Ana Sayfa Blog Sayfa 1328

Borç yiğidin kamçısı mı?

Türkiye son 30 yıldır bir dış borçlanma sarmalı içerisinde. Dış borçlanma sürekli artıyor. Bunun devlet ve şirketler kesimi ile ilgili olanının kökeni esas olarak 1989 yılına gidiyor. 1989 yılında çıkarılan 32 sayılı karar ile TL ve döviz işlemleri üzerindeki yasaklar kaldırılmış ve dışardan borçlanma serbest bırakılmıştır. Bu yazıda makro boyuttaki bu dış borçlanma serüveni üzerinde duracağım. 2000’li yıllardan itibaren de bireylerin, yani hanehalkının bankalardan borçlanması başladı. Bireylerin bankalardan tüketici, konut veya araba kredisi alarak borçlanması şeklinde işleyen bu süreci ve sonuçlarını da bir sonraki yazımda ele alacağım.

24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte ülke ekonomisi dışa açılmaya başlamadan önceki dönemde Türkiye esas olarak kendi yağıyla kavrulan bir ekonomiydi ve oldukça içine kapalı bir yapıdaydı. Sanayileşme ve kalkınma yöntemi olarak ithal ikamesi modelini (ithal edeceğin ürünü içeride üret ve şirketlerini yabancı rekabetten koru) tercih etmişti. Bu görece dışa kapalı dönemde dışarıdan sağlanan kaynak da sınırlıydı ve gerektiği zaman da diğer devletlerden veya Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan borçlanılıyordu. Turizmin henüz gelişmediği bu dönemde ülkenin döviz kaynaklarının başında işçi dövizleri geliyordu.

Bu yazıda Türkiye’nin iktisat tarihinin detaylarına girecek değilim. Türkiye’de piyasalardan dış borçlanmanın başlaması, bu borcun bizi nerelere götürdüğü ve gerçekten bir “kamçı” işlevi görüp görmediği; bir başka anlatımla ülkenin kalkınmasına katkısı olup-olmadığı üzerine düşüncelerimi bazı göstergelere bakarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Borçlanma ve ekonomik göstergeler

Aşağıdaki tabloda 1970 yılından itibaren borçlanma rakamları ve bazı ekonomik göstergeler yer alıyor. Buradaki amacım, borcumuz artarken bu temel göstergelerdeki gelişmenin nasıl bir seyir izlediğine bakmak ve borcun yarattığı sonuçlar üzerine bazı gözlemlerde bulunmak. Bu amaçla seçtiğim göstergeler şunlar: Kişi başı dış borç tutarı, Kişi başına milli gelir, işsizlik oranı ve en son olarak takip eden 10 yıldaki ortalama yıllık büyüme oranı.

Bu göstergeleri seçerken elbette sübjektif davrandım. Ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmişliğini temsil ettiğini düşündüğüm ve veri bulabildiğim göstergeleri esas aldım. Bu amaçla kullanılabilecek yüzlerce, hatta binlerce gösterge bulunabilir. Dolayısıyla, bu konuda yorum yapmak isteyen başkaları tamamen farklı göstergeleri kullanabilir. Kullandığım göstergelerin ne kadar amaca uygun olduğunu okuyucunun takdirine bırakıyorum. Ancak, eğer dış borçlanma ülkenin gelişmesi ve kalkınması için yapılmışsa sonuçların bu göstergelere bir şekilde yansımış olması gerektiğini düşünüyorum.

Kaynaklar: Dünya Bankası, Doğruluk Payı, Mahfi Eğilmez Yazıları, kendi hesaplamalarım.

Kaynaklar: Dünya Bankası, Doğruluk Payı, Mahfi Eğilmez Yazıları, kendi hesaplamalarım

1: Dış borç tutarı (Milyar ABD Doları)
2: Dış borç/GSYH (%)
3: Kişi başı dış borç tutarı (ABD Doları)
4: Kişi başı milli gelir (ABD Doları)
5: İşsizlik oranı (%)
6: Takip eden 10 yıldaki yıllık ortalama büyüme oranı (%)

Tablo bize ne söylüyor?

Tabloya baktığımda şu sonuçları çıkarıyorum:

  1. 1970-2020 dönemini kapsayan yarım asırlık dönemde ülkenin dış borcu 2.7 milyar dolardan 450 milyar dolara yükselmiş. Bir başka anlatımla, 50 yılda tam tamına 167 kat artmış. Dış borcun GSYH içerisindeki payı da yüzde 15,8’den yüzde 62,8’e çıkmış. Kişi başına düşen dış borç rakamına da baktığımızda vahim bir gelişme görüyoruz. 1970 yılında kişi başına sadece 76 dolar dış borç düşerken bu rakam 2020 yılında 5,384 dolara yükselmiş. Yani şu an itibarıyla yeni doğmuş bir çocuk dahil her Türk vatandaşının 5 bin doların üzerinde borcu var. Tablonun ilk üç sütunundaki üç gösterge de ülkenin dış borcunun çok ciddi oranda arttığını net bir şekilde gösteriyor. Bu borç yapısının bir özelliği de, son 10-15 yıllık dönemde özel sektörün (bankalar ve şirketler) toplam içindeki payının oldukça yükselmiş olması ve borçların büyük kısmı piyasadan sağlandığından vadelerin kısalmış olmasıdır. Kısa vadeli borçların artması ise ekonomi açısından önemli bir risk unsurudur.
  2. Türkiye’nin artan borcunun vatandaşın cebine giren geliri nasıl etkilediğine bakmak için 4 numaralı sütunda kişi başına düşen milli gelir rakamı seti tabloya ilave edildi. Eğer artan borç ekonominin büyümesine yol açmışsa milli gelirin de artması gerekir. 1970 yılında kişi başı milli gelir yıllık 490 ABD Doları iken, yıllar boyunca mütevazi bir hızda artıyor ve 2010 yılında 10,560 Dolar ile zirveye çıkıyor (aslında 2013 yılında en üst noktaya çıkıyor ama bu yıl tabloya dahil edilmediğinden 2010 zirve yılı olarak alınmıştır). Ama sonra tekrar düşüşe geçiyor ve 2020 yılında 8,538 Dolar olarak gerçekleşiyor. Dış borcun artış hızı ile kıyaslandığında kişi başı milli gelirdeki artış çok sınırlı kalıyor ve 50 yılda sadece 17 kat artış sağlanıyor.
  3. Beşinci sütundaki işsizlik oranına bakmak da önemli. Eğer dış borçlanma ekonomiyi büyütmüş ve yeni iş sahalarının açılması için kullanılmışsa işsizlik oranında bir düşüş görmemiz gerek. Oysa tam tersine bir gelişme görüyoruz. 2000’li yıllara kadar tek haneli rakamlarda dolaşan işsizlik oranı 2000’li yıllardan sonra çift hanelere ulaşıyor ve 2020 yılı itibarıyla yüzde 13 seviyelerinde gerçekleşiyor. O halde, bu aşırı dış borçlanmanın işsizliği azaltmak açısından da işe yaramadığını görmüş oluyoruz.
  4. Son olarak, dış borçtaki artışın ülkenin büyüme hızını nasıl etkilediğine bakmak istiyorum. Bunun için tablodaki yılı ve takip eden 9 yıldaki yıllık büyüme oranlarının ortalamasını aldım. Yani, 1970 yılının karşısındaki yüzde 4,4 oranı 1970-1979 yılları arasındaki ortalama yıllık büyüme oranını göstermekte. 2010 karşısındaki yüzde 5,8 oranı ise 2010-2019 dönemi ortalama yıllık büyüme oranını vermekte. Bu şekilde, alınan dış borçların yıllık büyüme hızlarına gecikmeli olarak nasıl yansıdığına bakmak istiyorum. Büyüme oranlarının gelişimine bakıldığında, dış borç sürekli artarken 2010’lu yıllara kadar büyüme oranlarında ciddi bir artış olmamış, aşağı yukarı aynı seviyede kalmıştır. 2010-19 döneminde ise ciddi bir artış görüyoruz. Bu artış ise maalesef siyasi amaçlarla ekonominin şartlarını zorlayarak sağlanmış bir büyüme olup, son üç senedir yaşadığımız ekonomik krizin de ana nedenini oluşturmaktadır.

Sonuç

Borcun yiğidin kamçısı olup olmadığını anlamanın yolu, alınan borcun nasıl kullanıldığına ve hangi sonuçların elde edildiğine bakmaktan geçiyor. Elbette bunu hakkıyla yapmanın yolu, bu konuda çok kapsamlı bir veri setiyle oldukça ayrıntılı bir analiz yapmaktan geçiyor. Bu yazının böyle bir iddiası yok. Burada daha basit çapta bir analiz yapılmakta. Bu analize göre, dış borçların bu kadar ciddi bir şekilde arttığı son 50 yıllık dönemde ekonomik göstergelerdeki olumlu gelişmeler son derece sınırlı ve yetersiz kalmıştır. Bir takım göstergelerde (örneğin kişi başı milli gelir) belirli bir artış kaydedilmekle beraber artış oranı son derece yetersizdir. Dış borçlanma 167 kat artarken, en önemli gösterge olan kişi başı milli gelir sadece 17 kat artmıştır.

Ayrıca son yıllarda süreç tersine dönmüş ve milli gelir düşmeye başlamıştır. Oysa örneğin Çin’de kişi başına milli gelir 1970 yılında sadece 113 ABD Doları iken, 2020 yılında 10,500 dolara ulaşarak tam 93 kat artmıştır. Başka bazı alanlarda (örneğin işsizlik oranı) tam anlamıyla dış borçlanmayla ters yönlü bir ilişki  ortaya çıkmıştır. Artan borçlanmayla birlikte daha fazla iş sahası açılıp işsizlik oranının düşmesi beklenirken, aksine işsizlik oranı zaman içerisinde artmıştır. Özetle, makro bir çerçeveden bakıldığında Türkiye özelinde dış borcun yiğidin kamçısı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Borçlanma, ülkenin refahına katkı sağlamaktan çok siyasi iktidarların ellerini rahatlatıp, sağlayacağı toplumsal fayda düşünülmeden siyasi amaçlarla istedikleri alanlara (inşaat gibi) ve kesimlere yönelik bol para harcamalarına imkan vermiştir. Bunun sonucunda  ise ekonomide ciddi ve yapısal hiçbir gelişme olmamış, ayrıca gelecek nesillerin üzerine ciddi bir borç yükü bırakılmıştır. 

Nur topu gibi bir plastik ambalaj çöpümüz daha oldu

Bu yılın başında bir skandal yaşanmış ve Almanya’da kurduğu paravan şirket üzerinden (3B Plast) Türkiye’de kurduğu hayali şirkete (2B Plast) tonlarca plastik çöp ithal eden bir dolandırıcının iki ülke arasında nasıl bir krize neden olduğunu görmüştük. Bu skandala konu olan çöplerin bir kısmının akıbeti bilinmiyorken bir kısmının da (10 bin tondan fazla) hala gümrüklerde alıkonulmuş olarak bekletildiğini biliyoruz.

Gümrüğe de takılan Almanya menşeili bu plastik çöplerin özel bir durumu var. O da içeriğinde bulunan ve bizim de yeni yayınlanan bir düzenlemeyle yakında hayatımıza girecek olan istenmeyen bir plastik çöpler! Almanya’da oldukça yaygın olarak kullanılan ve geri kazanımı hem ekonomik hem de ekolojik olarak maliyetli olan bu plastik ambalajlar çoğunlukla Almanya’dan Türkiye, Malezya, Vietnam, Filipinler, Laos ve Kamboçya gibi ülkelere ithal ediliyor. İşte bunlardan Türkiye’ye gelenlerin bir kısmı mevzuat dışı olduğu için gümrüklerde geri gönderilmek için bekletiliyor. İddia edildiği gibi ham madde olmayan bu çöpleri Almanya geri almaya hiç mi hiç istekli değil. Yoksa çöp tüccarlarının iddia ettiği gibi ham madde olsaydı geri alırlardı sonuçta bir akıllı bizim tüccarlar olmasa gerek.

Kalitesiz, mikroplastik üretme makinesi ambalajlar

Şimdiye kadar sadece bazı firmaların çeri domatesi, çilek, ahududu gibi meyveleri satmak için içine koyduğu bu ambalaj türü artık tüm marketlere ve tüm firmalara zorunlu hale getirilmiş vaziyette. Bu plastik ambalajın bazı özellikleri var. Bu ambalajlar kalitesiz, tekrar kullanıma uygun olmayan, mikroplastik üretme makinası olan ve geri dönüşümü de pek cazip olmayan oldukça anlamsız plastikler. İşte bu ambalajları, sözüm ona gelişmiş ülkeler, bu nedenle ihraç etmekte ve bu ambalajların anlamsız ve kötü ekolojik etkilerinden de kendilerince kurtulmaktadırlar. Üstüne üstlük bu faaliyeti de kendi lehlerine yazmaktadırlar. Bu çöpleri ithal eden 2B Plast ve benzeri firmalar Avrupa ülkeleri için oldukça faydalı bir iş yaparken ülkemiz için de oldukça büyük bir kötülük yapmaktadırlar. Daha önce bizde çok az bulunan ve sadece çöp ithal eden firmaların sağa sola atması nedeniyle bildiğimiz bu ambalajları biz de artık tüm market reyonlarında görmeye başlayacağız.

29 Haziran 2021 Salı günü resmi gazetede yayımlanan ancak kimsenin pek de dikkatini çekmeyen yeni bir tebliğ ile artık hayatımıza bu yeni plastik çöp türü girmiş oldu. Gerekçe olarak sunulan gıda israfının önlenmesi ise ortaya çıkacak plastik çöp kirliliğinin yanında devede kulak kalabilir. Çünkü çöpe dönüşecek plastik ambalaja konulmadan da uygun saklama ve depolama koşullarında muhafaza edilerek çürümesi engellenebilecek gıdaların plastik ambalaja konulması, yılda üretilen ve sadece %10’u toplanabilen 4 milyon tona yakın plastik çöpün katlanmasına neden olacaktır. Üstelik bu gıdaların satılmadan çöpe dönüşmesi nedeniyle meydana gelen kayıp hakkında herhangi istatistiki bir bilgi bile söz konusu değil.

Yani neye göre bu gıda israfının ortaya çıkacak çöp sorunundan daha önemli olduğu yargısına varıldı, açıkçası anlamak pek mümkün değil. Aslında benim aklıma gelen bir şeyler var. Özellikle son zamanlarda sıklıkla gündeme gelen devasa PET fabrika yatırımları ve bakanlıklar nezdinde olmadık lobi faaliyetleri yürüten ve gelmekte olan küresel plastiksizleşme ihtimaline karşı ön almak isteyen plastik tüccarları ilk akla gelenler. Aksi durumda bir yandan depozito getireceğiz deyip bir yandan sıfır atık deyip, bir yandan poşeti ücretlendirip diğer yandan da bu şekilde ne işe yaradığı meçhul plastik ambalajları zorunlu kılmak pek de akla yatkın değil. Gerçi birçok uygulamada akıl aramayı bırakalı uzun zaman oldu ancak yine de iyimser olmak istemekten zarar gelmez.

Piknikçilere yüklenerek hedef şaşırtmak

Yeni düzenlemeyle birlikte ormanlık alanlara pikniğe giden ve beraberinde kilolarca tek kullanımlık plastik çöpü üreten vatandaş için yeni bir plastik çöp kalemi daha oldu dersek yeridir. Burada ormanlara pikniğe gidenler sürekli çöplerini sağa sola atıyor diye düşünmemek lazım. Karışık çöp toplama yöntemimiz ve ormanlık alanlardaki çöplerin toplanmasında yaşanan eksiklikler piknik dönemi sonrası ormanlık alanların çöpe dönüşmesine neden olan en önemli etken. Pikniğe giden vatandaşın gözünün içine sokula sokula tonlarca anlamsız tek kullanımlık plastik dolaşımda. Plastik üreticileri de hiç sıkılmadan gazete ve TV’lerde boy boy tek kullanımlık plastik çöp güzellemesi yapıyor, doğa da sağlık da pek umurlarında değil. Varsa yoksa yatırımları ve kazançları. Hal böyle olunca zaten duyarsız olan vatandaş kolaya kaçacak fırsatı da görüyor ve ona göre davranıyor. Burada sorumluluğu vatandaşa atıp plastik üreticileri gibi vatandaşı medeniyetsiz ilan etmek en kolayı! Asıl mesele devasa plastik üretiminde ve bunun sınırlandırılmasında isteksiz davranılmasında. Yoksa topu at vatandaşa sorun çözülsün anlayışı art niyetli ve manipülatif olmaktan başka anlam taşımıyor.

Oysa ki yapılması gereken tek kullanımlık plastik üretiminin kısa orta ve uzun vadede yasaklanmasıdır. Yoksa zaten kendi doğal kabuğu olan karpuz, kavun, kabak, muz, vb. meyveleri tekrardan zehirli plastiklere saracak düzenlemeler yapmak değildir. Üstelik plastiğin iklim krizine tek kullanımlıklar üzerinden yaptığı katkıyı düşünürsek ortaya çıkan yangınların, anormal yağış düzeninin ve meydana gelen sellerin şiddetini arttırmaktan başka bir işe yaramayan plastik kullanımının teşviki uzun vadede bize çöp ormanları, çöp dağları, çöp nehirleri ve çöp denizleri olarak geri dönecek. Hali hazırda sahip olduğumuz ve Mısır, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerle yarıştığımız Akdeniz’i plastikle en fazla kirletme ünvanımızı sağlamlaştıracak ve ebedi bir kirli birincilik sahibi olacağız.

[Bir şarkının hikayesi] Rasputin/ Boney M.

Twitter, Instagram ve TikTok gibi uygulamaların dünyasında neyin veya kimin günümüz deyimiyle “trend topic” olacağını öngörebilmek gerçekten mümkün değil. 2021 ‘in başlarında Hindistan’daki Tıp Fakültesi öğrencileri nefrete karşı bir mesaj vermek isteyen herkesi  TikTok’ta  #Rasputindancechallenge# adı altında  dans etmeye davet ettiler. 20’li yaşlardaki bu  gençlerin, 70’lerin sonunda muhtemelen anne ve babalarının discolarda dans ettiği  Boney M.‘in bu şarkısını neden seçtikleri ayrı bir bilinmez iken İngiliz bir DJ ve yapımcı olan Majestic bunu hemen fırsata çevirip 26 Şubat 2021’de Rasputin’in yenilenmiş bir remix’ini yayınladı.

Majestic X Boney M. -Rasputin, İngiltere’de listelerde ilk 20’ye yükseldi. Z kuşağı TikTok ile Boney M.’i tozlu raflardan indirip yeniden DJ’lerin mixerlerine taşımıştı.

 

1976 yılında şarkıların bestecisi ve yapımcısı olan Alman müzisyen Frank Farian tarafından kurulan ve üç kadın ve bir erkekten oluşan Boney M.’in solistlerinin tamamı Karayip adalarındandı. “Dady Cool”, “Ma Baker”,”Sunny”,”Rivers of Babylon” gibi şarkılarla ünlenen grubun en ikonik şarkılarından biri idi “Rasputin.”

Şarkı 4,5 dakikada tarihi bir karakter olan Rus keşiş Rasputin’in Çarlık Rusya’sında imparatorluk ailesi ile ilişkisini, imparatorluktaki politik gücünü ve hayatının bir suikastle sonlanışını anlatıyordu. Neredeyse tamamında tarihi gerçeklerin anlatıldığı şarkıda tek spekülasyon ve şarkının merkezindeki kanıtlanmamış iddia ise, bir playboy olarak tasvir edilen Rasputin’in son Çariçe Alexandra Feodorovna’nın sevgilisi olduğu idi.

Ra Ra Rasputin
Lover of The Russian Queen

Grigori Rasputin gibi Ortodoks kelisesinde hiçbir resmi pozisyonu olmayan Sibiryalı bir keşişin Çarlık Rusya’sının son 10 yılında önemli tarihi bir kişilik olarak ortaya çıkması, anlatılmaya değer sıra dışı bir hikaye.

Çarlık Sarayı’nda ‘keşiş danışman’ın acı sonu

Rasputin kendisine Meryem Ana’nın göründüğünü iddia eden ve bu nedenle kendini kutsal bir kişi olarak gören karizmatik bir keşişti. İnsanların günah işleyip tövbe ederek Tanrı’ya daha çok yakınlaşacaklarını vaaz ediyordu. İyileştirici yetenekleri olduğuna da inanılan Rasputin, 1905 yılında Saint Petersburg’da önemli bir figür olmuş ve Çar Nicholas II ve Çariçe Alexandra ile tanışmayı başarmıştı.

Çar ve çariçenin sırasıyla Olga, Tatiana, Maria ve Anastasia adında dört kızı olmuştu. Tahtın varis olacak tek erkek çocukları ise nihayet 1904 yılında doğan Alexei idi, ancak ailenin sevinci kısa sürede endişeye dönüştü. Oğulları hemofili hastası idi.

Çariçe Alexandra, Rasputin’in oğlunun hastalığını iyileştirdiğine inanıyordu. Fransız tarihçi Pierre Gilliard’a göre ise Rasputin doktorların ağrı kesici olarak verdikleri aspirin ve diğer uyuşturucuların kullanılmasına izin vermiyordu. O tarihlerde bu tür ağrı kesicilerin kanın pıhtılaşmasını engellediği bilinmiyordu ve Rasputin aslında ağrı kesicilerin kullanılmasını engelleyerek bilmeden doğru bir iş yapıyordu.

Japonya yenilgisi ve “Kanlı Pazar”’dan sonra halk desteğini kaybeden Çar Nicholas, 1. Dünya Savaşı‘nda kendini Başkomutan ilan ederek Saint Petersburg’dan uzaklaşınca, Çariçe Alexandra ülkeyi bakanlarından çok Rasputin’den tavsiye alarak yönetmeye başlamıştı. Bu durum büyük rahatsızlık yarattı ve Çar’ın yeğeni Felix Yusupov bir grup asil arkadaşı ile 30 Aralık 1916’da Rasputin’i eve davet edip önce şarabına zehir koyarak zehirlemeye çalıştılar, fakat keşiş zehirden etkilenmeyince bu sefer kurşunladılar. Bu suikast Boney M.’in şarkısının son kıtasında oldukça detaylı bir şekilde tasvir ediliyordu.

Ra ra Rasputin
Lover of the Russian queen
They put some poison into his wine
Ra ra Rasputin
Russia’s greatest love machine
He drank it all and said, “I feel fine”

Ra ra Rasputin
Lover of the Russian queen
They didn’t quit, they wanted his head
Ra ra Rasputin
Russia’s greatest love machine
And so they shot him ’til he was dead

Rasputin’in trajik bir şekilde sonlanan hikayesinin Rus çalgısı balalaika eşliğinde eğlenceli bir disco parçası olarak yorumlanması ne kadar paradoksal ise, dönemin Sovyetler Birliği yönetiminin 1978 Moskova konserinde Boney M.’e şarkıyı icra etmeyi yasaklaması da o kadar ilginçti. Aynı engelleme bir yıl sonra Polonya’daki Sopot Festivali’nde de yapılacaktı ama grup buna aldırmayıp şarkıyı grubun yerinde duramayan usta dansçısı Bobby Farrell’in müthiş show’u eşliğinde seslendirecekti.

 

Grubun tek erkek vokali Bobby Farrell’ın aslında şarkıları söyler gibi yaptığı, grubun tüm şarkılarındaki o ünlü davudi sesin stüdyoda Alman yapımcı Frank Farian tarafından kaydedildiğini not düşelim. Kaderin talihsiz bir cilvesi olarak Bobby Farrell , 30 Aralık 2010’da Saint Petersburg’da, yani Rasputin’in suikaste uğradığı  günde ve aynı şehirde, verdiği konser sonrasında otel odasında kalp krizine yenik düştü.

Hanedan soyu üzerindeki gölge

Şarkı hikayesinin bizlere anımsattığı tarihi olaylara dönersek, 1917 devriminden sonra, Çarlık rejimine özlem duyanların toplanma noktası olmaması için Rasputin’in cesedi mezarından çıkarılıp yakıldı. Çar ve ailesi Lenin’in emri ile Ural Rusları tarafından kurşuna dizildiler ve onların da cesetleri yakıldıktan sonra arta kalanlar Yekaterinburg’daki ormanlık alana gömüldüler. 1979 yılında Çar, çariçe ve üç çocuğunun kalıntıları amatör bir arkeolog tarafından bulundu ve Romanov’lara ait oldukları ancak 1998 yılında resmi olarak açıklandı. Öldürülmelerinden tam 80 yıl sonra törenle St.Petersburg’a gömüldüler. Nihayet kayıp olan son iki Romanov, Anastasia ve Alexei’nin kalıntılarına 2008 yılında ulaşıldı. İlginç olan ise kimliklerin tespitinin sadece anneden gelen mitokondriyal DNA ile yapılabilmiş olması, daha da ilginci ise karşılaştırılan DNA’nın, Çariçe Alexandra gibi Kraliçe Victoria’nın büyük büyük torunu olan ve bu sene vefat eden Edinburgh dükü Prens Philip’e ait olması idi.

*

Kaynakça

  • Eames T., The Story Of Rasputin by Boney M.1.Mayıs 2021
  • Songfacts, Rasputin
  • Wikipedia, Grigori Rasputin,Boney M.,Nicholas II of Russia,Alexandra Feoderovna (Alix of Hesse)

 

Beton: Dünyadaki en yıkıcı malzeme

Yazan: Jonathan Watts

Yeşil Gazete için çeviren: Esin İleri

*

Bu cümleyi okumak için harcadığınız süre içinde, global inşaat endüstrisi 19 bin banyo küvetinden daha fazla miktarda betonu dünyaya dökmüş olacak. Bu makalenin yarısına geldiğinizde, bu miktar Albert Hall’u dolduracak ve Hyde Park’a taşacak boyuta ulaşacak. Bir günde, neredeyse Çin’deki Üç Boğaz Barajı büyüklüğüne ulaşacak. Bir yılda ise, İngiltere’deki her tepe, vadi ve köşe bucağı doldurmaya yetecek.

Yapılan bir hesaba göre, betonun karbon kütlesinin gezegendeki her ağaç, çalı ve fundanın birleşik karbon kütlesinden daha büyük olduğu eşiği geçmiş olabiliriz.”

Beton, sudan sonra yeryüzünde en çok kullanılan maddedir. Çimento endüstrisi bir ülke olsaydı, Çin ve ABD’nin ardından, 2.8 milyar tonla dünyanın en büyük üçüncü karbondioksit yayıcısı olurdu.

Bu malzeme modern kalkınmanın temelidir: Milyarlarca insanın başının üzerine çatılar koyar, doğal afetlere karşı savunmamızı güçlendirir ve sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, endüstri için yapılar sağlar.

Beton, bizim doğayı evcilleştirmeye çalışma şeklimizdir. Beton plakalarımız bizi atmosferik güçlerden korur. Yağmuru başımızdan, soğuğu kemiklerimizden, çamuru ayaklarımızdan uzak tutar. Ama beton aynı zamanda, büyük miktarda verimli toprağa mezar oluyor, nehirleri tıka basa dolduruyor, yaşam alanlarını boğuyor ve -kaya gibi sert ikinci bir deri gibi davranıp- bizleri kentsel kalelerimizin dışında olup bitenlere karşı duyarsızlaştırıyor.

Mavi ve yeşil dünyamız, betonla her saniye daha da grileşiyor. Yapılan bir hesaba göre, betonun karbon kütlesinin gezegendeki her ağaç, çalı ve fundanın birleşik karbon kütlesinden daha büyük olduğu eşiği geçmiş olabiliriz. İnşa edilmiş çevremiz, bu anlamda, doğal çevreden daha çabuk büyüyor ve genişliyor. Bununla birlikte, doğal dünyanın aksine, aslında büyümüyor. Bundan ziyade, temel özelliği üzere sertleşiyor ve ardından bozuluyor -hem de son derece yavaş bir şekilde.

Ağırlığı ve dayanıklılığı nedeniyle seviliyor ama…

Son 60 yılda 8 milyar ton plastik üretildi. Çimento endüstrisi iki yılda bundan daha fazlasını üretiyor ama sorun plastikten daha büyük olsa da genellikle daha az vahimmiş gibi görülüyor. Beton fosil yakıtlardan elde edilmez. Balinaların ve martıların midelerinde bulunmaz. Doktorlar kanımızda bunun izini bulamıyorlar. Meşe ağaçlarına karıştığını veya yeraltı yağ topaklarında (fatberg) biriktiğini görmüyoruz. Betonun nerede durduğunu biliyoruz. Ya da daha açık olmak gerekirse, betonun nereye gittiğini biliyoruz: Hiçbir yere. İşte tam da bu yüzden ona güveniyoruz.

Betonun sağlamlığı, hiç şüphesiz, insanoğlunun aradığı bir şey. Beton, ağırlığı ve dayanıklılığı nedeniyle seviliyor. Tam da bu nedenle, zamanı, doğayı, doğa şartlarını ve entropiyi uzak tutan modern yaşamın temeli olarak gayet elverişli. Çelikle birleştiğinde barajlarımızın patlamamasını, kulelerimizin yıkılmamasını, yollarımızın bükülmemesini ve elektrik şebekemizin çalışmasını sağlıyor.

Denge bozan değişimler çağında, sağlamlık baya çekici bir nitelik. Ancak -her şeyin fazlası zarardır- beton çözdüğünden daha fazla sorun yaratabilir.

Bazen boyun eğmeyen bir müttefik, bazen de sahte bir dost olan beton, doğaya onlarca yıl direndikten sonra aniden etkisini kaybedebilir. Katrina Kasırgası’ndan sonra New Orleans’ta ve Harvey Kasırgası’ndan sonra Houston’da olanları hatırlayın; kent merkezleri ve banliyölerdeki sokaklar yağmuru bir sel havzası gibi ememediği, mazgallar bozulmuş bir iklimin bu yeni ve aşırı sonuçları karşısında yetersiz kaldığı için ne kadar şiddetli yaşandılar.

Baraj kırıldığında… New Orleans’ta, 17. Cadde kanalının barajı, Katrina Kasırgası sırasında kırıldıktan sonra. Fotoğraf: Nati Harnik/AP

Beton ayrıca, aşırı hava koşullarına karşı bizi korurken, o hava koşullarının kötüleşmesine de sebep olur. Üretimin tüm aşamalarında kullanılan betonun dünyadaki CO2’nin yüzde 4 ila 8’inden sorumlu olduğu belirtiliyor.  Malzemeler arasında yalnızca kömür, petrol ve gaz ondan daha büyük bir sera gazı kaynağıdır. Betonun CO2 emisyonlarının yarısı, çimento yapım sürecinin en enerji-yoğun kısmı olan klinker (çimento kütlesi) üretimi sırasında oluşur.

İnsanlık yüzyıllar boyunca, betonun inkâr edilemez faydaları karşılığında bu çevresel olumsuzluğu kabullenmeye istekli davrandı. Ancak denge şimdi diğer yöne doğru kayıyor.”

Ancak diğer çevresel etkilerinin çok daha az farkındayız. Beton, dünyanın endüstriyel su kullanımının neredeyse 10’da birini emen, susamış bir canavar gibidir. Bunun bir sonucu olarak içme ve sulama kaynaklarını kurutur; çünkü hali hazırda söz konusu tüketimin yüzde 75’i kuraklık ve su sıkıntısı ile boğuşan bölgelerde yaşanmaktadır zaten. Şehirlerde, güneşin sıcaklığını emerek ve araba egzozlarıyla klimalardan çıkan gazları hapsederek ısı adası etkisine katkıda bulunur -yine de en azından kara asfalttan evladır.

Aynı zamanda silikozis ve diğer solunum yolu hastalıkları sorununun bir parçasıdır. Çimento yığınlarından ve beton karıştırıcılardan rüzgârla savrulan toz, Delhi’yi boğan kaba partikül maddenin yüzde 10’unu oluşturuyor: Araştırmacılar 2015 yılında Delhi’deki en büyük 19 şantiyenin tamamında hava kirliliği endeksinin güvenli seviyeden en az üç kat fazla olduğunu tespit etti. Kireçtaşı ocakları ve çimento fabrikaları ve onlarla şantiyeler arasında malzeme taşıyan kamyonlar da kirlilik kaynaklarıdır. Bu ölçekte, kum elde etmek bile felaket olabilir -dünyadaki pek çok sahili ve nehir yatağını yok eden bu tür madencilik artık giderek organize suç çeteleri tarafından yönetiliyor ve cinai şiddetle de ilişkilendiriliyor.

Bu da bizi, betonun en kötü, ama en az anlaşılan etkisine getiriyor, yani insanlığın gübreleme, tozlaşma, taşkın kontrolü, oksijen üretimi ve su arıtma için bağlı olduğu ekolojik işlevlerin yerine geçmeden doğal altyapıyı yok etmesine.

Dubai’deki Burj Khalifa gökdeleni örneğinde olduğu gibi beton, medeniyetimizi 163 kata kadar yükseltebilir ve yaşam alanlarını havada, yoktan var edebilir. Ama bunu yaparken, aynı zamanda, insan ayak izini dışarıya doğru iterek onun verimli üst toprak tabakasına ve boğucu habitatlara yayılmasına sebep olur. Pek çok bilim insanının en az iklim kaosu kadar büyük bir tehdit olduğuna inandığı bu biyoçeşitlilik krizi, öncelikle vahşi yaşam alanlarının tarıma, sanayi sitelerine ve konut bloklarına dönüştürülmesinden kaynaklanıyor.

İnsanlık yüzyıllar boyunca, betonun inkâr edilemez faydaları karşılığında bu çevresel olumsuzluğu kabullenmeye istekli davrandı. Ancak denge şimdi diğer yöne doğru kayıyor.

2. Dünya Savaşı’ndan sonraki beton patlaması

Roma’daki Panteon ve Colosseum, kum, agrega (genellikle çakıl veya taş) ve kireç bazlı, fırında pişmiş bir bağlayıcı ile karıştırılmış sudan oluşan betonun dayanıklılığının kanıtıdır. Bu bağlayıcının modern sanayileşmiş formu -Portland Çimentosu- 1824’te Leeds’de Joseph Aspdin tarafından bir “yapay taş” biçimi olarak patentlendi. Bu daha sonra, Empire State binası gibi Art Deco gökdelenlerin temeli olan betonarmeyi oluşturmak için çelik çubuklar veya ağlarla birleştirildi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bombardımanlarla harap olan şehirleri yeniden inşa etmek için ucuz ve basit bir yol olarak sunulduğunda, her tarafa sular seller gibi beton döküldü. Bu, Le Corbusier gibi brütalist mimarların dönemiydi, onu Oscar Niemeyer’in fütürist, serbest akan kıvrımları ve Tadao Ando’nun zarif çizgileri izledi -sürekli büyüyen bir baraj, köprü, liman, belediye binası, üniversite kampüsleri, alışveriş merkezleri ve tekdüze korkunç otoparklar ordusundan bahsetmiyorum bile. 1950’de çimento üretim miktarı çeliğe eşitti; o zamandan beri üretim miktarı 25 ile çarpıldı, bu metalik inşaat ortağı olan çelikten üç kat daha hızlı bir artış demek.

Estetik hakkındaki tartışmalar, Owen Luder’in acımasız Tricorn Center’ını “küflü bir fil dışkısı yığını” olarak kınayan Prens Charles gibi gelenekçiler ile betonu stil, boyut ve gücü kitleler için uygun hale getirmenin bir yolu olarak gören modernistler arasında kutuplaşma yarattı.

Japonya 20. yüzyılın ikinci yarısında betonu o kadar coşkuyla kucakladı ki, ülkenin yönetim yapısı için genellikle doken kokka (inşaat ülkesi) tanımı kullanılır.”

Beton siyaseti daha az bölücü ama daha aşındırıcıdır. Buradaki temel sorun atalettir. Bu malzeme politikacıları, bürokratları ve inşaat şirketlerini birbirine bağladığında, ortaya çıkan bağdan kopmak neredeyse imkânsız bir hal alır. Parti liderlerinin seçilmek için inşaat firmalarından bağış ve komisyonlara ihtiyacı var, devlet planlamacılarının ekonomik büyümeyi sürdürmek için daha fazla projeye ihtiyacı var ve inşaat patronlarının para akışını, istihdam edilen personeli ve siyasi nüfuzu yüksek tutmak için daha fazla sözleşmeye ihtiyacı var. Çevresel ve sosyal açıdan şüpheli altyapı projeleri ve Olimpiyatlar, Dünya Kupası, uluslararası fuarlar gibi çimento şenlikleri için kendi kendini besleyen siyasi coşkunun nedeni tam da budur.

Klasik bir örnek olarak Japonya’yı gösterebiliriz; 20. yüzyılın ikinci yarısında betonu o kadar coşkuyla kucakladı ki, ülkenin yönetim yapısı için genellikle doken kokka (inşaat ülkesi) tanımı kullanılır.

Japonya’nın Kusakabe kentinde, şiddetli yağmur ve tayfun mevsimlerinde Tokyo’yu sel sularına ve şehrin ana su yollarının ve nehirlerinin taşmasına karşı korumak için inşa edilmiş basınç kontrollü bir su deposu. Fotoğraf: Ho New/Reuters

Başlarda, beton İkinci Dünya Savaşı’nda bombalar ve nükleer savaş başlıkları tarafından tahrip edilen şehirleri yeniden inşa etmek için ucuz bir malzemeydi. Ardından, yeni bir süper hızlı ekonomik gelişme modelinin temellerini attı: Şinkansen hızlı trenleri için yeni demiryolu rayları, yükseltilmiş otoyollar için yeni köprüler ve tüneller, havaalanları için yeni pistler, 1964 Olimpiyatları ve Osaka Fuarı için yeni stadyumlar ve yeni belediye binaları, okullar, spor tesisleri…

Bu, ekonominin 1980’lerin sonlarına kadar neredeyse çift haneli büyüme oranını gerçekleştirmesini ve istihdamın yüksek kalmasını sağlayarak iktidardaki Liberal Demokrat Parti’ye büyük bir güç kaynağı oldu. Dönemin siyasi ağır topları -Kakuei Tanaka, Yasuhiro Nakasone ve Noboru Takeshita gibi erkekler- memleketlerine büyük projeler getirme yetenekleriyle değerlendirildi. Büyük rüşvetler norm haline gelmişti. Aracı ve uygulayıcı olarak görev yapan Yakuza gangsterleri de bundan paylarını alıyordu. Altı büyük inşaat firmasının oluşturduğu (Shimizu, Taisei, Kajima, Takenaka, Obayashi, Kumagai) tekellerin ihaleye fesat karıştırması, sözleşmelerin politikacılara büyük komisyonlar sağlayacak kadar kazançlı olmasını sağladı. Doken kokka, ulusal ölçekte bir dolandırıcılıktı.

Çimentoyla kaplanan bir ülke: Japonya

Ancak çevreyi bozmadan faydalı bir şekilde döşeyebileceğiniz beton miktarı sınırlıdır. En yaratıcı politikacıların bile hükümetin teşvik paketlerini haklı çıkarmak için kendini parçaladığı 1990’larda, getirinin giderek azaldığı görüldü. Bu dönem, seyrek yerleşim bölgelerine olağanüstü pahalı köprülerin, küçük kırsal topluluklar arasına çok şeritli yolların yapıldığı, geriye kalan birkaç doğal nehir kıyısının çimento ile doldurulduğu ve Japonya kıyı şeridinin yüzde 40’ını koruması için inşa edilen deniz surlarına daha büyük hacimlerde beton döküldüğü zamanlardı.

Uzun süredir Japonya’da yaşayan yazar Alex Kerr, Dogs and Demons (Köpekler ve Şeytanlar) adlı kitabında, selleri ve çamur kaymalarını önlemek adına nehir kıyılarının ve yamaçların çimentoyla kaplanmasından yakınıyor. Kerr, bir röportaj sırasında devlet destekli kaçak inşaat projelerinin dağlarda, nehirlerde, akarsularda, göllerde, sulak alanlarda, kısacası her yerde tarifsiz hasarlara yol açtığını ifade edip “Bu yüksek bir hızla devam ediyor. Modern Japonya’nın gerçeği bu ve rakamlar da son derece sarsıcı” diyor.

Kerr, Japonya’da metrekare başına dökülen beton miktarının Amerika’dakinin 30 katı olduğunu, hacmin ise hemen hemen aynı olduğunu anlatıyor: “Yani, [ABD ile] aynı miktarda beton dökülen Kaliforniya büyüklüğünde bir ülkeden bahsediyoruz. Japonya’da neler olup bittiğine dair bir fikir edinmek için Amerika’nın alışveriş merkezlerini ve kentsel yayılmayı 30 ile çarpın.”

Tohoku depremi ve tsunamisi ile Fukuşima nükleer santrali faciasında, beton bloklar sahili okyanus dalgalarından koruyamadı ancak beton lobisi çok güçlüydü.”

Gelenekçiler ve çevreciler dehşete düştü ama görmezden gelindiler. Japonya’nın “çimentolanması”, doğayla uyum ve mujo’nun (geçiciliğin) takdir edilmesi gibi ülkenin klasik estetik ideallerine aykırıydı, yine de dünyanın sismik olarak en aktif ülkelerinden birinde her zaman var olan deprem ve tsunami korkusu göz önüne alındığında anlaşılabilir bir şeydi. Herkes gri nehirlerin ve kıyı şeritlerinin çirkin olduğunda hemfikirdi, ancak evlerini su basmasını engellendiği sürece kimsenin umurunda olmadı.

Bu da 2011’deki Tohoku depremi ve tsunamisinin daha da şoke edici bir şekilde deneyimlenmesine sebep oldu. Ishinomaki, Kamaishi ve Kitakami gibi sahil kasabalarında inşası on yıllar sürmüş olan devasa deniz duvarları dakikalar içinde sular altında kaldı. Yaklaşık 16 bin kişi öldü, bir milyon bina ya yıkıldı ya da hasar gördü, kıyıya vuran gemiler kasaba sokaklarını tıkadı ve liman yüzen arabalarla doldu. Fukushima’da olanlar daha da endişe vericiydi: Okyanus dalgaları Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’ni koruyan dış duvarları yuttu ve bu da 7. seviye bir erimeye neden oldu.

Kısacası, bu insan kibrinin, doğanın gücü tarafından ifşa edildiği Japonya için bir Kral Knut anı haline gelebilirdi (Kral Knut tahtını deniz kenarına kurdurup dalgaları emir vererek durdurmaya çalışmış, başarılı olamayınca da dalgaların krallardan daha büyük olduğunu ifade edip tacını çıkarmıştır -çn.) Ancak beton lobisi çok güçlüydü. Liberal Demokrat Parti, bir yıl sonra, Japonya’nın ekonomik üretiminin yaklaşık yüzde 40’ına denk gelen, gelecek on yılda bayındırlık işlerine 200 trilyon Yen (yaklaşık 261 trilyon Türk Lirası) harcama sözü vererek iktidara geri döndü.

“Kötü bir şey yapmamış olmamıza rağmen hapisteymişiz gibi hissettiriyor”… Japonya, Iwate ili, Yamada’da bir deniz duvarı. 2018. Fotoğraf: Kim Kyung-Hoon/Reuters

İnşaat firmalarına bir kez daha dalgaları tutmaları emredildi, bu sefer daha uzun ve daha kalın bariyerlerle. Gereklilikleri ise son derece tartışmalı:  Mühendisler, 12 metre yüksekliğindeki bu beton duvarların gelecekteki tsunamileri durduracağını veya en azından yavaşlatacağını iddia ediyor, ancak yerel halk bu tür vaatleri daha önce de duymuştu. Bu duvarların koruduğu alanda yaşayan insan sayısı düşük, ayrıca arazi büyük ölçüde boşaltılmış ve çeltik tarlaları ve balık çiftlikleri ile doldurulmuş durumda. Çevreciler, mangrov ormanlarının duvarlardan çok daha ucuz bir tampon teşkil edebileceğini ifade ediyor. Hatta, tsunamiden etkilenen bölge sakinlerinin birçoğu okyanusla aralarındaki betondan nefret ediyor.

‘Hep denizle iç içe yaşadık, şimdi hükümet denizi kapattı’

İstiridye avcısı Atsushi Fujita, Reuters’e verdiği bir demeçte, “Kötü bir şey yapmamış olmamıza rağmen hapse atılmışız gibi hissettiriyor” diyor. Bu devasa yeni yapıların en etkili fotoğraflarından bazılarını çeken Tokyo doğumlu fotoğrafçı Tadashi Ono, artık denizi göremediklerinden yakınıyor.  Duvarları, Japon tarihinin ve kültürünün terk edilmesi olarak nitelendiren Ono şunları anlatıyor:  “Medeniyet olarak zenginliğimiz okyanusla temasımızdan kaynaklanıyor. Japonya her zaman denizle iç içe yaşadı ve biz deniz tarafından korunduk. Şimdi Japon hükümeti denizi kapatmaya karar verdi.”

Asya’daki mali kriz sırasında, Keynesçi ekonomi danışmanları Japon hükümetine GSMH büyümesini teşvik etmenin en iyi yolunun, yerde bir delik açıp onu doldurmak olduğunu söylediler. Tercihen de çimento ile. Delik ne kadar büyükse o kadar iyiydi.

Bu kaçınılmaz bir şeydi. Tüm dünyada beton, kalkınma ile eş anlamlı hale geldi. Teoride, insani ilerlemenin ölçümü için yaşam beklentisi, bebek ölümleri ve eğitim seviyeleri gibi bir dizi ekonomik ve sosyal gösterge kullanılır. Ancak siyasi liderler için açık ara en önemli ölçüt Gayri Safi Milli Hasıladır. GSMH, çoğu zaman ekonomik büyümeyi hesaplamak için kullanılan bir ekonomik faaliyet ölçüsüdür. GSMH, hükümetlerin dünyadaki ağırlıklarına biçtikleri kıymettir. Ve hiçbir şey bir ülkeyi beton kadar kıymetlendiremez.

Bu, belirli bir aşamadaki tüm ülkeler için geçerlidir. Gelişimlerinin ilk aşamalarında, büyük inşaat projeleri, kas yapan bir boksör gibi faydalıdır. Ancak halihazırda olgunlaşmış ekonomiler için, daha güçlü steroidler kullanıp daha az etkisini gören yaşlı bir atlet misali zararlıdır. 1997-98 yıllarında Asya’daki mali kriz sırasında, Keynesçi ekonomi danışmanları Japon hükümetine GSMH büyümesini teşvik etmenin en iyi yolunun, yerde bir delik açıp onu doldurmak olduğunu söylediler. Tercihen de çimento ile. Delik ne kadar büyükse o kadar iyiydi. Bu, kâr ve istihdam anlamına geliyordu.

Hiç şüphesiz, bir ulusu insanların hayatlarını iyileştirecek bir şey yapması için harekete geçirmek çok daha kolaydır ama her iki durumda da betonun yeni düzenlemenin bir parçası olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Roosevelt’in 1930’larda ABD’de ekonomik durgunluğu aşacak bir ulusal proje olarak öne attığı, ancak o zamana kadar yapılmış en büyük betonlaştırma projesi olarak da tanımlanabilecek New Deal’in arkasındaki düşünce de buydu. Yalnızca Hoover Barajı için 3.3 milyon metreküp betona ihtiyaç vardı; bu o zaman için bir dünya rekoruydu. İnşaat firmaları onun insan uygarlığından daha uzun süre dayanacağını iddia etmişti.

‘İnşa et, insanlar gelir’ anlayışının sonu

Gelin görün ki bu 21. yüzyılın beton süper gücü olan Çin’de şu anda olanlara kıyasla hiçbir şey değil; Çin, malzemenin bir kültürü (doğayla iç içe bir uygarlığı) bir ekonomiye (GSYİH istatistiklerine takıntılı bir üretim birimi) nasıl dönüştürdüğünün en büyük örneği. Pekin’in gelişmekte olan bir ulustan bir süper güce olağanüstü bir hızla yükselişinin ardında çimento dağları, kumla dolu sahiller ve nehirlerce su var. Bu malzemelerin karıştırılma hızı belki de modern çağın en şaşırtıcı istatistiğini ortaya çıkarıyor: 2003’ten beri Çin her üç yılda bir ABD’nin 20. yüzyılın tamamında kullandığından daha fazla çimento döktü.

Pekin Daxing uluslararası havalimanı 1,6 milyon metreküp beton içeriyor. Fotoğraf: Sipa Asia/Rex/Shutterstock

Bugün Çin, dünyadaki betonun neredeyse yarısını kullanıyor. Emlak sektörü -yollar, köprüler, demiryolları, kentsel dönüşüm ve diğer çimento/çelik projeleri- 2017’de Çin ekonomisinin genişlemesinin üçte birini oluşturdu. Küçük beyaz plastik modeller mega alışveriş merkezlerine, konut komplekslerine ve beton kulelere dönüştükçe her büyük şehrin, sürekli güncellenen, mutlaka yapılması gereken, taban ölçeğinde bir kentsel gelişim planı modeli vardır.

Ancak ABD, Japonya, Güney Kore ve onlardan önce “gelişmiş” olan diğer tüm ülkeler gibi Çin de sadece beton dökmenin yarardan çok zarar verdiği bir noktaya gelmekte. Hayalet alışveriş merkezleri, yarı boş kasabalar ve beyaz fil (maliyetin yarara kıyasla daha yüksek olduğu -çn.) stadyumlar, giderek artan savurgan harcamanın işaretleri. Günde ancak beş uçuşla açılan Luliang’daki devasa yeni havaalanını ya da o kadar az kullanıldığı için artık bir mekândan çok abide haline gelen olimpik Bird’s Nest stadyumunu (Pekin Ulusal Stadyumu -çn.) ele alalım. Geçmişte “inşa et ve insanlar gelecek” deyimi sıklıkla doğrulanmış olsa da Çin hükümeti endişeli. Ulusal İstatistik Bürosu, 450 kilometrekare satılmamış konut alanını ortay çıkardığında, Çin Çumhurbaşkanı Şi Cinping, bu fazla inşaatların “yok edilmesi” çağrısında bulundu.

Çin’in Yangtze Nehri üzerindeki Three Gorges Barajı, dünyanın en büyük beton yapısı. Fotoğraf: Laoma.

Dökülen boş yapılar sadece göze batan bir şey olmakla kalmaz aynı zamanda ekonomiyi tüketir ve üretken arazilerin israfı anlamına gelir. Her zamankinden daha fazla inşaat, her zaman olduğundan daha fazla kirlilik ve karbondioksit salan daha fazla çimento ve çelik fabrikası gerektiriyor. Çinli peyzaj mimarı Yu Kongjian’ın işaret ettiği gibi, aynı zamanda, insanların nihayetinde bağımlı olduğu ekosistemlere (verimli topraklar, kendi kendini temizleyen akarsular, fırtınaya dayanıklı mangrov bataklıkları, sel önleyici ormanlar) de zarar verir. Ayrıca, Yu’nun “Eko-güvenlik” olarak ifade ettiği olguya yönelik bir tehdit oluşturur.

Nehir kıyılarını ve doğal bitki örtüsünü eski haline getirmek için mümkün olduğunda betonu sökerek betona karşı işlenen suçlara öncülük eden Yu, etkileyici kitabı The Art of Survival’da, Çin’i doğayla uyum konusundaki Taocu ideallerinden tehlikeli bir şekilde uzaklaştığı konusunda uyarıyor ve “Bugün takip ettiğimiz kentleşme süreci ölüme giden bir yoldur” diyor.

Büyük inşaat patlamasından kurtulmak isteyen Çin yönetimi, sektörün çökmemesi için diğer sayısız ülkenin yaptığını yapıyor, çevresel stresini ve aşırı kapasitesini denizaşırı ülkelere ihraç ediyor.”

Mevcut Çin büyüme modelinin kırılganlığının giderek daha fazla farkına varan hükümet yetkilileri, sonunda Yu’ya danıştı. Ancak onların da hareket alanı sınırlı. Beton ekonomisinin ilk momentumunu her zaman beton siyasetinin ataleti izler. Cumhurbaşkanı Şi, “güzel bir ülke” ve “ekolojik bir uygarlık” yaratmak için ağır sanayiden yüksek teknolojili üretime doğru bir ekonomik geçiş sözü verdi ve hükümet şimdi bu büyük inşaat patlamasından kurtulmaya çalışıyor. Ancak Şi, inşaat sektörünün öylece sönmesine izin veremez, çünkü bu sektörde 55 milyondan fazla işçi -neredeyse Britanya nüfusunun tamamı kadar- istihdam ediliyor. Bunun yerine Çin, diğer sayısız ülkenin yaptığını yapıyor, çevresel stresini ve aşırı kapasitesini denizaşırı ülkelere ihraç ediyor.

Pekin’in çok övülen Kuşak ve Yol Girişimi -Marshall Planı’ndan katbekat büyük bir denizaşırı altyapı yatırım projesi- Kazakistan’da karayolları, Afrika’da en az 15 baraj, Brezilya’da demiryolları ve Pakistan, Yunanistan ve Sri Lanka’da limanlar vaat ediyor. Bu ve diğer projeleri tedarik etmek için ülkenin en büyük çimento üreticisi olan China National Building Material, 50 ülkede 100 çimento fabrikası inşa etme planı olduğunu duyurdu.

Ne kadar beton, o kadar yolsuzluk

Bu kesinlikle suç faaliyetlerinin artacağı anlamına geliyor. İnşaat sektörü, aşırı hızlı ulusal inşaat faaliyetinin birincil aracı olmasının yanı sıra, rüşvet için de en geniş kanalı teşkil ediyor. Pek çok ülkede bu ikisi arasındaki bağlantı o kadar güçlü ki, insanlar bunu bir endeks olarak görüyorlar: Ne kadar beton, o kadar yolsuzluk.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’ne göre inşaat, dünyanın en kirli işi ve madencilik, emlak, enerji veya silah piyasasından çok daha fazla rüşvet içeriyor. Hiçbir ülke bundan muaf olmasa da son yıllarda Brezilya, sektördeki rüşvetin dudak uçuklatan boyutlarını en açık şekilde ortaya koyan ülke oldu.

Başka yerlerde olduğu gibi, Güney Amerika’nın en büyük ülkesinde de beton çılgınlığı sosyal kalkınmanın bir aracı olarak mülayim bir şekilde başladı, sonrasında ekonomik bir gerekliliğe dönüştü ve sonunda siyasi çıkar ve bireysel açgözlülük için bir araç haline geldi. Bu aşamalar arasındaki geçiş etkileyici bir hızla gerçekleşti. 1950’lerin sonundaki ilk büyük ulusal proje, ülkenin iç kısmında neredeyse ıssız bir ovaya inşa edilen yeni bir başkent, Brasilia idi. Toprağı kaplamak, bakanlıklar ve konutlar için yeni yapılar inşa etmek üzere ovaya yalnızca 41 ayda, bir milyon metreküp beton döküldü.

Ulusal Cumhuriyet Müzesi, Oscar Niemeyer, Brasília, Brezilya.

Bunu Amazon yağmur ormanlarından geçen yeni bir otoyol -TransAmazonia – ve ardından 1970’den itibaren Güney Amerika’nın en büyük hidroelektrik santrali, Paraguay ile Parana nehri sınırında inşa edilen ve Hoover Barajı’ndan neredeyse dört kat daha büyük olan Itaipu Barajı izledi. Brezilya inşaat sektörü, 12.3 milyon metreküp betonun 210 adet Maracana Stadyumu’nu doldurmaya yeteceğini söyleyerek övündü. Bu, Çin’deki Yangtze nehrinin Üç Boğaz Barajı tarafından 27.2 milyon metreküp betonla boğulmasına kadar dünya rekoru olmayı sürdürdü.

‘Çalıyor ama çalışıyor’

Ordunun iktidarda olması, basının sansürlenmesi ve bağımsız yargının eksikliği nedeniyle, generaller ve müteahhitler tarafından bütçenin ne kadarının sızdırıldığını bilmenin hiçbir yolu yok. Ama 1985’ten bu yana, diktatörlük sonrası dönemde, rüşvetle lekelenmemiş neredeyse hiçbir partinin ya da politikacının kalmamasıyla yolsuzluk sorunu çok belirgin hal aldı.

Uzun yıllar boyunca, bu kişilerin en ünlüsü, Büyük Solucan anlamına gelen ve Minhocao olarak bilinen dev yükseltilmiş otoyolun inşası sırasında şehri yöneten São Paulo Valisi Paulo Maluf’tu. 1969’da hizmete açılan bu proje için kendini öven Maluf, iddiaya göre, sadece dört yıl içinde bayındırlık işlerinden 1 milyar dolar yağmaladı -bu meblağın bir kısmının İngiliz Virgin Adaları’ndaki gizli hesaplara kadar uzandığı tespit edildi. İnterpol tarafından aranmasına rağmen, Maluf onlarca yıl adaletten kaçtı ve bir dizi üst düzey kamu görevine seçildi. Bu, kendisi hakkında sık sık kullanılan ve küresel beton endüstrisini de tanımlayan sinik bir cümle sayesinde gerçekleşti: “Çalıyor ama çalışıyor.”

Paulo Maluf, Brezilya’da Başkan Dilma Rousseff’in görevden alınmasıyla ilgili tartışma sırasında. 2016. Fotoğraf: Ueslei Marcelino/Reuters

Gerçi, son beş yılda, Maluf’un ünü Brezilya’nın en yozlaşmış adamı olarak gölgelendi. Bunun nedeni, Araba Yıkama Operasyonu olarak bilinen, geniş bir ihaleye fesat karıştırma ve kara para aklama ağına yönelik açılan büyük çaplı soruşturmaydı.  Odebrecht, Andrade Gutierrez ve Camargo Corraa başta olmak üzere dev inşaat firmaları, politikacıların, bürokratların ve aracıların petrol rafinerileri, Belo Monte barajı, 2014 Dünya Kupası, 2016 Olimpiyatları ve bölge genelinde onlarca başka altyapı projesi için aşırı derecede şişirilmiş sözleşmeler karşılığında, en az 2 milyar dolarlık rüşvet aldığı bu genişleyen ağın merkezinde yer aldı. Savcılar, Odebrecht’in tek başına 415 politikacı ve 26 siyasi partiye rüşvet verdiğini açıkladı.

Küresel Ekonomi ve İklim Komisyonu’na göre gelişmekte olan ülkeler altyapılarını mevcut ortalama küresel seviyelere genişletirlerse, inşaat sektörü 2050 yılına kadar 470 milyar ton karbondioksit salacak.”

Bu skandalın ortaya çıkması sonucunda hükümet düştü, Brezilya’nın eski bir cumhurbaşkanı ve Ekvador’un cumhurbaşkanı yardımcısı hapse girdi, Peru cumhurbaşkanı istifaya zorlandı, onlarca politikacı ve yönetici parmaklıklar ardına atıldı. Yolsuzluk skandalı Avrupa ve Afrika’ya da sıçradı. ABD Adalet Bakanlığı, olayı “tarihin en büyük yabancı rüşvet davası” olarak nitelendirdi. Skandal o kadar büyüktü ki, Maluf nihayet 2017’de tutuklandığında kimse kılını bile kıpırdatmadı.

Bu tür yolsuzluklar sadece vergi gelirlerinin çalınması anlamına gelmez, aynı zamanda çevre suçları için bir motivasyon kaynağı oluştururlar: Toplumsal değeri şüpheli olan projeler için atmosfere milyarlarca ton CO2 pompalandı ve Belo Monte örneğinde olduğu gibi, bu projeler genellikle inşaatlardan etkilenen yerel sakinlerin muhalefetine ve ruhsattan sorumlu yerel makamlar hakkındaki büyük ve derin endişelerine rağmen yapıldı.

Tehlikeler giderek daha belirgin hale gelse de bu düzen hâlâ kendini tekrar ediyor. Hindistan ve Endonezya, gelişme süreçlerindeki yüksek beton aşamasına yeni giriyorlar. Önümüzdeki 40 yıl içinde dünyada yeni inşaat yapılan alanın iki katına çıkması bekleniyor. Bunlardan bazıları sağlık açısından yarar sağlayacaktır. Çevre bilimci Vaclav Smil, dünyanın en yoksul evlerinde çamur zeminlerin betonla değiştirilmesinin parazit kaynaklı hastalıkları yaklaşık yüzde 80 oranında azaltabileceğini tahmin ediyor. Ancak her beton el arabası aynı zamanda dünyayı ekolojik çöküşe daha da yaklaştırıyor.

Chatham House, kentleşme, nüfus artışı ve ekonomik gelişmenin küresel çimento üretimini yılda 4’ten 5 milyar tona çıkaracağını tahmin ediyor. Küresel Ekonomi ve İklim Komisyonu’na göre de gelişmekte olan ülkeler altyapılarını mevcut ortalama küresel seviyelere genişletirlerse, inşaat sektörü 2050 yılına kadar 470 milyar ton (gigaton) karbondioksit salacak.

‘Beton çağı’nı terk etme zamanı

Bu, dünyadaki her hükümetin, dünyadaki ısınmanın 1.5 ila 2 derecede kalma hedefine ulaşması için, çimento endüstrisinden kaynaklanan yıllık karbon emisyonlarının 2030 yılına kadar en az yüzde 16 oranında düşmesi gerektiğini kabul ettiği iklim değişikliğine ilişkin Paris Anlaşması’nı ihlal ediyor. Aynı zamanda, insan refahı için elzem olan ekosistemlere de ezici bir yük bindiriyor.

Tehlikeler kabul ediliyor. Chatham House tarafından geçen yıl yayımlanan bir rapor, çimentonun üretilme şeklinin yeniden gözden geçirilmesi çağrısında bulundu. Emisyonları azaltmak için, üretimde yenilenebilir kaynakların daha fazla kullanılmasını, enerji verimliliğinin artmasını, cüruf yerine başka malzemelerin ikame edilmesini ve en önemlisi de pahalı olmasına ve henüz ticari ölçekte endüstride uygulanmamasına rağmen, karbon yakalama ve depolama teknolojisinin yaygın olarak benimsenmesini teşvik ediyor.

Fotoğraf: Kim Kyung-Hoon/Reuters.

Mimarlar, çözümün binaları daha yalın hale getirmek ve mümkün olduğunda çapraz lamine ahşap gibi başka malzemeler kullanmak olduğunda hemfikir. Anthony Thistleton, “beton çağının” dışına çıkmanın ve öncelikle bir binanın nasıl göründüğü hakkında düşünmeyi bırakmanın zamanının geldiğini söylüyor.

Thistleton, Architects Journal’a verdiği demeçte, “Beton güzel ve çok yönlüdür, ancak ne yazık ki çevresel bozulma açısından aynı anda tüm kötü özelliklere sahip,” diyor ve şöyle devam ediyor: “Kullandığımız tüm malzemeleri ve bunların daha geniş etkilerini düşünmek bizim sorumluluğumuz.”

Zihniyet değişimi şart

Ancak birçok mühendis, uygulanabilir bir alternatif olmadığını iddia ediyor. Çelik, asfalt ve alçıpan betondan daha fazla enerji yoğundur. Dünyanın ormanları, kereste talebinde ciddi bir artış olmadan bile endişe verici bir oranda tükeniyor.

Leeds Üniversitesi’nde malzeme ve yapı alanında profesör olan Phil Purnell, dünyanın “maksimum beton” anına ulaşma olasılığının düşük olduğunu ifade ediyor. Purnell, “Hammaddeler neredeyse sınırsız ve yollar, köprüler, yani temele ihtiyaç duyan her şeyi yaptığımız sürece de talep görecek” diyor ve şöyle devam ediyor: “Nereden bakarsanız bakın beton, tüm malzemeler arasında en az enerjiye aç olandır.”

Purnell, bunun yerine mevcut yapıların daha iyi korunmasını ve bu mümkün olmadığında geri dönüşümün artırılmasına odaklanılması çağrısında bulunuyor. Halihazırda, betonun çoğu çöp sahalarına gidiyor veya kırılıyor ve katışmaç olarak yeniden kullanılıyor. Purnell, bu beton malzemenin taleple eşleşmesini sağlayacak tanımlama etiketleri ile işaretlenmesi durumunda, bu sürecin daha verimli bir şekilde aşılabileceğini ifade ediyor. Leeds Üniversitesi’ndeki meslektaşları da Portland Çimentosu’na alternatif bulmak için araştırmalarını sürdürüyor ve farklı karışımların bir bağlayıcının karbon ayak izini üçte iki oranında azaltabileceğini söylüyorlar.

En önemlisi ise, yaşam alanlarını inşa edilmiş yapılarla ve doğaya dayalı kültürleri veriye dayalı ekonomilerle değiştiren gelişimsel bir modelden uzaklaşan bir zihniyet değişiminin gerekliliği. Bu, beton üzerine inşa edilmiş güç yapılarıyla mücadele etmeyi ve büyüme için betondan daha güvenilir bir temel olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor.

Metnin orijinali için tıklayın

Yangından çıkmış bir köyün anatomisi ve yapabileceklerimiz…

Uzattığınız sıcak bir el, yangının sıcağını alır, bir serinlik verir diğer ele…

Omuzlara dokunan eller de kavrulmuş toprağa değen bir su gibi yok eder yalnızlığı…

Yangınlar, depremler ve seller şoka sokar insanı… Böyle durumlarda, temel ihtiyaçlar dışında, insanın en çok duyacağı ihtiyaçlardan birisi de önemsendiğini bilmektir. Sosyalleşmektir. Yalnız kalmamaktır. Dayanışmaktır. Gülebilmektir. Nihayetinde “İnsanın acısını insan alır.”*

İşte bu duygu ve düşüncelerle, yangın söndürmeye destek için kurduğumuz grubumuzla, yangın sonrası destek ve dayanışma amacıyla Gündoğmuş’un Ortakonuş yolunu tuttuk. Gündoğmuş’a yaklaşırken hiç beklemediğimiz, hazırlıklı da olmadığımız yeni başlayan bir yangınla karşılaştık. Hemen orman bölgeyi arayıp onlar gelene kadar güvenli bir şekilde ilk müdahaleyi yaptık. Ekip geldiğinde de soğutma çalışması yaptı. Öyle görünüyor ki yangınlar tekrarlayabilir ve buna her an hazır olmak lazım. İlk müdahale ise çok önemi. Bu nedenle arkadaşlarımızla, gönüllü olarak Orman Bölge Müdürlüğü’nden yangın söndürme eğitimi almayı düşünüyoruz. Ekiplerle vedalaşıp köye vardığımızda ilk olarak köyün muhtarı İsa Boz ile görüşüyoruz.

Yangın sonrası köydeki barınma sorunu

Köyün özellikle üst taraflarında birçok evin yandığını öğreniyoruz. Gündoğmuş yangını bu köyün üst tarafındaki elektrik direğinden çıkıp yayılmış. Muhtarın da köylülerin de ifadesi bu yönde. Muhtar Boz, yorgun olmasına rağmen bizi sevinçle karşılayıp gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. Gıda, giyecek ve yatak-yorgan gibi ihtiyaçların kendilerine fazlasıyla ulaştırıldığını söylüyor. İnsanların bu tür malzemeleri büyük bir hızla gönderdiğini ifade ediyor. Köylüler de bu dayanışma gücü ve duyarlılığından memnun. Tek sorun organizasyon. O nedenle bir yere destek gönderecekseniz, bilgi almadan göndermeyin. Bazı malzemeler fazla birikirken, asıl ihtiyaç olanlar ulaşmayabiliyor.

Köydeki asıl sorunun, barınma olduğunu öğreniyoruz. Yanan evlerin yerine şimdilik konteynerler gelmiş. Uzun vadede, yani kış gelmeden ev sorunu nasıl çözülecek? Temel mesele bu. Devlet yetkilileri, köyün üst tarafında heyelan tehlikesi olması sebebiyle, çıkacak jeolojik rapora göre, evlerin yapılacağı yerin değişebileceğini, eski yerlerine yapılmayabileceğini belirtmiş. Orada doğup büyümüş ve şimdi yaşlanmış birçok köylü ise yıllardır bir sorun yaşamadık deyip aynı yerde evlerinin inşa edilmesini istiyorlar. Eğer rapor bu yönde çıkarsa TOKİ, evleri köyün alt kısmında inşa edecekmiş. İnşa edilen evler ise krediyle köylüye satılacakmış. Köylünün yaptığı diğer bir vurgu ise; bu kredileri çok sınırlı gelirleriyle zaten ödeyemeyecekleri şeklinde… Köylüler, “ Evi eski olan vatandaşlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler” sözünü sarf eden Gündoğmuş Belediye Başkanı Mehmet Özeren geldiğinde “yanına kimse gitmedi ve yalnız oturmak zorunda kaldı” diye de tepkilerini belirttiler.

Başka türlü bir inşaat ve barınma

TOKİ aracılığıyla, Ortakonuş’ta yapılacak inşaat, büyük ihtimalle tüm köylerde uygulanacak. O nedenle bu köyde yapılacak şeyi anlamamız, genelde yapılacak olanı anlamamız açısından çok önemli. Burada sormamız gereken sorular var:

  • Devlet şu veya bu sebeple evini böyle bir afette kaybetmiş insanların barınma sorununu ücretsiz çözmek zorunda değil midir?
  • Yukarı kısımda düşme tehlikesi olan kayalar, güvenli ve kontrollü bir şekilde düşürüldükten sonra evler yine aynı yerlerine ve dokusuna uygun yapılamaz mı?
  • Köyün eski çok güzel taş evlerini onarmak yerine neden tek tip TOKİ konutları yapılmaktadır? Üstelik de köylüye satılmak üzere… Evlerin tamamen yanmadığını da belirtelim.
  • Orman muhafaza memuru alımlarının, yine bu orman köylerinden olması şartı getirilerek hem ormanın daha aktif korunması sağlanırken hem de bu köylülere bir gelir oluşturulamaz mı?

Köydeki potansiyeli açığa çıkartmak

Muhtarla, köylülerle ve köyde yaşayan genç ziraat mühendisi Fikret Baykara ile köydeki tarım potansiyelini konuşuyoruz. Fikret, daha önce geldiğimizde bize bölgeyi, evleri ve aileleri gezdiren çok ilgili bir dostumuz. Fikret’e köydeki tarımın durumunu soruyoruz. Aslında havası ve doğası çok temiz olan Ortakonuş’ta yakın zamana kadar tarımsal ürünlerde kimyasal kullanılmıyormuş. Ancak köylünün kolayına geldiği için son yıllarda kimyasal ilaç ve gübre kullanmaya başlamışlar. Antalya Gıda Toplulukları olarak, eğer doğal tarıma geçiş yaparlarsa -ki bu onlar için çok zor olmaz- toplum destekli tarım çerçevesinde ürünlerini alabileceğimizi söyledik. Bu önerimiz çok olumlu karşılandı. Köyde su sorunu  olmaması da büyük bir avantaj.  Fikret Baykara, köylülerin kuru incir, kuru üzüm, kırmızı toz biber, üzüm yaprağı, zeytin, patlıcan ve fasulye üretimi yaptığını ve bunu doğal tarıma evriltmek için elinden geleni yapacağını söyledi.

Gıda üretimi ve havalar üzerine sohbet, sözü iklim krizine getiriyor. Ve şöyle diyor 27 yaşındaki Fikret: “Benim çocukluğumda kar yağardı. Kardan adam yaptığımı hatırlıyorum. Şimdi ise köyün en üstüne bile kar yağmıyor. Köyün içinden geçen çay, daha az akıyor. Fikret de diğer köylüler gibi ormanı işleyerek geçimini sağlıyormuş. Ancak bu çok yetersiz diyor. O nedenle tarıma, özellikle de doğal tarıma yöneleceğini söylüyor.

Bizim deneyimimiz böyle… Farklı köylere dayanışmaya gidecek topluluk ve grupların ya da bireylerin farklı deneyimler yaşayacağını düşünüyorum. Ve bu deneyimleri çoğaltıp paylaşmaya çok ihtiyacımız var.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Mantova’nın Cüceleri: Küçük insanların büyük hikayesi

Kitabımızın yazarı Gianni Rodari’ye öğrencilik yıllarında yazdığı bir kompozisyonda “İnsanlığın büyük insanlardan çok, iyi kalpli insanlara ihtiyacı var” cümlesinden ötürü öğretmeni en yüksek notu vermiş. Rodari de kitabımızda bize boyu küçük ama yüreği iyilikle dolu Mantova Cüceleri’nin hikâyesini anlatıyor.

Mantova’daki Düklük Sarayı’ndaki bu cüce kahramanlarımız boyları diğerlerinden farklı olduğu için esaret altında yaşıyorlar. Özgürlüklerinden mahrumlar. Saraylılar ne derse onu yapmak zorundalar. Cücelerimiz günün birinde bu koşullara dayanamıyor ve saraydan kaçıyorlar. Sarayın dışına adım atmalarıyla birlikte cücelerimiz için her şey değişiyor. Başka bir dünyayı ve başka iyi insanları keşfediyorlar. En önemli keşifleri ise içlerindeki cesaret ve değiştirme gücü oluyor.

Ezilenin ‘özne olduğu’ bir dünyanın ipuçları

İnsanlığın ve dünyamızın bugünkü haline baktığımızda genç Rodari’nin “İnsanlığın büyük insanlardan çok, iyi kalpli insanlara ihtiyacı var” cümlesine hak vermemek elde değil. İnsanlık yüzyıllar boyu ellerindeki tek zenginlik statüleri olan büyük insanlara öykündü ama belki de en büyük zenginlik iyi bir insan olmaya çalışmaktı. İnsanların fiziksel özelliklerinden ve diğer farklılıklarından ötürü aşağılanmadıkları, ezilmedikleri bir dünya için çabalamaktı.

Rodari Mantova’nın Cüceleri kitabında bize bir ütopya anlatmamış ama ezileni özne kılarak başka bir dünyanın mümkün olduğunun da ipucunu vermiş. Zaten kitabın en beğendiğim tarafı da bu… Rodari kitapta koşulları değiştirme gücünü başka iyi insanlara bahşetmiyor. Kitabımızda bizzat yaşadıkları koşullara karşı çıkanlar ve dünyalarını değiştirmeye çalışanlar ezilenlerin, cücelerin kendileri… Evet, başka iyi insanlar da onlarla dayanışma gösteriyor ama bu keşif ve değişim hikâyesinin esas kahramanı Mantova’nın cüceleri…

Kısacası Rodari bizlere “cesaret esas içeriden gelir” diyor. Galiba dünyamızın iyi olduğu kadar cesur insanlara da ihtiyacı var. Bu yüzden umut veren bu masalsı hikâyeyi okumanızı, paylaşmanızı dilerim. Cücelerin kitabın sonundaki selamını da almayı unutmayın!

Künye

Yazar: Gianni Rodari
Resimleyen: Margherita Micheli
Çeviren: Filiz Özdem
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Altındağ’daki saldırıya ilişkin 72 kişi daha yakalandı

Ankara‘nın Altındağ ilçesinde dün akşam Suriyelilere ait evlerin ve iş yerlerinin camlarının kırıldığı ve yağmalandığı nefret saldırısıyla ilgili 72 kişi daha yakalandı.

Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada “Altındağ ilçemizde 10 Ağustos 2021 tarihinde gerçekleşen messif olay sonrası bölgede alınan önleyici tedbirler neticesinde, 12 Ağustos günü güvenlik güçlerimizin ikazlarına uymayan, sosyal medya üzerinde provokatif paylaşımlarda bulunan ve çeşitli suçlardan aranan 72 kişi daha yakalanmıştı” denildi.

28’i sabıkalı

Yakalananlardan 29’u hakkında idari işlem uygulandığı, 43 şahısla ilgili ise adli işlem başlatıldığı belirtildi.

Açıklamada “Yakalanan şahısların 28’inin gasp, kasten yaralama, mala zarar verme, uyuşturucu madde imali, hırsızlık vb. Suçlardan kaydı bulunmaktadır” ifadeleri kullanıldı.

Bir önceki 12 Ağustos tarihli açıklamada ise gerçekleştirilen nefret saldırısıyla ilgili 76 kişinin yakalandığı belirtilmişti. Kişilerden 38’inin yağma, kasten yaralama, hırsızlık ve uyuşturucu madde bulundurma suç kaydı bulunduğu aktarılmıştı.

Neler yaşandı?

Battalgazi Mahallesi‘nde 10 Ağustos’ta bir parkta iki grup arasında nedeni bilinmeyen bir kavga yaşandı. Yaralanan iki kişiden biri olan 18 yaşındaki Emirhan Yalçın kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi.

Olayla ilgili gözaltına alınan iki zanlı hakkında ise sevk edildikleri adliyede “kasten öldürme” suçundan tutuklama kararı verildi.

Ancak iki gencin Suriyeli sığınmacılar tarafından bıçaklandığı haberinin yayılmasıyla birlikte Suriyelilerin yüksek oranda olduğu Battalgazi ve Önder Mahallelerinde yüzlerce kişi sokağa döküldü.

Dün akşam saatlerinde ise olaylar iyice şiddetlendi. Sık sık “Suriyelileri burada istemiyoruz” diyen kitle Suriyelilere ait dükkanları taşladı ve bazı dükkanların kepenklerini yıktı. Bazı dükkanların ise yağmalandığı görüldü.

Almanya Basını: Hükümet, Türkiye’yi yüksek risk bölgesi listesine almaya hazırlanıyor

Almanya basınında yer alan haberlere göre Almanya, koronavirüs vakalarının tekrar artış gösterdiği Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İsrail, Karadağ ve Vietnam’ı yüksek risk bölgesi listesine dahil etmeye hazırlanıyor.

Türkiye’nin yüksek risk bölgesi listesine ise salı akşamından itibaren dahil olması bekleniyor.

Karantina süresi 14 gün

Almanya’da salgın verilerini takip eden Robert Koch Enstitüsü‘ne göre, ülkeler “virüs varyantı bölgesi” ve “yüksek risk bölgesi” olmak üzere iki kategoriye ayrılıyor.

Bu iki kategoride yer alan ülkelerdeki kişilerin Almanya’ya gitmeleri durumunda, karantinaya girmeleri zorunlu tutuluyor. Ancak, 14 günlük karantina süresinden daha erken çıkmak isteyenlerin, ülkeye varışlarından en erken beş gün sonra PCR testi yaptırmaları ve negatif sonuç elde etmeleri gerekiyor.

İki kategoride de yer alan ülkelerden hava, kara veya deniz yoluyla Almanya’ya seyahat edeceklerden aşı belgesi ya da sonucu negatif koronavirüs testi veya iyileştiklerine dair belge isteniyor.

Türkiye’de salgınla ilgili son durum

12 Ağustos tarihi itibariyle Türkiye’de son 24 saatte 281 bin 535 koronavirüs testi yapıldı. 22 bin 261 kişinin testi pozitif çıkarken, salgın nedeniyle 138 kişi hayatını kaybetti. İyileşenlerin sayısı ise 15 bin 685 oldu.

Öte yandan, Türkiye’de birinci doz aşı olanların sayısı 43 milyon 319 bin 938, ikinci doz olanların sayısı 31 milyon 810 bin 55 ve üçüncü doz olanların sayısı ise 6 milyon 352 bin 13 olarak açıklandı.

Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi nedir?

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, sel felaketinden etkilenen Kastamonu, Bartın ve Sinop‘un “Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” ilan edildiğini açıkladı.

Peki bu ilan ne anlama geliyor?

“Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi” tanımı ve kapsamı 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun çerçevesinde belirleniyor.

Bölgede; deprem, toprak kayması, çığ, sel, yangın, kaya düşmesi, su baskını gibi büyük hasara neden olacak şekilde afetin meydana gelmesi durumunda o bölge Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi ilan ediliyor.

Gerekli şartlar nedir?

Bir bölgenin Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi ilan edilmesi için:

  • Hane sayısı 100’den az olan yerlerde konutların 10’a birinin,
  • Nüfusu 50 binden az olan il ve ilçelerde en az 20 binanın,
  • Nüfusu 15 binden az olan yerlerde en az 10 binanın oturulamayacak hale gelmesi,
  • Tarım ürünlerinin en az üçte biri kadarının zarar görmesi,
  • Çok sayıda ölü ve yaralı olması gerekiyor.

Hangi olağanüstü yetkiler veriliyor?

Bu ilanla birlikte mülkiye amirlerine verilen olağanüstü yetkiler kanunun 6’ncı Maddesi’nde belirtiliyor. Bu yekiler şu şekilde sıralanıyor:

  • Afetlerin meydana gelmesinden sonra vali ve kaymakamlar (Askerler ve hakim sınıfından bulunanlar hariç olmak üzere) 18 – 65 yaş arasındaki bütün erkeklere görev verebilir.
  • Bedeli, ücreti veya kirası sonradan ödenmek üzere canlı, cansız, resmi ve özel her türlü taşıt araçlarına ve gerekli makina, alat ve edevatına el koyabilir.
  • Hiçbir kayda ve merasime tabi olmaksızın tedavi, kurtarma, yedirme, giydirme ve barındırma gibi işlerle bu gibi işlerin gerektirdiği acil satınalmaları ve kiralamayı yapabilir.
  • Devlete, mahalli idarelere, evkafa, İktisadi Devlet Teşekkülleri ile bunlara bağlı kurumlara ilişkin her türlü taşınmaz malları; yetmemesi halinde de diğer tüzel kişiler ile gerçek kişilere ait bina ve müştemilatı ile bahçe ve arsa gibi araziyi geçici olarak işgale yetkilidir.

Afetin sona ermesinden itibaren 15 gün

Kanuna göre bu yetkilerin kullanma süresi, afetin sona ermesinden itibaren 15 gün. Bu süre, gerektiğinde İmar ve İskan Bakanlığınca uzatılabilir.

Bu madde gereğince yapılacak harcamalar ve ödemeler borçlandırmaya tabi tutulmaz. Kendilerinden yardım istenilen afet bölgesi civarındaki vali ve kaymakamlar yukarıdaki fıkralarda yazılı yetkilerini kullanarak bütün imkan ve vasıtalarla yardıma mecbur.

genel-hayata-etkili-afet-bolgesi

Sağlık hizmetleri ücretsiz

Bir yer Afet Bölgesi ilan edildiğinde, orada yaşayanlara sağlık hizmetleri tamamen ücretsiz götürülüyor. Bölgedeki ordu birlikleri, kendilerinden istenenleri yapmak zorunda kılınıyor.

Yapılardaki hasarı tespit etmek amacıyla gerekirse bütün illerden teknik heyetler görevlendirilebiliyor. Bunun için ilgili bakanlıklar hükümet tarafından Afet Bölgesi’nde görevlendiriliyor.

Yönetmelikte bölgedeki kişilerin, devletin ilgili birimleri tarafından bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi öngörülüyor, Kamu personeline de düzenli bir şekilde yolluk, harcırah ve avans ödemesi yapılıyor.

Maddi kayıplar devlet tarafından karşılanıyor

Bölgedeki her bir ailenin, her bir bireyinin psikolojik ve sosyolojik tedavisi için sosyal hizmet uzmanları ve psikologlar görevlendiriliyor.

Tüm maddi kayıplar devlet tarafından ödeniyor, binaların yıktırılması ya da boşaltılması gereken hallerde bu durum mal sahibine bildiriliyor. Mal sahibinin bu karara üç gün içinde itiraz etme hakkı bulunuyor.

Urfa Siverek’teki petrol boru hattı patladı

Urfa‘nın Siverek ilçesinden geçen BOTAŞ‘a ait Batman-Dörtyol petrol boru hattı patladı.

Olay, bugün öğlen saatlerinde Siverek-Şanlıurfa karayolunun 10’uncu kilometresinde meydana geldi. Patlama sonrası boru hattından fışkıran petrol metrelerce yüksekliğe ulaştı. Vatandaşlar, borudan fışkıran petrolü cep telefonlarıyla görüntüledi.

ANKA’nın aktardığına göre jandarma ve itfaiye ekipleri, olası bir patlamaya karşı olay yerinde önlem aldı. Boru hattının patladığı tarla tamamen siyaha büründü.

Patlamanın ardından BOTAŞ yetkilileri bölgeye gelerek incelemelerde bulundu. Patlama, çevresindeki mısır tarlalarına da büyük zarar verdi.