısıyla doğru işlemlerden geçtiğinde, katmanları birbirine bağlanarak sonsuz şekil kurabiliyor. İşte tam da burada su devreye giriyor. Kuru ve birbirinden bağımsız katmanlar, su sayesinde, esnek, eklemlenebilen, eğilip bükülebilen, son derece plastik bir yapıya dönüşüyor. Yani su yoksa çamur, çamur yoksa seramik yok.

Aslında su üç şekilde çok önemli seramik için; varlığı, miktarı ve yokluğu ile. Başlarken, doğru miktarda suyu olmalı çamurun; ne çok, ne de az, tam kararında. Ayrıca seramiğin yapımı süresince bünyesinde giderek azalan ama hep korunan bir su bulunmalı.

Malzemenin ilk ‘cevap’ anı heyecanı 

Bittiğinde ise tüm gövde eş zamanlı olarak yavaşça sudan ayrılmalı. Biz bunu kuruma olarak biliyoruz. Su moleküllerinin çamur gövdesini terk ederken bıraktığı boşluk, çamur katmanlarının birbirine doğru yaklaşmasına ve nihai yapısal bağların yeni mesafelerle kurulmasına neden oluyor. İşte buna da küçülme ya da çekme diyoruz. Ortalama bir hafta süren bu kuruma, her şeyi doğru yapıp yapmadığımızı gösterecek kritik bir dönem. Bir açıdan, o ana kadar her sözünüzü dinler görünen “biçim”inizin, size cevap vereceği ilk an bu. Eğer çamuru hazırlama ve biçim verme kurallarına uymamışsanız, defo alıp üzülebilirsiniz. Bu yumuşacık ve her istediğinizi yapar gibi görünen hazinenin sıkı üretim kuralları var yani.

Hatta “yaptığınız”ın size sözünü söylediği bu kritik an ile bir kere değil iki kere karşılaşıyorsunuz. Tamamen kuruduğunda da malzemesi hala çamur olan ürününüz fırına girip yapısal dönüşüm geçirirken de içindeki kimyasal sudan ayrılıp küçülmeyi sürdürüyor. Yani doğru çalışıp çalışmadığınız bir kere daha deneniyor. Bu ilk fırınlamadan sonra her şey yolundaysa, yaptığınız gibi defosuz ve sadece biraz küçülmüş seramik ürününüze kavuşuyorsunuz. Seramik yapımını bir adrenalin sporu olarak tanımlayan bir şaka vardı bir ara. Durum hakikaten böyle. İlk fırınlamadan sonra renklendirme ve tekrar fırınlamayla da heyecan devam ediyor.

Toprak ve su seramiği oluşturuyor. Sonra o seramik, suyla ilgili pek çok alanda kullanılıyor. Bununla ilgili ne demek istersin?

TÜ: Tarih boyu seramiğin su taşımak için, sulama için ve su saklamak için kullanıldığını hepimiz biliyoruz. İçindekini bozmadan uzun süre saklayabilen çok sağlıklı bir malzeme seramik. Bu yüzden en iyi testiler, amforalar, termoslar, güveçler ve saksılar hep seramiktir. İçindekine nefes aldıran, kavrarken hapsetmeyen muazzam bir çözümdür seramik. Geçirgenliği çok özel sulama sistemleri kurabilmemizi sağlamıştır tarım tarihi boyunca. Şimdilerde Avrupa’da tekrar moda olmaya başlayan “seramik damıtma kapları”, hani şu saksıların ya da tarlanın içine yerleştirilip suyla doldurulabilen çömlekler, aslında tarım tarihimiz boyunca bizimleydi. Örneğin yaşlı çiftçilerimiz bir toprağın verimini test edebilmek için su dolu testiyi gömerlermiş toprağa ve suyu ne hızda emdiğine bakarlarmış. Aynı geçirgenlik, yiyecek, su, yağ, şarap ve sabun gibi ürünlerimizi uzun süreler boyunca bozulmadan saklayabilmemizi sağlamış.

Seramiğin diğer görsel sanatlardan en önemli farkı nedir?

TÜ: Seramik bir cidar kuma, yapı inşa etme, boşluk çerçeveleme süreci aslında. Lao Tzu’nun şöyle bir şiiri var:

“Bir çömlek kilden yapılır ama içindeki boşluktur onu kullanışlı yapan.

Evlerin duvarları vardır ama

                O duvarlardaki deliklerdir evi oturulabilir kılan.

Yani, kapılar, pencereler ve odalardır.

İnsan nesnelere biçim verir ama anlamı veren boşluktur.

Eksik olan varlık sebebini verir.”

İnce duvarlar kurarak, hem ekleyip hem çıkararak, büküp okşayarak, şeylerin içleri ve dışlarına dair kurgu yapar seramikçi. İster “kullanılan” ister “seyredilen” bir şey üretsin, kendi bakış açısının duvarlarını inşa eder. Kurulan ince cidarlar, ister gözlerden saklansın, ister açılıp içine davet etsin hep bir hacim yaratma oyunu ya da sürecidir. Hangi merakla, hangi hedefle ne inşa ettiğine öyle kapılırsın ki diğer her şey yok olup, çamur yoldaşınla serüvenin kalır bir tek geriye. Söyleşirsiniz, atışırsınız bazen. Tabii son sözü hep çamur söyler. O son söz, daha önce de değindiğimiz gibi, biraz gecikmeli geldiği ve “kurumuş son söz” onarılamadığı için biraz kör, biraz el yordamıyla çalışır seramikçi. Oysa ahşap, metal gibi güzelliklerle oynarken, hatanızı ya da başarınızı yani sonucu hemen görmek mümkündür. Şeyleri birbirine çakarak, kaynatarak, vidalayarak değil de yapı içinden birbirine bağlayarak ve daha kendiliğinden bir birleştirme söz konusudur seramikte.

‘Öğretirken yeniden öğreniyoruz’

Atölye Çamurdan sadece kurucuların eserlerini yapıp fırınladığı bir yer değil, Ankaralı seramik meraklıları için çok güzel bir okul da aynı zamanda. Seramik kursu düzenlemek neden önemli sizin için? 

FÖ: Aslında öğretme eyleminin bizi hiç olmadığımız kadar iyi öğrenciler yapacağını hiç düşünmemiştik başlarken. Kişilerin bir eleman ya da sadece kendi alanlarında uzman olmalarının dışına çıktığı, kendilerini ifade alanı yakaladığı, bir sürecin başından sonuna dek içinde olunabilen özgür bir üretim alanı atölye. Biz ikimiz de seramik üretimine bu nedenlerle merak salıp bu nedenlerle denemek istemiştik. Yaptıkça daha çok öğrenmek istedik, istedikçe ne kadar az bildiğimizi fark ettik. Etrafımıza, tarihe, coğrafyaya, kültüre, ürünlere, çizgilere, zaman ve mekâna bakışımız değişti ve zenginleşti. Gerçi bizim bölümlerimiz zaten bu yönde bir merakı büyütüp yeni sorular sormanın önemini aktaran bölümlerdi. Yine de bir şeyleri baştan sona eyleyen olmak, sadece projelendiren değil, üreten de olmak yeni bir dil edinmemize olanak sundu.

Böyle bakınca, bu heyecan ve merakı aktarabileceğimiz bir öğretme programını da özel olarak tasarlamak istedik. İnsan nasıl öğrendiğini çok çabuk unutabiliyor. Ama öğretmeye başlayınca, öğrendiğini sandıklarını ya da öğrendiklerini bir başka gözle tekrar öğrenmeye başlıyor. Çünkü bu sefer özne siz ve çamur değil “o kişi ve çamur” olmaya başlıyor. İster ürün tasarla, ister program, hep aynı “daha iyisini arama” macerası yaşıyorsun. Bambaşka hayatları ve birikimleri olan insanlarla her öğretmede yeni bir insan ve bakış açısı tanıyorsun. Neredeyse öğrettiğin kadar öğrenme de yaşıyorsun. Ve aslında bir bakıma çoğalıyorsun.

Pek çok öğrencimiz vazgeçilmez dostlarımız oldu. Atölye Çamurdan biz iki kardeşin değil, kocaman bir ailenin atölyesi oldu. Ankara’dan ayrılan pek çok dost kendi atölyelerini kurdu ve kardeş atölyelerimiz oldu. Ve muhtemelen etraflarındaki tüm nesnelere, emeğe ve üretime bakış açıları tamamen değişti. Yapmayı deneyen insanın, yapılmış nesnelere bakışı tamamen değişiyor. Değerlendirme yapabilen ve neyin saygıdeğer olduğunu bilen kişilere dönüşüyor seramikle uğraşanlar. Bizim gibi atölyeleri ve özel tasarım ürünleri, bilinçle ve bilgiyle değerlendirebilen bir nüfusu çoğaltmak, hepimizi zenginleştiren bir şey.

Çamurla ve seramikle tanışmak isteyen dinleyicilerimize ne tavsiye edersiniz?

FÖ: Günümüzde pek çoğumuz kocaman sistemlerin küçük birer elemanı olarak çalışır bulduk kendimizi. Çok şey görüp çok şeyi hazmetme, hızlı ve doğru kararlar verme, üretemeden dikkatsizce tüketme sıkıntılarıyla boğuşuyoruz. Bir malzemeyi tanımak, onu dinleyebilmek, ondan öğrenmek, bir alanda meraklı ve dolayısıyla da sabırlı olabilmek çok önemli bir parçası hayatın. Seramik yapmak demek uzun bir üretim yolculuğunu malzemeyle ve kendinle başbaşa kalarak, tek başına yaşama deneyimi demek. Seramik yapmanın her yaştaki herkese katacağı çok şey var. Sana denileni değil, kendi denemek istediğini yapmak, soru sorabilmek, yanıt aramak, sabredebilmek, emek verebilmek, zorlu bir süreci başarıyla tamamlayabilme mutluluğunu yaşamak demek seramik. Yani seramik yaşamak demek aslında.

Dolayısıyla seramik yapmayı herkese tavsiye ediyoruz. Bu deneyimden sonra insanların bugün hiç dikkat etmeden kullandıkları pek çok nesneye bakışlarının değişeceği de kesin. Fonksiyonel ya da dekoratif, her objedeki dili anlamaya başlamak, o objenin üretilmesi sürecindeki zorlukları ve macerayı bilerek ona dokunmak, nesnelerle ilişkimizi daha önceden yaşamadığımız bambaşka şekillerde kurmak demek. Hem onu yaparken, hem de kullanır ve tüketirken.

Biz Atölye Çamur’dan ekibi olarak, tüm zorluklara rağmen inadına daha iyiyi tasarlamaya, üretmeye ve öğretmeye devam ediyoruz. Seramikle ilgilenen seramik yapmayı öğrenmek isteyen dinleyicilerimiz için faydalanabilecekleri bir websitemiz var (www.atolyecamurdan.com.tr). Atölyenin ayrıca kendi adıyla bir Facebook sayfası ve aktif olarak kullandığımız atolyecamurdaninstagram adında bir Instagram hesabı da var. Buradan katıldığımız sergilerden ve etkinliklerden, düzenlediğimiz atölyelerden ve derslerden haberdar olabilir ilgilenenler. Bir de [email protected] adlı e-mail adresinden bize ulaşabilir ve öğrenmek istediklerini sorabilirler.

*

[i] Radyo programının dinlemek için tıklayınız

[ii] Bu yazılı röportaj ilk kez 10 Ağustos 2020 tarihinde Açık Radyo’nun websitesinde yayımlanmıştır

Marmara Gölü: Kuraklığın fragmanı

Son 60 yılda kuraklığın, aşırı su kullanımının ve ekosisteme yapılan müdahalelerin neticesinde 60’a yakın göl kurudu. Kuruyan göllerin toplam alanı Van Gölü’nün 3 katı büyüklüğüne yakın! Bazıları mevsimsel olarak tekrar su ile buluşsa da sürdürülebilir olmadığı için artık göl sayılmıyor. Çoğunun sahip oldukları canlı çeşitliliği neredeyse ortadan kalkmış vaziyette. Bu göllerden bazıları etrafındaki yaşayanların talebi ile kurutulmuş, kimi açılan drenaj kanalları nedeniyle kurumuş, kimi aşırı yer altı suyu kullanımından kaynaklı, kimi de kendisini besleyen akarsular üzerine yapılan barajlar vs. yüzünden yeterince su alamadığı için kurumuş.

Hepsinin ortak yanı ise insan müdahalesi! Son örnek de Ege Bölgesi’nde yer alan Marmara Gölü. 1930’lardan beri yoğun insan müdahalesine maruz kalan gölün en nihayetinde geldiği nokta benzerleri gibi kurumak oldu. Normal şartlarda kurak geçen sezonlarda, gölün suyunda azalma olması, küresel iklim değişikliğinden kaynaklı olarak beklenen bir sonuç. Ancak bir de aşırı artezyen ve nehir suyu kullanımı ile baskı altına alınması, iklim değişikliğinin etkisinin katlanarak ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Nitekim Marmara Gölü’nde de yaşanan tam olarak bu. İnsan faaliyetleri nedeniyle meydana gelen küresel iklim değişikliğinin sonucu ortaya çıkan kuraklığa ek olarak, aşırı su kullanımı ve anlamsız müdahaleler, Marmara Gölü’nün ölüm fermanı sayılabilir.

Manisa’da Salihli ile Gölmarmara arasında yer alan ve bir alüvyon set gölü olan Marmara Gölü, 12 km uzunluğunda, 6 km genişliğinde ve deniz seviyesinden de 75 metre yükseklikte olan bir göldü. 1930’lardaki ilk müdahalelerden önce, göl bir kapalı havza konumundaydı. Bu zamana kadar sadece çeşitli küçük kaynaklar, küçük bir dere olan Şeyh Abbas deresi ve yağmur suları ile beslenmekteydi. Daha sonra yapılan müdahaleler ile Marmara Gölü bir rezervuar gölüne dönüştürülmüş ve çeşitli yeni kanallarla göl, farklı nehirlerle al ver ilişkisi olacak şekilde bağlantıya sokulmuştur.  Amacı her zamanki gibi gölü insan kullanımına daha fazla elverişli hale getirmek olan bu müdahaleler, gölün kuraklığa karşı da dayanıksız hale gelmesine neden olmuştur. Çünkü kendi dinamikleri ile var olan bir göl yapay olarak başka kaynaklarla ilişkilendirildiğinde mevcut durumunu koruyamayacak hale gelir. İşte bu nedenle, ilk olarak 1993 yılında meydana gelen kuraklık sonucu göl tamamen kurumuş ve gölde canlı namına pek bir şey kalmamıştır.

Dengesi bozulan gölün suyu, taşıma su ile Gediz nehrinden gelen sularla tekrar dolu tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu durum göle aşırı derecede alüvyon girişine ve böylelikle de gölün daha da dengesiz hale gelmesine neden olmaktadır. Zira aşırı alüvyon girişi beraberinde gölün sığlaşmasını da getirir  Bu duruma bir de kuraklık ve etraftaki tarımsal alanın gölden alınan su ile vahşice sulanmasını da eklersek alın size kuruyan bir göl daha.

Türkiye göllerinin çoğunluğu, ne yazık ki üzerlerindeki baskıları tolere edemeyecek kadar küçük ve hassas göller. Çoğunluğu sadece hayvanların (kuş, balık, börtü böcek) kullanımına bırakılması gereken göllerin, çeşitli müdahalelerle insan kullanımına sunulması, birer birer kurumalarına neden oluyor. Üstelik ülkenin yer aldığı bölge olarak da iklim krizinden en fazla etkilenecek bir bölgede olması, Türkiye’nin göllerini daha da hassas bir hale getiriyor.

Raporlar yazılıyor ama… 

Marmara gölü, göllerin insan müdahalesi ve kuraklık neticesinde nasıl da can çekişebileceklerinin yeni bir fragmanı sayılabilir. Önceki fragmanları, Seyfe’de, Palas’ta, Karagöl’de, Amik’te ve daha nicelerinde gördük. Yeterince etkili olmamış olacak ki Marmara gölü de bu kervana katıldı katılacak. Sırada da diğer göller var. En son duyduklarımızdan biri de Büyükçekmece gölü. O da insan faaliyetlerinden nasibini almak üzere. Küçükçekmece gölünde gördüğümüzün farklı bir versiyonunu şimdi Büyükçekmece gölünde izliyoruz. Anlaşılan göller, doğal kaynaklara karşı olan sefil yaklaşımdan fazlasıyla nasibini alıyorlar ve almaya da devam edecekler.

Türkiye’nin tatlı su kaynakları başta olmak üzere doğal kaynaklarına gözü gibi bakmasının önemini geçtiğimiz haftalarda yayınlanan bir raporla daha iyi anlıyoruz. Amacı bu su kaynaklarını korumak olanların bunu yapmak yerine baraj, HES, maden, çöp ithalatı, ticaret vs. ile uğraşmaları, ülkenin doğal kaynaklarının kaderine terk edildiğini gösteriyor. Eminim ki bu rapordan haberleri bile yoktur. Rapor özellikle su kaynaklarının korunmasını ve tarımsal faaliyetlerin daha da planlı ve dikkatli yapılmasını üzerine basarak söylüyor.

Raporu kaleme alan Elfatih Eltahir “Dünyanın değişen iklimini ortaya koyan farklı küresel sirkülasyon modelleri, sıcaklıkların neredeyse her yerde artacağı ve çoğu yerde yağışların da artacağı konusunda hemfikir. Bununla birlikte, Dünya üzerindeki herhangi bir kara kütlesinin öngörülen yağış miktarındaki en büyük düşüşü gösteren büyük bir istisna var ve bu yer de Akdeniz bölgesi” diyor. Özetle Eltahir bize Akdeniz bölgesinin kuraklık altında adeta can çekişeceğini anlatıyor. O halde bu uyarıya rağmen biz hala su kaynaklarını tarumar eden projelere ve tamamıyla suya dayanan üretim alanlarını bu kuraklıktan en çok etkilenecek olan kıyı bölgelerine yapma ısrarını sürdürürsek ciddi anlamda bir krizle de karşı karşıya kalacağız demektir.

Yapılması gereken ülkenin bölgesel risk haritalarını çıkartıp bu bölgelerdeki su kaynaklarını korumaya alacak önlemlerken, tamamı kumul olan bölgelere su ürünleri üretim sahaları, organize endüstri tesisleri, patlaması mümkün gübre fabrikaları ve petrokimya tesisleri kuruyorsak vay halimize. Sözün özü su kaynakları bir bir kururken, yeraltı suları daha derinlere çekilirken, elde kalan su kaynaklarının canına okuyacak işlere hala devam ediyorsak durumumuz gerçekten vahim demektir.

‘Kara Yağmur’ altında ve şemsiyesiz

Geniş anlamıyla toplumsal yaşamın yasalar çerçevesinde koruma altına alınarak yurttaşların haklarının maddi- manevi yaptırımlarla düzenlenmiş olan kurallar bütününe uygun şekilde savunulmasını sağlayan hukuk, sağlık ve güvenlik risklerinin karşısında da kaçınılmaz bir başvuru aracıdır. Tüm devletlerin anayasalarında yer alan sağlıklı yaşam hakkının herkes tarafından ulaşılabilir olması için hukuk bir şemsiye görevi görür. Bu açıdan hukuk, teknolojik alandaki gelişmelerle adına medeniyet denilen dünya sahnesi de değişirken oluşan her tür mağduriyetin önlenmesi ya da tolere edilmesi noktasında da önemli bir rol oynar.

Ne var ki, tüm endüstriyel faaliyetlerin aynı olmaması farklı mağduriyetlerin oluşmasına yol açarken aynı hukuki yaklaşımın izlenmesi bırakın mağduriyetlerin önlenmesini mağdur edenin elini güçlendiriyor. Mevcut hukuki yaklaşım ve alt yapının radyoaktif kirliliğe maruziyetten doğan mağduriyetlerin önlenmesinde ya da tolere edilmesinde yetersiz kaldığını anlatmayı amaçladığım bu yazıda sizlere 66 yıl arayla yaşanan iki olaydan örnek vereceğim. Zira gerek 75 yıl önce Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan bombaların gerekse dokuz yıl önce başlayan Fukuşima Nükleer Felaketi‘nin ardından doğan hak arayışlarının bugün yanıtsız bırakılmış olması dünya genelinde yurttaşlar açısından gelecekteki mağduriyetlerin habercisi. Aynı zamanda aradan geçen 66 yıla rağmen hukukun bir adım öteye gitmemiş olması da bildiğimiz hukukun kifayetsizliğinin en büyük göstergesi.

Radyasyonla yaşamak: Hibakuşalar

Dünya kamuoyu nezdinde 1945 yılının 6 Ağustos’unda Japonya’nın Hiroşima şehrine 9 Ağustos’ta ise Nagasaki şehrine ABD tarafından atılan nükleer bombalarla tanışılan yıkım, aslında 1942’de başlatılan Manhattan Projesi‘nin Üçlü Test (Trinity Test) kapsamındaki test sürüşüdür. İlki New Mexico Alamogordo‘da da denendikten sonra ilk kez insanlar üzerindeki etkisinin anlaşılması için savaş koşulları bahane edilerek(gerek olmamasına rağmen) ikincisi 21 gün sonra Hiroşima’ya ve üçüncüsü de hemen ondan üç gün sonra Nagasaki ‘ye atılır. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan bombalarla sivil yaşam hedeflendiği için bombanın düştüğü noktalardan her yöne beş kilometre içinde 200 bini aşkın insan yanarak anında can verirken bir o kadarı da yıllar içinde çeşitli hastalıklardan musdarip, “hibakuşa”* olarak bir hayat sürmek zorunda kalır…

Ömürleri boyunca tedavilerinin görülebilmesi için Japon Kızıl Haç Derneği tarafından 1956’da Hiroşima’da, 1969’da ise Nagasaki’de birer hastane faaliyete geçmiştir. Uluslararası Kızıl Haç Örgütü‘ne (ICRC ) ait 2014 yılı kayıtlarına göre 2,5 milyondan fazla kişinin ayakta tedavisi yapılmışken 2,6 milyon kişi ise yatarak tedavi hizmetlerinden yararlanmıştır. Tedavi görmüş olanların üçte ikisi akciğer, mide, karaciğer, bağırsak kanserleri ve lösemiden yaşamını yitirmiştir. Nagasaki’de ise yaşamını kanser nedeniyle kaybedenler toplam tedavi görenlerin yarısından fazladır. Bombalar atıldığı zaman doğmamış olanlar dahi 50-60 yaşlarına geldiklerinde kanserle tanışır.

Atılan bombanın tetiklemesiyle yağan “kara yağmur“un bombanın düştüğü noktadan doğu-batı yönünde 15 kilometrelik ve kuzey-güney yönünde ise 29 kilometrelik alanda etkili olduğu tespit edilir ve bu alanda yaşayanlar atom bombası (nükleer bomba) kurbanı kabul edilerek tedavileri devlet tarafından üstlenilir. Ne var ki “kara yağmur” daha geniş bir bölgede etkisini göstermiş radyoaktivite besin zincirine de karışmış olduğu için binlerce insan akut radyasyona bağlı hastalıklardan(long term radiation disease) muzdariptir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım gelişmelerin akabinde radyoaktif etki altında kaldığı tayin edilen bölgenin dışından da “kara yağmura” maruz kaldığı için ömrünü hastalıklarla boğuşarak geçirmiş olan 70-90 yaş aralığındaki 84 Japonya yurttaşı tedavi masraflarının devlet tarafından üstlenilmesi için Hiroşima Bölge Mahkemesi‘ne dava açmıştı. Dava 30 Temmuz 2020 tarihinde 84 kişinin lehine ve onların diğer nükleer bomba kurbanı kabul edilenlere sağlanan sağlık hizmetlerinden yararlanabilmelerine imkan veren şekilde sonuçlandı. Üstelik su ve toprağın radyoaktif kirliliğe uğramasından mütevellit radyoaktivitenin besin zincirine karışarak kansere yol açtığının kabul edilmesi, dünya genelinde”sağlıklı yaşam hakkının tesisi” açısından önemli bir kazanım.

Ne var ki bu kazanım Japonya’da hükümetin “yeterli bilimsel kanıt olmadığı“gerekçesine dayandırmasıyla 12 Ağustos 2020 gününde temyiz edildi. Temyizin sonucu henüz belli olmasa da bu başvurunun hükümet tarafından yapılmış olması fazla ümitli olunamayacağının ispatıyken reddi ise dünya çapında yankısı duyulacak bir devrim anlamına gelebilir.

‘Arkadaş Operasyonu’ mağduru askerler

Bir diğer örneğimiz ise Fukuşima Nükleer Felaketi meydana geldiği zaman Okinawa açıklarında seyir halindeyken rotayı Fukuşima’ya çevirip tesise 90-160 kilometre mesafeden tasfiye işlerine destek olan Ronald Reagan Donanma Gemisi mürettebatının mağduriyetine dayanıyor. Fukuşima Nükleer Santrali‘nin işletmecisi Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) tarafından radyoaktif yayılım olduğuna dair bir uyarı yapılmadığı için Arkadaş Operasyonu (Operation Tomodachi) adı altında acil durum desteği veren 5000 kişilik mürettabatın yaklaşık yarısında 1 yıl içinde körlük, tiroit kanseri, testis kanseri, lösemi, beyin tümörü gibi hastalıklar  görülmeye başlanır.Sağlıkları kanser ve çeşitli hastalıklara yakalanarak bozulan 80 asker TEPCO yönetimine ve reaktör üreticisi olan General Electric (GE) şirketlerine karşı 2012 yılında dava açar ve davaların takibinin ABD mahkemelerinde görülebilmesi mümkün olur.

Ne var ki bu dava da hüsranla sonuçlandı. Zira 2020 yılının Mayıs ayında mahkemenin ABD Ronald Reagan Gemisi mürettebatının misyonunun TEPCO’dan bir uyarı gelmiş dahi olsa tasfiye işlerine müdahil olacağı yönünde karar vermesiyle tazminat talepleri reddedildi. Mahkemenin açıkladığı bir diğer gerekçe de Ronald Reagan gemisinin iki reaktörlü bir nükleer donanma olması nedeniyle personelin radyoaktivite izleme programı kapsamında mütemadiyen izlendiği, fakat sınır dozları aşılmadığı için hastalıklarının nedeninin Fukuşima Nükleer Felaketi ile ilişkilendirilemeyeceği oldu.

Resmi olarak 1942’de başlatılan Manhattan Projesi kapsamında nükleer savaş teknolojisinin geliştirilmesi için gerçekleştirilen o ilk denemede patlamanın şiddetini “Ben şimdi ölüm oldum” şeklinde yorumlayan fizikçi Robert Oppenheimer‘ın bu sözünü ödünç alıp o yıkıcılığın bir de radyoaktif kalıcılığa haiz olduğunun altını çizersek, ölüm “kara yağmur”la her yerde… Ne hukuk ne kanunlar yurttaşların mağduriyetlerini kabul ederken dili olmayan, bizim kurduğumuz dünyada yaşamak zorunda bırakılan diğer canlıların haklarından bahsedemiyorum bile…

Bugüne kadar atmosferde, yer altında ve denizaltında yapılan 2 bin küsur nükleer testin dünya üzerinde yarattığı yıkıcılığı bir de 1970’leri müteakip felaketin enerji versiyonunun takip etmesi ise hukukun kifayetsiz kaldığı ortamda Fukuşima vakasındaki gibi mağdurların sayısını arttırıyor. Bugün dünya genelinde 400 civarında reaktörün operasyon halinde olduğu gerçeğine Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye‘nin nükleerleşme yarışına sokulduğunu da eklersek hukukun koruma kabiliyetinin dışında kalan bu alanda durumumuz “kara yağmur”un altında şemsiyesiz kalmaktan farksız değil midir?

Çok açık ki, nükleer süreçlerle ilgili olarak ortaya çıkan mağduriyetlerin bildiğimiz hukuk sistemi içinde çözümlenmesi hala mümkün değildir. Mağduriyetlerin sistemin kurucuları tarafından görülmek istenmemesinden, yok sayılmasından ayrı, tespit ve tayinlerine ilişkin yöntem ve yaklaşımların da hatalı ve eksik olduğu kabul edilerek yenilenmesi gerekir. Tabii, nükleer silah ve santrallerden vazgeçilmesi dünya için en hayırlısı olacaktır! Ülkemizde Mersin’e ve Sinop’a nükleer santraller kurulmaya çalışılırken tüm yurttaşların bu alandaki mağduriyetlerin giderilmesinde hukukun dünya genelinde işlemediği gibi Türkiye’de de işlemeyeceğini, kendilerinin de hukukun labirentlerinde kaybolacaklarını öngörmesi ve nükleer projelere itiraz etmesi gerekir.

(Nükleer santral ve nükleer silahlarla ilgili süreçlerin başlangıcı anlamına gelen uranyumun yerin altından çıkarılmasından nükleer atıklara kadar geniş bir yelpazede radyoaktif mağduriyetlerin yaşanmasına, yani hibakuşa olunmasına tarih boyunca yol açmış olaylardan bir kısmı nukleersiz.org web sitemizde görülebilir. Üç yıl önce “Hibakuşalar Olmasın!” adı altında sırasıyla Mersin, Sinop , Samsun İstanbul ve Kırklareli’nde gerçekleştirilen birer sunumun ardından açılarak birer hafta ziyaretçileriyle buluşmuş olan sergiyi yenilenen web sitemizde ziyaret edebilirsiniz.)

(Bu yazı Sivil sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

*Hibakuşa: Bu terim ilk olarak Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atıldıktan sonra maruz kaldıkları radyasyonla yaşamlarına devam edenleri ifade eder. 

 

‘Kesekli tarla’ların sesi: Figen Şakacı

 Figen Şakacı’nın, öykülerinden oluşan son kitabı Kesekli Tarla, İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz ay yayımlandı. Farklı zamanlarda yazılmış, kimisi daha önce yayımlanmış yirmi iki öyküyü birleştiren Kesekli Tarla, okuyucuyu “zank” diye vuran bir kitap. Kimileri bağımsız, kimileri birbiriyle ilintili bu öykülerde sıradan kötülük, gündelik şiddet, müzmin sevgisizlikle, dolayısıyla da toplumun, bugünün, kendi hayatlarımızın bir fotoğrafıyla karşı karşıyayız.

Kesekli Tarla’da, Figen Şakacı’nın Bitirgen üçlemesinin izlerini görmemek mümkün değil. O nedenle, Şakacı’nın ilk öykü kitabından bahsetmeden önce yazarın önceki eserlerinden ve yazılarında değişmeyen “büyüme” temasından bahsetmek gerek.

Figen Şakacı, 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli yayın kuruluşlarında muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Bana Sevgiyi Anlat (1996) filminin senaryosu kaleme alan, Her Doğum Bir Mucizedir – Aykut Kazancıgil Kitabı (2005) ve Mizah Zekânın Zekatıdır-Tarık Minkari Kitabı (2007) adlarında iki nehir söyleşi kitabı da bulunan Figen Şakacı’yı okur daha çok yine İletişim Yayınları tarafından basılan Bitirgen üçlemesi ile tanıdı.

Bitirgen’den Pala Hayriye’ye 

Bitirgen’de küçük bir kız çocuğunun ergenliğe girdiği süreçte yaşadıklarını yazdı. Günlüğü, defteri, yani en yakın arkadaşı Bitirgen’le dertleşen, arkadaşlık özlemi duyan, annesiyle tartışan, babasını seven, abisiyle ve ablasıyla bir türlü anlaşamayan bir kız çocuğunun yetişkinlerin dünyasıyla tanışma sürecini kaleme aldı:

“Babama Bitirgen ne demek diye sordum; meğer küçük ve şeker gibi tatlı kayısıymış. Ben de küçük ve şeker olduğum için onun Bitirgeniymişim. Ne güzel değil mi? Çok sevindim. Bence sana da çok yakıştı bu isim.”

Bunu yaparken bir taraftan 80’li yılları diğer taraftan da bir büyüme hikâyesi anlattı.

2011 senesinde çıkan Bitirgen’in ardından Pala Hayriye (2014) ve Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı? (2017) romanlarıyla erkek egemen topluma direnen “kayıp kahraman” Hayriye’nin yaşam mücadelesini anlattı. Pala Hayriye’de bize doksanlı yılları, 18 yaşına basınca, üniversitede okuyabilmek için evden kaçan ve ardından gazetecilik yapan Hayriye’nin kırklı yaşlarına kadar neler yaşadığını yazdı. Bunu yaparken siyasi gündemi hatırlattı, sol gruplardaki kadın-erkek ilişkisini vurguladı, genç bir kadının kendini bulurken memleketin geçeklerini kavramasını anlattı: “Meğer evden kaçarak kadının özgürleşme mücadelesinde ilk adımı atmış, cinsel kimliğimin bilincine varmış, birey olmanın onuruna uygun hareket etmişim de haberim yokmuş.”

2017 yılında yayımlanan ve üçlemenin son kitabı olan “Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?” ya geldiğimizde, anlatımı Hayriye’nin en yakın arkadaşı Rüya devralmıştı. Yaşlılık teması etrafında şekillenen bu romanda, birdenbire ortadan kaybolan Hayriye’nin izini, yollanmamış mektuplarda, geride bıraktığı yazılarında ve arkadaşlarının anlatılarında arar olduk. Bir taraftan kaybolan Hayriye’yi ararken diğer taraftan kaybettiğimiz kadınları, şehirleri, ülkeyi düşünürken bulduk kendimizi:

“Ülkem ceset kokuyor Rüya, bir seri katil önüne geleni tarıyor. Koca bir mezarlık gibi memleket. Buralarda artık kimse ecelini beklemiyor, katilini bekliyor. Ona nerede, ne zaman yakalanacağını düşünerek nasıl yaşanır, ne yazılır?”

Kadınlar, hayatlar…

Yazımı on yıldan fazla süren üçlemenin ardından yayımlanan, öykülerini topladığı Kesekli Tarla sayesinde Figen Şakacı’nın özlediğimiz ironiyle bezeli ve öfkeli diline yeniden kavuştuk. Önceki kitapları gibi parçalı metinlerden oluşan, her biri bize büyümeyi, değişmeyi anlatan öyküler var karşımızda. Şakacı’nın mizahın hiç eksik olmadığı, trajediyle komediyi birleştiren anlatımı, kısacık öyküler vasıtasıyla memleketin ağır meselelerini okuyucunun yüzüne çarpıyor. Yazar, “Ağıt Sayaç”ta kadın cinayetlerine, “Hal ve Gidiş”te kentsel dönüşüm, talan ve ranta, “Fidan’ın Boynu”nda erkek şiddetine vurgu yapıyor. Öykülerin her birinde, hayatları bir türlü istedikleri gibi gitmeyen karakterlerin yaşamlarını, yaşantılarını, evlerini, kafalarının içini, dert ettikleri şeyleri bize açıyor. Okur, mutsuz evliliklerin, aldatmaların, terk edilmelerin, karanlık odaların, sessiz evlerin, kimsesiz çocukların, sevgiye aç, bir türlü yerini bulamamış insanların hikayelerine şahit olurken kimi zaman gülüyor, ama çoğu zaman sessizce bakakalıyor. Figen Şakacı’nın güçlü anlatımının etkisi kolay kolay geçmiyor.

Kesekli Tarla’da birbiriyle bağlantılı öyküler de var. “İki sabun bi lif”in Ömer’ine neler olduğunu Süprem’de “Fidan’ın boynu”nda konu edilen Fidan-Salih evliliğinin devamını “Bilmediğin şeyler var Şeyda”da ,“Hal ve Gidiş”de Suat’a bakan Aygül’ün hikâyesini “Suat’ın Zekeri”nde okumaya devam ediyoruz. Şakacı’nın öykülerinde yalnızca kadınlar yok. “Aralık”ta, sanki âşık olmaya bile hakkı olmayan bozacı Adem’in yalnızlığını, “Babaannemin Kirli Çorapları”nda öksüz ve yetim Ekrem’i, Süprem”de Ömer’in sevgiye olan açlığını, “Sarı”da annesi planlı bir şekilde elinden alınan çocuğun çaresizliğini okuyoruz.

Kısa, sert, öfkeli ve trajikomik öykülerden oluşan Kesekli Tarla, Gülten Akın’ın “Unutma sakın unutma/ Bağışlama sakın/ Sakın düşmanını sevme, sakın susma/ Bekle büyük kavgayı bekle/ Anlıyor musun yüreğim” dizeleriyle başlıyor ve Figen Şakacı’nın annesinden ona miras kalan bir soruyla sona eriyor: “Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?”.

Ve hızlı okunan, ama sindirmesi zor bu öyküler bittiğinde bile, kahramanların sesleri kulağınızdan gitmiyor.