Hafta SonuKöşe YazılarıKültür-SanatManşetYazarlar

‘İlgi Alanı’ ya da kötülüğün sıradanlığı

0

Bu yazı, en iyi Uluslararası Oscar Ödülü’nü, Cannes Grand Prix’yi, BAFTA ödüllerini alan Zone of Interest filmi hakkında. Spoiler içeriyor. Ama filmdeki bazı sahneleri anlamayı kolaylaştıracak ipuçları da veriyor.

*

Filmin ismiyle başlamak istiyorum. Türkiye‘de “İlgi Alanı” ismiyle gösterime girmiş. İlk anda “Ne kötü çeviri” diye düşündüm. Çünkü “ilgi alanı” deyince aklıma basketbol, yüzme gibi faaliyetler geliyor. Google’da aratınca ilgi alanı, hobi kelimesiyle eşleşiyor

İlgi Alanı

Zone of Interest‘in Almancası “das Interessengebiet.Naziler bu tabiri, ölüm kamplarının etrafındaki askerî güvenlik bölgesini tarif etmek için kullanmış. Buralarda yaşayan yerli halk başka yerlere gönderilmiş, yerlerine Alman subaylar ve aileleri gelmiş. Bu güvenlik bölgeleri, aynı zamanda Nazi ideolojisinin önemli unsurlarından olan “Lebensraum” tabirinin uygulama alanı olarak görülmüş. Lebensraum, yaşam alanı demek. Nazilerin savaş gerekçelerinden biri, üstün ırk sayılan Almanlara serpilip gelişmeleri için geniş topraklar tahsis etmekmiş. Yani Britanya’nın ve Fransa‘nın dünyanın geri kalanında yaptığını yapmak.

O anlamda fikir yeni değil. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nda sömürgeler kaybedilmiş, denizlerde hakimiyet kurulamamış. Dolayısıyla Almanya’nın o dönem erişebileceği en yakın yer Doğu Avrupa ve Rusya. O yüzden Hitler dönüp Sovyetlerle savaşa tutuşmuş.

Özetle Zone of Interest, hem güvenlik bölgesi hem de bayındırlık  faaliyetlerinin yürütüleceği, ilgiye mazhar olmuş bölge anlamına geliyor. İlgi alanı değil.

Kendini meşgûl tutmak

Ancak hikâyede “İlgi Alanı” isminin tekabül edebileceği bir başka katman daha var. Film, Auschwitz Toplama Kampı‘nın kumandanı olan Rudolf Höß’ün (Höss diye okunuyor), eşi Hedwig ve çocuklarıyla birlikte kampın hemen bitişiğinde sürdürdüğü “huzurlu” hayatı anlatıyor. Duvarın öte yanında her gün binlerce insan gaz odalarında öldürülürken bunlar bitki yetiştiriyor, çocuk büyütüyor, yüzmeye gidiyor, at yetiştiriyor, gündelik dertler üzerine sohbet edip misafir ağırlıyorlar. Adam gündüzleri işe gidiyor, kadın evi idare ediyor. İlgi alanları sanki bunlarla sınırlı. İcra ettikleri vahşete karşı görünürde kayıtsızlar. Görmüyorlar. Adam, gaz odaları için gereken teknik aksamdan sanki evi badana ettirecekmiş gibi bahsediyor; kariyeriyle ilgili endişeleniyor. Kadın bahçesindeki bitkilerle uğraşıyor, İtalya‘da tatil planları yapıyor.

Yine de şiddet bir şekilde hayatlarına sızıyor. Pencereyi açtıklarında karşılarında gece gündüz duman çıkaran bacalar görüyorlar. Çığlıklar, silah sesleri duyuyorlar. Sürekli havlayan köpekler var. Yüzmeye gidilen nehirden insan parçaları çıkıyor. Çocukların odasından, nehirde birilerini boğma emri veren askerin sesi işitiliyor. Adam filmin sonunda kusuyor, bedeni kaldırmıyor. Ama yine de konforlu hayatlarından asla vazgeçmiyorlar.

Mahkûmlardan çalınanlar kamptan eve getiriliyor. Bir kısmı hizmetçilere dağıtılıyor. Kürk gibi değerli parçalar evin hanımına gidiyor. Üstüne giydiği kürkü ayna karşısında denerken astarını yokluyor, içine para saklanmış olabilir mi diye. İlgisi buna yönelik. Arkadaşlarıyla diş macunu tüplerine saklanmış elmaslardan bahsediyor. Yahudilerin ne kadar kurnaz olduklarından dem vuruyorlar. Yağmalananlar arasından çikolata çıkarsa eve getirin diyebiliyor. Mahkûmlar toplama kampından el arabalarıyla bahçe gübrelemek için kül taşıyor. Organik gıda, doğal yaşam! Vahşetin içinde yaşıyorlar. Vahşet yaşatıyorlar. Ama bir şekilde tüm bu olan biten sanki ilgi alanlarına girmiyor. Başka konulara odaklanıyorlar. Dolayısıyla, Zone of Interest’i İlgi Alanı diye çevirmek, hâlâ bir miktar kulağımı tırmalasa da işlenen hikâyeye bir şekilde uyuyor.

Üstün ırkın aile yaşamı

Filmin hikâye anlatıcılığı en üst seviyede. Aksayan, sarkan tek bir sahne bile yok. Daha girişte uzun uzun karanlığa bakıyoruz. Geri planda sesler var, ama görüntü yok. Zira bu filmde dışarıdaki vahşet evin içine dolaylı yollarla, en çok da seslerle ulaşıyor. Yönetmen Johathan Glazer sanki daha en baştan seyirciye “Kulaklarını aç!” demiş oluyor.

Üstünde on yıl çalışılmış, ince ince işlenmiş bir yapım. Soykırım ve Nazi dönemi, malûm, çok işlenmiş bir konu. Ancak kamerayı vahşeti icra edenlere, hane içine, kadınlara, çocuklara yöneltmek bambaşka bir bakış açısı sunuyor. Ama film asla onlarla özdeşlik kurduracak, sempati duymayı gerektirecek bir sahne vermiyor seyirciye. Ben bunun bilhassa önemli olduğunu düşünüyorum. Bazı insanlık hâllerinin hikâyeleri anlatılsa da empatiye kapalı kalmasının politik bir karar olduğunu, iyi hikâye anlatıcılığının bir parçası olduğunu düşünüyorum.

ilgi alanı

Film boyunca toplama kampını hiç içeriden görmüyoruz. Daha ziyade Höß ailesinin gündelik yaşamından kesitlere ve sıradan sohbetlere şahitlik ediyoruz. Rutinlerle dolu, son derece hiyerarşik bir hayat. Ortalığı silen, süpüren, çamaşırları asan, çocuklara bakan pek çok kadın var evde. Hizmete zorlanan Polonyalı kadınlar, saat gibi işleyen bir düzen… Öyle ki kumandanın günün ilerleyen saatlerinde içeceği tek kadeh içki bile önceden hazırlanıp ritüel havasında masaya konuyor. Can korkusu, katıksız itaate dönüşüyor.

Korku ve şiddet, filmin tüm atmosferine sinmiş. En tepede evin hanımı, istediğini istediği gibi azarlıyor; hattâ çok kızınca çalışanları ölümle tehdit edebiliyor. Daha doğrusu bunu kocasının yapabileceğini ima ediyor. Erkek şiddeti üzerinden diğer kadınlara karşı güç devşiriyor. Hınç dolu. Annesinin savaştan önce varlıklı Yahudilerin evine temizliğe gittiğini ve o insanların şu an duvarların arkasında olduğunu öğreniyoruz. Savaş ve soykırım, o dönem pek çok Alman’a aynı zamanda sınıf atlama imkânı sunmuş. Annesi o ailenin güzelim perdelerini başka bir komşuya kaptırdığı için hayıflanıyor. Ne yazık ki Türkiye‘de ve Balkanlarda da buna benzer pek çok aile hikâyesi var.

Kadının kocasıyla ilişkisini tanımlamak bir hayli zor. İki suç ortağı diyeceğim; ama ortada tam bir ortaklık da yok. Adamın Berlin‘e tayini çıktığında, kadın kurduğu bu “cennetten” ayrılmak istemiyor. “Sen git, ben kalacağım” diyor. Adamın civar köylerde yaşayan veya belki kampta mahkûm olan bir kadınla ilişkiye girdiğini görüyoruz. Muhtemelen başkaları da var. Kadınların canları pahasına girmek zorunda olduğu bir ilişki! Yani görünen tüm konfor; şiddetle, tecavüzle, yağmayla çepeçevre kuşatılmış durumda. Rudolf Höß, geceleri uyuyamayan çocuğuna loş ışıklı mutlu bir aile tablosundaymış gibi masal okuyor. Çocukları yemek isteyen cadının ocakta yanarak öldürüldüğü Hansel ve Gretel masalını… Sanki bilinçaltı, mutlu tablo ailesini yırtıp yüzünü nihayet gösterecekmiş gibi oluyor; ama yüzleşme bir türlü yaşanmıyor.

Bilinçaltı, direniş ve bugünkü ‘ilgi alanlarımız’

Filmin temel hikâye örgüsü iki noktada kulvar değiştiriyor. İlki, termal kamerayla çekilmiş, hayaletimsi bir evrende geçen siyah beyaz paralel bir hikâye. Rudolf çocuğuna masal okurken genç bir kız, Hansel ve Gretel masalını andıracak şekilde toprağa elma ve armutlar bırakıyor. Kaybolanların eve dönebilmesi için iz bırakmak ister gibi. Bu sahnelerin ilhamı Alexandria isimli gerçek bir insan, Polonyalı bir partizan. O dönem genç bir kızken toplama kampının çevresinde bisikletle tur atar, çalışmak için dışarıya çıkarılanlar geçerken alabilsin diye yiyecek bırakırmış. Bir gün Auschwitz’te mahkûm olan Thomas Wulf isimli birinin bestelediği notaları bulmuş. Filmde bu şarkının çalındığını da duyuyoruz. Böylelikle filmin koyu karanlığına umutlu bir hikâye ve direniş de eklenmiş.

ilgi alanı

İkinci farklılık, sonlara doğru gerçekleşiyor. Film zamanda sıçrayarak günümüzü, Auschwitz kampının bugünkü hâlini gösteriyor. Yine sıradan, yine gündelik görüntüler. Ziyaretçiler gelmeden yerleri silenler, camları temizleyenler… Vahşet ve vahşetin mekânları bugün bile hâlâ o bakım emeğine, rutinlere muhtaç.

Zamanında Auschwitz’i ziyaret imkânım olmuştu. Girişteki ana yolun kenarlarında, daha önce o yolda ölüme yürümüş insanların fotoğrafları asılıydı. Aynı filmin verdiği his gibi, insanı farklı bir zamana sıçratan, tüyleri diken diken eden bir etkisi olduğunu hatırlıyorum. Yolun sonunda çalışamayacak durumda olanlar ayrılmış, soyulmuş ve doğrudan gaz odalarına gönderilmiş. Şu yanımda yürüyen yaşlı kadın ve çocuklar gibi…

Toparlayayım.

Hannah Arendt‘in “kötülüğün banalliği” tabirini anmamak mümkün değil. Gözlerini kapayıp “vazifelerini” yapanların aynı zamanda çocuk bakan, köpek seven, at yetiştiren, çiçeklere düşkün sıradan insanlar olabileceğini, kötülüğün çok ayrı bir ruh hâli gerektirmediğini söylüyordu Arendt.

Rudolf Höß, Auschwitz’teki eski evinin önünde idam ediliyor. Sene 1947.

Ben de ister istemez bugün gözümüzü kapadığımız diğer olayları düşünüyorum. Soykırımla kıyaslamak elbette mümkün olmasa da elimdeki konforun bedellerini; içerdiği yoğun şiddeti; zehirlediği, sakatladığı, öldürdüğü bedenleri; iş cinayetlerini, hayvan katliamlarını düşünüyorum. Uzakta aramama gerek yok. İlgi alanımın hemen dışındalar, biliyorum.

*

Filmin Künyesi: Zone of Interest (2023), Jonathan Glazer.

Birinci not: Kendisi de Yahudi kökenli olan yönetmen Glazer, Oscar ödül konuşmasında İsrail‘in işgâlini tasvip etmediğini, Holokost’un işgâli meşrulaştırmak için kullanıldığını söylediği için büyük tepki çekti. İsrail gazeteleri kendisini terörü meşrulaştırmakla suçladı.

İkinci not: Filmle ilgili yorumlarınız, eklemek istedikleriniz ya da isminin Türkçeye nasıl çevrilebileceğine dair önerileriniz varsa duymak isterim. Ben daha iyi bir çeviri düşünemedim.

Instagram: sezaiozanzeybek

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.