Ana Sayfa Blog Sayfa 1007

Yaşar Kemal: En heybetli uçan, en güzel konan kuş [1]

Karadeniz’in kuzeyinde savaş tamtamları çalarken, biz, denizin güneyinde Yaşar Kemal’i andık geçtiğimiz günlerde. 1923 yılında doğduğunu düşünen koca çınarın bedeni yedi yıl önce, 28 Şubat 2015’de aramızdan ayrılmıştı. Onun hakkında çok şey söylendi, yazıldı elbet. Ama daha çok söylenmeli, daha çok yazılmalı. Çünkü o dünyanın en heybetli uçan, en güzel konan kuşuydu benim dünyamda.

İyiliğe olan sarsılmaz inanç

Yaşar Kemal daha 7-8 yaşında çocuktu. Köyünde (Hemite) kartallar civcivleri kaptığı için vurulurdu. İsmail Ağa aynı nedenle kartalları vurur, ölülerini çocuklara verirmiş. Bir defasında kanadından yaralanan fakat ölmeyen kartalı diğer çocuklardan kaçırıp Hava Ana’ya getirmiş Kemal. Hava Ana ve Kemal günlerce uğraşıp, bereketli doğanın bin bir çeşit otunu merhem yaparak kartalı iyileştirmiş, sonrada dağa gidip onu serbest bırakmışlardı. Hava Ana kartala, onu serbest bırakırken usulca şöyle demişti:

“Bir daha civcivleri kapma, olur mu?”

Hava Ana iyiliğe inanıyordu, tıpkı Kemal’in babası Sadık Bey gibi. Van’dan Adana’ya uzanan yorucu göçün ardından Kadirli’de iskân komisyonu başkanı Karamüftüoğlu Arif Bey ona yörenin en değerli konak ve topraklarını vermek istemiş, ancak Sadık Bey kabul etmemişti. Çünkü Sadık Bey’in annesi Hırde Hatun’a göre yuvasından atılmış bir kuşun yuvası başka bir kuşa hayır getirmezdi. Çünkü Sadık Bey’e teklif edilen konak ve topraklar oralardan göç etmek zorunda bırakılan Ermeni Şemail’in yuvasıydı. Böyle deyince Sadık Bey, iskân komisyonu başkanı Arif Bey kızarak “Onlar kuş değil, Ermeni” demişse de, Sadık Bey onların da kuş olduğunda diretmiş; buna çok kızan Arif Bey jandarmayı çağırarak bu vazalak [2] Kürtleri kayalık Hemite’ye [3] götürmelerini emretmişti.

Fotoğraflar, imzası olan fotoğrafçılar tarafından Yaşar Kemal Vakfı’na hediye edilmiştir.

Aklı sıra ceza veriyordu Sadık Bey ve ailesine. Oysa Hemite, 1865 yılında göçer Türkmenlerin Osmanlı tarafından yerleşik hayata geçmeye zorlandığı bir köydü [4] ve iyi yürekli mert insanlar yaşıyordu o köyde. Sadık Bey sık sık şöyle derdi:

“Allah anamdan, Ermeni’den, kuştan razı olsun, beni bol kayalıklı Hemite köyüne gönderdiler, bol insanlıklı bir köye düştüm.”

İşte, Hava Ana o iyi yürekli, mert insanlardan yalnızca biriydi. Hemite’de kimse onların nereden geldikleriyle ya da kim olduklarıyla ilgilenmedi. Yaşar Kemal, daha dört buçuk yaşındayken babasının gözlerinin önünde katledilmesine [5] şahit olan, komünist olduğu gerekçesiyle neredeyse çocuk yaşlarda soruşturmalara uğrayan, zulüm gören, hapse atılan, hapiste bıçaklanan; sonra İstanbul’a göçmek zorunda kalıp bir süre yokluklar içerisinde yaşam süren koca çınar, bütün bu yaşadıklarına rağmen iyiliğe inanıyordu; çünkü o Hava Anaların, iyi ve mert insanların arasında büyümüş; merhametli Hırde Hatun’un torunu, temiz kalpli Sadık Bey ve Nigar Hanım’ın çocuklarıydı.

Yaşar Kemal’in iyiliğe olan inancından söz edince Dino ailesinden bahsetmezsek olmaz. O daha çocuk yaşlarda Adana’da yolunu çizmeye çalışırken ellerinden tutan Arif Dino’dan mesela. Veya onu, İstanbul’a göçerken uğradığı Ankara’da evinde misafir eden, ellerindeki bütün parayı bir keseye doldurup (50 lira kadar) ona verdiği için otobüs terminalinden eve geri dönmek için o kesenin içinden 75 kuruş istemek zorunda kalan Abdin Dino ve o zaman DTCF’de Fransız edebiyatı doçenti olan değerli eşi Güzin Dino’yu da unutmamalıyız. Çünkü Yaşar Kemal bu iyi insanları hiç unutmadı. O nedenle hep iyiliğe inandı, insanın da iyi olduğuna. ‘Kuşlar da Gitti’ de şöyle seslendi bizlere:

“İnsanlıktır bu… Kat kattır, en sağlam, en güzel mücevheri en alttadır, soydukça insanlığı, kabuğundan soydukça, bir kat, iki, üç, dört, beş kat, gittikçe aydınlanır insanlık, güzelleşir. Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır. Soydukça ortalık aydınlanır, soydukça…”

Heybetli uçan, güzel konan kuş

Kuşların en önemli özelliğinin uçmak olduğu sanılır. Oysa kuşların en önemli özelliği uçmak değil konmaktır. Konmayı bilmeyen bir kuş yaşayamaz. Siz hiç havada yaşayan bir kuş gördünüz mü? Uçmak güzel de olsa yaşam karaya, toprağa dayanır; kuş olsanız bile. Yuvanız karadadır, ait olduğunuz yer hava değil topraktır. Ve asla havalandığınız yeri, yuvanızı, köklerinizi unutmamanız gerekir.

Yaşar Kemal bana göre dünyanın en heybetli uçan kuşuydu. Öyle yükselir, öyle yükselirdi ki, dünya koca kanatları altında küçülür, ufacık kalırdı. Yaşar Kemal uçarken aydınlıktan ve umuttan beslenirdi. Karamsarlığı hiç sevmedi. O nedenle Dostoyevski’yi çok beğenirdi. “Bence Dostoyevski, insanlığın en aydınlık yanlarından biridir” derdi. Kafka karamsarlığına uzaktı o. Fakat onu ilk etkileyen kitap Don Kişot’tu. Bunu kendi söyler. Bence en çok da Don Kişot’tan etkilenmişti. Çünkü Don Kişot da tıpkı İnce Memed gibi bir mecbur insandı.

Yaşar Kemal’in heybetli uçuşunun önemli bir dayanağı elbette dünya edebiyatının klasikleriydi. Arif Dino sürgünde olduğu Adana’da Yaşar Kemal’e kol kanat germişti. Dededen (eski Adana Valisi Abidin Paşa) kalma bir miktar toprak satınca Arif Dino, Yaşar Kemal’e yüzden fazla klasik hediye etmişti. Yaşar Kemal paketleri açınca Don Kişot’un üç tane olduğunu gördü. İkisinin yanlışlıkla fazla alındığını sanıp iade etmek isteyince Arif Dino ona şöyle dedi:

“Yanlışlıkla değil. Ömrünün sonuna kadar durmadan bu kitabı okuyasın, diye sana üç tane aldım.”

Bence Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan bir yan heybetli uçuşuysa bir diğer yandan da konmayı herkesten iyi bilmesiydi. Dünyayı kanatladı ama konması gereken yerin, ait olduğu yerin, içindeki iyiliğin kaynağının neresi olduğunu hiç ama hiç unutmadı. O, Van Gölü’nün kenarından kalkıp gelen bir Kürt ailenin Çukurova’daki kayalık Türkmen köyünde yetişen, Ermeni’nin, Türk’ün, Rum’un, Kürt’ün sözlü halk anlatılarıyla ve Anadolu doğasının şefkatiyle beslenen, aklını ve kalbini insanlığın ve doğanın her rengine, her tınısına sevgiyle açan cıvıltılı bir kuştu. Dünyayı bir uçtan diğerine uçar ama mutlaka ait olduğu yere konardı. Uçmanın büyüsüne kapılıp başka yerlere konmaya kalksa, köklerinin onu nasıl beslediğini unutup koparsaydı o köklerle bağını, inanın yine bir Yaşar Kemal olurdu tarih sayfalarında; fakat olurdu işte, öylesine.

*

[1] Bu yazıda anlatılan olaylar ‘Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Basquet ile Görüşmeler’ (Yaşar Kemal, Yapı Kredi Yayınları, 2019, 9. Baskı) kitabına dayanmaktadır.
[2] Yaşar Kemal bu sözcüğü kullanıyor kaynak kitapta. Vazalak, ‘sözünü bilmez, geveze’ anlamına geliyor Dil Derneği sözlüğüne göre. 
[3] O zamanlar Hemite Köyü bugünkü gibi Osmaniye’ye değil Kadirli’ye bağlı.
[4] Binboğalar Efsanesi’nin ana teması yerleşik hayata zorlanan Türkmenlerdir.

[5] Sadık Bey’i bıçaklayan kişi, göç ederken Sadık Bey ve ailesinin ormanda ölmek üzereyken bulup yanlarına aldıkları çocuk Yusuf’tur.

Plastik kirliliğinin Paris Anlaşması: Nairobi Sözleşmesi

Geçen hafta Kenya’nın Nairobi kentinde toplanan Birleşmiş Milletler üye devletleri, plastik kirliliğinin ana nedeni olan plastik üretimini de kapsayacak şekilde olan ve yasal yaptırımları olan bir anlaşmanın hazırlanması için fikir birliğine vardıkları bir sözleşme yayınladılar. Plastik ve yarattığı sorunlar açısından tarihi nitelikte olan bu karar için “plastiğin Paris Anlaşması” denilebilir. Artık bu karar bir dönüm noktası olarak kabul edilecek ve bundan sonra yapılacaklar için de önemli bir referans noktası olacaktır. İşte bu yüzden plastik endüstrisi ve onların lobileri bu anlaşmanın imzalanmaması ve hatta ölü doğması için ciddi girişimlerde bulunmuş ancak başarılı olamamışlardır. Olsaydılar bugün bu konuyu bu şekilde konuşmuyor olacaktık.

Plastik için neden yasal yaptırımları olan küresel bir anlaşmaya ihtiyaç duyduğumuzu bu köşede yazdığım yazıları okuyarak anlamanız mümkün. Çünkü geri dönüşüm kandırmacasıyla körüklenen plastik tüketimi sonucu her yıl milyonlarca ton plastik denizel ortamlara akıyor. 1950 ile 2017 yılları arasında üretilen tahmini 9,2 milyar ton plastiğin yaklaşık 7 milyarı artık çöp ve bu çöpün de yaklaşık %75’i ya çöplüklerde ya da karasal ve sucul ortamlarda kirlilik yaratıyor.

Yani hayatımızı kolaylaştırıyor iddiasıyla her türlü alanda kullanılan plastik dünyanın başına bela olmuş vaziyette. Ayrıca bu bela gün geçtikçe daha da büyüyor. Artık plastik kirliliği bir salgın haline geldi ve tedavi için gerekli olan yasal yaptırımı olacak küresel anlaşmaya oldukça yaklaştık diyebilirim.

Kararı imzalayanlar arasında Türkiye de var. Ancak Türkiye Paris Anlaşması’nda olduğu gibi bir çelişki içerisinde. Bir yandan karbon net sıfır deyip diğer yandan kömüre yatırım yapılması gibi bir durum plastik için de geçerli. Bir yandan plastik üretiminin sınırlandırılmasından bahseden bir anlaşmaya taraf olup diğer taraftan da Ceyhan’da Yumurtalık’ta, Erzin’de ya da memleketin bir başka köşesinde, kimyasal zehir saçan plastik ham madde üreten zehir fabrikalarının açılması için yapılan yatırımlara son hız devam ediyor. Öyle ki Çukurova bir nevi “zehirova” olma yolunda son hız ilerliyor. Bu durum hem yerel tarım üreticisini, hem de Türkiye’nin önemli bir ihracat kalemi olan tarımsal ürünleri tehdit ediyor.

Türkiye’nin bu sefer kaçacak fazla alanı yok

Yani bir yandan 3-5 üretici milyon dolarlar kazanırken diğer taraftan binlerce tarımsal üretici uzun vadede oldukça sıkıntılı bir duruma sokuluyor. Çünkü bu kadar petrokimya, geri dönüşüm, polyester ya da asit fabrikasının çepeçevre sardığı alanda yetiştirilen tarımsal ürünler ne yazık ki bu zehirli üretimin etkilerini de taşımak zorunda kalacak. Bölgede plastik sevdası yüzünden tarımsal üretim ciddi bir tehdit altında. Üstelik tarımsal alanda plastik kullanımına dönük yapılan yönlendirmeler de (plastik örtü altı yetiştiriciliği, tek kullanımlık damla sulama boruları vb.) önemli bir kirlilik kaynağı. Tüm bu etmenleri bir araya getirince, toplanmayan, toplansa bile işe yaramayan bir malzemeye kurban edilen gıda tedarik zinciri ile karşılaşıyoruz.

Dolayısıyla BM devletleri tarafından imzalanan bu yeni anlaşma ile bu ekokırım faaliyetlerinin de iki kere düşünülmesi durumu söz konusu olacak. Ancak tabii ki bunun için güçlü bir irade lazım. Bu iradenin olup olmadığını zaman içinde daha net anlayacağız. Ayrıca Paris İklim Anlaşması’ndaki ana argüman olan “biz o kadar karbon salmıyoruz” argümanı plastik için geçerli değil, çünkü gerçekten de çok fazla plastik üretiyoruz. Avrupa’nın ikincisi dünyanın da ilk 10 en fazla plastik üreten ülkesiyiz. Dolayısıyla bu sefer kaçacak pek bir alan yok gibi.

BM’nin Nairobi Sözleşmesi plastik çöp ticaretine de ciddi sınırlamalar getirebilir. Ancak bu durum için yasal yaptırım ve plastik çöpün dolaşımının net çizgilerin olması şart. Aksi takdirde çöpe ham madde muamelesi yapan uyanık çöp tüccarlarının suyuna gidilmeye devam edilirse iş içinden daha da çıkılmaz hale gelebilir. Sonuç olarak BM üye devletleri tarafından kabul edilen anlaşma tarihi öneme sahip olmakla birlikte henüz başlangıç. Asıl mücadele bundan sonra başlıyor. Artık tüm yeni plastik yatırımlarının rafa kaldırılması ve bu alanda fütursuzca yatırım yapılmasının zorlaştırılmasının zamanı. Ancak bu da ancak ciddi bir kamuoyu baskısıyla mümkün olabilir.

Ukrayna’daki savaş/ savaşlar ve iklim değişikliği

[email protected]

Daha geçen hafta, yeryüzü ekolojik dengeleri birikimli bir biçimde bozan/ alt-üst eden nedenlerde bir değişiklik olamadığı için giderek artan bir hızda iklim değişikliği ile ilgili gelişmeleri ölçümlüyorduk. “İklim krizi ile baş edebilmek için ve küresel olarak ortaya çıkmakta olan zararları azaltabilmek için pek fazla zaman kalmadı” diye düşünüyorduk.

Küresel olarak bunu fark etmiş, buna karşı yapılabilecek olanları belirli bir rasyonalite çerçevesinde gören/analiz eden ve çözümü için öneriler geliştiren/ tartışmaya açan ve sonuçlara göre planlar yapan ve uygulamaya çalışan kuruluşlar, topluluklar ve insanlar da vardı.

Bütün bunları gerçekleştirebilmenin önkoşulu, küresel bir barış ortamının varlığı.

İklim krizi ile ilgili girişimleri ancak barış ortamında gerçekleştirebiliriz.

Savaşın bunca yıkımına karşı ekolojik mücadele, galiba barış ortamının çocuğu.

*

Çevreciler, ekolojistler ve Yeşiller elbette kendi ilgi alanlarını bilebilmek ve sorunları üzerinde düşünmek ve öneri geliştirmekle uğraşır. Ama “barışla/ barışın geçerli olması ile ilgilenmiyoruz” diyebilirler mi?

Bunu diyemeyecekleri gibi, “ülkenin doğayı ve insanları ilgilendiren konularındaki politika/ politik örgütlenmelerdeki özgürlükler/iklim değişikliğini etkileyebilecek uygulamalarla kendimizi sınırlandırmalıyız” da diyebilirler mi?

Barışa ihtiyacımız var

İkilem hemen beliriyor zaten: Hem güneşin altındaki her türlü sorunla ilgilenmek hem de ekolojik durumla/ olaylarla ilgili sorunları da daha iyi bilmek durumundayız. Ama bu altından kalkılabilecek bir iş/uğraş alanı mı gerçekten?

Çok zor. Ama elbette üstesinden gelmek durumundayız.

Savaşı istemiyoruz. Barışa ihtiyacımız var. Diğer bütün insanlar, siviller ve ayrımcı/ ırkçı bir ideolojinin ya da kurumların-devlet çıkarların/savaş ticaretlerinin kazancı peşinde koşmayan herkes gibi barışa ihtiyacımız var. Ama savaş oluyor.

Savaşa bir kez daha bakalım:

Savaşı neden istemiyoruz? Nedenleri çok basit.

İnsanlarla ilgili olanı/ insancıl olanı/ androjenik olanı, şimdilik bir kenara bırakalım.

Doğayı, doğal kaynakları bozuyor, kirletiyor/tüketiyor, yanlış yerlerde/ olumsuz sonuçlar için vb. tüketiyor da, ondan istemiyoruz. Savaşan taraflardan birinin, karşısındakini öldürmek için yaptığı her davranış doğayı da öldürüyor da, ondan istemiyoruz. Diğer önemli neden de bu.

Ama bunu da bir kenara bırakalım.

Bütün kazanımlar, bir savaş uçağının kalkmasıyla boşa gidiyor

İklim değişikliği ile küresel ısınmaya sınırlı bir kapasiteyle de olsa azaltmayı hedefleyerek, nerdeyse dünyanın bütün ülkelerinde/kentlerinde birer iklim değişikliği planı yaptı. Planı ayrıntılarıyla tanımlamaya çalıştı ve bunların bazılarını, her biri yıllarca uğraşarak ve büyük ve disiplinli çabalar göstererek, bazı alışkanlıkları terk ederek, göreli iyileşmeler sağlayabilmek için yapılması gerekenler uygulamaya geçti. Ama binlerce/ on binlerce-yüz binlerce insanın uzun zaman dilimlerinde bu disiplini göstermesiyle sağlanabilecek bir kazanım toplamı/ miktarı, belki bir savaş uçağının havalanmasıyla boşa gidiyor. Ateş etmesi/ bombalaması çok daha fazla çabayı boşa çıkarıyor.

Sadece uçaklar değil, bunu tanklar da yapıyor. Toplar da yapıyor, savaş gemileri, denizaltılar da yapıyor. Savaş için kıpırdayan her savaş makinesi/ silah yapıyor. Radyasyon, karbon emisyonları, diğer kimyasallar, gürültü salarak, ısıtarak/ fiziksel dönüşümlere neden olarak vb. bu zararları üretiyorlar. Ve bütün kara/ deniz ve hava canlıları kendi varlıkları bakımından çok saçma olan bu durumdan etkileniyorlar/ ölüyorlar.

Milyonlarca insanın kolektif bir dünya dayanışmasıyla, iğneyle kuyu kazarcasına küçük adımlarla bir değişiklik yaratabilmensin anlamlı olacağı/ bir işe yarayacağı düşüncesini böylece boşa çıkartıyorlar. Her uğraşıyı, kendi bilincimiz/ yeteneğimiz ve etik duruşumuzla attığımız küçük-sırça adımların tümünü bir tekmede yok edip birey olarak bir şeyler yapabileceğimize olan inancımızı yıkıyorlar.

Ama bunu da bir tarafa bırakalım ve yeniden insanlara bakalım.

Her savaşın en büyük kötülüğü, savaş alanında sağ kalan insanların, savaş sonrasında uğradığı yıkımda ortaya çıkıyor. Savaşın kazanan tarafının da, kaybeden tarafının da uğradığı yıkımlar… Avrupa, aslında bütün dünya, II. Dünya Savaşı’nın yıkımlarını en az 30, belki 50 yıl sonra bile tam olarak onarabildi mi?

Savaşın girdiği/ işgale uğrayan her toprakta sivil halk, neredeyse doğal olarak, hemen ikiye bölünür: “Direnişçiler” ve “işbirlikçiler”. Her iki grup da farklı nedenlerle ve kanlı çatışmalarla sonsuz yıkıma uğrarlar ve savaştan sonra eğer roller değişirse, tekrar ve farklı açıda yeniden yıkıma uğrarlar ve bütün moral/ ahlaki değerleri dümdüz olur.

Zorunlu göçler, apartheid politikaları, etnik arındırma veya saflaştırma politikaları, yeniden çizilen sınırlar ve hiç birinde gerçek adaletle ilgili her hangi bir durumun hiçbir zaman söz konusu olamayacağı savaş sonrası yargılamalar, cezalandırmalar… Bedel ödetme, intikam ve şiddetin gündelik yaşamın bir parçası haline gelmesi ve çocuk oyunlarına kadar yansıması… Kötülüğün köklenmesi…

Ortak mücadeleye nasıl devam edilebilir?

Önceleri önemsenmemiş parlamenter demokrasi arayışları ve savaşla kaybolmuş, siyasal çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin işleyebileceği günlerin düşü… Ama hangi insan kaynağı ile? Savaşla birlikte korkusuzca ortaya çıkmış, aşağılamalar, ayrımcılıklar, kayırmacılıklar, ikiyüzlülükleri yaşamış ve hepsinden önemlisi, sindirilmiş/ bütün inançlarını kaybetmiş kadınlar ve erkekler…

Affetme kapasitesi kalmamış insanlar…

Tony Jude’un, Savaş Sonrası kitabından,[1] belki bir süre sonra Rusya’nın işgali altına girecek olan Ukrayna topraklarında da görebileceğimiz duruma düşündüren bir-kaç alıntı:

II. Dünya Savaşı sonrasının koşulları Avrupa’ya sefalet ve perişanlıktan başka bir şey vaat etmiyordu. O dönemin fotoğraflarıyla belgeselleri, harap olmuş kentlerle kıraç arazilerin mahvolmuş manzarasında zavallı insanların akarcasına yürüyüşlerini sergiler. Öksüz kalmış çocuklar, duvar yıkıntılarında öbek öbek toplanmış bitkin kadınların önünden sahipsiz geçer. Kafaları tıraşlanmış sürgünlerle toplama kampı sakinleri, çizgili pijamaları içinde boş gözlerle kameraya bakar, hepsi açlık ve hastalığın pençesindedir. Elektrik kesintileri yüzünden aralıklı da olsa hasar görmüş raylarda ilerleyen tramvaylar bile gülle şokuna uğramış gibi görünürler.

İkinci Dünya Savaşında en çok zarar, silahlı mücadeleden çok, devlet politikalarından gelmişti.”

Ukrayna’da yaşanacak, belki Avrupa’nın başka ülkelerine de yayılacak, kısa ya da uzun, konvansiyonel veya kısmen nükleer bir savaşın ardından bu hale gelebilecek toplumlar “iklim mücadelesi” türü bir kuşu nasıl tutabilir?

Nasıl devam edebiliriz, sadece insanların değil bütün canlıların, hatta cansızlarla birlikte bütün evrenin yaşayabilmesi için gereken ortak mücadeleye?

*

[1] Jude Tony (2009), Savaş Sonrası 1945 Sonrası Avrupa Tarihi, YKY, İstanbul, ss. 29-88

 

 

Bir kadın dayanışması örneği olarak mahalle mutfakları

Türkiye’de özellikle büyük kentlerde, sağlıklı gıdaya erişim büyük bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle yoğun çalışma temposu nedeniyle evde yemek yapmaya vakit bulamayanlar ister istemez piyasanın sunduğu endüstriyel ve sağlıksız yemeklerle yöneliyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) sağlık istatistikleri 2020 yılı itibariyle Türkiye’de obezite oranının yüzde 28 düzeyinde olduğunu gösteriyor. Yüzde 40’lık obezite oranıyla ABD’nin başı çektiği listede Türkiye 7’nci sırada yer alıyor.

Öte yandan, yine OECD verilerine göre, Türkiye’de kadınların istihdama katılım oranı üye ülkeler içerisinde en son sıralarda yer almakta. İzlanda’da yüzde 77, Almanya’da yüzde 73 ve OECD ortalaması da yüzde 59 düzeylerindeyken, Türkiye’de bu oran sadece yüzde 29 civarında (OECD, 2021). Kadınlar işgücüne katılımda zorlanırken, çoğu zaman geçim sıkıntısı çeken kadınların tek alternatifi evlerde temizliğe gitmek oluyor. Bu noktada kadınların beceri kazanarak katma değeri yüksek alanlara yönlendirilmesi kadın istihdamını desteklemek için çok önemli bir politika aracı haline geliyor.

Sağlıklı gıdaya erişimin öneminin ortaya çıktığı pandemi dönemde gönüllülerce geliştirilen ve Şişli Belediyesi tarafından desteklenen mahalle mutfakları bu iki temel soruna çözüm getirmeyi amaçlıyor.  Mahalle mutfaklarının “fikir sahibi” olduğunu belirten Halit Konanç, ‘kentlerde sağlıklı ve güvenilir gıdaya süreklilik esasında erişebilme örnek olacak bir yerel yönetim inisiyatifi oluşturmayı hedeflediklerini’ belirtiyor.

Projenin yürütücüleri öncelikli amacın sağlıklı ve güvenilir gıdaya erişmede mahalle bazında bilinç yaratılmak ve mahallede yaşayanlara endüstriyel gıdaya bir alternatif sunulmak olduğunu belirtiyor. Hızlı tüketilen sağlıksız gıdaya alternatif olarak yerel tohumdan mümkün olduğunca doğal ve geleneksel yöntemlerle üretilen  girdilerle hazırlanan yiyecekler mahalle mutfaklarında satışa sunuluyor. Çeşitli sebeplerle işgücüne katılmayan kadınlara da bu yolla istihdam olanağı sağlanıyor.

Uzun vadede mahalle mutfakları kentlilik, komşuluk ve dayanışma bilincini harekete geçirerek bir taban örgütlenmesi yaratmayı kendisine misyon edinmiş.  Bu kapsamda her mahallenin kendi mutfağını kurması için Türk vatandaşları ve Suriyeli çalışanların birlikte istihdama katılması yoluyla bir arada yaşama kültürüne katkı sunulması da proje hedefleri arasında yer alıyor. Proje yürütücüleri uzun dönemde Şişli ilçesinin kültürel çeşitliliğine uygun farklı milletlerden ve etnik kökenlerden katılımcıların sürece dahil ederek ilerlemeyi düşünüyorlar. Katılımcılar farklı kimlik ve profilden kişilerden oluştuğu için ötekileştirici dil ve davranışlardan uzak durulmasını sağlamak amacıyla personele eğitim verilmiş.

Meslek örgütleri de destekliyor

Şişli Belediyesi’nin Komşu Dayanışma Gıda ve İşletme Kooperatifi işbirliğiyle yürüttüğü proje, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı ve Gesellschaft für Internationale Zusammenarbeit- GmbH (GIZ) tarafından hassas grupların kendi kendine yeterliliklerinin arttırılması ve Türkiyeli-Suriyeli bireyler arasındaki sosyal uyumunun güçlendirilmesi amacıyla destekleniyor ve fonlanıyor. Kurulum ve uygulama sürecinde meslek odaları/örgütleri de deneyimlerini paylaşarak sürece rehberlik etmişler. Projeye Şişli Kent Konseyi, muhtarlar, kanaat önderleri ve sivil inisiyatifler katılım ve örgütlenme aşamasında katkıda bulunuyor.

Mahalle mutfaklarının uygulama paydaşı olan Komşu Dayanışma Gıda ve İşletme Kooperatifi​ ortaklarından Birsen Kement, kooperatifin kuruluşunu şu şekilde anlatıyor: “İki arkadaşım önce kendileri satışlar yapıyordu. Sonra neden biz de yapmayalım diyerek başladık”

İş modellerinin gönüllülük temelli olduğunu belirten Kement çalışanlara saat başı ücret ödendiğini ve ihtiyaç duyulduğunda günlük olarak istihdam sağlandığını anlatıyor.  

Katılımcılık ve temsiliyet

Şu an için iki ilçenin merkez mahallesinde kurulan mutfakların Şişli’nin 25 mahallesinde kurulması ve bu mutfaklarda “ekşi maya ekmek, yoğurt, turşu, tarhana, salça” gibi ürünlerin üretilmesi düşünülüyor. Proje yürütücüleri üretimlerin salamura, füme, kurutma, marine gibi geleneksel yöntemlerle yapılmasını planlıyorlar.  Mahalle mutfaklarında hali hazırda bir Suriyeli, bir LGBTİ+ birey olmak üzere toplam dört kişi istihdam ediliyor. Hibe desteği ve paydaşlarla hayata geçen proje, profesyonel aşçıların eğitim süreçlerine katıldığı bir “okul” görevini de üstlenmiş. Yerel yönetimler açısından Suriyelileri sürece dahil eden öncü “mutfak” olma özelliği gösteren projeyle hassas grupların güçlendirilmesi hedefleniyor.

​Proje yürütücüleri kuruluş sürecindeki katılımcı yapısı ve insanları salt bir tüketici konumundan “üreten tüketiciye” dönüştürmesi bağlamında özgün bir model olduğunu belirtiyorlar.  Mahalle mutfakları  temiz ve sağlıklı gıdaya erişimi hedeflerken aynı zamanda “meslek edindirme” misyonu da taşıyor. Mahalle Mutfağı’ndaki eğitimlerde kullanılacak malzemeleri maddi yetersizliklerden dolayı karşılayamayacak katılımcılar, sosyal hizmet uzmanı  tarafından tespit edilerek yapılan sosyal inceleme sonucunda Şişli Belediyesi tarafından destekleniyorlar.​

Merkez Mahalle Mutfağı’nda ilk uygulamalı eğitimler Mart 2021 yılında ‘Geleneksel Türk Mutfağı’ ve ‘Aşçı Çırağı’ adı altında başlamış. Bu eğitim Halk Eğitim tarafından merkez mahalledeki mekânda gerçekleştirilmiş. İlk aşamada 48 faydalanıcı Milli Eğitim Bakanlığı onaylı sertifika almaya hak kazanmış. Kendi mekândaki mutfağın olanaklarının kısıtlı olması belediyeyi üniversitelerle iş birliği yapmaya sevk etmiş.  Şişli belediyesi şimdiye kadar üniversitelerle iş birliği yaparak sosyal hizmetler birimi tarafından belirlenen kadınların profesyonel aşçılık ve pastacılık eğitimi almalarını sağlamış. Şimdiye kadar Nişantaşı, Ayvansaray ve Kent üniversitelerinde düzenlenen eğitimler sonrasında toplam 48 kişi sertifika almaya hak kazanmış. Benzer bir çalışmayı Altınbaş Üniversitesi’nde de yapmak için belediye ve üniversite yetkileri görüşerek anlaşma sağlamışlar. Diğer eğitimlerden farklı olarak Gastronomi eğitimini tamamlayan katılımcılara Altınbaş Üniversitesi İşletme Bölümü öğretim üyeleri temel işletmecilik eğitimi de sağlayacaklar.

Gastronomi eğitimi alan kadınların tamamını doğrudan istihdam etmek gibi bir hedeflerinin olmadığını söyleyen Şişli Belediyesi Sosyal Hizmet Uzmanı Sultan Ercüment eğitimi alan kadınları kooperatif kurmaya teşvik ederek asgari ücret standardındaki gelirin de üzerinde bir kazanç sağlamalarını desteklediklerini söylüyor:

“… biz istiyoruz ki onlar kendileri öğrensin mücadele edip girişimde bulunsunlar, kooperatifi öğrensinler. Kursiyerlerimizin sosyal medya hesapları da var ve bu hesaplarda satış yapıyorlar ama gıda sektörünün fiyat artışından ötürü de satışlarında zorlanıyorlar…”

Yoksulluk ve gıda krizine karşı önlem niteliğinde

Sonuç olarak proje kapsamında mahalle mutfaklarının gastronomi eğitimi alan kadınların girişimiyle farklı mahallerde kurulan kooperatifler aracılığıyla örgütlenerek yaygınlaşması bekleniyor. Verilen eğitimlerle istihdamda olmayan kadınlar kendi ürünlerini üretip satabildikleri için süreç boyunca kalıcı bir gelir modelinin de oluşması amaçlanmış. Proje kapsamında eğitimlerin sürekliliği ve sertifikasyon sistemi sayesinde Mahalle Mutfakları verimli ve proaktif bir çalışma modeliyle yaygınlaşacağı öngörülüyor. ​

Şişli Belediyesi Sosyal Destek Hizmetleri Müdürü Öznur Sarıahmetoğlu ise uluslararası kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, kadın kooperatifleri ve Şişlili kadın komşular ile katılımcı bir anlayış çerçevesinde bir kadın ve istihdam projesi olarak gördükleri mahalle mutfaklarının aynı zamanda yoksulluğun ve gıda krizinin getirebileceği risklere karşı da koruyucu-önlem niteliğinde bir tedbir olacağını düşündüklerini söylüyor.

Mahalle mutfakları gelişmekte olan bir proje. Projenin yaygınlaşması ancak mutfakların bulunduğu mahallede yaşayan vatandaşların benimseyip sahip çıkmaları ve karar süreçlerine katılmasıyla mümkün olabilir. Ezcümle; bu tür projelerin yaygınlaşması için kentlerde yaşayan her bireye sorumluluk düşüyor. Gönüllü olarak mahalle mutfaklarını destekleyebilir, alış-veriş yaparak onlara sahip çıkabiliriz. Mahalle mutfaklarını merkez mahallesi ve Komşu Dayanışma Gıda ve İşletme Kooperatifi​ kafesinde öğlen yemek servisi yapmanın yanı sıra toplu siparişlerimizi bekliyor. Sadece tek bir gün ve bir anma çerçevesinde değil, her zaman emekçi kadınların yanında olmak için bu tür girişimlere dahil olmalı, destekleyeli ve yaygınlaştırmalıyız. Dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun…

*

OECD (2021), OECD Data
OECD (2021), Health at Glance

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Hayal kurmak mühim, çünkü neden olmasın?

Alışıldık bir soru: Büyüyünce ne olacaksın?

Çocukken bize en çok yöneltilen soruların da kendi kafamızı en çok kurcalayan soruların da başını büyüyünce ne olmak olmak istediğimiz çekiyordu. Biz ise bir gün doktor, bir gün avukat, bir diğer gün öğretmen olmak istediğimize karar veriyorduk.

Alışılmadık bir hayal: Büyüyünce nehir olmak isteyen Abel

Nehir Çocuk‘un ana kahramanı Abel‘ın hayali ise hiç de genelgeçer değil: O nehir olmak istiyor. Bunu duyurduğunda ise arkadaşları ona hep bir ağızdan, “İmkansız hayaller yasaktır,” diyor. Abel’i hayalinden caydırmaya baş koymuş itirazlar sayfalar üzerinde birikiyor. Fakat Abel, insan merkezci bir bakışla yaklaşmıyor nehir olmaya. Bu yüzden hayır, hep hareket etmek onu yormayacak çünkü kendini akıntılarına bırakması yetecek. Hayır, yalnız da kalmayacak, aksine balıklarla, yengeçlerle hatta belki de deniz kızlarıyla arkadaş olacak.

Bazen tek bir ‘tuhaf’ hayal yeter

Nehir olmak Abel’e kötü hiçbir şey yapmaz ama insanlar nehirlere, doğaya yapar. Ve arkadaşları bunu Abel’e hatırlattığında bu defa verecek bir cevabı yoktur onun. Gerçi hemen yüzümüzü karartmaya da gerek yoktur çünkü belki de bu acı gerçeğin üstesinden gelip  geleceği dönüştürecek olan Abel’in arkadaşlarıdır!

İllüstratör Ève Gentilhomme, açık mavi bir arka planın üzerinde yer alan devinim halindeki  koyu mavi bir şeritle hikâyeyi sayfa sayfa ilerletiyor. Renklerin capcanlı, resimsel öğelerin ise kütlesel şekilde kullanıldığı bu kitapta tipografi de tekdüze değil: Abel’in hayalleri için el yazısı gibi kişisel bir yazı tipi tercih edilmiş.

Kitabın sonunda yazar Cécile Elma Roger, pek çok kişiyi etkilemek için tek bir kişinin tek bir “tuhaf” hayal kurmasının yeterli olduğunu hatırlatıyor. Hayal kurmak mühim çünkü “neden olmasın.”

Künye

Yayınevi: Koç Üniversitesi Yayınları
Yazar: Cécile Elma Roger
Çeviren: Göyçen Gülce Karagöz

Cécile Elma Roger, yayıncılık alanında eğitimini tamamladıktan sonra oyunculuk eğitimi almak için Paris’e yerleşti. 2019’da çocukların dünyasına adım attı ve ilk çocuk kitapları yayımlandı. Aynı zamanda oyuncu olan yazar, çocuklar için yazmaya devam ediyor ve çeşitli etkinliklerde okuma yapıyor.

Ève Gentilhomme, illüstratör ve grafik tasarımcı. Görsel iletişim, ardından güzel sanatlar ve son olarak sanat yönetmenliği üzerine eğitim aldıktan sonra çocuk kitaplarıyla tanıştı. 2018’den beri çocuk kitapları tasarlıyor ve resimliyor.

 

[Cadı Kazanı] Sevişmekten çok savaşmayı öğrenen ‘erkeklik’

“Ölüm bile ağladı” demişti şair. İşte yine o noktadayız. Yıl 2022 ve dizi seyreder gibi seyrediyoruz yine ölümleri, kadrajsız… “14’ü çocuk 340 insan öldürüldü” diyor haber spikeri. İnsanları sayıya indirgeyen istatistik bilimi acaba bir bilim mi diye düşünüyorsunuz. Daha anne-baba bile diyememiş, okulun ne olduğunu öğrenememiş, aşkı yaşamamış, silah nedir, ölüm nedir bilmeyen bir çocuk ve o çocuğun ölümünden hiçbir rahatsızlık duymayan işgalci, savaşan erkekler…

Kendi çocuklarının başını okşayıp en ufak bir acısıyla yüreği sızlayan bir baba, başka bir çocuğun ölümünden hiç rahatsız olmuyor, niye öldürdüğünü bile bilmeden. Savaşsız bir ortamda tanımadığı bir çocuğu bile kurtarmak için canını feda etmeye hazırken; dinsel, örgütsel ya da siyasal körlüğün sonucu  koşulsuz itaatle, tek bir diktatörün sözüyle ölüm makinesine dönüşebiliyor.

‘Erkek adam’ nasıl olunur?

İlk oyuncağı bir silah, sokak oyunu savaşmak olan erkek çocuğu, bir gün eline gerçek silah aldığında öldürmenin bir çocukluk oyunu kadar masum olmadığının ayrımına varamayacak kadar yüceltilmiş bir “erkeklik” büyüsünün etkisindedir. ‘Erkek adam…..’la başlayan her cümle şiddeti içselleştiriyor.

Sevişmeyi, daha doğrusu sevişememeyi porno sitelerinden öğrenen erkek ergenler, sevişmeyi de şiddetin bir parçası gibi yaşıyor. Beynin aynı bölgesine hizmet ediyor olmalı ki, seviş(mezken)irken de, öldürürken de aynı haz duygusu besleniyor..

Hiç bir anne-baba erkek çocuğunu bir gün tecavüzcü olsun, karısını, sevgilisini, kız arkadaşını  öldürsün  ya da bir başka ülkeyi işgal edip çocukları bile öldürsün diye büyütmez tabii ki…Ama anne ya da babanın sevgi adına ağzından dökülen ve onun ‘erkekliği’ni yücelten, kışkırtan her cümle, her davranış, her rol modeliyle biçimler çocuğunu. Çocuğunu “erkekliğe” geçsin diye elinden tutup geneleve götüren babaların, o çocuğa yaşattıkları ilk seks deneyimi beyin nöronlarına kaydedilir. Eline gerçek silah verip ateş etmesini öğreten ya da ava götürüp bir canlıyı öldürmeyi doğallaştıran babaların, abilerin sayıları o kadar çok ki. Ve o çocuklardan biri bir gün ‘diktatör’ oluyor.

Anne ve babasının, karşısında birbirlerine  hiçbir sevgi sözcüğü sarf etmediği, öpüşmediği, sevişmenin doğal bir şey olduğunu gözlemlemediği bir erkek çocuğunun sevgiyi içselleştirmesi çok zor. Çocukların  bir filmde sevişme sahnesini gördüğünde gözlerini kapaması ya da bakmamaya çalışması bundandır. Aynı çocuk bir savaş sahnesini dört gözle izler oysa ve hiçbir rahatsızlık duymaz. Ailesinin ona aldığı bilgisayar oyunlarının neredeyse yüzde 99’u şiddet içeriklidir. Porno ve şiddet içerikli bilgisayar oyunu üretenlerle, silah tüccarları arasında hiç bir fark yoktur aslında.

İnternetin geleceği olarak görülen Metaverse bu konuya bir de sanal destekte bulundu. Facebook’un metaverse sanal evren girişimi Meta’nın test kullanıcılarından olan bir kadına, bir çok erkek tarafından  toplu tecavüz girişiminde bulunuldu! Evet yanlış okumadınız “sanal tecavüz”! Üstelik ortamdan uzaklaşmak isteyen kadına ‘hoşlanmamışsın gibi yapma’ diye bağıran erkekler ne yazık ki sanal değildi…

Öldürmek istemeyen bir askeri “korkak”, “kız gibi” tanımlamalarına hapseden “erkeklik” kavramıdır şiddeti olağanlaştıran. Erkeklik kabusunun en büyüğüdür “kız gibi” olmak, yani öldüren değil yaşatan olmak…

Bu şiddet ne zaman biter diye sorarsanız: Bir erkeğe etek giydirmenin aşağılayıcı değil onurlandırıcı bir davranış olarak nitelendirildiğinde…..

*

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlarda ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”  (Hannah Arendt) 

 

Kaos GL’nin Her Şeye Rağmen raporu: Devlet trans kadın ve gökkuşağı avında

Kaos-GLHer Şeye Rağmen’ başlıklı LGBTİ+’ların İnsan Hakları 2021 Raporu‘nu bugün yayınlandı. Buna göre; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 2021’de trans kadınlara devlet şiddetinin köşe taşlarından biri oldu.  LGBTİ+’lar #herşeyerağmen “Alışın, barışın gitmiyoruz” dedi.

Kaos GL’nin aktardığına göre; “Her Şeye Rağmen” üst başlığıyla yayınlanan rapor, derneğin 2007’den beri sürdürdüğü insan hakları izleme çalışmalarının bir ürünü.

Medyaya yansıyan ihlaller ile Kaos GL Derneği ve ilişkide olduğu diğer sivil toplum örgütlerine başvurular üzerinden hazırlanan rapor, 2021’de LGBTİ+ haklarının durumunu gözler önüne seriyor. Kaos GL’nin LGBTİ+’ların İnsan Hakları 2021 Raporu’nda şu cümlelere yer veriliyor:

Vegan, queer, trans feminizm yaşatır yazan dövizimizdeki trans yazısından dolayı bizi önce alana almadılar. ‘Bugünle alakası yok. Kadınlar günü bugün’ dediler. ‘Trans kadınlar kadındır’ dedik. Ancak temelde trans yazdığı ve trans renkleri olduğu için almadılar. Üç dört kişiydik. O sebeple dövizi bir esnafa bırakmak zorunda kaldık. Girişin diğer tarafında da bir arkadaşımızın çorabı gökkuşağıydı. Çorabı çıkarmasını istediler. Avukatlar görüşüp öyle girildi. Polisler, ‘Ama çorabı çıkarıp sallarsan bayrak gibi, alırız seni, uyarıyorum’ da dedi. Çantasında trans yazıyor diye giremeyenler de var.”

‘Bir Suç Delili: Gökkuşağı Bayrağı’

Raporda, 2021’de yoğunlaşan gökkuşağı bayrağına saldırılar ayrı bir başlıkta ele alınıyor. ‘Bir Suç Delili: Gökkuşağı Bayrağı‘ başlıklı bölümde siyasetçilerin nefret kampanyalarının bir yansıması olarak ülke genelinde hukuk dışı uygulamalar yer alıyor:

“LGBTİ+’ları sembolize eden ifade araçlarının idari kısıtlılıklarla karşılaşması, geçmişte de yaşanmış ihlallerdir. 2021 yılı ise ceza hukuku anlamında gökkuşağı, trans bayrağı gibi sembollerin ceza soruşturmalarına ve davalarına konu edildiği bir yıl olarak önceki yıllardan negatif yönde ayrışmıştır.

LGBTİ+’ları simgeleyen gökkuşağı bayrağının resmi olarak suç isnadına gerekçe kılınması da Boğaziçi eylemlilikleri sırasında gerçekleşti. 25 Mart’ta üniversitenin yer aldığı Hisarüstü Mahallesi’nde dört genç, gökkuşağı bayrağı taşıdıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar. Soruşturma sonunda açılan ve Boğaziçi Gökkuşağı Davası olarak anılan davada 12 öğrenci yargılanmaya devam ediyor. Gökkuşağı bayrağı bir suç delili olarak ele alınıyor.

Bir öğrenci hakkında gökkuşağı bayrağı açması nedeniyle disiplin soruşturması başlatıldı. Benzer bir soruşturma, merdivenleri gökkuşağı renklerine boyadıkları gerekçesiyle Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrencisi için de açıldı.

İstanbul’dan Türkiye’nin birçok kentine yayılan Boğaziçi Üniversitesi eylemlerinde açığa çıkan ve en üst düzey kamu görevlileri ve siyasi kişilerce sürdürülen nefret kampanyası, LGBTİ+ hak örgütlerinin kapatılması çağrıları, LGBTİ+ varoluşunu sembolize eden gökkuşağı bayrağı gibi ifade araçlarının birer suç delili olarak muamele görmesi, 2021 yılının tümüne ve yıl içindeki bütün eylem ve etkinliklere damgasını vuran atmosferi oluşturdu.

Bu eylemliliklerde gözaltına alınan 590 ve tutuklanan dokuz kişi arasında LGBTİ+ kimliği devlet tarafından bilinen kişiler de vardı. Polis, Ankara ve İzmir dahil olmak üzere birçok kentte yapılan dayanışma ve protesto gösterilerinde LGBTİ+’lara saldırdı. Yalnızca göstericiler değil, avukatlar da polis şiddetine maruz bırakıldı.”

Akbelen’de zeytin için adalet mitingi: Kömür öldürür, zeytin yaşatır!

Zeytinlik alanların madencilik faaliyetlerine açılmasını öngören Zeytin Yönetmeliği‘ne karşı bugün Akbelen‘de toplanan İkizköylüler ve doğa savunucuları, “Zeytinliklerimizi vermiyoruz” dedi. Aylardır Akbelen Ormanı‘nda açılmak istenen maden ocağına direnenlerin de aralarında bulunduğu grup, “gerekirse zeytin ağaçlarımıza kendimizi bağlarız, ama kesmelerine izin vermeyiz” açıklaması yaptı.

Eyleme katılan CHP milletvekili Ali Öztunç konuşmasında Türkiye Barolar Birliği‘nin, İzmir ve Muğla Büyükşehir Belediyelerinin açtığı davaları hatırlatarak şunları söyledi:

“Kanunla yapamadılar, yönetmelikle yapmak istiyorlar. Türkiye’nin zeytinleri bugüne kadar bu yasalarla korundu. Şimdi AKP, hazineyi boşaltıp parayı bitirince gözünü bunlara dikti. 400-500 yıldır burada duran ağaçları kesmek kimsenin aklına gelmedi ama onların aklına geldi, sanıyorlar ki izin vereceğiz. Anadolu‘da milyonlarla il il kasaba kasaba direniş göstereceğiz”

‘Zeytin kesmek Anadolu’ya, vatana ihanettir’

Öztunç hükümete seslenerek, “Zeytin dört semavi dinin hepsinde olan bir nimettir. Nasıl Müslümansınız, nasıl vicdansızlaştınız da kesmek için göz diktiniz? Zeytinleri kesmek toprağa, insanlığa, Anadolu’ya vatana ihanettir.” diye sordu. 

Bu yönetmeliğe karşı hem Meclis‘te hem yargıda hem de zeytinliklerde eyleme geçeceklerini belirten Öztunç,” Ormanlardan vazgeçtikleri güne kadar buradayız. Akbelen’de bugün kıvılcımı ateşliyoruz, eğer geri adım atılmazsa, yarın Manisa Salihli‘de, İzmir‘de, Aydın’da, Balıkesir’de, Bursa’da Gemlik‘te gerekirse binlerle karşınıza çıkacağız” dedi.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum‘a ses verme çağrısı yapan Öztunç, “Bütün çevre katliamı senin döneminde yapılıyor ses etmiyorsun. Ne işe yararsın? Bak öbürü bir imzayla gitti, sen de gideceksin” diye seslendi.

‘Pakdemirli, bu halk seni affetmeyecek’

Öztunç’un “Pakdemirli, Tayyip Bey seni sözde affetmiş, bizse unutmuyoruz, affetmiyoruz. Yanan ormanlar, tarlada mahsulü kalan çiftçi, traktörüne haciz gelen köylü seni affetmiyor” Bir imzayla geldin, yine bir imzayla gittin gittin. Tarihin en beceriksiz bakanıydın. Sen gittin, tarım da bitti” sözleriyle birlikte kalabalıktan “Affetmiyoruz!” “Unutmuyoruz” sesleri yükseldi.

Zeytin ittifakı yapma zamanı

Öztunç’un ardından söz alan İkizköylülerin avukatı Arif Ali Cangı, “Zeytinlerimizi korumak hepimizin boynunun borcu, şimdi zeytin ittifakı yapma zamanı. Zeytin, toplumsal barışı, doğayla barışı, geleceği getirir. Herkesi bu ittifaka çağırıyorum. Akbelen’de 231 gündür direniş devam ediyor. İkizköylüler kendi zeytinlerini savunurlar ama Türkiye’nin bütün zeytin ağaçları için herkesin ayağa kalkmalı” dedi.

‘Altın değil, zeytin istiyoruz’

İkizköy Çevre Komitesi Sözcüsü Nejla Işık da sözlerine “Zeytine şükürler olsun” diyerek başladı ve “2017’de Işıkdere‘de 20bin ağacımızı kaybettik Şimdi gerekirse kendimizi zeytin ağacımıza bağlarız ama ağaçlrımızı kurban ettirmeyiz. Biz altın istemiyoruz, bizim altın gibi zeytinimiz var. İlacımızdır zeytinyağı, berekettir, evlattır, sağlıktır, torunlarımıza bırakacağımız mirastır. Katlettirmeyiz” dedi.

Işık, şunları söyledi:

“Türkiye’de köylü bilir ki ambarda buğdayın, küpte yağın ve otun varsa aç kalmazsın. Ambarda buğday kalmadı, bu güzel topraklarda buğdayı bile dışardan alıyoruz. Otumuza göz diktiler, yağımıza göz diktiler. Kömür mü yiyeceğiz, taş mı yiyeceğiz?

Bu fermanı çıkaranlar kömür yesinler, çimento yesinler. Bizim topraklarımız çok kıymetli, biz üretmek istiyoruz.”

‘Yemek kömürle değil, zeytinyağı ile pişer’

Işık’ın ardından konuşan bir İkizköylü, şunları söyledi:

“Onlar bilmez, yemek kömürle pişmez zeytinyağıyla pişer. Suyumuzu, doğamızı elimizden aldılar! Kömür yaşatmaz, kömür öldürür; zeytinyağı ise diriltir canlandırır. Kömür öldürür, zeytin yaşatır.”

Zeytinlikleri maden işletmelerine açan yönetmeliğe dava yağıyor

Duygu Delen’i öldürmekten yargılanan Mehmet Kaplan beraat etti

Duygu Delen‘in 13 Ağustos 2020’de Gaziantep‘te erkek arkadaşı Mehmet Kaplan‘a ait dördüncü kattaki evin penceresinde şüpheli bir şekilde düşerek ölmesine ilişkin davada karar verildi. Mehmet Kaplan ‘çocuğu kasten öldürme’ ve ‘zincirleme şekilde nitelikli cinsel istismar‘ suçlarından beraat etti. Yağma suçundan 10 yıl hapis cezasına çarptırılan, hakaret suçundan verilen 90 gün hapis cezası ise bin 800 TL para cezasına çevrilen Kaplan, tahliye edildi. Duygu Delen’in annesi Şenel Delen, adliyeden çıkışta sinir krizi geçirdi.

Gaziantep’te 17 yaşındaki Duygu Delen, 13 Ağustos 2020’de Batıkent Mahallesi‘ndeki 5 katlı apartmanın 4’üncü katındaki erkek arkadaşı Mehmet Kaplan’ın evinin balkonundan düşerek hayatını kaybetti. Mehmet Kaplan, tartıştığı kız arkadaşının intihar ettiğini ileri sürdü. Şüpheli ölümün ardından gözaltına alınan Mehmet Kaplan ‘çocuğu kasten öldürme’, ‘zincirleme şekilde nitelikli cinsel istismar’, ‘yağma’ ve ‘hakaret’ suçlamasıyla tutuklanıp, hakkında dava açıldı.

‘En ağır cezayla yargılanmasını istiyoruz’

DHA‘dan Ahmet Atmaca’nın aktardığına göre; 8’inci Ağır Ceza Mahkemesi‘nde görülen davanın bugün görülen karar duruşmasında söz alan Duygu Delen‘in babası Bülent Delen, çocuğunun 19 aydır toprak altında olduğunu ve Mehmet Kaplan’ın en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini söyledi.

‘Yavrum geçen hafta 19 yaşına bastı toprak altında’

Şenel Delen ise kızı Duygu’nun geçen hafta 19 yaşına bastığını ve toprak altında olduğunu söyleyerek hakkını aramaktan vazgeçmeyeceğini belirtti. Mahkemenin kararı ile adaletin yerini bulacağını dile getiren Şenel Delen, ”Suçluya en ağır cezayı istiyorum. Bu dava hakkı bulacak. Adalet yerini bulsun. Yavrum geçen hafta 19 yaşına bastı toprak altında. Katili ise burada nefes alıyor” dedi.

‘Katili serbest bırakıp başkalarının canını yakmayın’

Anne Delen “Katili serbest bırakıp başkalarının canını yakmayın” diyerek adaletin yerini bulmasını istediğini ve cinayet sanığı Kaplan’ın en ağır şekilde müebbedini istediğini söyledi. Şenel Delen sözlerine şöyle devam etti:

“Her gün yavrumun o evde neler yaşadığını darbedildiğini düşünmekten acı çekmekten zorlanıyorum. Bir kere daha dünyaya gelsem de davamdan vazgeçmeyeceğim. Masumların canı yanmasın. Adalet istiyorum. Yavrumun ve masumların adaletini istiyorum. Avukatlar ailenin mağdur olduğunu söylüyor, onlar mı biz mi mağdur olan. Toprağın altına giren onların yavrusu mu benim yavrum mu? Mahkemenin adaletine sığınıyorum” diye konuştu.

Raporlar Delen’in intihar etmediğini gösteriyor

Delen Ailesi’nin avukatı Mehmet Balcı da Adli Tıp raporlarına göre de Duygu Delen’in intihar etmediği, sanık Mehmet Kaplan tarafından ya kucağında ya da sırtına alınarak balkondan atıldığını söyledi.

Mehmet Kaplan’ın Duygu Delen’in telefonunda görüntülerini görmesinin ardından kıskançlık sebebiyle cinayet işlediğini ifade eden Balcı, “Sanık tarafı delilleri karatmaya çalışıyor. İfadelerde sanığın annesinin geldiği söyleniyor ancak bu görüntülerde görülmüyor. Kamera kayıtlarında ciddi bir değiştirme söz konusu. Mehmet Kaplan 3- 4 dakika sonra Duygu Delen’in yanına geliyor ve elleri kanlı. Burada eksik bir soruşturma var” dedi.

‘Kıyafetlerinde cinayet sanığının kanları bulundu’

“Duygu’nun taytında ve tişörtünde sanık Mehmet Kaplan’ın kanlarına rastlanılmıştır” diyen Avukat Mehmet Balcı, Delen’in, sanık Mehmet Kaplan tarafından ya kucağına ya sırtına alınarak balkondan atıldığı ifadelerini yineledi. Balcı mahkemede şöyle konuştu:

“Duygu’nun Adli Tıp raporuna göre kazara düşmesi imkansız. Duygu Delen sanıkla yaşadıklarından sonra darbedilip balkondan aşağı atıldığını düşünüyoruz. Mehmet Kaplan çok zeki bir sanık. Benim 40 yıllık avukatlık hayatımda gördüğüm en zeki sanık. Mehmet Kaplan, Duygu’yu evine öldürmek için çağırmadı ve duygunun telefondaki görüntülerinden dolayı kıskançlık sebebiyle yapılmış bir cinayettir”

‘Duygu Delen’in balkondan atıldığı iddiası kabul edilemez’

Sanık avukatı Enes Akbulut ise Duygu’nun Mehmet Kaplan tarafından kucakla ya da sırta alınarak balkondan atma olayının imkansız olduğunu söyledi. Akbulut, müvekkili cinayetten tutuklu Mehmet Kaplan’ın beraatini istedi.

Sanığın ‘zincirleme şekilde nitelikli cinsel istismar‘ suçundan beraatine karar verilmesini talep eden savcı, sanığın ‘hakaret‘ ve ‘konutta yağma‘ suçlarından cezalandırılmasını istedi. Kaplan’ın uyuşturucu kullandığı, öfke kontrolü sorunu olduğu ve kıskançlık sebebiyle maktule geçmişte de darp uyguladığını, kontrolünü kaybettiğini, maktulü darp ettiğini mütalaasında belirten savcı, ‘çocuğu kasten öldürme’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını talep etti.

Zincirleme şekilde nitelikli cinsel istismardan beraat

Cinayet suçundan tutuklu bulunduğu cezaevinin SEGBİS sisteminden katılan Mehmet Kaplan pişman olabileceği bir şey yapmadığını kalbinin ve gönlünün rahat olduğunu dile getirdi. Mahkeme heyeti, sanığın ‘zincirleme şekilde nitelikli cinsel istismar’ ve ‘çocuğu kasten öldürme’ suçundan beraatine, ‘hakaret’ suçundan verilen 90 gün hapis cezasının 1800 TL para cezasına çevrilmesine, ‘yağma’ suçundan ise 10 yıl hapis ile cezalandırılmasına ve hükümle birlikte tahliyesine karar verdi.
Duygu Delen’in annesi Şenel Delen, adliyeden çıkarken sinir krizi geçirdi.

Gazeteci, yazar ve sanatçılardan barış çağrısı

180 yazar, sanatçı ve gazeteci Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını kınayarak barış çağrısında bulundu.

“Rusya’nın, Ukrayna topraklarındaki emperyal istila girişimini, ‘ama’sız bir kararlılıkla kınıyor ve reddediyoruz” diyen imzacılar Ukrayna halkının yanında olduklarını söylediler.

Yeryüzünü savaş aygıtlarının boyunduruğu altına almaya çalışan bütün devlet ittifaklarına karşı, halkların dayanışma kudretini öncelediklerinin belirtildiği barış çağrısı metninde şu ifadeler kullanıldı:

“Direnen Ukrayna halkı nezdinde savaş lanetini ve ortak kültürel değerlerimize yönelen ırkçı saldırganlığı tereddütsüz reddeden insanlığı kucaklıyoruz.”

Barış çağrısı metnine imza atan isimler şöyle:

  1. A. Ertan Mısırlı
  2. Adnan Gerger
  3. Adnan Özyalçıner
  4. Ahmet Bozkurt
  5. Ahmet Tulgar
  6. Ahmet Ümit
  7. Akif Kurtuluş
  8. Alev Yücedal
  9. Ali Rıza Gelirli
  10. Alper Aktaş
  11. Altay Öktem
  12. Anıl Cihan
  13. Anıl Mert Özsoy
  14. Asiye Tüzün Koç
  15. Aslı Erdoğan
  16. Aslı Perker
  17. Aslı Serin
  18. Aslı Tohumcu
  19. Ayfer Tunç
  20. Ayşe Güray Koç
  21. Ayşe Nilay Özkan
  22. Ayşe Övür
  23. Ayşegül Tözeren
  24. Ayşen Işık
  25. Belma Fırat
  26. Birgül Oğuz
  27. Birgül Soysevinç
  28. Birhan Keskin
  29. Buket Uzuner
  30. Bülent Mumay
  31. C. Hakkı Zariç
  32. Canan Güllü
  33. Cem Erciyes
  34. Cenk Kolçak
  35. Ceren Gündoğan
  36. Ceren Kumbasar
  37. Çağla Çinili
  38. Çağrı Sinci
  39. Deniz Ayfer Tüzün
  40. Deniz Durukan
  41. Deniz Gezgin
  42. Devrim Horlu
  43. Dilruba Nuray Erenler
  44. Dorina Harangus
  45. Duygu Terim
  46. Dündar Hızal
  47. Elif Durdu
  48. Elif Sofya
  49. Emek Erez
  50. Emirali Yağan
  51. Emrah Pelvanoğlu
  52. Emrullah Alp
  53. Enver Topaloğlu
  54. Ercan Y. Yılmaz
  55. Erdal Doğan
  56. Esen Armağan Özakbaş
  57. Esmehan Devran İnci
  58. Eylem Ata Güleç
  59. Fadime Uslu
  60. Fatma Kayacı
  61. Fatma Nuran Avcı
  62. Figen Şakacı
  63. Funda Alp
  64. Gamze Güller
  65. Gaye Boralıoğlu
  66. Gonca Özmen
  67. Gökçenur Ç.
  68. Gökhan Arslan
  69. Gönül Kıvılcım
  70. Gül Abus
  71. Gülce Başer
  72. Gün Zileli
  73. Gürsel Korat
  74. Hacer Yeni
  75. Hande Ortaç
  76. Hasan Öztoprak
  77. Hasan Seçkin
  78. Hatice Meryem
  79. Haydar Ergülen
  80. Hayrettin Geçkin
  81. Hicri İzgören
  82. Irmak Zileli
  83. İsmail Hakkı Ertin
  84. Jale Sancak
  85. Kalben
  86. Karin Karakaşlı
  87. Lal Laleş
  88. Latife Tekin
  89. Levent Soydinç
  90. M. Hakkı Suçin
  91. Mahir Ünsal Eriş
  92. Mehmet Eskicioğlu
  93. Mehmet Uhri
  94. Mehtap Meral
  95. Mehveş Evin
  96. Melih Yıldız
  97. Mertcan Karacan
  98. Meryem Coşkunca
  99. Mesut Varlık
  100. Metin Solmaz
  101. Metin Uca
  102. Mevsim Yenice
  103. Murat Gülsoy
  104. Murat Özyaşar
  105. Murat Üstübal
  106. Murathan Mungan
  107. Mustafa Köz
  108. Mustafa Özbakır
  109. Müge İplikçi
  110. Müge Koçak
  111. Müjdat Güven
  112. Nalan Barbarosoğlu
  113. Nalan Çelik
  114. Nazan Özcan
  115. Necmiye Alpay
  116. Nermin Yıldırım
  117. Neslihan Yiğitler
  118. Neşe Yaşın
  119. Nilay Özer
  120. Nilüfer Benal
  121. Nisa Leyla
  122. Niyazi Zorlu
  123. Nurhan Suerdem
  124. Nükhet Eren
  125. Onur Bütün
  126. Orhan Alkaya
  127. Orhan Kahyaoğlu
  128. Oya Baydar
  129. Oylum Yılmaz
  130. Özer Akdemir
  131. Özge Doğar
  132. Pelin Batu
  133. Pelin Özer
  134. Petek Sinem Dulun
  135. Pınar Doğu
  136. Pınar Öğünç
  137. Rabia Lafçı
  138. Rahime Sarıçelik
  139. Ramazan Güngör
  140. Reyhan Yıldırım
  141. Rugül Serbest
  142. Sabahat Nagaç
  143. Sacide Alkar Doster
  144. Saime Mersin
  145. Selçuk Erez
  146. Senem Timuroğlu
  147. Seray Şahiner
  148. Serkan Türk
  149. Sevin Okyay
  150. Seyyidhan Kömürcü
  151. Sibel Oral
  152. Sine Ergün
  153. Sitem Ateş
  154. Süha Oğuzertem
  155. Süreyya Köle
  156. Şahin Altuner
  157. Şebnem İşigüzel
  158. Şükrü Erbaş
  159. Tahir Şilkan
  160. Tarık Günersel
  161. Tuğba Çelik
  162. Tuğçe Isıyel
  163. Tuğrul Eryılmaz
  164. Tuna Kiremitçi
  165. Tunca Çaylant
  166. Turgay Fişekçi
  167. Turgay Kantürk
  168. Tülin Dursun İşleker
  169. Uğur Terzi
  170. Umay Umay
  171. Umut Tümay Arslan
  172. Vedat Sakman
  173. Yavuz Ekinci
  174. Yelda Karataş
  175. Yeşim Ustaoğlu
  176. Yıldırım Türker
  177. Yunus Karakoyun
  178. Zerrin Saral
  179. Zeynep Göğüş
  180. Zeynep Oral