Dersimli sanatçı Aynur Doğan‘ın 20 Mayıs’ta Kocaeli’nin Derince ilçesinde yapılması planlanan konseri, AKP‘li belediye tarafından “detaylı inceleme sonucunda uygun olmadığı tespit edilerek” iptal edildi.
Derince Belediyesi dün Twitter’dan yaptığı “İlçemiz sınırları içerisinde özel bir firmanın yapacak olduğu konser organizasyonunun yapılan detaylı inceleme sonucunda uygun olmadığı tespit edilmiş olup, etkinlik belediyemiz tarafından iptal edilmiştir” açıklamasının ardından sanatçılar ve siyasilerden tepkiler geldi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Geceye Dar Hejiroke iyi gider…” mesajıyla Aynur Doğan’ın seslendirdiği “Dar Hejiroke” parçasını paylaştı ve şöyle dedi: Gece müzik yasak. Gençler KPOP seviyor, yasak. AKP belediyesinde Kürtçe müzik yasak. Eğlenmeyi yasaklayan bir anayasa değişikliği getirsinler, yakışır onlara. Özgür doğduk, özgür öleceğiz bu vatanda. Bunu kafana sok AKP.”
Faşistiz ama itiraf edemiyoruz
HDP Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş “Kürtçe dil bayramı gününde Aynur Doğan konserine yasak. Kürt ve Kürtçe düşmanı değilsiniz, öyle mi?” diye sorarken TİP milletvekili Ahmet Şık da “Doğrusu şudur: AKP’li Derince Belediyesi, 15 Mayıs Kürt Dil Bayramı gününde ilçe sınırları içinde yapılacak konserde Kürtçe müziğin en güçlü seslerinden Aynur Doğan’ın sahne almasını engellemiş. Kısaca “Faşistiz ama itiraf edemiyoruz” demişler.” dedi.
Deva Partisi milletvekili Mustafa Yeneroğlu, “Kürtçe müzik düşmanlığı…?!? Düşüncesi bile öyle canımı sıkıyor, içimi daraltıyor ki kendi milletine açık düşmanlık olan uygulaması herşeye rağmen her seferinde beni hayretler içinde bırakıyor…” ifadelerini paylaşırken, Gelecek Partisi Genel Bakşanı Ahmet Davutoğlu, “Hangi cüretle, hangi akla hizmetle Kürtçe müziği yasaklamaya kalkarsınız!” çıkışını yaptı.
Sanatçı Aylin Aslım “Aynur Doğan Antarktika hariç her kıtanın her ülkesinde konser veren bir dünya sanatçısı” hatırlatmasında bulunukren Ceylan Ertem de Doğan’a şu sözlerle destek verdi: ‘Aynur Doğan konseri yasaklamak’ kadar rezilce bir şey duymamıştım son günlerde. KARDEŞLİK KAZANACAK! Aynur’umun yanındayım.”
Gerekli izinler alınmadı bahanesine cevap
Tepkiler üzerine yeniden açıklama yapan AKP’li Derince Belediyesi, öncesinde uygunsuz bulduğunu söylediği konserin iptaline gerekçe olarak “gerekli izinlerin alınmadığını” öne sürdü:
“Bugün iptal edildiği açıklanan konser organizasyonu, etkinlik öncesi yetkili mercilerden gerekli izinlerin alınmayarak, resmi işlemlerin yapılmaması ve bu süreçte uygun olmayan şekilde bilet satışı gerçekleştiğinden dolayı iptal edilmiştir.”
Konserin yapımcı firması ise şu açıklamayı yaptı:
“40 gündür yasal bir satış sitesi olan passo.com’da satışta olan, belediyenin katkılarıyla pankartları asılan ve bu katkılar için teşekkür ettiğimiz konserimizin iptal edilişini üzülerek duyuruyoruz.”
ABD‘nin New York eyaleti Buffalo kentinde öğleden sonra bir süpermarketteki ırkçı silahlı saldırıda 10 kişi hayatını kaybetti, üç kişi de yaralandı.
Yetkililer, saldırganın Payton Gendron isimli 18 yaşında beyaz bir erkek olduğunu, hedef aldığı 13 kişiden 11’inin siyah olduğunu, vurulanlardan dört kişinin süpermarket çalışanları olduğunu bildirdi.
Olayın ırkçı bir saldırı olduğu tespit edilerek saldırıya ilişkin nefret suçu soruşturması başlatıldı.
Olabildiğince siyahı öldürmek için buraya geldi
Buffalo’nun ilk siyah belediye başkanı Byron Brown, “Bu kişi, olabildiğince çok siyahın hayatını almak amacıyla buraya geldi” dedi.
ABD’deki son zamanların en büyük ırkçı saldırısının ardından bölge halkı, ölenleri anmak ve öfkelerini göstermek için yürüyüş düzenledi.
Saldırıyı canlı yayımladı
Failin, saldırıyı sosyal medya platformu Twitch‘de canlı yayımladığı ortaya çıktı. Saldırının ardından Twitch, görüntüleri kaldırdığını açıkladı.
Polis, failin geniş siyah nüfusu olan bu bölgeyi dikkatle seçtiğini ve saldırıdan bir gün önce mahalleye gelip “keşif” yaptığını söyledi.
Fotoğraf: Joshua Rashaad McFadden / The New York Times
Yetkililerin paylaştığı detaylarda, saldırganın yarı otomatik silah kullandığı ve silahın namlusunda beyaz renkle “N” kelimesinin ve 14 sayısının yazdığı kaydedildi.
Silahın üzerindeki 14 rakamının, beyazların üstünlüğünü savunan “The Order” isimli örgütün 14 kelimeden oluşan sloganına atıf olduğunu düşünülüyor.
18 yaşındaki saldırganın, geçen yıl okulunda bir silahlı saldırı yapmak istediğini yazması üzerine polis soruşturmasından ve ardından akıl sağlığı kontrolünden geçtiği de ortaya çıktı.
New York Valisi Kathy Hochul, 18 yaşındaki saldrıganın, saldırıda kullandığı silahı yasal yollarla satın aldığını açıklaması üzerine eleştiri yağmuruna tutuldu.
Öte yandan polis, saldırgana ait olduğu düşünülen ve internette yayımlanan manifestoyu inceliyor. 180 sayfa olduğu belirtilen manifestoda “siyasi elitlerin beyaz nüfusu azaltmak için göç ve diğer politikaları kullandığı” ifadelerinin yanı sıra ve saldırganın “mümkün olduğu kadar çok siyahı öldürme planı” yer alıyor.
Müebbetle yargılanacak
Hakim karşısına çıkarılan ve birinci derece cinayet suçlamalarını kabul etmeyen saldırgan Payton Gendron, ikinci kez hakim karşısına 17 Mayıs’ta yerel saat ile 9.30’da çıkacak.
Erie County Bölge Başsavcısı John Flynn, düzenlediği basın toplantısında, saldırıya ilişkin terörizm soruşturması da yaptıklarını söyledi. Flynn, saldırganın suçlu bulunması durumunda hakkında müebbet hapis isteneceğini açıkladı.
Biden: Nefret kaynaklı domestik terör
Beyaz Saray, yarın bölgeye taziye ziyaretine gideceğini duyurdu.
ABD Başkanı Joe Biden saldırıdan sonra yaptığı açıklamada hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı diledi ve ırkçı motifle düzenlenen bu nefret suçunun ‘tiksindirici’ olduğunu söyledi.
Fotoğraf: Joshua Rashaad McFadden / The New York Times
Saldırıyı, “Beyaz milliyetçiliği adı altında işlenen iğrenç bir eylem” olarak tanımlayan Biden, “Bu dahil her türlü domestik terör, Amerika’da savunduğumuz her şeye aykırı. Nefret, hiçbir yerde güvenli liman bulmamalı. Nefret kaynaklı domestik terörü bitirmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız” dedi.
Geçen hafta, 6-7 Mayıs tarihlerinde, bu kez Köln’de harika bir Yaşar Kemal etkinliğine katılma şansı yakaladım. Türkiye-Almanya Kültür Forumu tarafından gerçekleştirilen etkinliğin adı içeriğine ışık tutucu nitelikteydi: Yaşar Kemal’in Anlatı Dünyası: Tehdit Altında Bir Doğa ve Kültür Bahçesi. Almanya Kültür ve Medyadan Sorumlu Federal Devlet Bakanı Claudia Roth’un himayesinde Yaşar Kemal Vakfı, Heinrich Böll Vakfı ve Allianz Kültür Vakıflarının işbirliğinde gerçekleştirilen sempozyum WDR Radyo-TV Kurumunun Funkhaus Wallraftplatz binasında gerçekleşti. Açılış konuşmalarının Türkiye-Almanya Kültür Forumu Yöneticisi Osman Okkan, Yaşar Kemal Vakfı Başkanı Ayşe Semiha Baban ve Almanya Gıda ve Tarım Bakanı Cem Özdemir tarafından yapıldığı sempozyuma ek olarak, 6 Mayıs akşamı Ludwig Müzesi’nde ‘Yaşar Kemal: Ülkesinin Ozanı ve Tarihçisi’ adlı bir film gösterimi ve ardından yapılan söyleşiyle 7 Mayıs akşamı Zülfü Livaneli bestelerinin seslendirildiği bir konser[1] de gerçekleştirildi.
Sempozyumda Yaşar Kemal’in eserleri pek çok açıdan masaya yatırıldı. Toplumsal vicdan açısından Bachtiyar Ali, Zehra İpşiroğlu, Lucien Leitess (moderasyon Gerrit Wustmann); gazetecilik açısından Yasemin İnceoğlu, Ahmet İnsel, Kenan Mortan (moderasyon Ragıp Duran); doğa ve ekoloji açısından Ali Dönmez, Ufuk Özdağ, Buket Uzuner ve ben (moderasyon Zeynep Oral); iki dünyanın yazarı perspektifinden Arzu Öztürkmen, Norbert Mecklenburg (moderasyon Ragıp Duran); ilhamlar, izler ve yeni vizyonlar perspektifinden Helga Bohne Dağyeli, Baker Schwani, Hüseyin Erdem (moderasyon Osman Okkan) harika sunumlar yaptı. 6 Mayıs akşamı Ludwig Müzesi’nde yapılan film gösteriminin ardından yapılan söyleşiye yine Osman Okkan’ın moderasyonunda Zeynep Oral, Zehre İpşiroğlu, Max Lucks ve ben katıldım.
Dolu dolu geçse de iki gün, kuşkusuz, Yaşar Kemal’in çok boyutlu ve geniş kapsamlı anlatı dünyasını tam olarak anlamak için yeterli değildi. Buna karşın, pek çok özgün yaklaşımın ortaya konulması açısından yararlı ve öğretici bir etkinlikti. Umarım Türkiye-Almanya Kültür Forumu bu etkinlikle ilgili yazılı ve görsel yayınları bir an önce hazırlayarak ilgilenenlerin dikkatine sunar.
Yaşar Kemal ve Havva Ana
Yukarıda sözünü ettiğim söyleşide de anlattığım anekdotlardan biri Yaşar Kemal’in çocukluğuna ait. Bu anekdotu, bir sonraki yazımda ele almaya çalışacağım ayrımcılık tehdidi ile ilgili yazıma dayanak oluşturması amacıyla burada da aktarmak istiyorum.
Yaşar Kemal’in doğup büyüdüğü Hemite köyünde çok fazla kartal olur ve kartallar köydeki civcivleri avlarmış. Köylülerden İsmail Ağa da kartalları. İsmail Ağa’nın vurduğu bir kartalı Yaşar Kemal diğer çocuklardan kaçırıp tedavi etmek için eve getirmiş.[2] Köyün şifacısı Havva Ana ile çeşit çeşit otlardan yaptıkları merhemlerle kartalı iyileştirmişler. Havva Ana ile Yaşar Kemal iyileşen kartalı köyün dışında dağlık bir yere götürüp salmışlar. Havva Ana kartalın arkasından şöyle seslenmiş: “Bak, bir daha köye gelip civcivleri kapma, olur mu?”
Yaşanmış bir öykü ancak bu kadar güzel olabilir. Bu öyküde zararlı olarak görülen bir hayvanla kurulan empati var, o hayvanı tedavi etmek için gösterilen çaba var, bitkilerin sağaltıcı gücü var. Ancak hepsinden önemlisi iyiliğe olan inanç var. Hem Havva Ana hem de onun kanatları altındaki Yaşar Kemal kartalın kendine yapılan o iyiliği unutmayacağını, dahası diğer kartallara da anlatacağını ve iyiliğin yayılacağını düşünüyorlar; düşünmekten öte buna inanıyorlar. Yaşar Kemal şöyle diyor, bu olayı anlattıktan sonra:[3]
“Havva Ana iyiliğe güveniyordu. Bu kuş bir daha köye inip civcivleri kapmayacaktı. Bizim bu iyiliğimizi de öteki kuşlara kesinlikle söyleyecekti. Onlar da civcivleri kapmayacaklardı.”
İyiliğe inanmak, ona güvenmek. Pek çok okuyucuya böyle bir çağda aptalca görünse de hem insanlığın hem de gezegenin kurtuluşu bence bunda saklı. Saf insan, diğer bir söyleyişle insanın özü iyidir. Doğal insan iyidir. Kötü olan insanın o saf, doğal özün etrafına ördüğü kabuklardır. Bu yazıyı yine büyük ustanın sözleri ile tamamlayıp haftaya kaldığım yerden devam edeyim. Bu kez alıntı ilk kez 1978 yılında yazılmış olan Kuşlar da Gitti’den:[4]
“İnsanlıktır bu… Kat kattır, en sağlam, en güzel mücevheri en alttadır, soydukça insanlığı, kabuğundan soydukça, bir kat, iki, üç, dört, beş kat, gittikçe aydınlanır insanlık, güzelleşir. Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır. Soydukça ortalık aydınlanır, soydukça…”
*
[1] Piyano: Henning Schmiedt, Bas: Tevfik Rodos, Bağlama: Erdem Şimşek, Soprano: Ezgi Görkem Yıldırım, Çello: Zafer Zencirli. [2] Yaşar Kemal yazınını bileler benzer bir olayın Al Gözüm Seyreyle Salih’te de olduğunu hatırlayacaktır. [3]Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet ile Görüşmeler. Yapı Kredi Yayınları, 2019, 9. Baskı, s.44. [4] Yaşar Kemal; Kuşlar da Gitti. Yapı Kredi Yayınları, 2019, 32. Baskı.
Yasadışı çöp dökümü, atık yönetim alt yapısı olmayan ancak devasa geri dönüşüm ya da çöp işleme tesisleri olan ülkelerin ana problemlerinden biri. Madem atık yönetim alt yapısı yok bu kadar devasa tesisler niye var diye sormayın çünkü onlar Küresel Kuzey ülkelerinin çöplerini işlemek üzere kurulmuş güdümlü işletmeler! Ulusal olarak herhangi bir kaygısı olmayan bu işletmeler konumuzun şimdilik dışında, ancak çoğunlukla bunların bir kısmının da dahil olduğu yaşa dışı çöp dökümü önemli bir çevre problemi niteliğinde. Dolayısıyla buna dair tespit ve iyileştirme çalışmalarının yapılması elzem. Ancak gelin görün ki ülkemizde buna dair herhangi bir girişim de çaba da söz konusu değil.
Ülkemizdeki yasadışı çöp döküm alanlarının tespitinde özellikle ithal plastik çöplerin döküm alanlarının tespitinde bireysel bir çaba içinde olduğumu ve buna dair bir de haritayı Adana özelinde oluşturduğumu bu köşeyi takip edenler bilecektir. Harita oluşturmak ne işe mi yaradı? Hem asli görevi bu alanların oluşmasını engellemek olanlara görevleri hatırlatıldı hem de bu çöpleri döktüklerini inkar edip bunların kurgu olduğunu iddia eden sorumlu firma ve temsilcileri, bu çöpleri kaldırmak için bazı ünlülerin de girişimiyle sorumluluk üstlenmek zorunda kaldı.
Uzaydan izlemek yeterli değil
Ancak bunların hiçbiri yasadışı çöp dökümü problemini çözmeye yetecek kudrete sahip değil. Çünkü ortada işe yarar bir atık yönetim alt yapısı olmadığı için isteyen istediği yere çöpleri gelişi güzel dökebiliyor. Çünkü bu işi önlemesi gerekenler elleri kolları bağlı bir şekilde durumu seyretmekle yetiniyor. Oysa birçok teknoloji bu çöp alanlarının saha ziyareti yapmadan dahi tespitine olanak sağlama potansiyeline sahip. Gelin görün ki bu tekniklere erişmek için biraz liyakata ihtiyaç var.
Uydular aracılığıyla yasadışı plastik çöp döküm alanlarının tespitine dair çalışmaların sayısı gün geçtikçe artıyor. Özellikle çeşitli boyutlardaki plastik çöp döküm sahalarının tespiti tek başına uydu görüntüleri ile tespit edilemediğinden bunun yanında çeşitli algoritmaların da kullanılması gerekiyor. Şu ana kadar bilebildiğim iki adet bu bağlamda yürütülen proje var. Bunlardan biri Avustralya merkezli Minderoo Vakfı tarafından finanse edilen ücretsiz, halka açık olan Global Plastic Watch (GPW) isimli proje. Bir diğeri de Basel Action Network (BAN) tarafından yürütülen Plastic Atlas çalışması. BAN tarafından yürütülen çalışmaya ben de sahadan elde ettiğim verilerle destek oldum. Oldukça şeffaf bir işleyişe sahip olan Plastic Atlas projesi henüz ilan edilmedi. Dolayısıyla sonuçlarına dair detaylı bilgi paylaşamıyoruz. Ancak GPW isimli proje ilan edildi.
Bu çalışmaları devletler yapmalı
Projeye değinmeden önce Minderoo Vakfı’ndan bahsetmemek olmaz. Minderoo Vakfı kaynağını multimilyarder Andrew Forrest isimli bir maden şirketi sahibinden alıyor. Forrest, Avustralya yerlilerinin yaşadığı alanlardan çıkarttığı madenler üzerinden kazandığı paralarla Minderoo Vakfı’nı fonlayarak GPW benzeri birçok çevreci görünümlü projelerin gerçekleşmesini sağlıyor. Özellikle demir çelik endüstrisi için demir madeni çıkartan Forrest kendisini ve şirketinin üzerindeki şaibeleri yeşil görünümlü projelerle örtmeye çalışıyor.
Minderoo Vakfı ve benzeri şaibeli kuruluşların yaptığı çalışmaların etkisi yadsınamaz. Ancak devletlerin yapması gereken işlerin bu tarz kuruluşlara bırakılmasının da ne derece çelişkili durumlar ortaya çıkarttığını açık ve net görüyoruz. Minderoo Vakfı’nın arka planını bir kenara not ettikten sonra gerçekleştirdikleri çalışmayı değerlendirebiliriz.
GPW uydu görüntüleri ve yapay zeka yardımıyla plastik çöp döküm alanlarının tespit edilebildiğini ortaya koyan bir teknik. Yayınlanan çalışma 5X5 m alana sahip küçük çöp döküm alanların tespitinde dahi olumlu sonuç veriyor. Çalışmanın web sitesi incelendiğinde Türkiye, Endonezya, Filipinler gibi çöp ithalatına konu olan ülkelerle beraber çok sayıda ülkedeki potansiyel çöp döküm sahalarına yer verilmiş. Türkiye’den 73 farklı plastik çöp döküm sahasına yer verilen çalışmada he ne kadar bizim tespit ettiğimiz alanlara yer verilmiş olmasa da birçok saha da listelenmiş. Çalışmanın ortaya koyduğu haritadaki lokasyonları incelediğimde bir şey dikkatimi çekti. Neredeyse tüm alanlar zaten bilinen yasal çöp döküm sahalarını gösteriyor. Yani çalışmayı yapanlar yasal depolama sahaları ile yasadışı plastik çöp döküm sahaları arasındaki farka hakim değil gibiler.
Buna rağmen çalışma, uzaktan algılamanın çevre suçlarının tespitinde kullanılabilirliğine dair güzel bir örnek teşkil ediyor.
Haritaya yaklaşıldığında ilgili alanlarda bir çöp döküm faaliyeti olduğu anlaşılabiliyor. Dolayısıyla yer verisi ile de desteklenebilen bu haritanın önemli bir araç olduğu yadsınamaz. GPW’nin önemli bir mimarı olan Fabien Laurier, “Bu, herhangi bir ülkeyi suçlamak ya da ve utandırmak için değil, sorunun üstesinden gelmelerine yardımcı olmak için geliştirilmiş bir araç” diye tanımlıyor GPW’yi. Dolayısıyla bu çalışmanın “ülkemizi kötü göstermeye çalışan lobilerin işi” gibi bir zırvalıkla değerlendirilemeyeceği açık ve net.
Ancak GPW’nin mimarlarının yeteri yer verisi ile çalışmamış olmaları “bu yerleri zaten biliyoruz çünkü bunlar yasal döküm alanları” gibi yanıtlarla karşılaşmalarını da olası kılıyor. Yine de arada tespit edilen yasa dışı çöp döküm sahalarının belirlenip iyileştirilmesini de mümkün kılmıyor değil. Öyle ki Endonezya’dan bir bakan; Ibu Nani Hendiarti, belgelenmemiş veya yasa dışı siteleri izlemek için GPW’yi kullandıklarını ifade ediyor. Türkiye’den ilgili bakanlıkların ya da belediyelerin bu tür çalışmaları ve verileri kullanıp kullanmadıklarını ise henüz bilmiyoruz.
Çalışmada ayrıca denizel kirlilikle bir bağlantı kurmak amacıyla lokasyonları daha çok kıyısal alanlardan seçmiş gibi duruyorlar. Türkiye’deki alanların çoğunluğu sahile yakın ya da da denize malzeme taşıyan nehirlerin havzasındaki alanlar. Ancak Adana bölgesi yok. Önemli değil zaten Adana’daki yasadışı çöp döküm alanları için gerekli haritalamayı biz yapmıştık.
Ayrıca bu tarz girişimleri Birleşmiş Milletler’in de oldukça önemsediğini belirtmekte fayda var. Çünkü bu tarz sofistike ve açık erişimli sistemler atık yönetim alt yapısının gelişmesine de katkı sağlama potansiyeli taşıyor.
Küresel Güney kirletiyor algısına dikkat!
Burada değinmemiz gereken bir başka önemli konu daha var ki bu tarz uygulamaların sadece Küresel Güney ülkelerini kapsıyor olması. Böylelikle bu ülkelerin aşırı derecede kirli olduğu algısına hizmet ediliyor. Benzer şekilde daha önceleri yine kolonyalist bir yaklaşımla ortaya atılan “Asya, dünya denizlerini en çok kirleten bölge” algısına da hizmet ediyor. Oysa biz biliyoruz ki bu ülkelerdeki çöplerin önemli bir kısmı Küresel Kuzey ülkelerine ait plastik çöpler.
GPW her ne kadar yasadışı plastik çöp döküm sahalarından özellikle orta ve büyük ölçekli olanlarının tespit edildiği iddiasını taşısa da o kadar başarılı olmayan ancak ciddi bir başarı potansiyeli taşıyan bir proje. Dolayısıyla yasadışı plastik çöp döküm sahalarının tespit edilmesi açısından önemli bir işleve sahip olabilir. Belki uydu sahibi devletler de bu tür işler yapmayı akıl ederler de biz de bu tarz şaibeli vakıfların çalışmalarıyla karşılaşmak zorunda kalmayız. Benzer şekilde uydu firmaları da insafa gelir ve daha yüksek çözünürlüklü dataları ücretsiz olarak benzer ancak şaibeli destekçileri olmayan projelerin kullanımına sunarlarsa eğer işte o zaman yasa dışı plastik çöp döküm faaliyetleriyle olan mücadele daha da güçlenir. Bununla beraber okyanus ve denizlere akan yıllık 20 milyon tonluk plastik çöpler de denizlere ulaşmadan engellenmiş olunur. Üstelik bu tür çabalar en nihayetinde yasadışı çöp dökmeyi adet edinen çevre suçu failleri için de caydırıcı olur.
Biri 60 yıldan fazla bir süredir sahne almış, bir çok ülkede 11.000’den fazla konser vermiş, 38 albüm ve 45 single’a imza atmış, 83 yaşında konserlerine devam eden Bulgaristan’ın “Prima”sı Lili İvanova, diğeri müzik kariyerine 1971 yılında başlamış, geleneksel Türk folk müziğini rock müzik ile harmanlamış, Türk solunun ve protest müziğinin simge seslerinden olmuş, eşsiz sesi ile dünyaca ünlü festivallerde sahne almaya devam eden Selda Bağcan.
Bu iki güzel sesli sanatçıyı ortak bir noktada buluşturan şarkı ise bir Meksika halk şarkısı olan “Camino” ve Türkçe aranjmanı “O Günler”.
Kendi ülkesinde ve dönemin “Demir Perde “ülkelerinde İtalyan, Fransız ve Rus şarkılarını seslendirerek ünlenen İvanova, ilk ödülü “Golden Key”i (Altın Anahtar) 1966 yılında Çekoslovakya’da almıştı.1968 yılında Türkiye’de Durul Gence ile plak çıkaran Bulgar sanatçı, Türkiye’de de konserler vermişti.
1968 yılında çıkardığı “Camino” adlı albümünde, aralarında Schoking Blue grubunun “Venus” adlı şarkısının cover’ı da olmak üzere 12 şarkı bulunuyordu. Sanatçı albümdeki tüm şarkılar Bulgarca söylemesine rağmen sadece “Camino”yu orijinal haliyle yani İspanyolca seslendirmişti.
Bu şarkı Lili İvanova’nın tüm müzik kariyerinin simgesi olacaktı.
İtalyan müzik dergisi L’Europeo’ya göre Lili Ivanova, Sovyetler Birliği’nde 10 milyondan fazla albüm satmıştı. Ancak dönemin sosyalist sistemine göre plak satışlarından hiç bir zaman gelir elde edememiş ve sadece meşhur şarkıcılara verilen aylık maaşı ile yetinmişti.
Lili Ivanova 2009 yılında bütün şarkıcılar için bir onur sayılan bir başarıya ulaşarak, Paris’te “Olympia” da sahne almıştı.
2020 yılında pandemi nedeni ile konserlerine ara veren Lili Ivanova,2022 yılı Nisan ayında doğduğu şehir olan Kubrat’ta yeni bir tura başladı ve ve biletleri yok satan konserlerinde, sesindeki geniş aralığı gösterebildiği “Camino”yu söylemeye devam ediyor.
Bir şarkı, iki unutulmaz yorum
1972 yılında Bulgaristan’daki Altın Orfe yarışmasında Türkiye’yi temsil eden Selda Bağcan ise, 1974 yılında ilk albümünü çıkardı. “Türkülerimiz 1” adlı bu albümde “Çemberimde Gül Oya”, “Ah Yalan Dünya”, “Adaletin Bu Mu Dünya” gibi önemli eserler vardı.
İşte bu albümde Selda Bağcan, Ülkü Aker ve Osman İşmen’in yazdığı sözlerle “Camino”yu Türkçe seslendirmişti. Şarkının adı “O Günler” idi ve Selda Bağcan’ın berrak yorumu en az Lili İvanova’nun yorumu kadar etkileyici, şarkının sözleri de bir o kadar anlamlı idi.
Ay o günler o günler Şimdi yabancı gibiler Bir günlük mutluluğa Bir ömür alıp gittiler Ne günlerdi ah o günler
Bir daha dönülse her Şu yalancı dünyaya Bir ömür verirdim ben yine her Seninle bir günlük mutluluğa
İspanyol müzik araştırmacısı Vicente Fabuel’in Selda Bağcan hakkındaki yorumu şöyle idi: ”Türk vokalisti Selda, doğu kültüründen çıkmış sayılı efsanevi kadın seslerinden biridir. O büyük çöllerin ortasında az bulunur vahalar gibidir. Bir insan nasıl bu kadar çevik, bu kadar derin, bu kadar yaratıcı ve bu kadar hissederek şarkı söyleyebilir.”
Times dergisinin “Dünya Müziğinde Yaşayan Efsane ve Tarihi Kadın Şarkıcılar” listesinde Selda Bağcan da yer almaktadır.
Balkan müziği yapan İsrailli rock grubu Boom Pam ile son yıllarda Avrupa’da birçok prestijli festivalde yer alan Selda Bağcan, 2020 yılında klasik eserlerin yer aldığı “40 yılın 40 şarkısı volume II” adlı albümünü çıkarmıştır ve sanatçı konserlerine devam etmektedir.
Lili İvanova’nun “Camino”su gibi Selda Bağcan’ın “O Günler”i de hafızalardan hiç silinmedi.
1983 yılında Ferdi Özbeğen de şarkıyı yorumlamıştı. Onun yorumu, Netflix’te yayınlanan ve Öykü Karayel’in mükemmel bir oyun sergilediği “Bir Başkadır” dizisinde kullanıldı.
Selda Bağcan’ın eşssiz yorumu da son günlerde tekrar gün ışığına çıktı ve Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitabından uyarlanan “Doğduğun Ev Kaderindir” adlı dizinin 42’nci bölümünün sonundaki sahnede kullanıldı.
Kaynakça
BNR Radio Bulgaria, Happy Birthday Lili Ivanova!, 24.04.2021
Cira I., Happy Birthday Lili Ivanova, vk.com, 24.04.2017
Antakya Harbiye’sini görmeyen çok azdır sanırım. Antakya, başlı-başına ilginç bir kent hem de söylendiğine göre, kentlerin kraliçesi… Harbiye de onun hemen yanı-başında, küçük bir “rekreasyon” alanı ya da eski adlandırmayla söyleyecek olursak, Antakya’nın “sayfiyesi”. Olağanüstü bir doğa güzelliği ile bezenmiş, serin bir yayla. Dik bir sırtın yamacında, dağın her yerinden fışkıran sular ve irili-ufaklı çağlayanlar ve son derece gümrah ve yemyeşil bir bitki örtüsü, ağaçlar ve orman…
Salgının yıldırıcı etkisinin hafiflemesinden şımararak ve bayramın sağladığı olanağı kullanarak, bir hafta önce Antakya’daydım. Kenti yeniden görmek ilginç ve heyecan vericiydi elbette. Ama Antakya üzerine söylemek isteyebileceğim o kadar çok söz var ki, buradaki yazıların boyutunu çok aşacağı için onu bir tarafa bırakarak sadece Harbiye’yi (Roma dönemindeki ve şimdiki adı: “Defne”) ve ona ait küçük gözlemi anlatmakla yetineceğim.
Göçün katmerleştirdiği yoksulluk
Türkiye’deki kentlerin genel değişim örüntülerinin birçoğunun Antakya için de doğru olduğu söylenebilir ama bazı bakımlardan kentin kendine özgü bir durumu var. Bunun başında elbette nüfus ve göç olayları geliyor. Hatay, bir il olarak en fazla Suriyeli göçü alan illerden biri. Bu, Antakya kentini de etkiliyor elbette.
Nüfus ve göç kentin ekonomisini ve belki en çok istihdam yapısını, işsizliği ve oluşmaya başlayan yeni iş türlerini/ çalışma biçimlerini, üretimi ve üretim türünü ve miktarını, bunlara bağlı olarak sınıfsal durumu ve dengeleri, yoksulluğu ve yoksullaşmayı etkiliyor olmalı. Yoksulluğun izlerini gündelik yaşamda en açık olarak sokaktaki çocuklar üzerinden görebiliyorsunuz. Geçici mültecilik statüsü ve okullaşma durumunda, okulların hem nicelik hem de verebilecekleri eğitimin dili ve içerikleri bakımından ortaya çıkmış olabilecek niteliksel sorunlarla bağ kurmak zor değil. Aynı şey sağlık hizmetleri örgütlenmesi için de geçerlidir sanırım.
Ama yine de Harbiye’ye (“Harbiye” diyorum, çünkü yerel kentliler bu adı kullanmaya devam ediyorlar) dönmeyi ve küçük bir kent gözlemi üzerinden düşünmeyi öneriyorum.
Bu “sayfiye” bölgesi artık ana kent ile tam olarak bağlanmış ve bütünleşmiş; kentin bir mahallesi olmuş; belki bu bütünleşme nedeniyle, sanırım göçün de etkisiyle oldukça kalabalıklaşmış ve Antakya’nın göreli zenginlerinin veya iyi durumda olanların gittiği restoranların/ otellerin bulunduğu Harbiye, eski “asude” dinlenme ve eğlenme yeri olma özelliğini yitirmiş.
Harbiye şimdi çok kalabalık. Bu kalabalığın nedeni biraz önce değindiğim kente bağlanma ilişkisinin yanı sıra, “turistlerin” çok olması; özellikle “bayram turistinin” çok olması… (“Turizm” denilen olgunun, 1980 sonrasında kentleri nasıl etkilediği ve etkilemekte olduğu da, ayrıca ve ayrıntılı bir biçimde tartışılması gereken bir konu; ama onu da atlayacağım.)
‘Aşırı turizm’ baskısı
Gözlem notu şu kadar:
Dik yamaçtaki pek çok bitki ve ağaç türünün yan yana ve birbirini güzelleştirerek oluşturduğu peyzajın içinde, akarsuları ve küçük çağlayanları görmek için gelen o kadar çok turist var ki, ister-istemez, onlara bir şeyler satmak isteyen insanları da oraya çekmiş. Geçmişteki tek-tük dükkan ve bu peyzaj içinde kaybolmuş bir-kaç restoran ve otelden, bütün doğayı ve sokakları, geçit yerlerini son derece saldırganca kaplamış. Her isteyenin her istediğini yaparak kendisine küçük bir ticaret/ rant sağlama olanağı yaratma arayışı ve becerisi, neredeyse bütün yamacı sarmış durumda…
Küçük çağlayanlara doğru inmekte olan sokak ve merdivenler bakımsız, dar ve kirli, zaten bir sokak kaplaması da yok (bu elbette belediyenin asfalt dökmesinden iyidir). Sıkışıklıkta yürüyorsunuz, sokağın iki tarafı da, bezden/ çadırdan yapılmış hediyelik eşya stantlarıyla dolu. Bu dükkanlarda her şey var. Hatta Antakya ve Harbiye’ye özgü olanların azınlıkta kaldığı bir mal çeşitlemesinden bile bahsedilebilir. Ağaçların/ çamların yüksek dallarını görebiliyorsunuz biraz.
Her yer tutulmuş ve bir biçimde kaplanmış. Bazı kaplanamayan su birikintilerinin/ küçük göllerin içine bile masa ve sandalyeler yerleştirilmiş. Boş yok. Doğanın her karış parçası üzerinde bir şey yapılıyor veya satılıyor. Küçük bir çavlan varsa, görünebilir yerde önüne, kalplerle ve çiçeklerle kaplı bir salıncak kurulmuş ve orada fotoğraf çektirebiliyorsunuz, ya da “selfie” çekiyorsunuz. Zaten turist kalabalığının, omuz-omuza kalabalığın içinde yaptığı da genellikle ya telefonun ekranına bakmak, ya da “selfie” çekmek veya geçenleri durdurarak, telefonuyla kendisini videoya çekmekte olan arkadaşına çeşitli pozlar vermek…
Daha fazla anlatmayacağım. Sanırım nasıl bir durum/ manzara/ peyzaj/ doğa ve insanlık durumu olduğunu anladınız.
Sorular da şöyle:
Harbiye, kentin özgün bir coğrafyası/ bölümü olduğuna göre ve kendine ait bir kimliği ve özelliği, belki Helenistik belki Roma döneminden beri güçlü bir biçimde ortada olan bir doğa harikası olduğuna göre ne düşünebiliriz? Bunları da çok kabaca ve aklımdan geçmekte olduğu dağınıklıkta yazacağım.
Oradaki seyyar/ çadırlı kalabalık, çok sayıda insanın yoksul ve çaresiz olduğu (belki yoksulların arasında üst sıraya sıyrılmış sayılabilecek bir konumda bile olabilirler) bir durumda, o satıcı kadınlar/ çocukları- erkekler, yoksulluk ve çaresizlik içinde kalmış insanlar, başka ne yapsaydı/ ne yapabilirdi? Her akşam ekmek götürdükleri evlerdeki sofralar başka nasıl kurulabilirdi?
Belediye, buradaki peyzajı ve yoksulluk nedeniyle başvurulan bu küçük girişimcilikleri/ seyyar satıcılıkları, bir biçimde düzenlese miydi/ yoksa buna hiç kalkmamış olması daha mı iyi? (Bu soruyu, böyle bir düzenlemenin zorluğunu ve kayırmacı/ klientelist tutumların/ göç edenlere/ sığınmacılara karşı ayrımcılığın ne kadar yaygın olduğunu bildiğim için soruyorum.)
Yukarıdaki soruya bağlı olarak bu dünya harikası peyzajın bulunduğu yerde yerel girişimciler ve turistler için, doğal özellikler, ekolojik yürüyüş yolları, restoranlar, kafeler ve otellerle, yerel toplumun/ yoksulların gereksinimleri de dikkate alınarak bir “planlama ve peyzaj düzenlemesi” (kentsel tasarım değil) yapılabilir miydi? (Yapılırsa, planın “vizyon/ misyon vb.” klişeler bakımından temel stratejisi, doğa-insan, sınıf ve kimlik vb. açısından, dengeleri nasıl kurulmalıydı?)
Antakya’ya yönelmiş turistler için (belki bön ve budala olarak adlandırabileceğimiz saygısız kesiminden, dikkatli ve doğaya/ tarihsel-yerel kimliklere ve yerel toplumun insani yönüne önem veren kesimine kadar her türlü “turist” kitlesini göz önünde tutarak) nasıl bir turizm planlaması düşünülebilirdi? (Bunu da belki, eğer Hatay yereli ve ülke geneli bakımından, ya da iki farklı yaklaşımın sentezi olarak, üç farklı yaklaşımla ele almak gerekebilir.)
Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum. Ama meram edilirse bu haliyle, doğa ve herkes için kötü ve boğucu olan/ bir gelecek vaat etmeyen “Harbiye keşmekeşi” daha iyiye doğru geliştirilebilir belki?
Geçen gün internette gezerken ilginç bir habere rastladım. New York gecelerinde drag queen olarak sahneye çıkan ve aslında tarihin bir yan not olarak görmezden geldiği Rachel Humphreys hakkındaydı. Adını sanını duymadığımız, sessiz sedasız gelip geçmiş o kadar çok trans kadın var ki…
Rachel, ünlü rock yıldızı Lou Reed’in 1970’ler boyunca ilham perisi olmuş, tutkulu bir aşk yaşamışlar. Beraber fotoğrafları, mutlu anları, Rachel’ın ilham olduğu Coney Island Baby şarkısı ve albümü insanın içini ısıtıyor… taa ki ilişkileri etrafındaki olayları düşünene kadar.
Trans kadınlar nasıl yaşamalı?
Öncelikle gençken hiç mutlu ve huzurlu bir trans kadın temsiliyeti görmediğimden bahsetmek istiyorum. Belki görünen en mutlumuz Bülent Ersoy’du ama o da ne zaman aşklarıyla konu olsa, hedef olan ve “kadınlığı” üzerinden saldırıya uğrardı. Hep bir hatırlatma vardı, “trans kadınlar mutlu olmaz, aşık olmaz, aşk öznesi olamaz, onlardan hoşlananlar da garip insanlar olmalılar”. Bir çok arzulanan, ilişkilenen ve birisiyle hayatını birleştirmek isteyen trans için saklı kalmak, gizli bırakılmak tanıdık bir tecrübe. Yalnız siz değil, sizinle olmak isteyen kişi de zorbalığın ve ayrımcılığın öznesi oluyor.
Bizatihi gördüğüm ve yaşadığım bir deneyim bu: Zorbalıktan korkan insanların da size olan aşklarını dünyadan saklama isteği.
Reed ve Humpreys.
Biz, işte böyle böyle görünmez kılınıyoruz. Bizim aşk ve cinsel hayatımız ancak seks işçiliği ve erkek tatmini üzerinden kuruluyor, hayal ediliyor. Görünmez oluşumuz, yaşadığımız çoğu ayrımcılığın da temelini oluşturuyor. Hem de her alanda: Trans kadınlar birisinin ablası, kız kardeşi, kızı, sevgilisi veya karısı olamıyor bir türlü. Bir hayatları olamazmış, ancak gayriahlaki bir hayat yaşayıp bir köşede öldükten sonra unutulup giderlermiş gibi düşünülüyor.
Silinip giden ilham perisi
Rachel Humphreys, 1991 yılında vefat etmiş. Lou Reed ile ayrıldıktan sonra hayatı hakkında elimizde pek bir detay yok. Lou Reed ile alakalı biyografilerde kadınlığı da saldırıya uğruyor. Yalnızca başkaları tarafından değil, Andy Warhol’un anlattığına göre o Rachel’a kadın diye hitap ederken, Lou bundan kaçınıyormuş… Rachel’ın saldırıya uğradığı ve alelacele doktor aradıkları bir gecede oluyor bu mesele.
Reed ve Humphreys’in ayrılık nedenleri de bilinmiyor. Reed’e göre “aşk bizi terk etti”, fakat yine dönem kaynaklarına göre Rachel’ın uyum süreci kapsamında ameliyat olmak istemesi de önemli bir neden olarak gösteriliyor. Aralarında neler yaşandı bilemiyoruz ama şu kesin ki: Reed’in en önemli albümlerinden bir tanesi olan Coney Island Blues’un ilham meleği, popüler kültür ve rock tarihinden silinip gitmiş.
Dönemin LGBTİ+’lara karşı olan nefret, ayrımcılık ve önyargıları düşünülünce hem yol kat ettiğimizi hem de o dönemde ne kadar çok insanı kaybettiğimiz aklıma geliyor. Ayrılıklarından belli bir süre sonra HIV/AIDS krizi çıkıyor ve Dünya hükümetlerinin kıllarını kıpırdatmaması ile ölenler hala LGBTİ+ tarihinde bize karşı yapılan ayrımcılıkların en kara sayfalarından biri olarak hafızamıza kazınıyor. Özellikle ABD ve Avrupa’da belli bir yaş üzeri LGBTİ+ insanların nüfusunun az olmasının nedeni de bu. Tarihten bir jenerasyon silinmiş, hayatları, anıları ve hayalleri. Rachel’ın da bu dönemde AIDS nedenli hayatını kaybettiği düşünülüyor.
Lynn Conway.
Düşünüyorum, acaba kimlerin kimlerin hayatlarında vardık ve saklandık, gizlendik. Tarihin soğuk toprağına gömülmüş o kadar trans kadının hikayesi var ki… Yalnızca aşkları ve aileleri üzerinden değil, başarıları da buna dahil. Mesela 1968’de IBM’de inanılmaz işlere imza atarken sırf uyum sürecine başladığı için işinden kovulan programcı ve bilim insanı Lynn Conway. Bülent Ersoy’a olan saygım ve mücadelesine olan hayranlığım da bu tarihi öğrendikçe artıyor. Eğer toprağı kazarsanız, elbette karşınıza trans hayatlar çıkıyor. Böylesine hor görülmüş bir azınlığa karşı olan sorumluluk, onur haftasında yarım ağız kutlamalardan daha fazla.
Çocuk ve gençlik kitapları yayıncılığı alanında yeni bir eğilim göze çarpıyor. Geçmişte sadece edebiyat eserlerine yer veren birçok yayınevi, kataloglarını gençler için tasarlanmış popüler bilim kitaplarıyla genişletiyor.
Çocuklar için yazılan, genç kuşağın ihtiyaçları gözetilerek kurgulanan bilim ve düşün kitapları Avrupa ve Amerika’da uzun bir geçmişe sahip. Bu kitaplar, bilimi çocuklara en zevkli haliyle sunuyor ve doğallığında hedef kitle tarafından kuru bilgiyle doldurulmuş, sıkıcı ders kitaplarından çok daha büyük bir ilgiyle karşılanıyor. Çoğu birer tasarım harikası olan bu eserler çetrefilli bilim konularını küçük yaş grubuna anlaşılır kılmak, okurun heyecan ve dikkatini ayakta tutmak için başta desen ve illüstrasyon olmak üzere sanatın birçok dalından destek alıyor.
Takımyıldız’dan eğlenerek bilim
İyi ki ülkemizde son derece albenili olan bu resimli bilim kitaplarının büyüsüne kapılan, içlerinden en güzellerini seçip Türkçeleştirip basan yayınevleri de çoğalıyor. Ancak yayıncıların çocuklar için üretilen popüler bilim kitaplarına olan ilgisi, sadece yurtdışında keşfedilen eserlerin yarattığı heyecanla açıklanamaz. Ülkemizde çocuk ve gençlerin bilimsel bilgiye ulaşma, sorgulayıcı düşünceyle tanışma imkânlarının giderek daralması da yayıncıların bu alana el atma zorunluluğu hissetmesinde rol oynuyor mutlaka. Bu alandaki büyük boşluk göz önüne alındığında Türkiye’de çocuk ve gençler için basılan popüler bilim kitaplarını neredeyse tamamen çeviri eserlerin oluşturması ya da az sayıda üretilen Türkçe eserlerin nitelik bakımından çeviri kitapların gerisinde kalması üzücü beri yandan.
Ama heyecan veren, umut vaat eden istisnalar da var. Örneğin Elma Çocuk’tan çıkan Bilim Serisi. Mevsimler, Su Döngüsü, Hayvanların Yaşam Döngüsü ve Bitkilerin Yaşam Döngüsü kitaplarından oluşan serinin arkasında tek bir isim değil, bir ekip saklanıyor. Kendilerine Takımyıldız adını veren Türkiyeli yazarlardan ve çizerlerden oluşan bu ekip, çocuklar için özgün bilimsel içerikler üretmek üzere bir araya gelmiş.
İyi ki de gelmişler çünkü gerçekten de zor bir işin altından başarıyla kalkmışlar. İsterseniz, hep birlikte serinin şimdilik son kitabı olan Bitkilerin Yaşam Döngüsü’ne biraz daha yakından bakalım.
Renkli, cıvıl cıvıl kapağı daha ilk bakışta göze çarpıyor. Kapakta açılmış pencerenin varlığı, başlığın ve bazı görsel detayların kabartmalı olması gibi incelikler, kitabın tasarımı üzerine özenle düşünüldüğünü hemen ele veriyor.
‘Uç rüzgarla kon toprağa’
Ama biz kapağı çevirip kitabın içeriğine gelelim. Bitkilerin, Dünya’daki canlılığın sürebilmesindeki vazgeçilmez önemdeki rolüne eğilen kitap, küçük okura farklı bitki türlerinin yaşam döngülerini tanıtıp açıklıyor. Kökleri ve gövdeleri olan damarlı bitkiler ile kökten, gövdeden ve iletim borularından yoksun damarsız bitkiler, tohumlu bitkiler ile tohumsuz bitkiler… yapısal özellikleri, çoğalma biçimleri ve yaşam alanları birbirinden farklı olan bunun gibi daha nice bitki türü var. Kimi suda yaşıyor kimi toprakta. Kiminin yaşam süresi bir yıl kimininse yüzlerce yıl. Kitap, bitkilerin nasıl ürediklerini, hangi yolla kendi besinlerini ürettiklerini, Dünya’yı nasıl değiştirdiklerini ve insan ile hayvanların yaşamlarını sürdürebilmelerinde üstlendikleri kilit rolü yalın bir dille, küçük yaş grubunun dahi anlayabileceği örnekler yoluyla işliyor.
Kısa, yorucu olmayan metinlerin büyük boy renkli resimlerle desteklenmesi, bazı ayrıntıların çizimlerle ve konuşma balonlarıyla verilmesi, başka bir deyişle eserin dinamik tasarımı, sıçramalı ve seçmeli okumaya olanak tanıyarak günümüz çocukların okuma alışkanlıklarını gözetiyor.
Bitkiler Dünya’yı nasıl değiştirdi? Eğreltiotları nasıl çoğalır, mağbet ağacına neden yaşayan fosil denir? Sümbülün çoğalmasına hangi hayvan yardım eder? Karahindiba tohumları nasıl yayılır? Her bitkinin yaşam döngüsü aynı mıdır? Kitap, arka kapağında da vurgulandığı gibi tüm bu sorulara yanıt veriyor. Son sayfada yer alan “Uç Rüzgârla Kon Toprağa” oyunu ise kitabın bir diğer hoşluğu. Sonuçta çocukları bilim ile buluşturmanın tek yolu kitaplar değil. Oyunlar, etkinlikler, geziler, doğada yapılan gözlemler… bilim merakını kışkırtan yöntemlerden sadece birkaçı. Takımyıldız ekibi, kitabın farklı yerlerinde okura, onu bu yönde heveslendiren öneriler getirmeyi de ihmal etmemiş.
Kısacası Bitkilerin Yaşam Döngüsü, aynı tarzı yansıtan serinin diğer kitapları gibi çocuk ve gençler için yeşil kitaplar arayışında olanların ilgisini kesinlikle hak ediyor.
Yazan ve çizen
Alp Akoğlu, Işın Nur Ciceralı Gürer, Zuhal Özer, Bilge Nur Pembegül‘den oluşan TAKIMYILDIZ kendini şöyle tanıtıyor: Kuğu gece gökyüzünde parlak yıldızların oluşturduğu en güzel takımyıldızlardan biri. Biz de bilimsel konularla ilgili yayınlar hazırlamak için bir araya gelmiş bir takımız. TAKIMYILDIZ olarak çocuklar için özgün bilimsel içerikler üretiyoruz. TAKIMYILDIZ uzun yıllardır ülkemizin önde gelen popüler bilim yayınlarının hazırlanmasında çalışmış deneyimli kişilerden oluşuyor.
Yazarlarımızdan biri çocuklar için güvenli içerik yaratıcısı ve ayrıntılarda kusursuzu arayan deneyimli bir editör Biyolog seramikçi ve doğal boyamacı.
Eğlenceli bilimsel oyunlarımızı kurgulayan yazarımızsa çocuk gelişimi uzmanı ve hayallerinin peşinden giden bir zıpzıp perisi.
Doğa bilim ve sanattan esinlenen başka bir yazarımızsa özgün işleriyle çevresine esin kaynağı olan sanatçı bir ruh. Biyolog ressam ve çizer.
Çocuklara bilim anlatmada uzman bir diğer yazarımız onlara gökbilimi sevdirmek amacıyla çalışan amatör bir gökbilimci Fizikçi gözlemci ve doğa insanı.
Tasarımcımız bilimsel içerikli yayınlar tasarlamada deneyimli parçaları yaratıcı bir şekilde birleştirip bütünü yansıtma konusunda bir usta. Gizli şair yaşamı eğlenceyle dolduran iş geliştirmeci.
Çizerimizse neşeli çizgi kahramanların ve mutluluk veren rengârenk sayfaların mimarı Yaratıcı ve hızlı çalışan bir başkomik mühendis seramikçi. (Nazlı Tunalı)
Manisa,Soma’daki katliamın üzerinden sekiz yıl geçti. 13 Mayıs 2014’te yaşanan maden katliamında 301 işçi hayatını kaybetti.
İşçilerin yakınları bugün mezar başındaydı. Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı olarak anılan Manisa’nın Soma ilçesindeki madende meydana gelen katliamın sorumluları ise dışarıda.
Bugün Soma’ya ilişkin birçok açıklama yapıldı, anma gerçekleştirildi. Açıklamaların ortak noktası: İnsanların madende çalışmaya mecbur bırakıldığı bir düzenin iktidar tarafından yirmi yıllık süreç içerisinde oluşturulduğuydu.
Fotoğraf: DHA
Öte yandan açıklamaların bir diğer işaret ettiği nokta ise patronlardı, emekçilerin maden faciasında canını kaybeden her bir insan için yalnızca sekiz gün hapiste kalacak olan patronlar ve kar hırslarıydı.
Bir diğer ortak nokta da facianın sonrasında yeterli yaptırımın uygulanmamış olması, öncesinde iş güvenliğinin düşünülmemesi, gerekli düzenlemelerin yapılmamış olması…
Mezarlıkta anma gerçekleşti: Acılarımız ilk günkü gibi devam ediyor
Bugün saat 10.00’da, Soma’daki Maden Şehitliği ve Anıtı‘na gelen Maden-İş sendikası üyeleri, mezarlara karanfil bırakıp dua etti. Sendika üyelerinin yanı sıra ölen madencilerin yakınları da sabahın erken saatlerinden itibaren mezarlığa geldi.
Oğlu Uğur Çolak‘ı olayda kaybeden İsmail Çolak, 8 yılın kendileri için zor geçtiğini belirterek, “Acılarımız ilk günkü gibi devam ediyor. Çünkü bizim verdiğimiz adalet mücadelesi, çocuklarımızla birlikte göçük altında kaldı. Biz çocuklarımızın ölümüyle alakalı davayı Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacağız. Mahkemelere güvenimiz kalmadı ama umudumuz var. Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamının sorumlularının hiçbirinin tutuklu olmadığı bir süreç yaşıyoruz ama bizi savunan avukatlar tutuklandı. Avukatlarımıza da selam gönderiyoruz” dedi.
Fotoğraf: DHA
‘Adalet yok, katiller dışarıya çıktı’
Faciada oğlu İbrahim Duman‘ı kaybeden Zehel Duman da şunları söyledi:
“Ne hissedeyim, her zamanki gibi burukluk hissediyorum. Adalet yok, katiller dışarıya çıktı. Bizi savunan avukatlar içeri girdi, bu adalet mi? 301 kişi vefat etti. Tutuklu var mı? Yok. Senelerce mücadele verdik ama sözümüzü duyan olmadı. Anneyim, içim yanıyor.”
‘301’i unutma, unutturma’
Manisa’nın Soma ilçesinde 13 Mayıs 2014 tarihinde meydana gelen maden faciasında yaşamını yitiren 301 işçi, düzenlenen yürüyüşle anıldı. Maden faciasında yakınlarını, arkadaşlarını, babalarını, eşlerini kaybeden Somalılar, Cengiz Topel Meydanı‘ndaki Soma Hükümet Konağı önünde toplandı.
Bağımsız Maden İşçileri Sendikası öncülüğünde düzenlenen yürüyüşe yaklaşık 100 kişi katıldı. ‘Çalışmak Zulüm, Emeklilik Ölüm‘ yazılı pankart açan kalabalık, Atatürk Caddesi‘ne takiben yürüyen grup, Beşyol’daki Madenci Heykeli‘nin önüne geldi ve saygı duruşunda bulundu. Yol boyunca, “Soma uyuma 301’e sahip çık“, “Çalışırken ölmek istemiyoruz” ve “301’i unutma, unutturma” sloganları atan vatandaşlar, tek tek madencilerin isimlerini söyledi.
Fotoğraf: DHA
‘Biz bunun hesabını, bunları serbest bırakanlara sandıkta soracağız’
Bağımsız Maden İşçileri Sendikası Ege Şube Başkanı Ferhat Akılma, “301 madencimizi şehit verdik. Ne var ki suçlular, mükafatlandırılarak cezaevinden tahliye oldular. Biz bunun hesabını, bunları serbest bırakanlara sandıkta soracağız” dedi. Ayrıca sendika yöneticileri, yürüyüşe ilginin az olmasından şikayet etti. Kalabalık daha sonra Soma Maden Şehitliği ve Anıtı’na geçip, yaşamını yitiren 301 madencinin mezarlarına çiçek bırakıp, dua etti.
Fotoğraf: DHA
Siyasi partiler ve örgütler açıklamalar yayımladı. Yeşiller Partisi tarafından yapılan açıklamada şunlara yer verildi:
“Soma’da yaşanan maden faciası Yeşiller olarak üzerinde durduğumuz üçlü kriz tanımına tamamen oturan bir faciadır. Ekonomik, ekolojik ve sosyal krizin iç içe geçtiğinde nasıl kötü sonuçlara ulaşabileceğini bize göstermiştir.
‘Madenci tekmeleyen Yusuf Yerkel’e ödül, işçi avukatına hapis’
Madeni devraldıktan sonra kâr hırsı ile insan canını hiçe sayarak madencileri çalıştıran patron Can Gürkan, her madenci için sekiz gün hapiste kalacak ve yedi yıl sonra hapisten çıkacak.
Fotoğraf: DHA
Bununla birlikte ölen madencilerin avukatlığını yapan Can Atalay, Gezi Davası sonucunda 18 yıl hapse mahkum edildi. Madenlerde 301 madencinin ölümüne sebebiyet vermek 7 yıl; Taksim Gezi Parkı’nı savunmak 18 yıl. Hukuk!
Bu arada felaket sonrasında Soma’ya giden ve gittiğinde madenci tekmeleyen Yusuf Yerkel, yargılanmak bir yana Almanya’nın Frankfurt Başkonsolosluğu’na Ticaret Ataşesi olarak atanarak ödüllendirildi.
‘İnsanlara toprağın altını dayatan politikalarla hükümet bu facianın politik hazırlayıcısı’
Bilinçli olarak tarımın bitirildiği ve insanlara toprağın üstünü değil altını dayatan politikalar ile hükümet bu facianın politik hazırlayıcısı konumunda. En verimli toprakları sanayi sitelerine, madenlere, kirletici faaliyetlere açarak halkı doğal ekonomik döngüden çıkartıyorlar ve Can Gürkan gibi patronlara muhtaç hale getiriyorlar. Toprak ile bağı kesilen insanlar üç kuruş için canlarını tehlikeye atan, örgütsüz işçiler hale getiriliyor.
Bu noktada Yeşiller olarak uygulanmasını zorunlu gördüğümüz politika Adil Dönüşüm’dür. Toprağın üstünün, altından daha değerli olduğu bu topraklarda madencilik vb. faaliyetlerle hem insan, hem doğa, hem de emek sömürüsünün en hası yapılmaktadır.
‘Soma’da yaşananlar halkın kendisini yavaş yavaş öldüren bir üretime zorlandığının göstergesidir’
Fakat yapılması gereken hiçbir işçinin işini kaybetmemesini sağlayacak şekilde onları tarım ya da yeşil işlere yönlendirmektir.
Fosil yakıtların yerin altında kalması artık kaçamayacağımız bir durumdur. Bu sebeple kömür madenleri kapatılmalıdır. Türkiye kömürden elektrik üretmeyi bırakmalıdır. Bu hem iklim krizi için, hem insan sağlığı için, hem hava kirliliği için, hem de tarımsal üretim için gereklidir.
Sonuç olarak Soma’da yaşananlar bir halkın kendisini yavaş yavaş öldüren, dünyayı yavaş yavaş yok eden bir üretime nasıl zorlandığının ve bu zorlamanın kâr hırsıyla birleştiğinde geleceği noktanın çırılçıplak bir göstergesidir. 301 madencinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.”
Emek Partisi: AKP hükümetleri, adaletin terazisini de patronlar lehine büktü
Emek Partisi tarafından yapılan açıklamada AKP’li yılların işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin dibe vurduğu ve fakat buna karşılık patronların kar oranlarının katladığı yıllar olduğunu belirtilerek 20 yılda yaşanan iş cinayetlerinde 30 bin işçi ve emekçinin can verdiği hatırlatıldı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Ülkenin kalkınmasını patronların ve kapitalist sömürünün kalkınmasına indirgeyen AKP hükümetleri, adaletin terazisini de patronlar lehine büktü. Soma katliamının sanıklarına ödül gibi ‘cezalar’ verildi. Katliamın üzeri örtülmeye çalışıldı. Madencilere ‘şehit’ dendi ama madenci ailelerinin adalet mücadelesi zor yoluyla sindirilmeye çalışıldı.
‘Savunma çökertilirse Soma davasında zafer elde edilir, taktiği’
Soma’da patronların bekası için yanıp tutuşan iktidar, bu kez madencilerin haklarını savunan avukatlara yöneldi. ‘Savunma çökertilirse Soma davasında zafer elde edilir’ taktiği devreye kondu.
Sırasıyla madenci avukatları Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay cezaevlerine gönderildi. Gezi davası sanıklarından Av. Can Atalay’a haksız, hukuksuz, dayanıksız şekilde 18 yıl hapis cezası verildi. Soma ile birlikte Gezi’de hak arayanlara gözdağı verilmek istendi.
‘Soma, Ermenek’tir, Sakarya’daki patlamadır, Tuzla’da can veren üç işçidir’
AKP ve hizmetinde koştuğu sermaye düzeni, aynı zamanda bir iş cinayetleri mekanizması yarattı. Bu nedenle Soma aynı zamanda Ermenek’tir, Sakarya’da havai fişek fabrikasında yaşanan patlamadır, en son Tuzla’da üç işçinin can verdiği iş cinayetidir.
Soma’nın hesabını sormak iş cinayetleri düzeninin son bulması için önemlidir. İşçi sınıfı ve sendikalar iş cinayeti düzenine, bu kapitalist düzene karşı birleşmelidir. Biz bitti demeden bu dava bitmeyecek! Soma’yı unutma unutturma! Soma’yı savunan avukatlara özgürlük!”
Soma faciasında hayatlarını kaybeden işçilerimizi rahmetle anıyor, adaletin ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ve emeğin değerini bulması için Soma’yı unutmuyoruz! pic.twitter.com/81uWemLaSf
HDP: Hem sermayenin aşırı kâr hırsı, hem de iktidarlarca alınmayan önlemler
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Emek Komisyonu’ndan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Şaziye Köse, Soma Katliamı’nın sekizinci yıldönümüne dair yazılı açıklama yaptı. Açıklamada şunlar yer aldı:
“Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de her gün emekçiler, hem sermayenin aşırı kâr hırsı hem de iktidarlarca alınmayan önlemler nedeniyle iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetmektedir. Hiçbir denetimin söz konusu olmadığı iş yerleri ve iktidarın yarattığı cezasızlık politikalarından faydalanan işverenlerin sorumsuzlukları, hemen her gün işçi katliamlarının yaşanmasına neden olmaktadır.
‘AKP’nin emek düşmanı ve sermaye yanlısı politikaları’
AKP’nin emek düşmanı ve sermaye yanlısı politikaları, 2014 yılında Soma’da Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamının yaşanmasına sebep oldu. Sekiz yıl önce bugün Soma’da yerin metrelerce altında 301 madenci canımızın iktidar ve sermaye ortaklığıyla katledilişlerine şahit olduk. Soma Katliamı, Türkiye halklarının hem yüreklerinde hem de hafızalarında acı ve öfkeyle ilk günkü gibi diri durmaktadır.
‘AKP döneminde işçi cinayetleri kat be kat arttı’
Katliama neden olanlara ödül gibi cezalar verildi. İktidar ise her zaman olduğu gibi sorumluluk almadı. Sermaye, sömürüsüne, vahşi ve önlemsiz çalıştırma koşullarına devam ederken, iktidar da sermayeyi kollamaya devam etti. AKP döneminde işçi cinayetleri kat be kat arttı. Katliamlar silsilesi ise Ermenek ve daha niceleriyle devam etti.
‘Çizmemi çıkarayım sedye kirlenmesin, diyen onurlu maden emekçisini hiç unutmadık’
Biz, Soma’da ilk sağ kurtulan madencilerden birisi olan ve yer altından çıkarıldığında hâlâ yaşadığına inanamayan, alkışları duyduktan sonra ‘Yaşasın, yaşıyorum!’ diyen madenciyi hiç unutmadık. Biz, nefretle madenci yakınına atılan tekmeyi hiç unutmadık. ‘Çizmemi çıkarayım sedye kirlenmesin’ diyen onurlu maden emekçisinin sesi hala kulaklarımızda.
‘İşçi katliamları kader ya da fıtrat değildir’
Bizler açısından Soma Katliamı başta olmak üzere işçi katliamları ‘kader’ ya da ‘fıtrat’ değildir. Bu katliamlar, taşeronlaştırma, özelleştirme, örgütsüzleştirme, rödovans, sendikasızlaştırma, insanlık dışı çalışma sistemi ve kamu madenciliğinin yok edilmesi gibi politikaların sonucunda gerçekleşmiştir, gerçekleşmeye devam etmektedir.
Soma katliamını asla unutmadık, unutturulmasına izin vermeyeceğiz. Soma Katliamının sekizinci yıl dönümünde kaybettiğimiz 301 madenci canımızı tekrar saygıyla anıyoruz. İşçi katliamlarının yaşanmaması için çalışma koşullarının düzeltilmesi ve can güvenliğinin en birincil hak olduğu, iş ve işçi güvenliğinin eksiksiz olarak sağlandığı günlere kavuşmak için hep birlikte mücadeleyi yükseltiyoruz.”
Kaza, kader, fıtrat değil… Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamını asla unutmayacağız! Sorumlular yargı önünde hesap verene dek mücadelemizi sürdüreceğiz!#Somapic.twitter.com/OukX2ZjPmv
Türkiye Komünist Partisi (TKP) tarafından yapılan açıklamada ise Soma katliamına ilişkin olarak şunlar söylendi:
“İşçi düşmanı bu düzenin yıkmak için mücadeleye çağrı yapılan ve ‘Madencinin mezarda değil iktidarda olduğu, işçiler için eşit, özgür ve yaşanası bir düzen kuracağız. Soma’da olanlar bu düzenin tepeden tırnağa işçi düşmanı olduğunun kanıtıdır.
Dönemin Başbakanı Erdoğan, yaşanan katliamı ‘madencinin fıtratı’ olarak tanımladı. Yardımcıları, tepki gösteren madencileri tekmeledi. Yıllar süren davaların ardından tutuklu kimse kalmadı.
Dönemin başbakanı şimdi Cumhurbaşkanı. O gün Soma sokaklarında madencileri tekmeleyen müsteşar bugün yurtdışı ataşesi. Maden ocağının sahibi patronlar ise ellerini kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşıyor.
İş cinayetlerinde her gün en az dört işçi yaşamını yitiriyorsa, işçilerin yaşamları güvence altına alınmıyor, patronlar işledikleri cinayetlerin hesabını vermiyorsa sorumlu bu düzendir. Sorumlu bu düzende her zaman kazanan patronlardır. Bu düzen işçileri öldürüyor.
Soma’da olanlar bu düzenin iktidarıyla, bürokrasisiyle, adalet sistemiyle, her şeyiyle patronları koruduğunu gösterdi. Suça bulanmış bu düzeni değiştireceğiz. Madencinin mezarda değil iktidarda olduğu, işçiler için eşit, özgür ve yaşanası bir düzen kuracağız.”
Ülkemizin en büyük maden felaketi olan Soma Faciasının sekizinci yıldönümünde TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz tarafından yapılan basın açıklamasıyla hayatını kaybedenler anıldı ve dava sürecinde yaşanan hukuksuzluklara dikkat çekildi.https://t.co/b4m0GTV75apic.twitter.com/Ebkhv61nhi
Türkiye İşçi Partisi, Emek Büro’dan ise şöyle bir açıklama yapıldı:
“Soma özelleştirmelerin, taşeronlaştırmanın, işçi sağlığı ve güvenliğinin maliyet olarak görülmesi ve uygulanmamasının, gerçek bir iş denetim sisteminin ortadan kalkmasının, üyesine yabancılaşmış sendikacılığın, Saray rejimi ile bütünleşmiş sermayenin, özetle AKP’nin yarattığı emek cehennemi Türkiye’nin bir özeti, çok yönlü işçi düşmanlığının bir sonucudur.
Bugün yitirdiğimiz 301 canı saygıyla anıyoruz, onların davasını özveriyle, gayretle sürdüren ve bir toplumsal davaya dönüştüren, bugün özgürlükleri ellerinden alınmış olan Avukatlar Can Atalay ve Selçuk Kozağaçlı’ya selamlarımızı iletiyoruz.
Soma bize işçi hareketinin büyütülmesi için emek harcamanın ne kadar yaşamsal olduğunu anlatan bir olay. Soma’da yitirdiklerimize sözümüz, katliamı yaratanların gerçek adalet önüne çıkartılacağı bir düzeni kurmak olacaktır.”
Soma katliamının 8'inci yıldönümünde ailelerle, Sosyal Haklar Derneği, Bağımsız Maden-İş, sivil toplum kuruluşları ve siyasi parti temsilcilerinin katılımıyla Soma Madenci Heykeli önünde düzenlenen etkinliğe katılarak, 301 şehidimizi andık.#Soma301#SomayıUnutma#301İçinYürüpic.twitter.com/EEw6SEL4HC