Ana Sayfa Blog Sayfa 956

İlkokul ders kitaplarında mülteciler: Mazlum, misafir, muhtaç

Öğretmen Ağı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (SEÇBİR) çatısı altında yürütülen çalışmalar sonucunda ortaya çıkan “Ders Kitaplarında Mülteciler: ‘Mazlum, Muhtaç, Misafirlerimiz’” Raporu, 2021-2022 eğitim-öğretim yılında kullanılan Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler ve İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi ders ve çalışma kitaplarında mültecilerin nasıl temsil edildiğini ortaya koyuyor.

İlkokul 2 ve 4’üncü sınıfların ders kitaplarının ele alındığı çalışmada, “zorunlu göç etmiş kişilerin” hangi sıfatlarla, hangi bağlamlarda temsil edildiği, ders kitaplarındaki metinler ve görsellerin öğrencilere ne tür mesajlar verdiği ele alındı.

Öğrencilerin olayları anlamlandırabilmesi ve zorunlu göçle gelen kişilere karşı olumlu tutum geliştirmesi için izlenen stratejiler örnekler ile söylem analizi yöntemiyle incelendi.

Raporun sonucunda ise şu temel bulgulara varıldı:

Geçicilik vurgusu: Ders kitaplarında Suriye, Afganistan, Irak, Gürcistan gibi ülkelerden gelmiş çocuk karakterler, “ülkelerindeki savaş yüzünden ülkemize gelmek zorunda olan”, “çeşitli nedenlerle göç etmek zorunda olan”, “yurdunu terk etmek zorunda kalan” bireyler olarak sunulurken, birçok örnekte “misafir/misafirlerimiz” nitelemesi kullanılmaktadır. Böylece “geçici” oldukları vurgulanıyor.

Mazlum ve muhtaç: Zorunlu göçle gelen bireyler ders kitaplarında ağırlıklı olarak “mazlum”, “muhtaç” şekilde temsil ediliyor.

Bu durum, mülteci nüfusun homojen algılanmasına yol açmakta ve onlara yönelik mevcut olumsuz kalıp yargıları desteklemektedir. Meslek sahibi, eğitimli, çalışan, üreten mültecilere örneklerde yer verilmemiyor.

Özcülük: Birçok örnekte Suriyeli, Afgan, Iraklı vb. öğrencilerin kültürlerinin “bizim kültürümüz”den farklı olduğunun altı çizilmektedir. Bazı örneklerde (Afgan öğrenciyi sınıfta geleneksel kıyafetleriyle resmetmek gibi) kültürel özcülüğe yönelik temsillere rastlanmakta.

Özcülük, kültürlerin ve insanların özleri itibariyle birbirlerinden tamamen farklı olduğu anlayışına yol açabilir; ayrımcılığı besleyen bir unsur olabilir.

Kapsayıcılık yok: Mülteci öğrencilerin aidiyet hissini artıracak örnekler az sayıda. Bu durum kapsayıcı eğitim ilkeleri ile çelişiyor.

Ders kitaplarında yer alan metinler ve etkinlikler sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrencilere hitap edecek şekilde hazırlanıyor.

Eşitsizliği sorgulatmak yerine acımayı güçlendiriyor: Ders kitaplarında, göçle gelmiş öğrencilere yönelik toplumsal kabul ve olumlu tutum geliştirilmesi için ağırlıklı olarak empatiye yönlendiren (“Siz olsaydınız …?” şeklindeki) sorular ve söylemler kullanılmakta.

Ancak bireylerin “mazlum” ve “muhtaç” olarak resmedildiği metinlerin, empatiden çok acıma ve merhamet duyguları doğurabileceği görülüyor. Bu durum, eşitsizliği sorgulamak yerine yeniden üretme potansiyeli taşıyor.

Hak temelli anlayıştan uzak ve hiyerarşiyi yeniden üretiyor

Ders kitaplarındaki temsil mültecilere karşı hiyerarşiyi yeniden üreten yardım temelli anlayışı desteklemektedir. Hak temelli yaklaşım yalnızca bir iki örnekte görülmektedir.

Uyum tek taraflı kalıyor: Ders kitaplarında toplumsal uyum tek taraflı olarak (Suriyeli, Afgan öğrencilerin Türk eğitim sistemine uyumu) resmedilmektedir. Karşılıklı uyuma dair örneklere neredeyse hiç yer verilmemektedir. Rastlanan tek örnekte ise Türkiyeli arkadaşının Türkçe dersindeki yardımına karşılık Suriyeli öğrenci ona Arapça öğretmektedir.

Birçok ders kitabında yer alan zorunlu göç temsili, MEB’in uluslararası kurumlarla toplumsal uyum ve kapsayıcılık konularında yürüttüğü projelerdeki (örneğin, Kaliteli Kapsayıcı Eğitim Projesi) yaklaşımın gerisindedir.

Hak temelli temsiller artırılmalı

SEÇBİR Müdürü ve Öğretmen Ağı İçerik Danışmanı Prof. Dr. Kenan Çayır, “Zorunlu göç ile gelenleri ‘misafirlerimiz’ olarak nitelememek, homojen resmetmemek; yardım temelli temsiller yerine hak temelli temsilleri artırmak gerekiyor” yorumunu yapıyor.

Raporu hazırlayanlardan Columbia Üniversitesi Karşılaştırmalı Uluslararası Eğitim ve Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi Yeşim Hancı Kaya ise şunları söylüyor:

Kitaplarda mülteciler için en yaygın kullanılan kavramın misafir olduğunu gördük.

Ülkemize zorunlu göç ile gelmiş kişilerin onlara çeşitli haklar tanıyan resmi statüleri var. Misafir kavramı ise bu hukuksal statüler ile çelişiyor ve bu grupların belli hakları olduğu gerçeğini geri plana atarak önemsizleştirme riski taşıyor.

Ayrıca misafir kavramı, anlamı gereği mültecilerin ülkemizde geçiçi süre ile bulunduğu ve kısa süre sonra evlerine dönecekleri algısı yaratıyor bu da mevcut duruma baktığımızda gerçek ile örtüşmüyor.

Bu söylemlerin okuyan çocuklar için yaratabileceği anlamları düşünmek lazım. Kendilerinden misafir olarak bahsedilmesi bu kitapları okuyan mülteci çocukların bulundukları ortama ve topluma yeterince aidiyet hissedememelerine sebep olabilir.”

Çalışmanın yürütücelerinden Öğretmen Ağı, Türkiye’de, eğitim alanında faaliyet gösteren yedi vakıftan oluşuyor:  Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV), Aydın Doğan Vakfı, Enka Vakfı, Mehmet Zorlu Vakfı, Sabancı Vakfı ve Vehbi Koç Vakfı .

New York’ta metroda silahlı saldırı: En az 13 yaralı

ABD New York’ta Brooklyn‘deki bir metro istasyonunda meydana gelen silahlı saldırıda ilk belirlemelere göre 13 kişi yaralandı. Polis, yaralananlardan beş kişinin silahla vurulduğunu belirtti.

Brooklyn Sunset Park‘taki 4th Avenue yakınlarında bulunan 36.Cadde metro istasyonundaki saldırıya dair polis, yerel saatle sabah 8:30’da çağrı aldı. İlk belirlemede itfaiye, çok sayıda kişinin açılan ateş sonucu yaralandığını bildirdi.

Polisin inşaat yeleği giyen gaz maskeli bir adamı aradığı belirtiliyor.

Polis ve itfaiye yetkilileri, metro istasyonundaki dumanın kaynağını ve saldırı sırasında herhangi bir patlayıcının infilak edip etmediğini belirlemeye çalıştıklarını belirtirken, olay yerinde aktif patlayıcı madde bulunmadığını açıkladı.

Etkilenen istasyon şehrin D, N ve R tren hatlarına hizmet veriyor. Polis ve itfaiye yetkilileri, araç kullananlara bölgeden uzak durmaları uyarısında bulundu

Fotoğraf: Brendan McDermid / Reuters

FBI ve Ulusal Güvenlik Departmanı da dahil olmak üzere birden fazla federal kurum durumu izliyor. Washington Post‘a konuşan bir federal yetkili, olayda herhangi bir federal suç olup olmadığını belirlemek için henüz çok erken olduğunu söyledi.

ABD Başkanı Joe Biden’ın silahlı saldırıya ilişkin bilgilendirildiğini açıklayan Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jen Psaki, Beyaz Saray’ın kıdemli personellerinin gerektiğinde yardım sunmak için Belediye Başkanı Eric Adams ve Polis Komiseri Sewell ile temas halinde olduğunu söyledi.

New York Polis Departmanı istatistiklerine göre, geçen yılın aynı döneminde 260 olan silahlı saldırı olayları 3 Nisan’a kadar 296’ya yükseldi.

New York Times‘ın belirttiğine göre ise bugün yaşanana benzer  rastgele ateş açarak yoldan geçenleri hedef alan ve rastgele gibi görünen saldırılar daha az yaygın.

Transit ve banliyö noktaları uzun zamandır bu tür saldırılar için yüksek değerli hedefler olarak kabul ediliyor ve kolluk kuvvetleri, özellikle Aşağı Manhattan‘ın yoğun bölgelerinde bu tür olayları caydırmak için kapsamlı bir güvenlik sistemi kullanıyor.

Konya’daki Küçük Göl’de siyanobakteri artışı erken başladı

Küçük Göl, yaz aylarında bölgedeki yoğun yer altı suyu kullanımı ve iklim değişikliği nedeniyle suların ısınması sonucu, suda oksijen azalmasına bağlı olarak artemia salina bakterisinin patlamalarıyla pembeye bürünüyor.

Göldeki azot ve fosfor miktarının artmasıyla mikroorganizmalarda da artış yaşandığını ifade eden Selçuk Üniversitesi Fen Fakültesi Hidrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Akköz, şunları söyledi:

“Deniz ve göllerde yaşayan alg ve siyanobakteri dediğimiz canlılar var. Bu canlıların büyük bir çoğunluğu mikroskobik gözle görülmeyen canlılar. Bu canlılar, aşırı çoğaldıkları zaman görünür hale geliyorlar. Küçük Göl’deki rengi meydana getiren siyanobakteri dediğimiz canlıların bir familyasıdır. Nostocales familyasına ait nodularia isimli üyesidir.

Belli dönemlerde sudaki azot ve fosfor girdisi yükselirse, ortam sıcaklığı ve suyun sıcaklığındaki değişiklikler bu tür organizmaların çoğalmasına neden olur. Bu çoğalma sonucunda da suyun renginde değişiklik meydana getiriyor. Bu göldeki renk değişiminde kahverengi ve sarı tonları var. Bu da nodularianın aşırı çoğaldığını gösteriyor.”

İklim değişikliği, demiryolları için de büyük bir tehdit

Leah Campbell‘in İnside Climate News‘te yayımlanan bu haberi, Yeşil Gazete tarafından derlenerek çevrilmiştir.

***

Dünyanın çoğu hala insan ve ürünleri taşımak için büyük ölçüde demiryollarına güveniyor. Ancak katenerlerden raylara kadar demiryolu altyapısı, iklim değişikliği ve buna bağlı oluşan aşırı hava koşulları nedeniyle yüksek risk altında.

Ulaştırma planlaması uzmanları ve inşaat mühendisleri, gelecekteki iklim tehditlerine uyum sağlama çabaları olmadan demiryolu endüstrisinin altyapı sorunları, güvenlik tehlikeleri ve hızla artan operasyon maliyetleriyle karşı karşıya kalacağını söylüyor.

Pek çoğu ise doğa temelli çözümlerin demiryollarında aşırı havanın etkilerini en aza indirirken aynı zamanda çevresel faydalar sağlamak için pratik ve uygun maliyetli yollar sunabileceğine işaret ediyor.

Glasgow Üniversitesi‘ndeki araştırmacılar tarafından yapılan yeni bir çalışma, iklim değişikliğiyle ilgili aksaklıkları önlemek adına doğaya dayalı çözümleri kullanmak için bugüne kadarki endüstri çabalarını inceleyen ilk çalışma oldu.

Araştırmacılar, yolları sıcak ve şiddetli rüzgarlardan korumak için yeşil koridorlar, şiddetli yağmur sırasında suyu emmek ve kuraklık boyunca tutmak için sulak alanlar ve fırtınaların etkilerini tamponlamak için habitat restorasyonu da dahil olmak üzere, demiryollarının uygulayabileceği çeşitli doğa temelli çözümler belirlediler.

Glasgow‘da çevresel sürdürülebilirlik alanında doktora öğrencisi ve çalışmanın baş yazarı Lorraine Blackwood, bu tür stratejilerin aynı zamanda vahşi yaşam için alan yaratacağını, gürültüyü ve hava kirliliğini azaltacağını, su kalitesini iyileştireceğini ve yol kenarındaki komşular için mahremiyet sağlayacağını söyledi.

Blackwood ve meslektaşları, demiryolları tarafından başarıyla uygulanan doğa temelli çözümlerin birkaç örneğini ortaya koysa da araştırmaları,  endüstrinin kat etmesi gereken çok yol olduğunu gösteriyor.

Blackwood’a göre daha çok erken ve demiryolu ortamında bu çözümlere gerçekten güvenmek ve test etmek için hala uzun bir yol var.

Aşırı hava koşulları demiryolu altyapısını tehdit ediyor

Sıcaktan soğuğa ve ıslaktan kuruya, iklim kaynaklı aşırı hava koşulları, demiryolu altyapısı için ciddi zorluklar doğuruyor.

Isı dalgaları rayların bükülmesine ve genişlemesine neden olarak trenin raydan çıkmasına neden olabilirken, donmalar havai elektrik hatlarına zarar verebiliyor.

Sel, rayları kaplayan setlerin altını oyarak trenleri kapsayan toprak kaymalarına; kuraklık da  çökmeye ve toprakların kurumasına neden olarak rayların yanlış hizalanmasına neden olabiliyor.

Ida Kasırgası 2021’de ABD Doğu Sahili‘ni vurduğunda, ülkenin en yoğun tren yolu olan Boston‘dan Washington‘a uzanan Amtrak Kuzeydoğu koridoru tüm gün boyunca kapatıldı. Yaklaşık 75 milyon galon (100’den fazla olimpik yüzme havuzu değerinde) su, fırtınadan sonra New York City metrolarından pompalanmak zorunda kaldı.

Değişen iklimle,  gelecekte sellerin daha da kötüleşmesi bekleniyor. Yakın zamanda yapılan bir araştırma, artan sel nedeniyle Boston’un banliyö tren sisteminin on yıl içinde yüzde 40 daha az kapasiteyle çalışabileceğini öngördü.

Aşırı ısı, demiryolları için bir başka önemli mühendislik sorunu: Çelik paletler yalnızca dar bir sıcaklık aralığında çalışacak şekilde tasarlandığı için çok ısınırsa, raylar bükülür ve genişler, bu da bir trenin raydan çıkmasına neden olabilir. Bu tür bir felaketi önlemek için, çoğu rota, sıcaklıklar yükseldiğinde trenlere hız kısıtlamaları uygular.

Ancak bu strateji kendi aksilikleriyle birlikte gelir. 2019 yılında yapılan bir çalışmada, araştırmacılar hız limitlerindeki bu düşüşlerden kaynaklanan gecikmelerin, ABD demiryolu ağına 2100 yılına kadar 60 milyar dolara mal olabileceğini tahmin ediyor.

Demiryolları için riskler, tek bir hattaki tek bir fırtınanın doğrudan etkisinin çok ötesinde.İklim değişikliği, farklı ulaşım modları arasındaki dengeyi tahmin edilmesi zor şekillerde değiştirebilir.

Örneğin uzmanlar, Büyük Göller‘deki su seviyelerinin değişmesinin, daha fazla malın mavna yerine trenle taşınmasına neden olabileceğini öne sürüyor. Tek bir büyük hava olayı, tüm ağda ardışık arızalara neden olabilir ve endüstrilerde ve insanların günlük yaşamlarında büyük bölgesel kesintilere yol açabilir.

Ek olarak, ABD’deki binlerce kilometrelik parkur 100 yaşın üzerindedir. Bu sistemler, eski inşaat standartlarıyla tasarlandığı için bu da onları daha fazla arıza riskine sokuyor ve herhangi bir onarım veya güçlendirmenin aşırı derecede pahalı olabileceği anlamına geliyor.

Bugüne kadar, iklim değişikliğine uyum sağlamaya yönelik çoğu demiryolu çabası, istasyonların yükseltilmesi, deniz duvarları ve pompaların kurulması ve demiryolu raylarının yanındaki yamaçların stabilize edilmesi gibi “gri” altyapı olarak adlandırılan “zor” mühendislik çözümlerini içeriyordu. Örneğin Boston’da şehir, sele eğilimli bir istasyona bariyerler kurmak için geçen yıl neredeyse 2 milyon dolar harcadı.

Blackwood, zorlu mühendislik çözümleriyle ilgili olarak “Bu, özellikle sürdürülebilir veya çekici bir çözüm değil” dedi. “Beton ve çelik gibi şeylerle azaltma açısından bile, gri çözümlerin kendileri çok karbon yoğun.”

Adaptasyon için yeşil çözümler

İşte burada doğayla uyum içinde çalışacak şekilde inşa edilmiş sistemler devreye giriyor:”Gri” altyapının aksine “yeşil” altyapı.

Blackwood, “Doğa temelli çözümler insanlara pek çok fayda sağlıyor” diyor.Ek olarak, gri çözümler genellikle katı ve pahalı olsa da, yeşil altyapı daha uyarlanabilir olabilir.

Massachusetts Institute of Technology‘de inşaat ve çevre mühendisliği alanında doktora öğrencisi olan Michael Martello, iklim değişikliği senaryosuna bağlı olarak, Boston Limanı‘ndaki deniz seviyesinin yükselmesinin yüzyılın sonuna kadar yarım ila üç metrenin üzerine çıkabileceğine dikkat çekiyor: “Bu, tasarım yapmaya çalışmak için çok büyük bir aralık.”

Yeşil altyapı, bu belirsizliğin bir kısmının giderilmesine yardımcı olabilir, çünkü bitki örtüsü yaşlandıkça, ağaçlar büyüdükçe ve bitkiler kök saldıkça güçlenir; gri altyapı ise aksine zamanla bozulur.

Ancak Martello, yeşil altyapının yaygın olarak kullanılmasının önünde birkaç engel olduğunu söylüyor:

“Her türlü demiryolu ağını işleten bir kamu kurumu, genel olarak, sadece söz hakkına  sahip olacaklardır” dedi. “Çok büyük bir yargı engeli var ve gerçekleşmesi gereken çok sayıda kurumlar arası işbirliği olduğu açık.”

Colorado Üniversitesi‘nde inşaat mühendisliği profesörü olan Paul Chinowsky, ağın büyüklüğü göz önüne alındığında, doğa temelli çözümlerin uygulanmasının özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde “büyük bir girişim” olduğunu söyledi.

Martello gibi Chinowsky de özel şirketlerin denenmemiş stratejiler kullanması için hiçbir teşvik olmadığını söyledi; onları korumak için teşvik de yok. Chinowsky, “Doğal çözüm harika bir fikir, ancak birilerinin, özellikle kurulduğu ilk birkaç yıl boyunca bunu sürdürmesi gerekiyor” dedi.

Demiryollarının karşı karşıya olduğu iklim değişikliği tehditleri göz önüne alındığında uzmanlar, endüstrinin çeşitli yaklaşımlara ve doğaya dayalı çözümleri gri altyapıya bağlamanın yollarını bulmaya ihtiyaç duyacağını söylüyor.

Demiryollarının uzun ömürlü olması, eski hatlara yeni projeler koymak için bir zorluk teşkil ediyor. Aynı zamanda bu, projelerin başlangıç ​​maliyetlerini telafi etmek için çok zamanın gerektiği anlamına geliyor.

Martello, “Şirketlerin daha sonra kesintileri önlemek için şimdi ödeme yaptığı bir sigorta poliçesi gibi” diyor. Blackwood da şunalrı söylüyor: “Demiryolları 180 yıldır hemen hemen aynı şekilde inşa edildi. Bu nedenle bazı gelenekleri ve tutumları değiştirmek ve ilerletmek için yapılacak çok iş var.”

Yokoluş İsyanı, dokuz günlük iklim eylemi için yeniden Londra sokaklarında

Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) aktivistleri, Birleşik Krallık’ta 2019’da gerçekleştirdikleri geniş çaplı eylemlerden sonra, bir kez daha  iklim krizine dikkat çekmek için bir araya geldi.

Grup, 9 Nisan’da başlayan ve dokuz gün sürmesi planlanan yeni eylemleri kapsamında Londra’nın merkezinde kalabalık yolları kapattı, şehrin en işlek köprülerini işgal etti.

‘Normal hayatın düzenini bozacağız’

BBC‘nin aktardığına göre, fosil yakıtlara yapılan yatırımların durdurulmasını talep eden iklim aktivistleri, düzenledikleri eylemlerin Londra’da normal hayat düzenini bozmayı ve olabildiğince çok sayıda insana ulaşmayı hedeflediğini söyledi.

Cumartesi günü başlayan gösteriler kapsamında şehir merkezinde yollar kapatıldı ve oturma eylemleri düzenlendi. Eylemciler, “Gezegenimizi kurtaracağız” ve “Kimin sokakları? Bizim sokaklarımız” şeklinde sloganlar attı.

İkim protestosu

2018 yılında Birleşik Krallık’ta kurulduktan sonra dünya çapında örgütlenen Yokoluş İsyanı, 2019’da dünyanın birçok bölgesinde iki hafta boyunca devam eden ve yüzlerce kişinin gözaltına alınmasıyla sonlanan iklim eylemleri düzenlemişti.

Grubun, “Varlığımızı tehdit eden iklim felaketine ve ekolojik çöküşe karşı” üç aşamalı bir eylem planı bulunuyor.

  • Tüm hükümetler ve kurumlar dünyanın karşı karşıya kaldığı iklim krizi tehlikesi konusunda doğruları söylemeli.
  • Toplumun her bir bölümü sera gazı emisyonlarını 2025 yılına kadar azaltmak ve doğayı onarmak ve korumak için harekete geçmeli.
  • Hükümetler “Yurttaşlar Meclisleri” kurmalı, insanlara iklim ve ekolojik adalet konularında söz hakkı vermeli.

Cumartesi günü başlayan ve binlerce kişinin katıldığı eylemlerde aktivistler, sera gazı emisyonlarının durdurulması ve fosil yakıt yatırımlarının acilen sonlandırılmasını talep ediyor.

Sağlık çalışanları da gözaltına alındı

Eylemciler Pazar günü Londra merkezinde iki önemli köprüde trafiği durdurdu ve oturma eylemi gerçekleştirdi. Özel araçların ve otobüslerin geçişi engellenirken ambülanslar için göstericiler kaldırımlara çekildi.

Vauxhall köprüsünde oturma eylemi
Londra Emniyet Teşkilatı, Pazar günkü gösterilerde 38 kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Polis müdahalesiyle karşılaşanlar arasında sağlık görevlileri de vardı.Doktorlar ve hemşirelerden oluşan bu grup, “Sağlık aşkına: Fosil yakıtlara yatırım yapmayı durdurun” pankartı önünde oturma eylemi gerçekleştirdi.

‘Tek çaremiz barışçıl işgal’

BBC’ye konuşan 21 Kiri Ley, eylemlerin barışçıl bir şekilde başkenti işgal etmeyi ve böylece hükümeti politika değişikliğine zorlamayı hedeflediğini söylüyor: .

“Bir sürü farklı yol denedik. Mektup yazdık, protesto ettik, milletvekillerimizle konuştuk. Elimizden gelen her şeyi yaptık ve buna rağmen hükümetin bilim insanlarının tavsiye ettiği her şeyin tersini yaptığına şahit olduk. Artık tek çaremiz bu olduğu için buradayız.”

Gösteriler sırasında çeşitli enerji şirketlerinin ofislerinde de eylem yapan aktivistler, Fransa merkezli Schlumberger petrol şirketinin binasını kırmızıya boyadıkları elleriyle damgaladı.

Protestocular, Londra merkezini mümkün olduğunca uzun bir süre boyunca kapatmak konusunda kararlı olduklarını belirtiyor, bundan başka bir seçenekleri kalmadığını söylüyor.

Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan ise  yolları kapatmanın “ters etki yaratacağını”, göstericilerin hükümete baskı uygulamanın yanı sıra kamuoyu desteğine de ihtiyacı olduğunu belirtti.

İngiltere’de Yeşiller Partisi’nin eski eş başkanı, milletvekili Caroline Lucas ise “İnsanlar, seslerini duyurmanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyor. Bu noktaya geldiğimiz için üzgünüm” dedi ve ekledi:

“Bence metroyu kapatmak protesto amaçlarına aykırı bir hareket. Öte yandan Londra sokaklarında yapılan gösteriler insanların hayal gücünü yakaladı ve daha önce hiç protesto etmemiş insanlar eylemlere katıldı. İnsanlar fosil yakıtların artık kullanılmaması gerektiğini bildikleri için katılıyorlar.”

Protesto

Boris Johnson hükümeti, geçen hafta yeni enerji stratejisini açıklamış; stratejinin ülkenin enerji bağımsızlığını artırmayı hedeflediğini ve düşük karbon enerji üretimi yöntemlerine yoğunlaşacağını söylemişti.

Ancak çok sayıda bilim insanı ve iklim aktivisti, hükümetin Kuzey Denizi’nde petrol ve gaz aramayı taahhüt etmesini öfkeyle karşılamış, geniş çaplı  eylemlerle protesto edilmişti.

Fransa’da seçim: Oyunu düzenli olarak neden sadece Le Pen artırıyor?

Votez escroc, pas facho!” Bu slogan 2002 yılındaki Fransa Başkanlık Seçimleri’nin ikinci turunda Fransızların çevresinde birleştiği slogandı. Türkçeye “Faşiste değil; hırsıza oy ver!”  olarak çevrilen sloganın arkasından Fransız seçmenin  yüzde 82’si gitti. Faşist yerine hırsızı seçip Cumhurbaşkanı yaptılar. Yani Jean-Marie Le Pen’i yüzde 18’de bırakıp yerine Jacques Chirac’ı yüzde 82 oyla Cumhurbaşkanı seçtiler.

Jacques Chirac çoktan emekli oldu. hatta partisi de 2017 yılında 2002’deki gibi ikinci tura kalmayı dahi başaramadı; fakat Jean-Marie Le Pen’in fikriyatı giderek büyüyor ve partisi Milliyetçi Cephe’yi bıraktığı kızı Marine Le Pen, 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde ikinci turda, üstelik merkez sağ ve merkez solun daha ilk turda elendiği bir ikinci turda, oylarını 2002’nin iki katına çıkarmayı başardı. 2002 kadar sert olmasa da yine tüm partiler Milliyetçi Cephe’ye karşı birleşti. Kazanan En Marche hareketi lideri Emmanuel Macron oldu. Bu sefer partilerin üzerinde birleştikleri fikir Macron’un bir rakip olduğu. fakat Le Pen’in bir Cumhuriyet düşmanı olduğuydu.

*

 

2017’de Yeşil Gazete için yazdığım yazıya bu şekilde başlamıştım. Kaseti hızlıca ileri bugüne saralım. O günden Fransa Başkanlık Seçimleri’nin yapıldığı geçtiğimiz Pazar’a kadar renkler biraz daha belirginleşmiş durumda. Örneğin artık klasik bir merkez sol parti olan Sosyalist Parti yok. Sosyalist Parti’nin adayı olan ve aynı zamanda Paris Belediye Başkanlığı görevini de yürüten Anne Hidalgo oyların sadece yüzde 1.8’ini alabildi. Ve yine örneğin artık klasik bir merkez sağ parti de yok Fransa’da. 2002’de oyların yüzde 82’sini alabilecek bir aday çıkartabilen “Cumhuriyetçiler” bu seçimde yüzde 4.8’de kaldı. Fransa’nın klasik merkez partilerinin aldıkları toplam oy oranı sadece yüzde 6.6! Başka belirginleşen renk de Marine Le Pen’in ve partisi Ulusal Cephe’nin her seçimde oylarını arttırarak, “varlığı tartışılmayan tartışmalı bir figür” haline gelmiş olması.

Jean Luc- Mélenchon

Artık Fransa’da merkez, ideolojik olarak tanımlamanın güç olduğu “İlerleyen Fransa!” hareketinin lideri Emmanuel Macron, aşırı sağ geçmişini unutturmaya çalışan ama bal gibi aşırı sağ olan Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen ile demokratik sosyalist olarak tanımlanabilecek olan Boyun Eğmeyen Fransa’nın lideri Jean-Luc Mélenchon’dan oluşuyor. Avrupa’nın ortasında gerçekten ilginç bir üçlü!

Le Pen ya da Le Pen’liğin iktidarına hazır olun

Pazar günü, Mélenchon son anlara kadar Le Pen’i sıkıştırmayı başarmasına rağmen ne yazık ki geçemedi ve ikinci tura kalamadı. Kalabilseydi başka bir Fransa ve Avrupa’dan bahsediyor olacaktık. Şimdi ikinci turu (çok ama çok düşük bir ihtimal olmasına rağmen) Le Pen kazanırsa bambaşka bir Fransa ve Avrupa’dan bahsediyor olacağız. Fakat bu ihtimallerin hepsinin dışında bir gerçek var: Böyle giderse günün birinde Le Pen ya da “Le Pen’lik” Fransa’da iktidara gelecek. 2002’de yüzde 18’de tutulan bu görüş, 2017’de yüzde 34 oy aldı. Şu anda yapılan anketlerde ise oyu yüzde 45’e dayanmış durumda. Durum öyle bıçak sırtı ki ilk turda kaybeden adayların seçmenlerine Macron’u işaret etmesi yetmeyecek diye partilerin eski liderleri ya da eski Cumhurbaşkanları da Macron’a oy verilmesini talep eden açıklamalar yapmaya başladı.

Emanuel Macron.

Peki, neden bu durum böyle? Fransa’da ya da bir başka ülkede neden insanlar çözümü aşırı sağda, popülist sağda ya da siyaseten ne dediği anlaşılmayan ve bir “vuku bulma” halinde ortaya çıkıp sonrasında kaybolan siyasetçilerde/ partilerde görüyor? Bu seçmenlere kolaylıkla “faşist”, “aşırı sağcı”, “cahil” diyebilir miyiz? Yoksa yıllardır çözülmeyen sorunlar yumağını ve bu yumağın yarattığı öfkeyi iyi yöneten siyasetçilerin peşinden gitmeleri aslında gayet insani bir durum mu?

Krizler çağı

Krizler çağından geçiyoruz. Ekonomik kriz ve işsizlik artık o kadar kanıksandı ki bir tür “krizde anlaşma” halini yaşıyoruz. Biz Türkiye’de çok derin ve korkutucu bir süreç yaşadığımız için Avrupa ya da Amerika bize göre her zaman çok ama çok iyi durumda, fakat özellikle genç işsizliği ve güvencesizlik yaygın bir problem. Sosyal kriz kendisini mülteci ve göçmen krizi olarak gösteriyor. İnsanlar işsiz kalmalarını, ekonomik olarak yoksul duruma düşmelerini “sonradan gelene” yükleyen politikacılara kulak kabartıyorlar. Bu krizler ortaya çıkarken kılını kıpırdatmayan merkez politikacılara inançları yok çünkü. Son olarak da ekolojik kriz. Hala çözüme “sıradan insanlara” fatura çıkartarak ulaşılacağına dair yaygın inanca karşı bir yanıt geliştirilemedi. Ekolojik krizi çözmenin ekonomik krizi de çözeceği ve dahası sosyal krize de yanıtlar getireceği elle tutulur bir şekilde anlatılamadı.

Ukrayna’nın işgali ile ortaya çıkan enerji sorunu her geçen gün aciliyeti artan ekolojik krizin görmezden gelinmesine biraz daha fırsat vermiş durumda. Bu elbette Fransa Yeşilleri’nin tek başına bulacağı bir yanıt değil. Fransa, Almanya, İngiltere, Hollanda, biz… Oturup bunu düşünmeli ve yanıtlar bulmalıyız. Yoksa insanları bu popülist hareketlere iten bir sebep de ekolojik krize karşı duydukları öfke olacak. (Fransa Yeşiller’i demişken, aday Yannick Jadot seçimi yüzde 4.4 ile tamamladı. Parlak bir oran değil!)

Jannick Jadot.

Kısaca söylemek gerekirse insanları, seçmenleri aşırı sağın vaat ettiği koruma alanlarına muhtaç halde olmaktan çıkartacak politikalar üretmeliyiz. Beş yıl önce “Gerçek hayatta yaşamına dokunulmayan fakat seçimden seçime sandık politikası ile yenilen kitleler daha çok savrulacaktır. Çünkü onları bir araya getiren sorunlar büyüyor. İnsanlar da bu sorunlardan kendilerini korur gibi duran bu aşırı sağcı partilerin safına itiliyor” diye yazmıştım. Durum ne yazık ki artık daha da kritik bir boyutta. Ülke sınırları tekrar belirginleşiyor; göçmenler kendi aralarında dinlerine ve ten renklerine göre ayrılıyor; Pandemi bize kurduğumuz birlikteliklerin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi ve Trump, Orban, Bolsonaro, Duda gibi liderler artık seçim kazanabiliyor; bir geldiklerinde cismen gitseler de fikren verdikleri zarar kalıcı oluyor.

Krizler çağında toplumsal kesimler korumasız ve ilerlemeyi hayal etmeyi bırakın elindekini koruyup koruyamayacağından bile kaygılı durumda. Aşırı sağ onlara bir koruma alanı vaat ediyor. Bu geleceği olmayan ve hatta tarihe bakınca sonu felaketle biten bir koruma fakat inanması çok kolay bir yol. İnsanlara umut vermek, onların korkularını ciddiye almak, onların sorunlarına yanıt bulmak gerek. Uluslararası merkezlerde, ulus ötesi yapılarla bulunan çözümler insanlara ulaşmıyor. Bu tekrar küreselleşme öncesi döneme dönmeyi çözüm olarak sunan bir gerileme yazısı ve önerisi değil. Küreselleşmeyi tekrar ve bu sefer insan ve doğa merkezli kurmamız gerektiğine işaret eden bir yazı ve öneri.

Kanal İstanbul projesiyle evlerinden edilmek istemeyen Şahintepeliler imar planına dava açıyor

Kanal İstanbul ve Yenişehir Projesi nedeniyle yıllardır yaşadıkları mahallerinden gönderilmek istenen Başakşehir  Şahintepe Mahallesi halkının kurduğu Şahintepe Halk Dayanışması, “Evlerimizi elimizden alan imar uygulamasına karşı mahallemize sahip çıkıyoruz” diyerek imar uygulamasının iptali için dava açacaklarını duyurdu.

Dayanışma, tüm Şahintepelileri ve İstanbul kent savunucularını, 14 Nisan Perşembe günü yapılacak basın açıklamasına da desteğe çağırdı.

Açıklamasında “Tek başına çözüm yok” diyen Şahintepe Halk Dayanışması, “Yıllardır mahallemizin imar sorununu çözeceklerinin sözünü verenler, Kanal İstanbul projesini gerekçe göstererek bizleri Arnavutköy’e sürgün etmeye çalışıyor. Bizlere verilen imar sözlerinin tutulmasını istiyoruz. Masal değil halktan yana icraat görmek istiyoruz” ifadelerini kullandı.

İlgili haber: Kanal İstanbul’un çevresine kurulacak Yenişehir’in üç etabına ait tapular onaylandı

Sürgün politikalarını kabul etmediklerini ve mahalleye sahip çıkacaklarnı belirten Şahintepeliler, evlerini Şahintepe’den Arnavutköy’e taşıyan imar uygulamasını iptal ettirmek için perşembe günü saat 11.00′ da İstanbul Bölge İdare Mahkemesi önünde buluşup davalarını açacak.

Vatandaşın meskenleri, kendi istemleri dışında Başakşehir Şahintepe mahlesinden 17 kilometre uzaklıktaki olan Arnavutköy Hacımaşı Köyü‘ne taşınmıştı. Şahintepe Halk Dayanışması, mahallede daha önce de halk toplantıları ve bilgilendirmeler yapmış, polis tarafından baskılara maruz kalmıştı.

10’uncu Uluslararası Feminist Forum’a kayıtlar başladı: Bildiğimiz dünyanın sonu ve yeni ittifaklar

Kaos GL Derneği’nin her sene düzenlediği Uluslararası Feminist Forum’un onuncusu, 16-17 Nisan’da çevrimiçi olarak gerçekleşecek.

Derneğin bu sene sanat kolektifi Slavlar ve Tatarlar ile ortak düzenlediği etkinliğin teması ise ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu – Yeni İttifaklar.’

Simültane tercümenin olacağı etkinlik 16 Nisan Cumartesi günü Türkiye saatiyle 18.30’da başlayacak.

Kaos GL’den Aylime Aslı Demir ve Dr. Mühdan Sağlam’ın konuşmasının ardından ilk oturumda Ukrayna Kiev’den Insight LGBTQ Derneği aktivisti Olena Shevchenko, Avrupa Lezbiyen Konferansı’ndan Dragana Todorovic ve dünyanın en eski feminist barış örgütü olan Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadınlar Birliği’nden Ray Acheson konuşacak.

Etkinliği ikinci gününde, 17 Nisan’da ise Prof. Dr. Talia Mae Bettcher, Dr. S. Erikainen ve Prof. Dr. Marquis Bey konuşacak.

Forumun tüm programı şöyle:

16 Nisan Cumartesi

18:30-19:00 Açılış Konuşması: Aylime Aslı Demir & Dr. Mühdan Sağlam

19:00-20:20

Olena Shevchenko – Insight LGBTQ Derneği, Kiev, Ukrayna

Dragana Todorovic – Mülteciler için Lezbiyenler, EL*C

20:35-21:30

Ray Acheson – Bombaları Yasaklamak, Patriyarkayı yıkmak

17 Nisan Pazar

18:30-19:00

Açılış Konuşması: Prof. Dr. Talia Mae Bettcher – Yanlış Teorinin Kapanında Kısılı Kalmak

19:00-20:10

Dr. S. Erikainen – TERF Savaşları: Bir Giriş

20:20- 21:30

Prof. Dr. Marquis Bey – Siyah Trans Feminist Radikalizm

Etkinliğe katılmak isteyenler, Kaos GL üzerinden kayıt yaptırabilir.

WWF-SEFİA Raporu: İklim ve doğa düşmanı kömürlü termik santraller, ekonomik çözüm de değil

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği‘nin (SEFİA) Çelişkiyi Aşmak: Türkiye’nin Yeşil Devrimi ve Yeni Kömür Yatırım Planları” başlıklı raporun analizlerine göre Dinar’da planlanan santral Türkiye’nin 2053 net-sıfır hedefiyle uyumlu önlemlerin alınmadığı, en düşük maliyetli senaryo altında bile faaliyete başladıktan ancak 18 yıl sonra kar edebilecek.

Raporda, Afyonkarahisar’ın Dinar ilçesinde yapımı planlanan kömürlü termik santralin ekonomik fizibilitesini ve kamu bütçesine getireceği yükü değerlendirildi.

Türkiye’de hali hazırda faaliyette bulunan 55 termik santrale ek olarak 19 adet termik santral planı bulunuyor. 500 MW kurulu güçte olması öngörülen ve yerli kömürle çalışması planlanan Dinar Santrali de bunlardan biri.

Türkiye’nin en eski ve en kirli santralleri, 2019’dan itibaren geçici faaliyet belgesi ile çalışıyor ve bunların kısmı da çevre mevzuatı yükümlülüklerinden muaf tutuluyor. Denetim yapılıp yapılmadığı belli olmayan bu santraller şöyle: Afşin Elbistan A, Tunçbilek, Seyitömer, Soma,  Çatalağzı ve Kangal termik santralleri.

Net sıfır hedefi olmasa bile 18 yıl sonra kar edecek

Rapora göre Dinar Termik Santrali’nin hayata geçmesi halinde -Türkiye’nin 2053 net-sıfır hedefiyle uyumlu önlemlerin alınmadığı, en düşük maliyetli senaryo altında bile- santral faaliyete başladıktan ancak 18 yıl sonra kar edebilecek.  Öte yandan, santral Türkiye’nin 2053 yılı net sıfır emisyon hedefini göz önünde bulunduran, yaratacağı emisyonun %90’ını yakalayarak saklayan bir teknoloji ile inşa edilir ise işletme ömrü sonunda karşılaşacağı zararın bugünkü değeri 230 milyon ABD doları seviyesinde.

Rapordaki analiz sonuçları, Türkiye’de kömürlü termik santrallerin iklim hedefleri ile uyumlu biçimde çalışmasının ekonomik açıdan mümkün olmadığını ortaya koyuyor.

Rapor ayrıca Büyük Menderes Nehri’nin yukarı havzasında kurulması planlanan santralin neden olacağı kirlilik sonucu ortaya çıkacak sağlık etkileri, tarımsal üretim kayıpları ve karbon maliyetini de göz önüne alıyor. Bunlara ilave olarak hali hazırda termik santrallere sunulan teşvikler (kapasite ödemeleri ve alım garantileri) de hesaba katıldığında Dinar Santrali’nin kamu bütçesi üzerinde yaratacağı yükün yılda 1,4 milyar Euro’yu bulabileceği öngörülüyor.”

Aslı Pasinli: Kömür ne iklim dostu ne de ekonomik 

Raporu değerlendiren WWF-Türkiye Genel Müdürü Aslı Pasinli şunları söyledi:

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından geçen hafta açıklanan veriler iklim kriziyle mücadelede 1,5 derece hedefini tutturabilmek için enerjide dönüşümü bir an önce hızlandırmamız gerektiğini bize bir kez daha gösterdi. Son bir yıl içerisinde görülen ve özellikle Ukrayna kriziyle çok yüksek seviyelere ulaşan maliyet artışı fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı sonlandırmamız ve yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji sistemi kurmamız gerektiğinin bir diğer somut kanıtı olarak karşımıza çıktı. Bu noktada Dinar raporu, yerli de olsa kömürün doğa ve iklim dostu olmadığı gibi ekonomik bir çözüm de olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Türkiye net sıfır hedefine ulaşmak için yeni kömür yatırımlarından vazgeçmeli ve 2030 yılına kadar kömürden çıkışı planlamalıdır.”

Bengisu Özenç: Fosil yakıta bağımlı sistem büyük riskler taşıyor

SEFiA Direktörü Bengisu Özenç de şu değerlendirmeyi yaptı:

“İklim ve sağlık krizlerinin ekonomik krizlerle bir araya geldiği çoklu kriz ortamında Rusya-Ukrayna savaşı bize fosil yakıta bağımlı bir küresel sistemin ne gibi büyük riskler taşıdığını bir kez daha gösterdi. Paris Anlaşmasını onaylamış ve 2053’te net-sıfır olma hedefini açıklamış olan Türkiye’nin, enerji bağımsızlığının bu derece ön plana çıktığı bir dönemde enerji alanındaki yatırım tercihlerini yenilenebilir kaynaklar yönünde kullanması gerekiyor. Böylelikle, hem orta-uzun dönemde kendisini fosil yakıt bağımlı bir altyapıya mahkum etmeyerek iklim hedefleri ile uyum içerisinde bir tercih yapmış olacak, hem de raporda da bahsedildiği gibi fosil yakıtların doğrudan ve dolaylı maliyetlerinden kaçınabilecektir.”

 

Kozak Yaylası’nda yine maden tehdidi: Antik kent ve fıstıkların ortasında dinamitli granit ocağı kurulacak

İzmir Bergama Kozak Yaylası’nda Perperene Antik Kenti’nin de bulunduğu yaklaşık 40 bin hektarlık alanda granit ocağı projesi için ÇED süreci başlatıldığını ilan etti.

Egeli Gazete‘den Kerim Yeğinboy‘un haberine göre, İzmir Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, Bergama Kozak Yaylası’nda 39 bin 847 hektarlık alanda granit ocağı açılması için ÇED süreci başlatıldığını ilan etti.

Omsan Mermer Sanayi Ticaret A.Ş tarafından hazırlanan ve Müdürlük tarafından ilan edilen ÇED dosyasında, proje konusu granit ocağı ruhsat sahasının toplam 66 hektar büyüklüğünde olduğu belirtildi.

Tarım arazileri ve antik kentin ortasında dinamit ve patlayıcı

ÇED dosyasında, “Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü verilerine göre ruhsat sahası içerisinde ve ÇED alanı civarında fıstıklık ve bağ gibi vasıflı şahıs alanları yer almaktadır. Ayrıca proje alanına yaklaşık 1,04 km mesafede ve alanın güneydoğusunda Perperene Antik Kenti bulunmaktadır” bilgisi yer aldı.

Bergama‘nın kuzeybatısında, Aşağıbey Köyü ve Okçular Köyü‘nün üst tarafında yer alan Perperene Antik Kenti, eski bir Roma yerleşkesi. Antik kentin etrafı, Türkiye‘nin en önemli fıstık çamlarıyla çevrili.

Strabon ve Bizanslı Stephanos’un da isminden söz ettiği, fıstık ormanlarıyla ünlü Perperene Antik Kenti, içerisinde tapınak, hamam, amfi tiyatro ile iki sur kalıntısı barındırıyor. Antik dönemde Mysia olarak geçen bölgede, agora (pazar yeri) kalıntıları, etrafa yayılmış işlenmiş taşlar, sütunlar ve mezarlıklar bulunuyor. 

Birinci Derece Arkeolojik SİT alanı olan bölge aynı zamanda orman alanı içinde kalıyor.

İlgili haber: Maden şirketlerinden Kozak Yaylası’na rahat yok

Perperene Antik Kenti’nin de yer aldığı alanda yıllık 19 bin 200 metreküp taşın çıkarılacağı alanda,  dinamit de dahil patlayıcı da kullanılacak. ÇED dosyasında patlayıcılarla ilgili şu bilgiler verildi:

“Proje konusu faaliyet alanında granit cevherleşmesi sert bir yapı gösterdiğinden ocak işletmeciliği trimex ile delme,  patlatma diğer bir ifade ile ön kesme yöntemi kullanılarak malzeme gevşetmesi yapılacaktır.Patlayıcı madde, ocaktan granit çıkarılmasında kullanılacak olup, ruhsat alanında depolama yapılmayacaktır.

Proje kapsamında ocak alanında gerçekleştirilecek patlatma faaliyetlerinde patlayıcı olarak trimex (ön kesme uygulamaları için kapsüle duyarlı emülsiyon patlayıcı) ve yemleyici dinamit kullanılacaktır.”

Söz konusu ÇED dosyası ile ilgili İnceleme Değerlendirme Toplantısı 15 Mayıs 2022 tarihinde yapılacak.

İlgili haber: Kozak’ta köylüler ÇED’e geçit vermedi: Kozak’ın madeni çam fıstığıdır!

Türkiye’nin en zengin fıstık çamı (pinus pinea) havzalarından Kozak Yaylası, aynı zamanda kuvars, granit mermer gibi zenginlikleriyle maden tehdidi altında kalıyor. Antik kentlerin bulunduğu alanda, yerin altında da antik eserler bulunduğu tahmin edilmesine rağmen Bergama ve Kozak Yaylası’nda çok sayıda taş ocağı faaliyet gösteriyor.

Daha önce yapılmak istenen pek çok taş ocağı projesi bölge sakinlerinin ve çevre örgütlerinin direnişiyle karşılaştı.

İlgili haber: Bergama yine ayakta: Kozak Yaylası’na çevre yolu diye maden yolu yapıyorlar