Ana Sayfa Blog Sayfa 959

Macaristan seçimlerinden alınacak dersler – Kenan Mortan

Geçen haftaki Macaristan seçimleri, hepimize çok şeyler söylemeli…

BBC Budapeşte Temsilcisi, dostum, siyaset bilimci Dr.Tarık Demirkan, çok yetkin iki analiz yaptı, üstüne benim ekleneceğim bir şey kalmadı.

Meslekte nerdeyse  yarım yüzyılı devirmiş olan dostum, yazar Sedat Ergin ise Hürriyet’te  her zamanki gibi  çok iyi çalışılmış bir analizle, bu seçimden genel sonuçlar çıkardı, beni düşündürdü.

Yine de sizlerle  “Macaristan Olayı”nı paylaşmak istiyorum. Popülizmin, despot anlayışın nasıl  yılankâvi yol aldığını,  bukalemun örneği araziye nasıl   uyum sağladığını göstermeye değer diyorum.

O halde, gelin bir Macaristan analizi denemesine…

*

Macaristan, Orta Avrupa’nın 100 bin km2  ve 10 milyon  bile olmayan (9.7 milyon) nüfuslu ülkesi. Ulusal geliri de orta büyüklükte ekonomi ölçüsü( 194 milyar $ ). Kişi başına geliri neredeyse 20 bin $, ama bu da bir ortalama değer, bize çok şey söylememeli…

1945 sonrasında Sovyet İmparatorluğu’nun COMECON Bloku içinde  yer aldı. 1956’da ayaklandı, ki bu blok içinde bu ilk büyük ayaklanma idi (D. Almanya’nın 1953 başkaldırısı  daha küçük çaplı ve organize değildir, bu yüzden Macaristan için “ilk” diyorum.) Sonra bu blok 1989’da dağıldı, Macaristan batılı liberal sistemi benimseyen yine ilk ülke oldu. 1990’lı yıllarda Doğu Bloku içinde kapitalizmin ilk dikiş tutturduğu ülkeydi. İhracatının beşte birini büyük dev şirketlerin otomobilleri oluşturuyor. Ciddi bir tahıl  ve bitkisel yağ üreticisi. Bunların yetiştiği macar ovaları, Şevket Süreyya Aydemir’in eserlerinde yer alır. Pinkofo tipi atların yetiştiriciliğinde de dünya lideri.

Görünürde her şey tamam, peki ortaya çıkan durumun zaafiyeti ne?

Bir kere kural olarak, diktatörlerin güç aradığının altını çizmek gerek.

Yeniden seçimleri kazanan Victor Orban, ülkesinde sadece demokratik sistemi sakatlamakla kalmadı, “Orban’ın Oligarkları”nı da yarattı, adrese teslim bir ihale sistemi geliştirdi, bununla besledi ve beslendi.

İkincisi; yoksulluk ve Yaşar Kemal  Usta’nın  sözüyle yoksunluk istatistiklerde öne çıkmaz, çok daha derindedir. Ülkenin kırsal kesimi  yoksuldur, ciddi sayıdaki Roman yurttaş, sistem nasiplerinin dışındadır. Dış Macarları da buna eklemeli, ki sayısı 1.5 milyondur  ve her zaman  patlatılmaya hazır bir fünyedir.

İşte böylesi bir ülke olan Macaristan’ı 12 yıldır Orban adlı bir yasa tanımaz insanın demir eli ve onun güdümünde hareket eden Fidesz adlı parti idare ediyor.

Birleşen muhalefetin negatif kampanyası tutmadı

Bu ortamın 12 yıldır seyircisi olan ülke muhalefeti, 3 Nisan Seçimleri için altı parti olarak iradesini buluşturdu.  Tek hedef, Orban’ın devrilmesiydi.  

Muhalefetin “zafer” değilse de Başbakan Orban’ı devirmeyi umduğu Macaristan genel seçimlerinde tam tersi oldu, Orban siyasal iktidarını pekiştirdi. Muhalefetin  tepe oluşumu ise parti tabanını oluşturan seçmenlerce anlaşılmadı. Dar bölge sistemi için aday belirlemede “ön seçim” yapıldı, seçmenlerin hiç benimsemediği  kişiler aday oldu, bu da katılımı çok düşürdü.

Muhalefet ortak bir  “yol  haritası ve program” yapamadı.  Bunun yerine “kötüleme” esaslı; Dr. Demirkan‘ın sözleriyle  “program esaslı pozitif  bir kampanya yerine, negatif seçim kampanyası” yürüttü. Kampanya, toplumu yakınlaştırmak yerine  ayrıştırdı.

Basını susturan, ve açık bir Putin yanlısı olan Orban ise seçimlere beş kala çark etti ve “Savaşın dışında kalan  Macaristan” sloganını işledi. Muhalefet için “Onlar ülkeyi savaşa sokacak” eleştirisini yapmakla kalmadı, Rusya’ya karşı yaptırımlara da katıldı. 400 bin Ukraynalının ülkeye sığınmasına zemin yarattı. Muhalefetin adı “NATO’cu ve Savaş Yanlısı”na çıktı.

Ayrıca Orban’ın 12 yıldır sürdürdüğü “Herkese Yardım Eli” kampanyası, seçim öncesinde hızlandı. Asgari ücret yükseltildi, akaryakıt için zam yasağı getirildi, elektriğe fiyat zammı  ertelendi.

Özetiyle, cömert bir “seçim ekonomisi” uygulandı. Bununla Maastricht Kararları başta olmak üzere tüm AB kriterleri  çiğnendi.

Vaatlerden payına düşeni alan 1.5 milyon nüfuslu  “Dış Macarlar” ise üzerine  düşeni yaptı ve Orban’a oy verdi. Muhalefet  partilerinin toplam oyu 2018’e göre 1 milyon oy azaldı. Orban ise yüzde 54 oy alarak, 136 koltuk ve rahat bir çoğunlukla 12 yıllık  iktidarına dört yeni iktidar  yılı ekledi.

Macaristan’dan alınacak seçim dersi, muhalefetin tek saf oluşturmasından daha önemli olanın “ortak bir program” olduğunu söylüyor. Ancak ortak bir program yetmiyor, bunun somut ve ikna edici olması da gerekiyor.

Macaristan, popülist iktidarların elindeki “alet kutusu”nun sandığımızdan çok daha büyük ve zengin olduğunu  anlatıyor.

“Galibiyetimiz o kadar büyük ki, AB’yi bırakın, bizi Ay’dan da görebilirler” diyen Orban haklıydı…

Şimdi iş, Roma Senedi ile oluşan Maastricht ve Lizbon Kararları ile şekillenen AB yönetiminin yaptırım uygulamasına  geldi. Ukrayna vahşeti, 27 üyeli AB’ye balayı günlerinin geride kaldığını hatırlatmış olmalı…

*

Türk İnfo Vakfı‘nın çıkardığı  Türk İnfo web’e göz atın lütfen. (www.turkinfo.hu ). Dr. Tarık Demirkan‘ın enfes masal kitapları var, Türkçe ve hepsi  piyasada bulunuyor.  Siyasal analiz arayanlar için onun Macar Turancıları adlı Tarih Vakfı’ndan 2000’de çıkan kitabını önereceğim. Baskısı tükendi, ama “Nadir Kitaplar”dan bulmak mümkün. 

 

 

 

Ordu’da maden ihalesi halkı harekete geçirdi: Ulubey Doğa ve Çevre Platformu kuruldu

Ordu‘nun Ulubey ilçesinde iki alanda maden arama ihalesinin yapılmak istenmesi üzerine parti, dernek, oda ve halkın katılımıyla yapılan toplantıda, Ulubey Doğa ve Çevre Platformunun kuruluşuna karar verildi.

Dün Ulubey Ziraat Odası’nda yapılan toplantıya, iş insanları, ilçe muhtarları, parti, köy dernekleri, Ordu Çevre Derneği (ORÇEV), Tüm Köy-Sen temsilcileri ve halk katıldı.

Toplantının ardından yapılan sonuç bildirgesinde, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından açılan 223. Grup İhale İlanı duyurusunun iptali için dava açılmasına karar verildiği belirtildi.

61 ilde 344 maden sahasının ihale edileceği duyurulan ilandaki dört adet saha Ordu’da bulunuyor. Korgan ve Altınordu‘da bir, Ulubey‘de iki maden sahası açılmasına ORÇEV, daha önce “Ordu’nun her tarafı maden sahasına çevrildi. HES’ler, taş ocakları, deniz dolgusu, maden sahaları derken yaşanmaz bir il haline getiriliyoruz” açıklamasıyla tepki göstermişti.

İlgili haber: Ordu’dan maden ihalelerine karşı çağrı: Şirketler kazansın diye gelecek yok edilemez
İlgili haber: Zeytinlikleri madenciliğe açan yönetmeliğin ardından yüzlerce maden sahası ihaleye açıldı

Toplantıda söz alan konuşmacılar, tek vücut halinde hareket edilmesi gerektiğini vurguladılar. ORÇEV Başkanı Ertuğrul Gazi Gönül ve Yönetim Kurulu Üyesi Coşkun Özbucak da ülke genelinde ve Ordu’daki  deneyimlerini aktardı ve önerilerde bulundu.

Toprağın, suyun korunması ve maden arama ihalesinin engellenmesi için yapılması gerekenlerin tartışıldığı toplantının sonucunda kurulan Ulubey Doğa ve Çevre Platformu’nun dönem sözcüsü Abdülaziz Özen seçildi.

Sonuç bildirgesine göre Platform, bölgede yapılacak maden arama, ayrıştırma ve çıkartma faaliyetlerinde kullanılan, çevre ve insan sağlığını tehdit eden siyanür ve benzeri zararlı kimyasalların kullanımına karşı imza kampanyası başlatacak ve alanların ihale edileceği 24 Mayıs 2022 tarihinde Ulubeyliler, Ankara’da Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın önüne gidecek.

Platform ayrıca, Meclis‘te siyasi parti temsilcileri ve Ordu milletvekilleri ile görüşme yapmayı planladı.

Önceliği maden sahalarının açılmasını engellemek olsa da bundan sonra da bölgedeki ekokırım faaliyetlerine karşı faaliyetlerini sürdürme kararı alan Platform’da, Ulubey ilçesini temsil eden il içi ve il dışı faaliyet yürüten tüm sivil toplum kuruluşları ve vatandaşlar görev alabilecek.

[İklim Adaleti Kervanı-2] Köyden kente iklim adaleti çağrısı: Yola devam…

İklim Adaleti Kervanı Türkiye’deki kirleticilere karşı ‘iklim mücadelesi‘ diyerek çıktığı yola tam hız devam ediyor. İklim Adaleti Kervanı ilk durağı olan Muğla’da YK Enerji’nin maden ocaklarına karşı Akbelen Ormanı’nda İkizköylüleri ziyaret ettikten sonra, dün saat 12.00 sularında Aydın’a geçti. 

Aydın’dan önce Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkizköy‘deki Akbelen Ormanı’nı ziyaret etmiş, burada YK Enerji‘nin kömür madeni projesine karşı birlik mesajı vermişlerdi. Kervana katılan Akbelenlilerle yolculuk Aydın’a doğru devam etti. Kervan otobüsüne İkizköy karavanı da eşlik etti. Ege yollarında doğayı tahrip eden madencilik ve termik santral tesislerinin sahiplerine, tam da söz konusu faaliyetlerin gerçekleştiği alanlardan seslenmek üzere bir arada olan aktivistler birlikte mücadele vermenin önemine değindi.

Kervan, karavan ve turunç: Yolcular değişiyor

Kervan yolculuğunda her bir noktada çevre aktivistleri birçok farklı bölgedeki çevre sorunlarına ilişkin fikir alışverişinde bulunuyor. Bu açıdan İklim Adaleti Kervanı yalnızca bir arada oradan oraya giden ve slogan atan insanlar topluluğu değil. Kervanın başından itibaren her bir soruna bir arada cevap aramaya çalışan bir topluluk gibi görünüyorlardı daha çok. Birçoğu daha önceden birbirini tanıyan aktivistlerden oluşan kervan yolcuları birçok farklı çevre platformunda yer aldıklarını ve yereldeki sorunlar için birçok çevre örgütü bulunduğunu konuşuyordu.

Otobüs ve karavanın  birbirini takip ettiği ve arada bir oyuncu değişikliği yaptığı Aydın yolunda turunçlardan, zeytin ağaçlarına; çevre örgütlerinin iletişim sorunundan, uluslararası iklim organizasyonlarına, veganlıktan doğa mücadelelerine kadar birçok konu konuşuldu. Ayrıca İstanbul’dan bölgeye giden aktivistlerin alandaki vatandaşları oldukça yakından tanıdığı ve iletişimde kaldığı da görülüyordu. Köylere kamyonet kasasında gidiliyor, madencilik sahalarında gerçekleştirilen faaliyetleri ve kesilen ağaçları göstermek için dakikalarca trekking yapılıyor, otostop çekenler gidecekleri yerlere ulaştırılıyor ve bir aradalığın mümkün olması için uğraşılıyordu.

Karavan ve Kervan arası yolcu değişimi/ Fotoğraf: Cansu Acar

İklim Adaleti Kervanı’nın olağanüstü sıkışık programı

Öte yandan ülkedeki kirleticilere dikkat çekmek üzere yola koyulan İklim Adaleti Kervanı’nın ilk gününde oldukça yoğun bir program yapılmıştı. Fakat söz konusu program rotası ve uğraması gereken yerler ve önemleri itibariyle tam manasıyla kirleticilere dikkat çekilebilen ve zamanın her birine yeterince ayrılabildiği bir kervan söz konusu olmadı. Aydın yolunda hızlıca hareket edilirken varış saati kaçırılıyor ve alana geç varılıyor.

Fotoğraf: Cansu Acar

Aydın Büyükşehir Belediyesi binası önünde toplanan iklim aktivistleri, kervan yolcularını bekliyor. Bir tiyatro gösterisinin ardından basın açıklamasına geçiliyor. Açıklamayı okuyan Yeşil Sol İklim Adaleti Çalışma Grubu’ndan Füsun Oğuz, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin geçenlerde yayımladığı ve en hafif tabiriyle “kırmızı alarm” olarak nitelendirdikleri rapora işaret ederek sıcaklık artışını 1,5 derecede sınırlandırmanın oldukça güç göründüğünü belirtiyor.

Bir yanda sıcaktan kendini parktaki sulara atan çocuklar bir yanda iklim adaleti eylemi

Aydın halkı ise söz konusu iklim adaleti eylemine ilgiyle bakıyorlar. Çocuklar kenarda iklim üzerine kendi aralarında konuşuyor, konuyu anlamaya; neden önemli olduğunu ve bu insanların neden şehrin en merkez noktasında böyle bir çabaya giriştiklerini kavramaya çalışıyorlar. Bir yandan kent oldukça sıcak, 22 derece. Çocuklar kent meydanındaki su parklarına atlıyor, serinlemeye çalışıyorlar. Bir yandan iklim aktivistleri iklim krizine dikkat çekiyor ve bundan en çok dezavantajlı kesimlerin zarar göreceğini belirterek “iklim adaleti” diyorlar. Kentin aynı noktasında sıcaklık bunaltırken bir yandan de iklim krizine karşı mücadele eylemleri yapılıyor.  

Fotoğraf: Cansu Acar

Fosil yakıtlara bağımlılık

Belediye önünde toplanan aktivistlerin basın açıklamasından önce alan, Aykaryay Oda Tiyatrosu’ndan Hüsnü Ertun‘un da aralarında bulunduğu tiyatro ekibinin oyununa sahne oluyor. Söz konusu oyunda iklim krizine dikkat çekilerek nükleer enerjiye, madencilik şirketlerine ve kömürlü termik santrallerin toplum sağlığına ve çevreye verdiği zararlara ilişkin tiratlar atılıyor. Oyunun ardından kalabalıklaşan belediye önünde, iklim aktivistleri basın açıklamasını sürdürüyorlar. 

Aykaryay Oda Tiyatrosu’nun Aydın Büyükşehir Belediye binası önünde sahnelediği oyundan bir kare/Fotoğraf: Cansu Acar

İklim krizinin öncelikli gündemi olması gereken söz konusu kritik dönemde Türkiye’nin fosil yakıtlara bağımlı bir enerji politikasını ısrarla izlemeye devam ettiğini vurgulayan grup, “Eylem planları yakın geçmişte açıklanan İklim Şurası’nda da kömürlü termik santrallere karbon yakalama öngörüsü, doğalgaz arama çalışmalarının desteklenmesi gibi fosil yakıtlara bağımlılığı devam ettirme kararlığı sergilenmiş, enerji politikalarının revizyonu COP27 öncesine ertelenmiştir” deniliyor.

Fotoğraf: Cansu Acar

Ekonomik krize rağmen artan sera gazı salımı

Mart sonunda Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan sera gazı emisyonlarına değinilen açıklamada Türkiye’nin, COVID-19 pandemisine ve ekonomik krize rağmen 2020’de sera gazı salımlarını 2019’a göre yüzde 3 oranında arttırarak 524 milyon ton CO2 eşdeğerine ulaştığı hatılatılıyor.

İlgili haber: Türkiye’nin otuz yıllık sera gazı emisyonu karnesi

‘Enerjide toplumun ihtiyaçlarını değil, sermayenin çıkarlarını kollayan zihniyet’

Galip Yılmaz / Fotoğraf: Cansu Acar

Türkiye’nin, 2000’li yıllar boyunca özelleştirmeye ve sermayeye kaynak aktarımına dayalı Enerji Politikaları’nın hatalar ve çelişkilerle dolu olduğuna değinilen açıklamada “Enerji verimliliğini arttırmak ve tüketimini azaltmak yerine Türkiye, enerji tüketimini arttıran mega projelerle ve enerji ihtiyacı söylemi üstüne kurulu politikalarla enerji arzını arttırmış ve enerji tüketimini özendirmiştir. Enerjide toplumun ihtiyaçlarını değil, sermayenin çıkarlarını kollayan bu zihniyet, doğal varlıklarımızı ve halkın sosyal yaşantısını ağır tahribata uğratan enerji projelerine izin vermekte sakınca görmemiştir” deniliyor.

Jeotermal santral, hava kirliliği ve Ege

Ege Bölgesi’nin yıllardır mücadele ettiği jeotermal santrallerin bu durumun tipik bir örneği olduğunun da vurgulandığı açıklamada şu ifadeler kullanılıyor:

“Türkiye’de jeotermal santrallerin en yoğun olduğu iller Aydın, Denizli ve Manisa. Bu bölgeler aynı zamanda hem su kaynakları hem de tarım için ülke ekonomisinde son derece önemli olan Büyük Menderes ve Gediz Nehir Havzaları’nda bulunuyor. Bu iki havzada hem düşük hem de yüksek sıcaklıklara sahip birçok jeotermal kaynak yer alıyor.”

Yeşil Sol İklim Adaleti Çalışma Grubu’ndan Füsun Oğuz / Fotoğraf: Cansu Acar

Aydın ve enerji

Türkiye’deki jeotermal enerjide kurulu gücün yüzde 67’si Aydın’da bulunuyor. Açıklamada “JES tesislerinin, tabiat koruma alanları, milli park, SİT alanları, sulak alanlar vb. korunan alanların içerisinde ve yakın çevresinde yer almaması gerekirken, bölgede bu yasakların pek çok noktada ihlal edildiği görülüyor. Yöre halkı uzun yıllardır JES’lerin insan sağlığı ve ekosisteme verdiği yıkımlarla mücadele halinde” ifadelerine yer verildi. Halk doğa mücadelelerini şöyle sıralıyor:

  • JES’lerden salınan karbondioksit, hidrojen sülfür, metan, amonyak gibi yoğuşmayan gazlar hava kalitesi ve temel geçim kaynakları olan incir, üzüm, zeytin, pamuk üzerinde olumsuz etkiler yaratıyorlar. Hidrojen sülfür gazından kaynaklı çürük yumurta kokusu Aydın köylüsünü isyan ettirecek noktaya gelmiştir. Ayrıca bu gazların bir kısmı küresel ısınmayı arttıran sera etkisi yarattıkları için JES’lerin yenilenebilir enerji kapsamında değerlendirilmesi doğru değildir.
  •  Bunlara ek olarak Ege bölgesindeki jeotermal kaynaklarda arsenik, civa, bor, sülfat, kurşun, kadmiyum, selenyum, radon, klor gibi kimyasal maddeler bulunuyor. Bunların hemen hepsi çevre ve sağlık için çok zararlı. Kanser oranları Türkiye genelinde yüzde 18 iken, Aydın’da son yıllarda yüzde 40’ların üzerine çıktığı tesbit edilmiştir.
  •  JES şirketlerinin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)  raporlarında belirttilen, zehirli kimyasallar içeren jeotermal akışkanı yeraltına, alındığı yere geri basma yükümlülüklerini yerine getirmiyor, kontrolsüz olarak nehirlere bırakmaktan çekinmiyorlar. Geri basma işleminin denetimi gereği gibi yapılmıyor; çevresel yıkımlara göz yumuluyor. Su varlıkları açısından, Büyük Menderes Havzası’nda jeotermal tehdidi altında olmayan bölge yok denecek kadar azdır. Buna bir de havaya salınan gazların asit yağmurları olarak geri dönüşü eklendiğinde içme suları dahil tüm su varlıklarımız, toprağımız ve yetiştirilen ürünler zehirleniyor.
  •  Kontrolsüz üretim sahalarında, özellikle civardaki tarım arazilerinde toprak çökmesi sorunu ile karşılaşılıyor. Yüzeyde bulunan, konut, yol vb., yapılar bu çökmeden olumsuz biçimde etkileniyor.
  •  Bütün bunlara ek olarak JES’lerin sıcak su borularında zamanla birikerek çökelen maddeleri temizlemek için halk dilinde tuz ruhu olarak bilinen Hidroklorür asit kullanılıyor. ÇED raporlarında belirtilmeyen, insan sağlığı ve çevre için çok zararlı olan tonlarca tuz ruhu, kullanıldıktan sonra derelere, toprağa bırakılıyor. JES’lerde temizlik sonrası yakın çevrelerinde toplu koyun ölümleri, arıların koloni halinde ölmesi gibi olaylar yaşanıyor.

“Aydın’da üretilen jeotermal enerjiden, yöredeki hiçbir sektör veya yöre halkı ucuz enerji olarak faydalanmamakta, jeotermal işletmeler Aydın’da işsizliğe çözüm olmamakta, aksine tarım ve tarıma dayalı yan sanayi ile birlikte Aydın’da 700 bin kişinin gelir-iş-gelecek güvencesi yukarıda saydığımız nedenlerle JES’ler tarafından yok etmekte ve ekosistem geri dönüşü olmayan bir yıkıma maruz bırakılmaktadır” şeklinde çağrıda bulunan çevre aktivistleri açıklamaya şöyle devam ediyorlar:

“Bu gerçekler yıllardır bilinmesine ve dile getirilmesine karşın, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2019-2023 Stratejik Eylem Planı’nda Jeotermal Enerji kapasitesinin yükseltilmesi öngörülmüş, 11. Kalkınma Planı’nda da jeotermal kaynak arama, üretim, AR-GE faaliyetlerinin arttırılacağı belirtilmiştir.

Ege Bölgesi’nde sebep oldukları insan sağlığına tehditler, ekosistemde ağır tahribatlar, yöre halkının ekonomik gelirinin yok edilmesi gibi önemli yıkımlara karşılık toplam 63 Jeotermal santral, Türkiye’de elektrik kurulu gücünde 1.676 MW ile sadece yüzde 1,7’lik paya sahip ve 2020’de elektrik üretiminin ancak yüzde 3’ünü karşılamıştır.”

Bunca çevresel kirliliğe ve iklim krizini arttıran salımlara yol açan JES’lerin temiz enerji olmadığını ve yenilenebilir olmadığının dile getirildiği açıklamada “Türkiye’nin JES’lerden sağlanacak enerjiye ihtiyacı yoktur. İklim Adaleti Koalisyonu olarak tüm Jeotermal Santrallerin derhal kapatılmasını talep ediyoruz” deniliyor.

İklim Adaleti Kervanı buradan bir sonraki durağı olan İzmir Aliağa Termik Santrali’ne doğru hareket ediyor. Kervan, her gittiği bölgede biraz daha kalabalıklaşarak yoluna devam ediyor.

Datça’da ‘Yete Gari Geçinemiyoruz’ mitingi: Bir avuç zengin lüks içinde, milyonlarca insan açlık sınırının altında

Muğla’da Datça Yete Gari Platformu‘nun 9 Nisan Cumartesi günü düzenlediği ‘Geçinemiyoruz Yete Gari‘ mitingine yaklaşık 800 kişi katıldı.

Okunan basın açıklamasında katılımcılara, “Pazardan poşetleri boş dönenler, lokmasından kısanlar, elektrik faturasını ödeyemeyenler, kışın üşümemek için kıyafetlerini üst üste giyenler, yol parası vermemek için kilometrelerce yürüyenler hoş geldiniz” sözleriyle hitap edildi.

CHP, EMEP, Halkevleri, HDP, TİP, Datça Çevre ve Turizm Derneği, Datça Kent Konseyi, Datça Kadın Platformu gibi çok sayıda yerel ve ulusal dernek, parti ve kitle örgütünden oluşan Datça Yete Gari Platformu, basın açıklamasında şunları kaydetti:

Gözlerindeki ışıltıya bakmamızı isteyen Maliye Bakanı Nureddin Nebati, faiz durduruldu, enflasyon ise yıl sonunda kontrol altına alınacak diyor. Bunu derken geçiş garantili köprüler yollar açılıyor, adını anmanın yasaklandığı çetelerin milyonlarca liralık vergi borçları silinip ülkenin doğal kaynakları bu grupların emrine peşkeş çekiliyor.

Devletin birçok kademesinde yandaş partizanlar üç, beş ayrı yerden işe gitmeden maaşlarını alıyor. Altın varaklı saraylarda süren şaşalı hayatlar bu krizden etkilenmezken emeğiyle yaşamaya çalışan bizler market raflarına bakmaya korkuyoruz.

İnsanlara doğal gaz müjdesi verip, bir daha doğal gaz faturası ödemeyeceğimizi ilan edenlerin gözüne ısınmak için ödediğimiz faturaları sokmak gerekiyor. Göz göre göre bizimle dalga geçiyorlar. İnsanlara manda yoğurtlu, Medine hurmalı, kestane ballı tarif verenler bunun hangi maaşla hazırlanacağını hiç söylemiyorlar.

Çiftçiye sürün toprağınızı, ekin tarlanızı diyenler o mazotun, gübrenin hangi parayla alınacağından hiç bahsetmiyorlar.

Her şeyin fiyatı artıyor. Artmayan tek şey ise gelirimiz.

Sene başında asgari ücrete, memur maaşlarına ve emekli aylıklarına yapılan zamlar enflasyon karşısında çoktan eridi.

Belki kimimiz çoktan işinden, gelirinden oldu ama hepimiz yarın işsiz kalır mıyız diye korkuyoruz.

İnsanlar geçinemediği için yaşamına son veriyor. Öğrenciler barınamadıkları için parklarda yatıyor. Müzik emekçileri enstrümanlarını satıyor.

Bir avuç zengin lüks içindeyken, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor.

Lafı fazla uzatmaya gerek yok: Geçinemiyoruz!

Israrla “Artık yete gari!” diyoruz. İnsanca yaşamak istiyoruz ve bu konuda ısrarcıyız. Patronlardan yana değil halktan, emekçilerden yana bir düzen istiyoruz!  Bu düzeni mücadele ederek kuracağız. Birleşe birleşe kazanacağız…”

Fuat Saka, Grup Datça ve Ömer Akbalık şarkılarıyla mitinge destek verdi.

Topluluk, ‘Milyonlar aç, milyonlar işsiz, yaşasın direnişimiz’, ‘Havama, suyuma, toprağıma dokunma’, ‘İnsana, hayvana, yeryüzüne özgürlük’
‘Zamlara karşı ses çıkar’ sloganları attı.

Destek mesajları

Datça’daki mitinge, Kadıköy’den Geçinemiyoruz Dayanışması, MUÇEP Menteşe Meclisi, Yurtsuzlar (Parklarda Yatan Öğrenciler), Gökova MUÇEP Meclisi, Bodrum Kent Savunması, HDK Muğla İl Meclisi, Muğla Barosu gibi pek çok örgüt de destek mesajları yolladı.

Akbelen İkizköy Çevre Komitesi  şu mesajla eyleme desteğini dile getirdi:

“Bitirdiler, kalmadı ne bir ağaç, ne bir dönüm tarla, hayvanlarımızı besleyecek ne de yeşil bir mera. Boyadılar İkizköy’ü, güzelim ovayı koyu siyaha. Selam olsun, yete gari diyen Datça’ya. Gönlümüz sizinle, kendimiz nöbette burada.

Tarlalarımızı ekip biçemiyoruz; gübre, mazot çok paraya. Alamıyoruz bir kilo patates, bir kilo domates pazardan. Dert olmuyor çöpten ekmek, meyve toplayanlar Saraya. Selam olsun Akbelen’den, yete gari diyen Datça’ya.”

İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği Bileşenleri, İklim Kervanı‘ndan, “Akbelen’den Çanakkale Karabiga’ya iklim adaleti için yollardayız! İklim adaleti mücadelesini, gelecek için verilen mücadeleyi kazanmanın yegane yolu, yollara düşmek ve uzun zamandan beri bu mücadele içinde olan topluluklarla ortak bir hikaye, ortak bir tarih yaratmaktır. Belki  Datça’da Yete Gari Mitingi’nde fiilen sizlerle olamayacağız, ancak mücadele tarihimiz ortaktır. Dostça selamlar… ” mesajını yolladı.

İlgili haber: [İklim Adaleti Kervanı-2] Köyden kente iklim adaleti çağrısı: Yola devam…

Direnişte olan Yemeksepeti işçileri ise mitinge “Sefalet ücretine mahkum edilen motokuryeler ile aynı kaderi paylaşan milyonlarca geçinemeyen insan açlığa, sefalete ve yoksulluğa terk edilmiştir. Yemeksepeti’ne yönelik boykot çağrımıza destek veren ve bu kötü gidişe bir dur demek için Datça’da geçinemiyoruz diyerek sokağa çıkan dostlarımızı selamlıyoruz” cümleleriyle destek verdi.

 

Sen de mi komünist başkan!

15 Mart 44 tarihinde Julius Sezar, Marcus Junius Brutus liderliğindeki bir grup kızgın senatör tarafından sırtından hançerlenir. Brutus, Sezar’ın en yakın arkadaşıdır ve rivayete göre Sezar isyancılar arasında Brutus’u görünce ‘Sen de mi Brutus!’ (Et tu, Brute!) diyerek direnmeyi bırakır. Tarihçilerin böyle bir sözün gerçekten söylenip söylenmediğine ilişkin tartıştıklarını da not ederek, yukarıdaki başlığı neden attığımı açıklayayım.

Kolaylıkla anlaşılacağı üzere bu başlığın muhatabı olan kişi, yani komünist başkan Sayın Mehmet Fatih Maçoğlu’dur. 2014 seçimlerinde Türkiye Komünist Partisinin adayı olarak girdiği yerel seçimlerde Ovacık Belediye Başkanlığına seçilip, gerçekleştirdiği halkçı projelerle ben dâhil pek çok kişinin gönlünde kendine büyük bir yer edinmiş olan Maçoğlu, 2019 seçimlerinde de Tunceli Belediye Başkanlığı koltuğuna oturarak, yine ben dâhil pek çok kişide büyük umutlar yarattı. Elazığ, Bingöl ve Muş illerini kapsayan bir proje çalışması sonrası, 28 Temmuz 2018 tarihinde özel olarak Tunceli ve Ovacık’ı ziyaret etmiştim. Hafta sonu olmasına rağmen belediyedeki makam odasında kendisini çalışırken bulmuş ve nazik davetiyle kısa bir süre de olsa kendisiyle sıcak bir sohbet gerçekleştirmiştim. Oradan mutlu ayrılmış birisi olarak bu yazıyı yazdığımı ayrıca belirtmek durumundayım. Ancak, bir kamu görevi olarak kabul edip bütünüyle gönüllülüğe dayalı olarak yazdığım yazılarım herkes için ne kadar keskin oluyorsa komünist başkan için de o kadar keskin olacak, bundan şüphe duyulmamasını isterim.

Maçoğlu ve Erdönmez.

Tunceli katı atık projesi

İnsanlık olarak doğaya verdiğimiz zararların bir bölümü de ürettiğimiz atıklarla ilgili. Onları depolamak, olanaklıysa geri dönüştürmek ya da bertaraf etmek (ne demekse) her açıdan el yakan konular. Katı atık dediğimiz şeyin günlük dildeki karşılığı çöp. Kendi ürettiğimiz çöpler yetmiyormuş gibi başka bazı ülkelerin de çöplüğü haline geldiğimize ilişkin haberleri sanırım okuyucular da benim gibi üzüntüyle takip ediyordur. Neyse, biz konumuza dönelim.

İnceleyebildiğim belgelerden öğrendiğim kadarıyla 2009 yılından beri (öncesi de vardır mutlaka) Tunceli’de, ben diyeyim çöplerin, siz deyin katı atıkların yönetimi konusunda bazı çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmaların son halkası olarak da Tunceli-Pülümür-Nazmiye-Ovacık-Mazgirt Belediyesi Katı Atık Yönetim Birliği (DER-KAB) bir ‘Katı Atık Bertaraf ve Düzenli Depolama Tesisi Kapasite Artırımı’ projesi geliştirmiş. Bu projenin kökleri 2014 yılına kadar uzanıyor. Ben burada detaylarına girmek istemiyorum. Proje ile ilgili Nisan 2021 tarihli Nihai ÇED Raporu’ndaki bilgilere göre projenin gerçekleşeceği alan Merkez ilçe Sütlüce (Tüllük) köyü yolu mevkiindeki ormanlık alan. Evet, yanlış okumuyorsunuz, ormanlık alan. Hani, yazılarımda sık sık ülkeyi yöneten mevcut anlayışın ormanlara bakışını anlatıyorum ya; bu projenin sahiplerinin de ormanlara aynı açıdan baktığını anlamış oluyoruz böylelikle. Üstelik proje alanı Munzur Vadisi Milli Parkı’na yalnızca üç, Örenönü Tabiat Parkı’na ise beş buçuk km mesafede. Aşağıda ÇED raporundan alınmış, proje alanının konumunu gösteren iki farklı görsel yer alıyor.

Doğal olarak, Türkiye’nin başka pek çok bölgesinde yapılmak istenen projelerde olduğu gibi yöre halkı projeyle ilgili rahatsızlıklarını dile getiriyor; ÇED Halkın Katılımı Toplantısında halk projeye karşı çıkıyor ve nihayet 2021 yılında yedi muhtarlık ve Mimarlar Odası tarafından Erzincan İdare Mahkemesinde dava açılıyor, bilirkişi raporları hazırlanıyor vs vs.

Komünist başkanın tutumu

Bu konuyla ilgili aktarılabilecek o kadar çok bilgi var ki, bir kısmını yazmaya kalksam kitap olur. İlgi duyanlar basın yayın organlarında çıkan haberlerden bu bilgilere ulaşabilirler. Ben yukarıda aktardığım özetten sonra, özel olarak Sayın Maçoğlu’nun konuya ilişki tutumuna değinmek istiyorum. Bu tutumu nereden çıkardığımı sorabilirsiniz. Haklısınız. Kendisiyle herhangi bir görüşmem olmadı. Ben bu tutumu Tunceli Belediyesi’nin resmi internet sayfasındaki 14 Mart 2022 tarihli basın ve kamuoyu bilgilendirmesinden çıkarıyorum. Sanıyorum ki belediye tarafından yapılan bu açıklamayı o belediyenin başkanının tutumu olarak kabul etmek hatalı olmaz. Dileyenler bu bilgilendirme metninin tamamını okuyabilirler. Ama ben size özetleyeyim. Bu bilgilendirme metni temelde şunu söylüyor:

  1. Halka kesilecek ağaç sayısı konusunda yanlış bilgi veriliyor. Biz üç orman mühendisine çalışma yaptırdık. Proje alanında toplam 6 bin 711 ağaç var ve bunların yaklaşık 4 bini kesilecek.
  2. Değil 4 bin ağaç bir ağacın kesilmesini istemeyiz. Ancak ekoloji bilimi fayda-zarar denklemi (fayda-zarar denklemi ifadesini bilgilendirme metninden birebir alıyorum) ile hareket eder, biz de buna uygun davranıyoruz.
  3. Bu projeye DER-KAB dışında pek çok kurum ve kuruluş onay verdi.
  4. Projeye karşı çıkanlar halkı yanlış yönlendirmeye çalışan birkaç kişi.

Sayın Maçoğlu, sayın komünist başkan;

Bu ülkede yaşayan ileri görüşlü birisi olarak tanıyorum sizi. Ama siz beni bu tutumunuzla, açık ve keskin bir şekilde söylüyorum, büyük hayal kırıklığına uğrattınız. Öyle görünüyor ki siz, hâlâ ağaçla orman arasındaki farkı, bir canlıyla bir ekosistem arasındaki derin ayırımı kavrayamamışsınız. Sizin proje alanınız ağaçlar değil orman, bir ekosistem; orman ekosistemi. O ekosistemde yalnızca ağaçlar bulunmuyor. Orası, ben diyeyim milyarlarca siz deyin trilyonlarca canlının evi, yuvası. Yaşamımı ormanlara ve ormancılığa vermiş birisi olarak ifade ediyorum; açıklamanızdaki ‘kesilecek ağaç sayısı şu kadar değil de bu kadar’ savunması zerre kadar anlam taşımıyor. Benim için anlamlı olan proje alanının orman ekosistemi olması. Neden orman? Bunu açıklayabiliyor musunuz? 2020 verilerine göre Tunceli’nin toplam yüzölçümü yaklaşık 775 bin hektar ve bunun yalnızca %31,7’si (yaklaşık 245 bin hektar) orman. Proje alanının da içinde olduğu Tunceli Orman İşletme Müdürlüğü sınırlarında yaklaşık 207 bin hektar ormanlık alan varken yine yaklaşık 550 bin hektar orman olmayan alan var. Proje neden orman alanında? Ayrıca sormak istiyorum: Sadece şu kadar ağaç keseceğiz derken,  ülkenin dört bir yanındaki benzer projelerde (yol, havalimanı, maden, kanal vb.) aynı savunma diline sığınan, ‘sadece şu kadar ağaç keseceğiz, sonra da bu kadar dikeceğiz’ diyenlerle benzer duruma düştüğünüzün farkına varamıyor musunuz?

Gelelim ekoloji biliminde olmayan kuralları varmış gibi göstermenize. Ekoloji biliminin neresinde ‘fayda-zarar denklemi’ diye bir şey var? Ekoloji bilimi doğayı, ekosistemleri gözler, inceler ve yapısını, o yapı içindeki canlı ve cansız unsurları ve onların aralarındaki ilişkileri inceler. Sayın başkan, sizin o sözünü ettiğiniz denklem ekolojide değil ekonomi biliminde var. Üstelik bahsettiğiniz fayda-zarar denklemi kapitalist ekonomi anlayışının geliştirdiği bir kandırmaca. Geniş kitleler kapitalizm tarafından hep böyle uyutulur. Komünist başkan olarak nam salmış birisi olarak kapitalizmin ipine sarılmış olmanızdan büyük hicap duyduğumu söylemek zorundayım. Şunu da ekleyeyim, hem ekoloji hem de ekonomi etimolojik olarak Yunanca ev anlamına gelen ‘oikos’ sözcüğünden gelir, kabul. Ama ekoloji ve ekonominin adından başka bir benzerliği bulunmaz. Ya birisi ya da birileri size kapitalist ekonomiyi ekoloji diye anlatmış, siz de inanmışsınız veya söylemeye dilim varmıyor ama, dediklerinizin doğru olmadığını bile bile bunları söylüyorsunuz.

İnsanı ve doğayı sömürmek aynı kökten beslenir

Peki, ya bu projeye şu şu kurumlar da (Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, Orman Bölge Müdürlüğü, Milli Parklar Müdürlüğü vb.) onay verdi derken, o kurumların ve onların üst makamlarının bu ülkede başka hangi projelere de (örneğin Kanal İstanbul) onay verdiği hiç aklınıza gelmiyor mu? Projenizi bu argümanla savunmak zorunda kalmak sizi hiç mi rahatsız etmiyor?

Ve son olarak, birini bile tanımadığım proje muhaliflerini ‘halkı yanlış yönlendirmeye çalışan birkaç kişi, küçük bir grup’ söylemi ile etiketlemeniz, size, başka bazı projelerin muhaliflerine karşı ülke yönetimi tarafından geliştirilmiş dille aynı gibi görünmüyor mu? İsterse bir kişi olsun projenize karşı çıkan, yapmanız gereken onu bu şekilde etiketlemek mi yoksa onu anlamaya çalışmak mı?

Dedim ya, büyük hayal kırıklığı yaşıyorum. İnsanın insanı sömürmesi konusunda hassas olduğunuz açık; bütünüyle aynı hassasiyetleri taşıyorum. Fakat görüyorum ki insanın doğayı sömürmesi konusunda benzer hassasiyetten yoksun ve insanın insanı sömürmesi ile insanın doğayı sömürmesinin aynı kökten beslendiğinden bihabersiniz. Belediyenizin açıklamasını okur okumaz kendimi bu yazının başlığındaki cümleyi kurmaktan alıkoyamadım. Büyük bir elemle aynı cümle zihnimde dolanıp duruyor. Sen de mi komünist başkan!

[İklim Adaleti Kervanı-1] ‘Adil bir dünya talebinden vazgeçmeyeceğiz’

Halkların İklim Anlaşması Ağı’nın 2 Nisan’da başlattığı uluslararası kervana katılmak için İklim Adaleti Koalisyonu ve Ekoloji Birliği bileşenleri İklim Adaleti Kervanı‘nı başlatmak üzere dün akşam İstanbul’dan yola çıktı.

Yeşil Gazete olarak iki gün sürecek olan kervana katılarak iklim aktivistlerinin ana kirleticilerle yüzleşecek şekilde çıktıkları yola düştük.

İklim Adaleti Kervanı yolcuları, Gebze’den Yalova’ya geçerken feribotta “İklim Adaleti Kervanı’na katıl, termik santralleri kapat” pankartı açtı. Fotoğraflar: Yeşil Gazete.

Dün İstanbul Kadıköy’den 21.50’de hareket eden kervanın rotasında  İkizköy, İzmir Aliağa Termik Santrali, Soma, Çan ve Kemer bulunuyor.

Nisan 2022 tarihli İklim Adaleti Koalisyonu Kömürlü Santrallerin Kapatılması Raporu

Ulaşım hizmeti Kadıköy Belediyesi tarafından sağlanırken otobüs yolculuğu sırasında tüketilecek doğal atıştırmalıklar ise Yeryüzü Derneği tarafından sağlanmış. Otobüs yolculuğu başlamadan önce kervana katılacak isimler için bir grup oluşturuldu. Yolculuk başında İklim Adaleti Koalisyonu‘nun Nisan 2022 tarihli Kömürlü Santrallerin Kapatılması Raporu dağıtıldı.

Kervan 8.00 sularında Aydın, Söke dolaylarında ilk durağı olan Akbelen’e doğru hareket halinde.

Halkların İklim Anlaşması Ağı’nın başlattığı Kervan 11 saatlik yolculuğun ardından ilk durağına varıyor: Akbelen.

Muğla Akbelen’den Çanakkale Karabiga’ya kadar sürecek İklim Adaleti Kervanı’nın ilk durağı ise Muğla‘nın İkizköy ilçesindeki zeytin ağaçlarını savunan köylülerin mücadelesiyle bilinen Akbelen Ormanı.

İkizköy Çevre Komitesi ve Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) üyeleri tarafından serpme köy kahvaltısıyla karşılanan İklim Adaleti Kervanı yolcuları burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi. 10.30’da Akbelen Ormanı’nda yapılan basın açıklamasında öncelikle İkizköy Çevre Komitesi’nden Kazım Yılmaz İklim Adaleti Kervanı’na çağrı metnini okudu. Yılmaz’ın ardından MUÇEP adına basın açıklamasını da MUÇEP Datça Eş Sözcüsü Renate Ömeroğulları okudu.

‘Bütün ülkenin zeytinlikleri tehdit altında’

“Yıllar önce kapatılmasına karar verilmiş ilimizdeki üç termik santralin  hayatımızı cehenneme çevirmeye devam ettiğini bir kez daha dillendiriyoruz” ifadeleriyle başlayan açıklamada, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın imza attığı 1 Mart’ta çıkarılan zeytinlik sahalarını madencilik faaliyetlerine açan madencilik yönetmeliğindeki değişiklik kararına değinildi:

“Yakınlarda bu santrallerin yararına çıkarılan Maden Yönetmeliği değişikliğinin, sonuçlarını somut olarak Akbelen-İkizköy’den başlayarak gecikmeksizin göstermeye başladığını, sıranın hemen yanındaki Yatağan’a geleceğini ve bütün ülkenin zeytinliklerinin tehdit altında olduğunu biliyoruz.”

‘Yapılanlar, doğayı metalaştırarak zengini daha da zengin etmek için’

Sermaye birikimi için doğanın metalaştırılıp tüketilmesinin, yeni olmasa da Türkiye’de, son dönemde vahşi bir hal aldığının farkında olduklarının belirtildiği açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

“Bunun karşısında ormanı, suyu, havayı, insanı, ekolojiyi savunmak için çaba harcıyoruz. Doğal sit alanlarının sahipsiz olmadığını, hepimizin ortak varlıkları olduğunu bir kez daha duyurmak istiyoruz. İklim krizini daha da ileri götürecek, Korunan Alanlar Yönetmeliği’nde yakın zamanda yapılan, kabul etmediğimiz değişiklikleri dava ettiğimizi duyuruyor, hepimize ait doğal varlıkları, dolayısıyla yaşamımızı tehdit ettiğini biliyoruz. Yapılanlar: doğayı metalaştırarak zengini daha da zengin etmek için, görüyoruz.”

Deniz Gümüşel YK Enerji’nin kömür madeni ocağını gösteriyor.

“Bir yandan yoksulluk artarak  yayılıyor; az sayıda sermayedarın kârı için, geniş bir toplum kesimini geçinme araçlarından yoksun bırakmanın politikaları; kabul edilemez somut uygulamaları üretiliyor” ifadelerinin yer aldığı açıklamada şunlar aktarıldı:

“Sermayenin karı için vergi indiriminden, kapasite mekanizmasına,  tükettiğimiz elektriğin fiyatının artırılmasına kadar her şey yapılıyor.  Hepimizin hayatına kasteden santrallerden birine, Yatağan Termik Santrali için, hepimizin kaynakları peşkeş çekiliyor; yatırım teşviki adı altında iki milyar lirayı aşkın para veriliyor. Bu, yaklaşık beş yıllık işçi ücretlerinin tamamının karşılanması anlamına geliyor. ‘Santral kapanırsa çalışanlar ne yapacak?’ sorusunun cevabının nerede olduğunu; sorunun gerçek olmadığını gösteriyor. Vicdan ve izan sahibi herkesin payına, buna olmaz demek, karşı durmak düşüyor.”

‘Vahim bir durumla yüz yüze olduğumuzu kabul ederek başlamamız gerekiyor’

Son değişikliklerin, hem insanlar hem de tüm doğal varlıklar arasındaki eşitsizliği artıracağının belirtildiği açıklamada “Kabul etmiyoruz/etmeyeceğiz. Adaletle eşitlik arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu biliyoruz. Acil önlemler alınmazsa sonunun yaklaştığını bildiğimiz  dünyanın giderek artan biçimde eşitsizlik üretmeye devam ettiği de ortada” denildi.

Bir vatandaş basın açıklamasından duygulandığını dile getiriyor.

Açıklamada söz konusu eşitsizliklere ilişkin olarak “Bu eşitsizliklerin doğanın (ve bir parçası olan insanın) tüketilmesi pahasına üretildiğinin farkındayız. Eşitsizliğin tek tek insanlar kadar, devletler arasında küresel ölçekte de arttığını; dünyanın yok olmasına yol açacak düzeye geldiğini biliyoruz. Yoksulluğun, su, temiz hava, gıda  gibi en hayati kaynaklara ulaşmayı yoksullar için imkansız hale getirdiğini; vahim bir durumla yüz yüze olduğumuzu kabul ederek başlamamız gerekiyor” ifadeleri kullanıldı.

İklim Adaleti Kervanı’nın dünyanın birçok ülkesinde yürüyüşe geçmesi, iklim adaleti talebi için sembolik bir başlangıç.  Bütün halklar, “iklim adaleti” diyerek daha adil ve yaşanır bir dünya özlemini dile getiriyorlar. Açıklamada ayrıca yeşil kaygı duyuyormuş gibi yapılarak gerçekleştirilen eylemlere, yeşil boyamaya da değinildi:

“Daha adil bir dünyanın yeşile boyamayla gerçekleştirilemeyeceği ortada. Türkiye’de öne çıkan iklim krizinin önemli bir nedeni olarak fosil yakıtların kullanımına karşı mücadelenin iklim adaleti mücadelesinin bütününü oluşturmadığını, yaşamın sürdürülmesi için iklim krizine yol açan tüm uygulamalara karşı topyekün mücadele verilmesi gerektiğini unutmuyoruz. Paris İklim Anlaşması’nın yıllar sonra imzalanmasının, yeşile boyamanın kötü bir örneği olduğunun da farkındayız. İklimi değil sistemi değiştir sloganı ile eşitsizlik üreten sistemin değiştirilmesini istiyoruz.”

Uluslararası organizasyonlar ve mali desteklerle yürütülen Türkiye’de İklim Değişimine Uyum Kapasitesi’nin Artırılması Projesi’nin pilot illerinden biri olan Muğla‘nın ilk durağı olduğu İklim Adaleti Kervanı‘nda yapılan açıklamaya şu sözlerle devam edildi:

“Bu Proje’nin mevcut ve oluşacak yeni kar alanlarının korunmasını gözettiğini; ekolojinin ve yaşamın sürekliliğinin ekonomik çıkarlar için feda edildiğini de vurgulamak istiyoruz. Bir kere daha Sürdürülebilir Kalkınma değil, Sürdürülebilir Yaşam talebimizin esas olduğunu haykırıyoruz.”

Kervan Akbelen Ormanı’nda kahvaltıda.

‘Sermaye artırma mantığı sürdükçe iklim krizine çözüm bulunamayacak’

Muğla Çevre Platformu tarafından yapılan açıklamada da bütün verilerin, yaşanılan iklim krizinin doğal değil, kapitalizmin geliştiği döneme ait tarihsel bir olgu olduğunu gösterdiği vurgulandı ve şunlar aktarıldı:

“Adeta ihtiyaçlarımızı belirleyen kapitalizmin sunduğu bu tüketim toplumu üzerinden kazanç sağlama, rant devşirme, sermaye artırma mantığı sürdükçe iklim krizine çözüm bulunamayacaktır. İklim krizine yol açan kapitalizm soyut bir kavram olmadığı gibi iklim krizinin kendisi de soyut bir kavram değildir; iklim krizinin kötü sonuçları da failleri de bellidir. Sorunun karbon salımını kapitalist devletlerin vaz ettiği karbon borsalarında azaltma yoluyla çözülemeyeceği açıktır. O nedenle ‘iklimi değil sistemi değiştir’ sözü, toplumsal-ekolojik eşitsizlik yaratan tüm kurumların ortadan kaldırılması talebinin ifadesidir. Kervan, bu talebimizi dile getirmek için yola çıkıyor.”

Son olarak açıklamada, “Bugün bir felaketin eşiğine gelen dünyanın kaderini değiştirmek pekala da mümkündür; Başka bir dünya mümkün’dür! Hep birlikte yapacağız” mesajı verildi.

Kervanın rotası şöyle devam edecek:

Ekonomideki krizi daha da derinleştiren yurt dışı gelişmeler

[email protected]

Türk ekonomisi 2018 yılından beri olumsuz bir seyir içerisinde ve son altı aydır adeta tepetaklak gidiyor. Bunun en belirgin göstergesi ise son dönemde yüzde 100’leri aşmış olan enflasyon oranı. Artık bunu görmeyen, hissetmeyen ve etkisini cüzdanında ve vicdanında yaşamayan kalmadı. Aşağıdaki grafik, enflasyonu olduğundan düşük gösteren resmi rakamları esas alsa da Türkiye’nin enflasyon oranının OECD ülkelerine göre nerelerde olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor. Ekonomideki bu kötü gidişatın en önemli nedeninin izlenen yanlış faiz ve ekonomi politikaları yanı sıra güven vermeyen bir yönetim anlayışı olduğunu biliyoruz. Bu konularda geçtiğimiz aylarda Yeşil Gazete’de birçok yazı yazdım. Merak edenlerin okumasını tavsiye ederim.

Bu haftaki yazımda ekonomiyi bugünlerde ciddi bir şekilde etkileyen ve önümüzdeki dönemde de etkilemesi büyük olasılık olan yurt dışı gelişmelere değineceğim. İçeride yanlış ekonomi politikaları ve kötü yönetim sürerken maalesef dışardan da çok olumsuz ve sert rüzgarlar gelmeye devam ediyor. Hükümet her ne kadar bazı dış politika adımlarıyla bu gelişmeleri adeta bir başarıya dönüştürmeye çalışsa da, ekonomik anlamda bu gelişmeler Türk ekonomisini ve vatandaşları ciddi bir şekilde ve olumsuz olarak etkilemeye devam edecek.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının sonuçları

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan savaş devam ediyor. Bu savaşın yol açtığı etkiler Türkiye’de de artan bir şekilde hissedilmeye başlandı. Nedir bu etkiler dediğimizde, artan enerji fiyatları, dış ticarette yaşanan daralma ve başta buğday ve ayçiçeği yağı olmak üzere birçok üründe yaşanan fiyat artışları ve turizm cephesinde yaşanan sıkıntılar var. Bunlara biraz yakından bakalım.

Küresel düzeyde zaten yüksek seyreden enerji fiyatları savaşla birlikte ciddi bir yükseliş ivmesi kazandı. Dünyanın en büyük enerji (doğal gaz ve petrol) üretici ve ihraççılarından olan Rusya’nın bu savaşın tarafı olması bu etkiyi daha artırdı. Savaş başladığından beri doğal gaz fiyatlarında yüzde 37 artış olmuş durumda. Petrol fiyatlarındaki artış ise nisan başı itibarıyla yüzde 11 civarında. Bu fiyat artışları yanı sıra Türkiye özellikle doğal gazda ciddi ölçüde Rusya’ya bağımlı. Türkiye’nin enerji ithalatı Ocak-Mart 2022 döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 188 artarak 25 milyar dolar oldu. Bu eğilim devam ettiği takdirde, döviz kurlarındaki yükseliş ve savaş nedeniyle enerji fiyatlarında ortaya çıkan artışların Türkiye’nin 2022 enerji faturasını ciddi ölçüde artırması bekleniyor. 2021 yılında Türkiye enerji ithalatı için yaklaşık 50 milyar dolar ödemişti.

Savaştan etkilenen önemli bir sektör de dış ticaret. Söz konusu iki ülkeyle olan dış ticaret hacmi yaklaşık 40 milyar dolar civarında. Türkiye bu iki ülkeye oldukça yüksek tutarda ihracat gerçekleştirmekte. Önemli ihraç kalemlerinden tekstil sektöründe savaştan dolayı ciddi iptaller yaşanmaya ve geleceğe dönük endişeler oluşmaya başladı. Diğer yandan, Türkiye, buğday başta olmak üzere hububat ve ayçiçeği gibi temel gıda maddelerini ağırlıklı olarak bu ülkelerden ithal etmekteydi. İthalatın çok zorlaşması nedeniyle özellikle bu iki ürün kaleminde ciddi fiyat artışları yaşandı. Ayçiçek yağında yüzde 50’ye varan artış oldu. Bitmeyen ekmek zamlarının bir nedeni de ithal buğday fiyatlarındaki artış. Savaş nedeniyle Ukrayna ile olan ticaret neredeyse tamamen durmuş durumda. Rusya ile yapılan ticaret ise hem savaştan hem de Rusya’ya uygulanan yaptırımlardan etkilenmekte. Bu da Rusya’ya ihracat yapan bütün firmaları olumsuz etkilemeye devam ediyor.

Turizm, Türkiye’nin olumsuz etkilendiği önemli sektörlerden birisi. Türkiye’ye gelen turistler içerisinde uzun süredir Ruslar ilk sırada iken Ukraynalılar da üçüncü sırada. Bu iki ülkeden gelen yaklaşık toplam 7 milyon turist söz konusu. Bu yaz için yapılan turizm planlarının tutmayacağı artık çok net. Antalya başta olmak üzere sahil kentlerinde ciddi bir turizm geliri düşmesi söz konusu olacak. Bu etki, savaşın seyrine ve etkilerine bağlı olarak büyük olasılıkla önümüzdeki yıllara da sarkacak. Özellikle Rusya’ya uygulanan yaptırımların uluslararası ödemeleri kısıtlaması, Ukrayna açısından ise yaşanan tahribatın ve kayıpların seyahat edebilecek Ukraynalı sayısını çok azaltması anlamına gelecek. Dolayısıyla, bu savaş nedeniyle Türk turizm sektörü etkisi önümüzdeki yıllara da yayılacak bir daralma ile karşı kalmış durumda.

Amerikan faizlerindeki artış

ABD Merkez Bankası, yani FED, uzun bir aradan sonra mart ayında faizleri 0.25 puan yükseltti. Bunun başlıca nedeni, aşağıda ele alacağım Covid salgınının yol açtığı enflasyon, yanı sıra pandemi süresince oldukça artan kamu harcamalarının neden olduğu yüksek enflasyonla baş etmek. Yüksek derken, ABD’nde enflasyon yıllık bazda yüzde 8’lere geldi. Bu oran, 1982’den sonraki en yüksek enflasyon oranı. FED, verdiği mesajla, önümüzdeki dönemde faizleri 2-2.50 puan kadar artıracağının da sinyalini verdi. ABD’nin enflasyon oranını düşürerek kendi ekonomisini tekrar normal bir patikaya sokmak için attığı bu adım neredeyse tüm dünyayı ve özellikle Türkiye gibi enflasyonu, dış borçları ve cari açığı yüksek ekonomileri oldukça yakından ilgilendiriyor.

ABD’nin faizleri artırması demek, doların cazibesi arttığı için küresel tasarrufların daha yüksek bir kısmının dolara yönelmesi, yani Türkiye gibi yabancı para tasarruflara ihtiyacı olan ekonomilere yönelebilecek paranın azalması demek. Bu azalma, bulunabilecek paranın da maliyetinin artması anlamına geliyor. Bir başka anlatımla, hem para azalıyor hem de borçlanma maliyeti yükseliyor. Türkiye’nin çoktandır beklenen bu sürece bu kadar yüksek bir enflasyon, cari açık ve dış borçla (içerideki dövize ve altına endeksli borç dahil) yakalanması karşı karşıya olduğu riskleri maalesef çok daha artıracak. Bu koşullar altında faizlerin bu kadar düşük tutulması ve döviz kurlarını, özellikle ABD Doları kurunu, kontrol altında tutmak çok daha zorlaşacak.

Grafik: Mahfi Eğilmez.

Eğer faiz inadı devam etmezse, bu dönemde faizlerde bir artış görmemiz büyük olasılık. Ancak, gelinen noktada bu artışın çok ciddi bir seviyede olması gerekiyor. Resmi enflasyon yüzde 60’ın üzerinde seyrederken faizlerin yüzde 20-30’lu seviyelere yükseltilmesinin hiçbir faydası olmayacak. Faiz artışı yapılmazsa veya düşük kalırsa Dolar kurunu tutmak ya mümkün olmayacak ya da maliyeti (yani rezerv kaybı) çok çok yüksek olacak. Zaten negatifte giden net rezervle Türkiye nasıl bu dalgayla nasıl mücadele edecek, gerçekten merak konusu. Kredibilitesi neredeyse sıfıra inmiş bir Merkez Bankası ile bu süreçte yapılabilecek iletişimin de hiçbir faydası olmayacak.

Covid-19 salgınının devam eden etkileri

Bir yandan Rusya-Ukrayna savaşının etkileri artarak sürer diğer yandan FED’in faiz artırma dönemine girişinin yaratacağı etkiler endişeyle beklenirken, iki senedir devam eden Covid-19 salgınının yol açtığı sıkıntılar da hepimizi etkilemeyi sürdürüyor. Bu salgının en önemli etkilerinden birisi tedarik zincirinde yarattığı olumsuzluklar oldu. Birçok ülke zaman zaman eve kapandı, üretim ve ulaşım hizmetleri aksadı ve bunların küresel düzeyde önemli etkileri oldu. Bu etkilerin başında birçok hammaddenin temininde zorluklar, binlerce ürün kaleminin üretimindeki kısıntılar ve nakliye hizmetlerinde olağanüstü gecikmeler yer aldı. Bunların doğal sonucu olarak da hem ürün hem de nakliye fiyatlarında ciddi artışlar ortaya çıktı. Bazı ürünlerin fiyatları 10-20 misli yükseldi. Küresel düzeyde enflasyon oranları yükseldi ve bu süreç hala devam ediyor. Son aylardaki göreli düzelmeye karşın ülkeden ülkeye değişmekle birlikte hala bazı ürünler (örneğin çip, kereste, tuvalet kağıdı, inşaat malzemeler, bisiklet ve motor…) zor bulunuyor. Bulunsa da fiyatları çok yükselmiş oluyor.

Covid salgınının etkileri azalmakla birlikte bu salgının yol açtığı üretim ve dağıtım sorunlarının tam anlamıyla çözülmesi ve küresel tedarik zincirinde normalleşmenin başlaması daha uzun bir zaman alacak. Dolayısıyla, salgının yol açmış olduğu hammadde ve ürün kıtlığını, fiyat artışlarını ve bunların ekonomiye yansımalarını daha uzunca bir süre hissetmeye devam edeceğiz.

Yurt dışı gelişmeler, enflasyon ve büyüme

Bu yazıda ele aldığım üç ana başlık da Dünya’da ve Türkiye’de enflasyonun artışına ve büyümenin düşmesine katkıda bulunacak gelişmeleri içeriyor. Üstelik bu etkiler geçici ve kısa süreli değil, daha uzun süre etkisini sürdürecek nitelik ve boyutta. Dikkate alınması gereken bir nokta da bu yurt dışı gelişmeler üzerinde bizim hiçbir etki ve kontrolümüzün olmadığı ve olamayacağı. Yapılabilecek tek şey, içeride atabileceğimiz adımlar yardımıyla bu etkileri en aza indirmeye çalışmak olabilir. Ama başta izlenen düşük faiz politikası olmak üzere yanlış belirlenen ve hala sürdürülen birçok politikayla ekonomiyi dış etkilere o kadar açık bir hale getirdik ki, bundan sonra atılabilecek adımların etkisi de ne yazık ki oldukça sınırlı kalacak. Yukarıda özetlediğim dış gelişmeler nedeniyle fiyat artışlarının aynı hızda sürmesi, cari açığın çok daha büyümesi, bunun döviz kurları üzerindeki baskısının daha da artması gibi sevimsiz gelişmeler bizi bekliyor.

Yurt dışından gelen bu etkiler ekonomi üzerinde sarsıcı olmaya devam ediyor ve edecek. Buna şüphe yok. Ama ülke içerisinde yaşadığımız ekonomik sorunların asıl sebebinin başta faiz politikası olmak üzere izlenen yanlış ekonomi politikaları ve kötü ekonomi yönetimi olduğunun altını bir kez daha çizelim. Asıl sorun burada ve bu değişmediği sürece dışarıdan gelen etkiler sadece ek bir külfet olarak yaşanan sorunların ağırlığını artırmakta. İçerideki politikalar değişmediği sürece, yurt dışından gelen etkinin olumluya çevrilmesi durumunda bile sadece kısmi bir iyileşme yaşanacak, temel ekonomik sorunlar vatandaşı hırpalamaya maalesef devam edecek!

IPCC’nin aşırı ‘teknik iyimserlik’ odaklı İklim Değişikliği Savaşımı Raporu da yayımlandı

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPPC) 3. Çalışma Grubu’nun 6. Değerlendirme Raporu kapsamında yaklaşık dört yıllık bir çalışmayla hazırladığı “İklim Değişikliği Savaşımı” başlıklı yeni raporu bu hafta başında, 4 Nisan 2022’de “Karar Vericiler İçin Özet Raporu” aracılığıyla Dünya’ya açıklandı. 28 Şubat 2022 günü açıklanan IPCC 2. Çalışma Grubu raporunda olduğu gibi, bu rapor da hem Türkiye’de hem de genel olarak Dünya ülkelerinde büyük ölçüde Rusya-Ukrayna gerilimi ve savaşının gölgesinde kaldı. Ana rapor bilimsel açıdan çok ayrıntılı ve anlaşılması açısındansa çok teknik bir çalışma olduğu için, bu makalede yalnızca Politika Yapıcılar ya da Karar Vericiler İçin Özet Raporu’nu (*) kısaca bireştirmek (sentezlemek) amaçlandı.

Birleşmiş Milletler (BM) üyesi ülkelerce günlerce süren çalışmalar sonucunda onaylanan Özet Rapor, ana çizgileriyle şunları içeriyor:

(1) Veri belirsizlikleri ve boşlukları dahil olmak üzere son gelişmeler ve var olan eğilimler,
(2) Küresel ısınmayı sınırlamak için sistem dönüşümleri, küresel ısınmayı farklı düzeylerde sınırlamaya uygun salım yolları ve alternatif azaltma seçenekleri,
(3) İklim değişikliği savaşımı, uyum ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki bağlantılar,
(4) İnsan girişimi, etkinlik ve eylemlerinin güçlendirilmesi, kurumsal tasarım, politika, finans, yenilik ve yönetişim düzenlemelerinin sürdürülebilir kalkınma bağlamında
iklim değişikliği savaşımına (sera gazı salımların azaltılması, yutakların geliştirilip artırılması vb. yollarıyla iklim değişikliğinin zayıflatılması ya da durdurulması ve etkilerinin azaltılması, vb.) nasıl katkıda bulunabileceğinin değerlendirmesi.

Son gelişmeler ve gözlenen eğilimler

Rapor, öncelikle toplam net antropojen (insan kaynaklı) sera gazı salımlarının 1850’den beri kümülatif net karbondioksit (CO2) salımlarında olduğu gibi 2010-2019 döneminde de artmaya devam ettiğini; 2010 ile 2019 yılları arasındaki büyüme oranının, 2000 ile 2009 yılları arasındaki büyüme hızından daha düşük olduğunu vurguluyor. Antropojen salımlardaki büyüme, farklı oranlarda da olsa, 1990’dan beri tüm büyük sera gazı gruplarında sürmüştür. 2019 yılıyla birlikte mutlak salımlardaki en büyük büyüme, fosil yakıtların yakılmasından ve endüstriden kaynaklanan CO2‘de gerçekleşti; bunu metan (CH4) izledi. En yüksek göreceli büyüme ise 1990’daki düşük düzeylerden başlayarak florlu gazlarda oluştu. 2014’ten (IPCC 3. Çalışma Grubu Raporu) bu yana iklim değişikliği savaşımını ele alan politikalar ve yasalarda tutarlı bir genişleme olmuştur. Bu, aksi takdirde ortaya çıkacak olan salımların önlenmesine ve düşük sera gazı teknolojilerine ve altyapısına yapılan yatırımın artmasına yol açmıştır. Salımların politika kapsamı sektörler arasında eşit değildir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Paris Antlaşması hedeflerine yönelik finansal akışların uyumlu hale getirilmesine ilişkin ilerleme yavaş kalıyor ve izlenen iklim finansmanı akışları, bölgeler ve sektörler arasında eşit olmayan bir şekilde dağılıyor.

Rapor, önceki yıllarda yapılan pek çok değerlendirmenin tersine, BMİDÇS Kyoto Protokolü’nün bazı ülkelerde salımların azalmasına yol açtığını ve sera gazı raporlaması, muhasebesi ve salım piyasaları için ulusal ve uluslararası kapasitenin oluşturulmasında etkili olduğunu vurguluyor. İlk yükümlülük dönemi için Kyoto hedefleri olan en az 18 ülke, 2005’ten başlayarak en az on yıl boyunca mutlak salım azaltımlarını sürdürdü; bunlardan ikisi ekonomileri geçiş sürecinde olan ülkelerdi. Rapor ayrıca, yine çok yüksek teknik ve politik bir iyimserlikle, “Paris Antlaşması’nın, neredeyse evrensel katılımla, özellikle savaşımla ilgili olarak ulusal ve alt ulusal düzeylerde politika geliştirmeye ve hedef belirlemeye ve ayrıca iklim eylemi ve desteğinin şeffaflığının artmasına yol açmış olduğunu” değerlendiriyor.

Küresel ısınmayı sınırlamak için gerekli olan sistem dönüşümleri

Rapor, ısınmayı limit aşımı olmaksızın ya da limitli 1.5°C ile sınırlayan ve ısınmayı 2°C ile sınırlayan küresel modellenmiş yollarda, küresel sera gazı salımlarının 2020 ve en geç 2025 arasında zirve yapacağını ve hemen harekete geçileceğini öngörüyor. Modellenen yolların her iki türünde de 2030, 2040 ve 2050 boyunca hızlı ve derin sera gazı salım azaltımları yüksek güvenirlik düzeyinde bunu izliyor. Ayrıca, 2020’nin sonuna kadar uygulananların ötesinde politikalar güçlendirilmedikçe, sera gazı salımlarının 2025’in ötesine geçerek 2100’e kadar 3.2 [2.2 ila 3.5] °C’lik bir medyan küresel ısınmaya yol açacağı öngörülüyor. Raporda, küresel net sıfır CO2 salımlarına, ısınmayı 1.5°C ile sınırlayan ve hiçbir aşım olmaksızın ya da sınırlı bir şekilde sınırlayan modellenmiş yollarda 2050’lerin başında ve ısınmayı 2°C ile sınırlayan modellenmiş yollarda 2070’lerin başlarında ulaşılması öngörülüyor. Bu yolların çoğu, net sıfır noktasından sonra net negatif CO2 salımlarıyla devam ediyor. Bu yollar aynı zamanda diğer sera gazı salımlarında derin azalmaları da içerir. Zirve ısınma düzeyi, net sıfır CO2 zamanına kadar kümülatif CO2 salımlarına ve zirve zamanına kadar CO2 olmayan iklim zorlayıcılarındaki değişime bağlıdır. 2030 ve 2040’a kadar sera gazı salımlarının azaltılması, özellikle metan salımlarının azaltılması, daha düşük zirve ısınması, ısınma sınırlarını aşma olasılığını azaltır ve yüzyılın ikinci yarısında ısınmayı tersine çeviren net negatif CO2 salımlarına daha az güvenilmesine yol açar.Rapora göre, tüm enerji sektöründe sera gazı salımlarının azaltılması, genel fosil yakıt kullanımında önemli bir azalma, düşük salımlı enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması, alternatif enerji taşıyıcılarına geçiş ve enerji verimliliği ve tasarrufu dahil olmak üzere büyük geçişler gerektirir. Sanayi sektöründen kaynaklanan net sıfır CO2 salımları zor ancak olasıdır. Sanayiden kaynaklanan salımların azaltılması, istem yönetimi, enerji ve malzeme verimliliği, döngüsel malzeme akışlarının yanı sıra azaltma teknolojileri ve üretim süreçlerindeki dönüşümsel değişiklikler dahil olmak üzere tüm azaltma seçeneklerini teşvik etmek için değer zincirleri boyunca eşgüdümlü eylemleri gerektirecektir. Sanayiden net sıfır sera gazı salımına doğru ilerleme, düşük ve sıfır sera gazı elektriği, hidrojen, yakıtlar ve karbon yönetimi kullanan yeni üretim süreçlerinin benimsenmesiyle mümkün olacaktır. Kentsel alanlar, net sıfır salıma doğru düşük salımlı kalkınma yolları aracılığıyla altyapı ve kentsel formun sistemik geçişi yoluyla kaynak verimliliğini artırmak ve sera gazı salımlarını önemli ölçüde azaltmak için fırsatlar yaratabilir. Yerleşik, hızla büyüyen ve gelişmekte olan şehirler için iddialı azaltma çabaları; enerji ve malzeme tüketimini azaltmayı ya da değiştirmeyi, elektrifikasyonu ve kentsel çevrede karbon tutulmasını ve depolamayı artırmayı kapsayacaktır. Şehirler net-sıfır salım elde edebilirler, ancak bu ancak salımların idari sınırları içinde ve dışında tedarik zincirleri aracılığıyla azaltılmasıyla olanaklıdır.

İstem yönlü seçenekler ve düşük sera gazı salımı teknolojileri, gelişmiş ülkelerde ulaştırma sektörü salımlarını azaltabilir ve gelişmekte olan ülkelerde salım artışını sınırlayabilir. İstem odaklı girişimler, tüm ulaşım hizmetlerine olan istemi azaltabilir ve daha enerji verimli ulaşım sistemlerine geçişi destekleyebilir. Düşük salımlı elektrikle çalışan elektrikli araçlar, yaşam döngüsü temelinde kara yolu ulaşımı için en büyük karbonsuzlaştırma potansiyelini sunar. Sürdürülebilir biyoyakıtlar, kısa ve orta vadede kara tabanlı taşımacılıkta ek azaltma yararları sunabilir. Sürdürülebilir biyoyakıtlar, düşük salımlı hidrojen ve türevleri (sentetik yakıtlar dahil) denizcilik, havacılık ve ağır hizmet kara taşımacılığından kaynaklanan CO2 salımlarının azaltılmasını destekleyebilir, ancak bu üretim sürecinde iyileştirmeler ve maliyet düşüşleri gerektirir. Taşımacılık sektöründeki birçok azaltma stratejisinin, hava kalitesi iyileştirmeleri, sağlık yararları, ulaşım hizmetlerine adil erişim, azaltılmış trafik sıkışıklığı ve azalan malzeme istemi dahil olmak üzere çeşitli ortak yararları olacaktır.

Kentlerdeki niteliksel değişiklikler (ör. yoğunluk, arazi kullanımı karışımı, ulaşılabilirlik ve erişilebilirlik), tüketici davranışındaki değişiklikleri (ör. ulaşım fiyatlandırması) destekleyen programlarla birlikte gelişmiş ülkelerde ulaşımla ilgili sera gazı salımlarını azaltabilir ve büyümeyi yavaşlatabilir. Gelişmekte olan ülkelerdeki salımlarda şehirler arası ve şehir içi ulaşıma ve aktif ulaşım altyapısına (ör. bisiklet ve yaya yolları) yapılan yatırımlar, daha az sera gazı yoğunluklu ulaşım modlarına geçişi daha da destekleyebilir. Uzaktan çalışma, dijitalleşme, malzeme kullanımının azalması, tedarik zinciri yönetimi, akıllı ve paylaşımlı mobilite dahil olmak üzere sistemik değişikliklerin kombinasyonları, karada, havada ve denizde yolcu ve nakliye hizmetlerine olan istemi azaltabilir. Bu değişikliklerden bazıları, ulaştırma ve enerji hizmetlerine yönelik istemin artmasına yol açabilir ve bu da onların sera gazı salımlarını azaltma potansiyelini düşürebilir.

Savaşım, uyum ve sürdürülebilir kalkınma arasındaki bağlantılar

İklim değişikliği savaşımı ve iklim değişikliğine uyum sağlamak için hızlandırılmış ve adil iklim eylemi, sürdürülebilir kalkınma için kritik öneme sahiptir. İklim değişikliği eylemleri de bazı ödünleşimlere neden olabilir. Bireysel seçeneklerin değiş tokuşları, politika tasarımı yoluyla yönetilebilir. BM 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi kapsamında kabul edilen SKHler, iklim eylemini sürdürülebilir kalkınma bağlamında değerlendirmek için bir temel olarak kullanılabilir. Sürdürülebilir kalkınma, etkilenebilirlik ve iklim riskleri arasında güçlü bir bağlantı vardır. Sınırlı ekonomik, sosyal ve kurumsal kaynaklar, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, genellikle yüksek etkilenebilirlik ve düşük uyum kapasitesi ile sonuçlanır. Çeşitli müdahale seçenekleri, özellikle insan yerleşimlerinde, arazi yönetiminde ve ekosistemlerle ilgili olarak hem savaşım hem de uyum sonuçları sağlar. Ancak, kara ve su ekosistemleri, uygulamalarına bağlı olarak bazı savaşım eylemlerinden olumsuz etkilenebilir. Koordine edilmiş sektörler arası politikalar ve planlama, sinerjileri en üst düzeye çıkarabilir ve hafifletme ile uyum arasındaki ödünleşimleri önleyebilir ya da azaltabilir.

Yanıtların güçlendirilmesi

Rapora göre, yakın vadede geniş ölçekte uygulanması olanaklı olan savaşım seçenekleri vardır. Fizibilite, sektörler ve bölgeler arasında ve kapasitelere, uygulamanın hızına ve ölçeğine göre farklılık gösterir. Fizibilitenin önündeki engellerin azaltılması ya da kaldırılması ve azaltma seçeneklerini geniş ölçekte dağıtmak için koşulların güçlendirilmesi gerekir. Bu engeller ve kolaylaştırıcılar, jeofiziksel, çevresel-ekolojik, teknolojik ve ekonomik faktörleri ve özellikle kurumsal ve sosyo-kültürel faktörleri içerir. Paris Antlaşması kapsamındaki Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkıların (NDCler) ötesinde güçlendirilmiş yakın vadeli eylem (BMİDÇS 26. Taraflar Konferansı’ndan önce duyurulanlar), küresel ısınmayı 1.5 °C’de sınırlayan küresel modellenmiş yolların uzun vadeli fizibilite zorluklarını azaltabilir ve/ya da önleyebilir.

Kısaca bu rapor ne anlama geliyor? İklim Değişikliği Savaşımı açısından şu anda neredeyiz?

Raporun ne büyüklük ne de hız açısından yeterince çalışmadığımızın altını bir kez daha çizmesi oldukça öngörülebilir bir değerlendirmedir. Rapor, çok büyük bir ‘teknik iyimserlikle’ içinde, bulunduğumuz on yılın, olunması gereken yerle arasındaki ısınma farkını kapatmak için küçük de olsa bir şansa sahip olmak için belirleyici bir on yıl olmayı sürdürdüğünü öngörüyor. Gerçekte, doğayı, insanı ve ekonomiyi iklim değişikliğine uyumlandırmak ya da uyarlamak için olmamız gereken yer olduğunu bildiğimiz 1.5 °C’yi bırakın, 2 °C’nin altında bile olmaktan çok uzağız.

IPCC’nin 28 Şubat 2022’de yayımlanan İklim Değişikliğinin Etkileri, Uyum ve Etkilenebilirlik raporunda yüksek güvenirlilik düzeyinde açıklandığı gibi, bunun ötesinde uyum ciddi bir sorun olacak ve ekosistemlerin geri dönüşü olmayan bir şekilde dönüşeceği noktayı tetikleyebilecektir.

Öte yandan, Rusya – Ukrayna savaşının enerji geçişinde önemi bir değişikliğe yol açması da beklenebilir. Bu kapsamda başta Avrupa’nın iklim değişikliği savaşımındaki öncü ülkelerinde ve kuşkusuz diğer birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkede iklim değişikliği savaşımında önemli bir gerileme ve kömür hatta olasılıkla nükleer enerji için yeni bir fırsat ya da istem oluşabilecek gibi görünüyor. Ancak bu durum, aynı zamanda ülkelerin çoğunda ve Türkiye’de yenilenebilir enerjilere (ör. yenilenebilir teknolojiler ve yenilenebilir enerji üretim yatırımlarını artırmaya), özellikle rüzgâr ve güneş enerjisinin birincil enerji içindeki payını hızla artırmaya, daha ucuz ve bol yenilenebilir elektrik enerjisi üretimine, daha verimli ve daha ucuz elektrikli araçlara ve elektrik bataryalarına yönelik baskıyı hızlandırmak için de gerçek bir şans olabilir.

(*) IPCC, 2022. Summary for Policymakers, In: Climate Change 2022: Mitigation of Climate Change. Contribution of Working Group III to the Sixth Assessment Report of the Intergovernmental Panel on Climate Change [Skea et al., (Drafting Authors:)]. Cambridge University Press. In Press.

Hava durumu, küreselleşme, Birleşmiş Milletler

[email protected]

Başlıktaki kavramlardan hiç biri ulusal sınırlarla ilgili olmayan ya da onların varlığına/ kısıtlarına göre gelişmesi gerekli olmayan, daha genel ve gerçekten evrensel yaklaşımları gerektiren kavramlar ya da durumlar, kurumlar, adlandırmalar. Birincisi atmosferiyle birlikte dünya/ yeryüzü coğrafyasını, ikincisi dünyadaki bütün halkların ve üretim-ticaret-lojistik-pazarlama ve finans örgütlerinin ekonomik eylemlerini, çeşitli sömürü düzeneklerini ve sonuncusu da halkların (ama gerçekte ulusların) diplomatik ilişkilerini/ birbirleriyle her türlü ilişkilerini dayanışma-yardımlaşma veya düşmanlık-çatışma ilişkilerini diplomasiye bağlayan kavramlar. Belki “savaş”/ “soğuk savaş” da bu kavramlara katılabilir, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını ve belki de yaklaşmakta olan Üçüncü Dünya Savaşı’nı düşünürsek, bu listede yer alabilecek gibi duruyor. Ancak yine de şimdilik ilk üçü ile yetinelim.

Neoliberal kentin iklim değişikliğine hazırlanabilmesi için neoliberal dünyanın bütün özelliklerinden sıyrılması, ekolojik dengelerin ve insanlığın (humanity) en temel etik ilkeleri üzerinde yeniden düşünmesi gerekiyor. Yaşamla, doğa ile ilişkilerinde insan merkezli bir dünya anlayışından uzaklaşarak, daha adil ve eşitlikçi, zarar vermeyen tüketimci ve rekabetçi olmayan, barışçı bir dünya görüşüne gereksinimi var dünyanın… İnsanlığın sahip olmasını düşündüğü güç ve iktidarı sorgulayan ve yaşadığı coğrafyanın, ekolojinin dilini geliştiren, gezegenin ve diğer bütün canlıların yaşam ve doğal haliyle barış içinde yaşayabilme hakkını gözeten bir anlayışla kentleri yeniden biçimlendirmeli, farklı gündelik yaşam pratikleri ve mekanlar kurabilmeliyiz.

Yoksulluk, adaletsizlik, savaştan kaçış…

Bu tür düşünmeye başladığımızda ilk tepki “ ama bunlar çok ütopik” ve “bu günün dünyasının gerçekleriyle örtüşmüyor” olacaktır ve gerçekten örtüşmeyecektir. Ancak bugünün gerçeği, neredeyse bütün dünyada neoliberalizmin çeşitli yerel özelliklerle çeşitlenmiş biçimleridir. Bazıları biraz daha liberal ve ekolojist bazıları biraz daha otoriter ve kapitalist bazıları da çeşitli nedenlerle ve en çok da yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle, sadece yaşayabilme güdüsüyle her şeyi yapabilecek durumdadır.

İnanılmaz bir gelir dengesizliğinin, adaletsizliğin, işsizliğin ve ayrımcılıkların, şiddetin ve savaşın ezdiği toplum kesimlerinin savaştan, kuraklıktan veya su baskınlarından/ yangınlardan kaçmak, karnını doyurabilmek/ ölmemek için göç etmekten kaçmaktan başka düşünebileceği şeyler giderek azalıyor ve bitiyor.

Bunları yazarken içinde bulunduğumuz dünyanın durumu da ortada elbet: Avrupa’nın doğusunda ve Ortadoğu’da, Yemen’de, zaman zaman Afrika’nın çeşitli ülkelerinde en gelişmiş teknolojiye göre yapılmış silahlar ateş saçıyor. Savaş uçakları ve toplar, füzeler ve tanklar, depoda bekleyen nükleer silahlar, sivilleri ve sivillerin içinden askere alınmış en yoksul gençleri öldürüyor. Avrupa’nın ortasında, Macar toplumu, popülist ve milliyetçi yöneticisini yeniden seçiyor. Trump, Amerika’da sıranın kendisine yeniden gelmesini bekliyor ve Birleşmiş Milletler Örgütü hiçbir etki gösteremiyor. Savaşın tek alternatifi, daha büyük ve yıkıcı bir savaş…

Her kriz zenginleri daha da zenginleştirir

Gündelik haberler dünyanın en zengin (en girişimci ve en yaratıcı, en potansiyelli ve en örgütleyici ve güçlü) insanların her on yılda hatta her yıl daha zenginleştiğini, sermayenin daha yoğunlaştığını söylüyor. Ekonomik kriz, zenginleri zenginleştiriyor. Salgın hastalık, zenginleri zenginleştiriyor. Ekolojik kriz de kuşkusuz zenginleri zenginleştirecektir. Buna karşılık aynı on yıllarda ormanların ne kadar azaldığını, temiz su kaynaklarının nasıl yittiğini ve atmosferdeki karbon emisyonlarının nasıl yoğunlaştığını da söylüyor aynı haberler. Temiz içme suyu bulamayan insanlarını oranının ne kadar arttığını, yoksulluğun dünya insanlarını ve çocuklarını nasıl açlığa sürüklediğini, tarım alanlarının nasıl çölleştiğini, biyoçeşitliliğin nasıl azaldığını, atmosferik olaylardaki olağanüstü durumların nasıl çoğaldığını öğreniyoruz gündelik haberlerden.

İkinci gruptaki olaylar, hiç kuşku yok ki birinci gruptaki yoğunlaşmalar olduğu için olabiliyor.

Bu durumda şu soruların yanıtları da açık hale geliyor:

Neden neoliberal bir dünya işleyişi ile iklim değişikliği çalışmaları birlikte yürütülemez?

Neden neoliberal kent iklim değişikliğine karşı koymaz?

Neoliberal kent, biliyoruz ki iklim değişikliğine karşı plan yapabilir, ama bu plan eksiklikler ve yetersizliklerle sakatlanmış olacaktır. “İyi” bir plan olsa uygulanmayacaktır. Uygulansa da yarım, saptırılmış, tutarsızlıklarla ve sorumsuzluklarla dolu, zamanlamaları hep gecikmeli veya kakofonik olacaktır. Neoliberal işleyişi/ kenti yönetenler, “radikal kapitalizmi” yeğliyorsa çöküş hızlanacak, sosyal demokrasiyi” yeğliyorsa kötüye doğru gidiş yavaşlayacak ve kısmen denetlenecektir. Ama neoliberal ilkelerden bütünüyle kopmadıkça sürdürülebilir bir iyileşme olmayacaktır.

Yeni sentez mi olacak?

Dünya, dünyadaki bütün halklar ve bütün ülkeler, hem neoliberal düzenin kuralları içinde kalıp hem de iklim değişikliğini önleyemez ya da etkilerini azaltamaz. Dünya giderek daralan bir zaman perspektifinde bu yollardan birini seçmek zorunda kalacak. Kuşkusuz bu tam ve net bir seçim olmayacak. Her zaman iki farklı yaklaşımın da bazı ögelerini/ özelliklerini kaybetmek istemeyen ya da bu iki farklı yaklaşımı birleştirmek/ sentezlemek isteyen yaklaşımlara göre olacak. Hatta eğer neoliberalizm tek başına egemen olamazsa, razı olacağı durum bu “yeni sentez” hali olacaktır. Yani, kapitalizmin ilkelerinden/ kurallarından bütünüyle arınmış bir dünya seçeneği belki hiçbir zaman olamayacaktır.

Gerçek bu: Sanki insan olma halinin doğal ve ayrılmaz bir parçası gibi düşündüğümüz, insan merkezli ve sınıflı, sömürüye dayanan ve bencil yaşam biçimi neden kaçınılmaz bir dünya hali/ insanlık hali olsun? Neden insanlar çalışarak ve sömürülerek yoksullaşsınlar veya hiç iş bulamadıkları için çaresizleşsinler? Neden bunca yoksulluk ve kriz varken, inanılmaz büyüklükteki birikimlerini anlamlı hiçbir şeye dönüştüremeyecek olan küçük azınlık, dünyaya ve doğaya/ insanlara bu kadar büyük kötülükler yapmak istesin? Neden bu kadar dar ve sığ hem de miyop görüş tek geçerli görüş olsun?

Biliyorum bu sorular, çok banal ve eskimiş görünüyorlar. Naif ve saf/ ilkel sorular. Ama yanıtlarına hala ihtiyacımız var. Neoliberal dünya düzenini değiştirmek neden mutlaka büyük bir toplumsal çekişme, gerilim ve şiddet, can pahası bir mücadele gerektirsin? Yanıtını biliyoruz gerçi: “İnsanın doğası/ özelikleri böyle. Dünyanın düzeni böyle ve her zaman böyleydi, böyle olacak.”

Az sayıda birey ya da dünyanın az sayıdaki güçlüsü, despotu veya yönetici kolayca olmasa da herhangi bir çıkar için işbirliği yapabilirler. Ancak geri kalan insanlık, bunca yoksul milyonlar ve milyarlar, deneyimsiz ve çaresiz insanlar, nasıl eşitler-arası hiyerarşisiz bir beraberliği kuracaklar ve savaşsız bir dünyanın her gün ışımasını sağlayacaklar? İnsanların ve doğanın sömürülmediği bir dünyayı nasıl var edecekler? Birleşmiş Milletler gibi etkisiz kalmayan küresel iletişimi ve dayanışmayı nasıl örgütleyecekler?

Eğer böyle bir dünya olamayacaksa o zaman neredeyse çökmeyi ve gezegenin sonunu kabul etmiş olacağız. Eğer başka bir dünya olabilirse, bunun nasıl olabileceğini bulmak ve onun pürüzsüz işlemesini sağlamak zorundayız.

Bunun kavramsal ve operasyonel araçlarını, hukukunu ve örgütlerini geliştirebilecek miyiz?

Hava durumu ve meteorolojik olaylar zaten başka bir şey düşünmemize olanak vermiyor.

Piyale Madra çiziyor -28

Türkiye’nin önde gelen çizerlerinden Piyale Madra, çizgileriyle Türkiye ve dünyanın “hal ve gidişatını” yorumluyor.