İklim krizinin nedeninin insan faaliyetleri olduğuna dikkat çekmek ve buna yönelik farkındalık yaratmak amacıyla her yıl 15 Mayıs, küresel çapta Dünya İklim Günü olarak kutlanıyor.
2021, 1024 aşırı hava olayıyla tüm zamanların en çok aşırı hava olayı görülen yılı oldu. Atmosferdeki karbondioksit seviyesi, insanlık tarihinde ilk defa aylık ortalama milyonda 420 parçanın (ppm) üzerine çıkarak rekor kırdı.
Bilimsel raporlar, Türkiye’nin aşırı hava olaylarına karşı Avrupa’nın en kırılgan ülkesi olduğunu gösterirken iklim krizinin etkileri Türkiye’de gün geçtikçe daha fazla hissediliyor.
Türkiye’de 2021 yılında özellikle de orman yangınlarının ve sel felaketlerinin artmasıyla aşırı hava olaylarına yönelik dijital içeriklerin sayısı 2,2 milyona, iklim ve enerjiye yönelik içeriklerin sayısı 454 bine; iklim müzakerelerine yönelik içeriklerin sayısı 264 bine, iklim ve çevre hareketine yönelik içeriklerin sayısı ise 104 bine ulaştı.
Basılı ve dijital basında iklim krizi ile ilgili konular toplam 170 başlıkta haber olarak yer aldı, 7400’den fazla farklı mecrada konuşuldu.
İklim krizinin medyaya yansıması ile paralel olarak halkın da iklim krizine yönelik farkındalığı ve endişesi de bir önceki seneye göre arttı. KONDA’nın araştırmasına göre Türkiye’deki her dört kişiden üçü iklim krizinin insan faaliyetlerinin sonucu olduğunu düşünüyor, toplumun dörtte üçü iklim değişikliği için endişeli.
Change.org Türkiye de, 15 Mayıs İklim Günü için iklim kriziyle mücadelede bireyler ve sivil toplum kurumları tarafından başlatılan kampanyalar arasından en fazla imzalanan iklim kampanyalarını bir araya getirdi. İklim kriziyle mücadele için öne çıkan 70 imza kampanyasına 700 binden fazla kişi destek oldu.
“İklim Acil Durumu İlan Edilsin”, “Türkiye 2030’a Kadar Kömürden Çıksın”, “Akbelen Ormanı Kömür Madeni İçin Kesilmesin”, “Zeytinime Dokunma”, “Yeni Bir Orman Kanunu Düzenlensin”, “Kuraklık Doğal Afet Sayılsın”, “Sıcak Havayla Mücadele Birimleri Kurulsun”, “Üniversiteler Karbon Nötr Olsun” talepli kampanyalar, 2021’in öne çıkan kampanyaları oldu.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve beraberindeki milletvekilleri, sürpriz bir şekilde Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Şirketi‘nin (SADAT) önüne gitti.
Binanın içine alınmayan CHP’liler, dışarda açıklamalarda bulundu.
“Önünde bulunduğumuz SADAT paramiliter bir kuruluştur, terörist yetiştiren bir kurumdur” diyen Kılıçdaroğlu, “Seçimi gölgeleyecek, seçimin güvenliği sarsacak herhangi bir şey olursa sorumlusu SADAT ve Saray’dır” dedi.
Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu SADAT’ta… Herkes müsterih olsun, seçim güvenli bir şekilde yapılacak! https://t.co/GCeS1OOV2X
Türkiye’ye Suriye’den milyonların gelmesinde SADAT’ın en büyük rolü oynadığını söyleyen CHP lideri, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘a seslendi: “Sen bu kuruluşu hangi gerekçe ile danışman yaptın ve hangi gerekçe ile onlarla çalıştın? Kamuoyunun dikkatini çekmek isterim ki bu kuruluşun hedefleri arasında gayri nizami harp eğitimi de var. Yani sabotaj, baskın, pusu kurma, suikast ve teftiş… “
SADAT, en son organize suç örgütü lideri Sedat Peker‘in iddialarıyla gündeme gelmiş, Suriye iç savaşında Cihatçılara destek vermekle suçlanmıştı. Kurucusu Adnan Tanrıverdi, 2016 yılından 2020’ye kadar Cumhurbaşkanı Danışmanlığı yapmıştı.
“Biz Kuvayi Milliyeciyiz” sözleriyle devam eden Kılıçdaroğlu, ” SADAT’çılardan, tetikçilerden korkacak kişiler değiliz. Korkanlar kapılarını açmayanlardır. Kendilerinden bilgi almak istedik ama korkularından yuvalarına sığındılar. O yuva onları kurtarmaz” dedi.
Öyle heveslere girişme
Ziyaretinin ardından Kılıçdaroğlu, Twitter hesabından da dikkat çeken paylaşımlar yaptı.
CHP lideri, Erdoğan’a hitaben şunları söyledi:
“Al şu paramiliter artıklarını, ne yaparsan yap. Seçim yaklaştıkça zulmünü artırma niyetindesin biliyorum. SADAT’tan da medet umuyorsan bil ki her türlü pisliğe karışmış bu zorbalardan zerre korkuyorsak namerdiz!
Siyasi cinayetler demiştim. Karanlık odaklar var demiştim. Hangi maşalar kullanılacak bu karanlık işlerde? Kimler hangi hedefler için devreye girecek? Her türlü kaostan SADAT gibi paramiliter danışmanlar sorumlu tutulur. Bil. Öyle heveslere girişme.”
Erdoğan şunu sakın aklından çıkarma. Muhalefet yüreklidir. Muhalefet cesurdur. Muhalefet Türkiye’dir. Buradan mafyacıklara da sesleniyorum. Size de sokaklarımızı teslim etmeyeceğiz.
— Kemal Kılıçdaroğlu (@kilicdarogluk) May 13, 2022
Mafyacıklar, sokaklarımızı size teslim etmeyeceğiz
“Erdoğan şunu sakın aklından çıkarma. Muhalefet yüreklidir. Muhalefet cesurdur. Muhalefet Türkiye’dir. Buradan mafyacıklara da sesleniyorum. Size de sokaklarımızı teslim etmeyeceğiz” mesajının ardından halka seslenen Kılıçdaroğlu sözlerini şöyle bitirdi:
“Bu seçim olacak. Seçim güvenliği ne pahasına olursa olsun sağlanacak. Sizler sandığa gidip rahatça oyunuzu vereceksiniz. CHP var. 100 yıldır buradayız. Merak etmeyin.”
Geçen yıl Onur ayı olan Haziran’da gerçekleştirilen 19. LGBTİ+ Onur Yürüyüşü öncesi Mis Sokak’ta toplanan vatandaşlardan polis tarafından gözaltına alınan kişilerin davası bugün Çağlayan’da görüldü. Duruşma öncesi basın açıklaması yapmak isteyen LGBTİ+’lara polis müdahale etti.
Açıklama polis tarafından engellenirken adliye önünde gökkuşağı bayraklarıyla bir araya gelen LGBTİ+’lar polis tarafından çevrelendi.
2021 İstanbul #OnurYürüyüşü öncesi Mis Sokak'ta işkence ile gözaltına alınan 19 kişinin yargılandığı davanın ilk duruşması İstanbul 60. AsCM'de görülüyor. Var olduğumuz her alanda direnmeye devam ediyoruz pic.twitter.com/nRxzMrdaob
Onur Yürüyüşü’ne katılmak üzere Mis Sokak’ta bulundukları için 46 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınan 41 kişi hakkında dava açılmıştı. Açılan altı ayrı davadan biri olan 19 kişinin yargılandığı onur yürüyüşü davası bugün görüldü.
Duruşma 10.00’da İstanbul 60. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Onur Yürüyüşü’ne gelen yasaklamalara ve görülen davaya karşı kadın örgütleri de LGBTİ+ örgütlerinin yanında yer alıyor. Birçok kadın dayanışmasından söz konusu dava öncesi ve sonrası destek mesajları verildi.
— İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası (@istanbulpride) May 13, 2022
Polisin engellediği basın açıklamasında ise davaya giden süreç ve LGBTİ+ haklarına karşı yapılan saldırılar şöyle anlatıldı:
“Geçtiğimiz yıl Haziran ayında 19. LGBTİ+ İstanbul Onur Yürüyüşü öncesi Mis Sokak’ta polis saldırısı gerçekleşmiş, gün boyu devam eden saldırıların ardından 46 kişi gözaltına alınmış, 41 kişiye dava açılmıştı.
Mis Sokak’ta daha yürüyüş başlamadan gözaltına alınanların yargılandığı dava başladı. Duruşma öncesi Çağlayan'da basın açıklamasını polis engelledi.https://t.co/JVRqRxW11hpic.twitter.com/FfRVS3p9HW
Bugün burada, açılan altı ayrı davadan biri olan 19 kişinin yargılandığı onur yürüyüşü davası görülüyor. Gözaltına alınanlar hakkında hazırlanan iddianamede polis tarafından uygulanan işkence ve kötü muamele yer almazken özgürlük ve eşitlik talebi için sokağa çıkan LGBTİ+’lar cezalandırılmak isteniyor. Bu hukuksuzlukta ısrarcı olanlara tekrar hatırlatalım: basın açıklaması haktır, protesto haktır, örgütlenmek, itiraz ve mücadele etmek haktır.
Yıllardır kopyala yapıştır gerekçelerle yürüyüşümüzü yasaklayanların gerekçelerinden biri ise halkın huzur ve güvenliğini tehdit etmek. Halkın huzur ve güvenliğini tehdit eden Onur Yürüyüşleri değil, altı yıldır onur yürüyüşlerine saldıran kolluk ve LGBTİ+ düşmanlığını politikası haline getirmiş iktidardır. Bizi yargı taciziyle korkutmaya çalışanlar bilmelidirler ki toplumun huzuru Gezi Davası‘nda yargılananlar, politik tutsaklar, hayatını savunan ve müebbetle yargılanan kadınlar özgür kaldığında, LGBTİ+’lar dahil tüm ötekileştirilenler, düşmanlaştırılanlar, ezilenler haklarını aldığında ve yaşamları güvence altına alındığında sağlanacaktır. Eşitliğin, özgürlüğün olmadığı bir toplumda huzur da mümkün değildir!
Türkiye’nin en büyük yürüyüşlerinden birisi olan Onur Yürüyüşü’nü 2015’den beri yasaklayan erkek-devlet, LGBTİ+’lara yönelik hedef gösterme, nefret söylemleri ve özellikle trans kadınlara yönelik kamusal alanlardaki saldırılar yoluyla cezasızlıktan güç alan failler yaratmaktadır.
"Onur Yürüyüşü yargılanamaz" diyerek Çağlayan Adliyesindeydik. Dava 23 Aralık'a ertelendi.
Özgürlük ve eşitlik mücadelesi için sokaklara çıkan LGBTİ+'lar cezalandırılamaz. Dayanışmamız ve mücadelemizle yasaklarınızı da baskılarınızı da alaşağı edeceğiz. pic.twitter.com/drpQpKARGi
Toplumsal cinsiyet eşitliğine inanmayan iktidar İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıp bizleri şiddete açık hale getirirken söylemini de transfobi/homofobi üzerinden temellendirerek adeta şiddet faillerine arka çıktı.
LGBTİ+’ların temel haklarına ulaşmasına engel olan, LGBTİ+’ların taleplerine kulaklarını tıkayarak, bizleri yok saymaya çalışanlara inatla tekrar söylüyoruz: Bizler mücadele etmekte kararlıyız, hayatlarımızdan ve haklarımızdan vazgeçmeye niyetimiz yok. LGBTİ+’lar olarak yaşama, barınma, çalışma, eğitim ve sağlık gibi en temel haklarımızı geri almak; varoluşumuz baskılanmadan, rencide edilmeden, kınanmadan, aşağılanmadan yaşamak için verdiğimiz bu mücadelenin geri dönüşü yok.
Bizim geleceğe dair duyduğumuz umut, mücadelemizdeki inat ve ısrar, ufkumuz ve hayallerimiz sizin baskınızdan çok daha dirençli. Varoluş mücadelemizin dünü, bugünü ve yarını sizin yasaklarınızı aşar. Çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız.
19 yıl olduğu gibi bu yılda bir araya geldiğimiz, birbirimizi bulduğumuz, varoluşumuzu, onurlu bir yaşam sürme mücadelemizi kutladığımız sokaklarda olmaya devam edeceğiz.”
Duruşma ertelendi
Yunus Emre Demir duruşmayı Kaos GL’de yayımlanan haberinde anlattı. Habere göre; davayı TİP Milletvekili Sera Kadıgil, TİP Parti Meclisi üyesi Meltem Kolgazi,Kaos GL, SPoD, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) ve Uluslararası Af Örgütü de takip etti.
Yaklaşık dört saat süren duruşma öncesi avukatların büyük salon talebi hakim tarafından dikkate alındı.
Sanık ve avukatların savunmalarının ardından hakim, savcının dosyadaki eksiklerin giderilmesi için ek süre talebini dikkate alarak duruşmayı 23 Aralık saat 10.00’a erteledi.
Beraat talebi
Avukat Umut Rojda Yıldırım beraat talebinde bulundu. Yıldırım talebinde soruşturma makamının yaptığı tek şeyin polis fezlekesini kopyalamak olduğunu ve iddianamenin özensizce hazırlandığını söyledi.
Beyoğlu Kaymakamlığı’nın yasak kararının dahi dosyada olmadığını söyleyen Yıldırım, kaymakamlığın yasak kararını saat 17.00’de aldığını ancak müvekkillerin saat 15.00’te kolluk tarafından gözaltına alındığını ve bu yüzden yakalamaların hukuka aykırı olduğunu belirtti.
Savcı beraatin reddine ilişkin görüş bildirdi. Talep hakim tarafından reddedildi.
Polis: Vatan Emniyet’i kadınlar hamamına çevirdiniz
Yargılanan LGBTİ+ hak savunucularından Feride Eralp, polisin dağıldıkları esnada bir kişiyi enseden yakalayarak saldırdığını ve buna müdahale ederken gözaltına alındığını söyledi. Gözaltı aracında küfür ve hakaret edildiğini, şiddet uygulandığını, yüzüne vurulduğunu, pandeminin ortasında olunmasına rağmen maske verilmediğini, polislerin de maske takmayı reddettiğini söyleyen Eralp, Covid-19 ünitesinde saatlerce bekletildiklerini vurguladı. Eralp, polisin ayrımcı şiddetinin Vatan Emniyet’te de devam ettiğini ve polislerin “Vatan Emniyet’i kadınlar hamamına çevirdiniz” dediğini söyledi.
‘Direnmiyorum vurmayın artık’
LGBTİ+ hak savunucusu Ari Büyüktaş, “Polisler iki yönden zıt şeyler söyleyerek bizi sıkıştırdığı esnada bir polis memuru göğsüme vurarak beni darp etti. Darp edilen arkadaşıma yardım etmeye çalışırken polisler göğsüme ve sırtıma vurdu. Polise ‘direnmiyorum artık vurmayın’ dememe rağmen beni darp etmeye devam ettiler” dedi.
Hande Kader ve Ahmet Yıldız…
Yürüyüşe katılmak için Taksim’de bulunan Hande Sakarya, “Onur Yürüyüşü’ndeydim çünkü bu ülkede Hande Kader yakılarak öldürüldü, Ahmet Yıldız 13 yıl önce babası tarafından öldürüldü” dedi.
‘Hangisi ahlak?’
Sanık Saadet Selin Top ise “‘Toplum ahlakı’ denilerek yürüyüşlerimiz, kamusal alanı kullanma hakkımız şiddetle engellenirken sormadan edemiyoruz: Bu toplum kim, bu ahlak kimin ahlakı? Her yıl yüzlerce kadının ölümüne sessiz kalan toplumun ahlakı mı? Çocuk istismarını ‘çocuk gelin’ diyerek yasalaştırmaya çalışanların ahlakı mı? Savaşa bütçe ayıranların ahlakı mı? Göçmen işçileri üç kuruşa çalıştırıp o parayı da vermeyen, göçmen kadınları ve çocukları istismar edenlerin mi? Tüm bunlar ahlak olarak görülürken bizim varoluşumuz mu ahlaksızlık, sevdiğimiz kişinin kim olduğu mu?’ diye sordu.
Yargılanan hak savunucularından Aylin Çankaya ise şunları aktardı:
“Polisler çok saldırgandı. O esnada erkek bir polis beni kadın polislere doğru fırlattı ve ben de canım yandığı için bağırdım. Kadın polis boynumdan tutarak beni çekiştirmeye devam etti. Polis beni tehdit eden bir kişiyle şakalaştı. Tuvalete gitmek istediğimde şişeye işemem söylendi. Bu sene de benzer müdahaleler olacağını biliyorum. Ancak varoluşumuza engel olunamaz. Birileri yok olun diyince yok olmuyoruz.”
Gazeteci Bülent Kılıç 2021 Onur Yürüyüşü’nü izlerken gözaltına alınıyor, Kılıç sert müdahaleye karşı şunları söylemişti: Nefes alamıyorum Fotoğraf: Hacı Bişkin / Gazete Duvar
‘Yargılanması gereken bizler değiliz kolluk ve nefreti körükleyen siyasilerdir’
Yürüyüş günü gözaltına alınan Hüsnü Beha Yıldız da şunları söyledi:
“Bir polis üstüme oturdu. Diğer polisler de kollarımdan ve bacaklarımdan tuttu. Ters kelepçe yaptılar. Gözlüğüm kırıldı ve üstüm yırtıldı. Ters kelepçeye itiraz ettiğimde ise susmam söylendi. Yargılanması gereken bizler değiliz kolluk ve nefreti körükleyen siyasilerdir.”
‘İddianame hukuka aykırı’
Avukat Hatice Tuğba Yılmaz, iddianamenin hukuka aykırı olduğunu belirterek şu ifadeleri kullandı:
“Dosya kapsamı ve özensiz bir şekilde hazırlanan, yargılanan 19 kişiye karşı kişiselleştirilmiş hiçbir somut delilin mevcut olmadığı göz önünde bulundurulduğunda kovuşturma mecburiyetini gerektirecek bir durumun olmadığı da açıktır. Bu aleni durum ise, bu davayı, dilekçemizin başında açıklamış olduğumuz, LGBTİ+ bireylere genel ayrımcı bir tutumun sonucu haline getirmektedir.”
‘Eşitlik ilkesine aykırı’
Avukat Fulya Dağlı, yürüyüşe siyasi saiklerle müdahale edildiğini söyleyerek “Bu yapılan eşitlik ilkesine aykırıdır” dedi.
Avukat Ece Zelal Alma, polis tarafından barlarda kafelerde oturan LGBTİ+ hak savunucularına hukuksuz bir müdahale yapıldığını söyledi ve ekledi:
“Müvekkillerimiz ve diğer katılımcılara dair hiçbir şekilde dağılma anonsu yapılmadı, sağılma yeri gösterilmedi ve dağılmak için gereken süre tanınmadı.”
Batı Şeria’da haber takibi yaparken İsrail güçleri tarafından açılan ateş sonucu hayatını kaybeden El Cezire muhabiri Şirin Ebu Akilen’in cenaze törenine katılan binlerce kişiye İsrail polisleri saldırdı. Cop ve ses bombası kullanılan saldırıda, omuzlarda taşınan tabut yere düştü.
Katar merkezli El Cezire televizyonunun saha muhabiri Şirin Ebu Akile, İsrail güçlerinin işgali altındaki Batı Şeria’da bulunan Cenin Mülteci Kampı‘nda haber yaparken, İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu ölmüş, yanındaki meslektaşı da yaralanmıştı.
Ebu Akile’nin cenazesi, öldürüldüğü Cenin’den Filistinlilerin saygı duruşunda bulunduğu bir törenle Nablus ve Ramallah üzerinden Kudüs’e getirildi.
Fotoğraf: Sheikh Jarrah / AFP
Doğu Kudüs‘ün Eski Şehri‘nde yapıacak tören için toplanan binlerce Filistinli, Meryem Ana’nın Müjdesi Katedrali‘nden Ebu Akile’nin defbedileceği Mount Zion Protestan Mezarlığı’na yürüdüğü sıradaİsrail polisinin saldırısına uğradı.
Önceki gün de İsrail polisi, Akile’nin taziye evini basmış, İsrail makamları tarafından çağrılan kardeşine “yas tutanların Filistin bayrakları taşımamaları veya Filistin ilahileri okumamaları” talimatını verdiği belirtilmişti.
Ebu Akile’nin cenazesi, saldırı sonrasında Mount Zion Protestan Mezarlığı’nda ailesinin mezarı yanına defnedildi.
Önde gelen iklim bilimcilerden oluşan uluslararası ekip Dünya Hava İlişkilendirme Girişimi (World Weather Attribution, WWA), iklim değişikliğinin Güney Afrika‘nın doğusunda büyük sellere neden olan aşırı yağışları şiddetlendirdiğini tespit etti.
Çalışma, sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliğinin, böyle aşırı yağış olaylarının olma olasılığını da neredeyse iki katına çıktığını tahmin ediyor.
Dünya Hava İlişkilendirme Girişimi’nden (World Weather Attribution, WWA) bilim insanları, iklim değişikliğinin aşırı yağış olasılığı üzerindeki rolünü değerlendirmek için, 1800’lerin sonlarından bu yana 1,2 derece’lik sıcak artışını ve geçmişin iklimini karşılaştırdı, hava verilerini bilgisayar simülasyonları ile analiz etti.
Sonuçlar, bunun gibi bir aşırı yağış olayının artık yaklaşık her 20 yılda bir gerçekleşmesinin beklenebileceğini gösterdi. İnsan kaynaklı küresel ısınma olmasaydı böyle bir olay sadece 40 yılda bir gerçekleşecekti.
Analiz hemşiddetli bir yağış olayı olasılığın iki kat arttığını, hem de iklim değişikliği sebebiyle yaklaşık yüzde 4 ila 8 daha şiddetli yaşanacağını tespit etti.
Fotoğraf: Rajesh Jantilal / AFP
Bu sonuç, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliğinin yağışları nasıl etkilediğine dair bilimsel anlayışla tutarlı: Atmosfer ısındıkça daha fazla su tutuyor ve bu da sağanak yağış riskini artırıyor.
Cape Town Üniversitesi İklim Sistemi Analiz Grubu‘ndanDr. Izidine Pinto, küresel sıcaklık artışı 1,5 derecenin altında kalmazsa birçok aşırı hava olayının giderek daha yıkıcı hale geleceğini vurguladı: “Sera gazı emisyonlarını büyük ölçüde azaltmamız ve sel ve sıcak dalgalarının daha yoğun ve zarar verici oalcağı yeni bir gerçekliğe uyum sağlamamız gerekiyor.”
Güney Afrika‘nın büyük bir bölümünde, bazı yerlerde iki günde 350 milimetreden fazla yağan yoğun Nisan yağışları, KwaZulu-Natal ve Eastern Cape‘de son derece zarar verici sellere neden oldu. En az 435 kişi hayatını kaybetti ve maddi zarar yaklaşık 1. 57 milyar doları buldu.
Afrika’nın en büyük limanı Durban‘da sel nedeniyle operasyonlar durdu, bu da maden ve tarım ürünlerinin tedarik zincirinde aksamalara neden oldu.
Londra Imperial College Grantham Enstitüsü‘nden Dr. Friederike Otto “Sellerde ölen çoğu insan düzensiz yerleşim yerlerinde yaşıyordu, iklim değişikliğinin en savunmasız insanları nasıl orantısızbir şekilde etkilediğini bir kez daha görüyoruz” dedi ve şunları söyledi:
“Afrika minerallerinin ve ürünlerinin dünya çapında sevk edildiği Durban Limanı’nın sular altında kalması, iklim etkileri için sınır olmadığını hatırlatıyor. Bir yerde olan şey, başka bir yerde de önemli sonuçlar doğurabilir.”
Fotoğraf: Phill Magakoe / AFP
WWA’nın önceki çalışmaları, iklim değişikliğinin bu yılın başlarında Madagaskar, Malavi ve Mozambik‘te ölümcül fırtınaları şiddetlendirdiğini ortaya koyan araştırmaları da içeriyor.
WWA ayrıca, Kuzey Amerika’nın Pasifik Kuzeybatı bölgesindeki geçen yılki sıcak hava dalgasının iklim değişikliği olmadan “neredeyse imkansız” olacağını ve iklim değişikliğinin Temmuz 2021’de Avrupa‘daki aşırı selleri daha olası hale getirdiğini de tespit etmişti.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkında Yargıtay tarafından onanan hapis cezası kararının ardından CHP Merkez Yönetim Kurulu (MYK) olağanüstü toplandı.
CHP MYK toplantısı bugün partinin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında 8.45’te İstanbul’da gerçekleştirildi. Kılıçdaroğlu ve Kaftancıoğlu, toplantı için İl Başkanlığı’na birlikte geldi.
Canan Kaftancıoğlu hakkında dün Yargıtay 3. Ceza Dairesi, kararını açıklamış, Kaftancıoğlu’na beş ayrı suçtan verilen dokuz yıl sekiz ay 20 günlük hapis cezasının dört yıl 11 ay 20 gün olan bölümünü onamıştı.
Yargıtay, iki suçtan verilen dört yıl iki aylık hapis cezasını ise bozmuştu. Karar muhalif kanattan tepkilere neden oldu.
Kaftancıoğlu hakkında 2012-2017 yıllarındaki Twitter paylaşımları nedeniyle dava açılmıştı. İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi, 2019’daki yargılama sonucunda Kaftancıoğlu’nu, silahlı terör örgütü propagandası yapmak, Cumhurbaşkanı’na ve kamu görevlilerine alenen hakaret,halkı kin ve düşmanlığa tahrik gibi beş ayrı suçtan toplam 9 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırmıştı. Karar istinaf mahkemesinde de onaylanınca dosya Yargıtay’a taşınmıştı.
Fotoğraf: DHA
‘Kaftancıoğlu görevine devam edecek’
CHP MYK toplantısı 1 saat 15 dakika sürdü. MYK’nın gündeminde, Kaftancıoğlu hakkında verilen siyasi yasak kararının ardından İl Başkanlığı görevine devam edip etmeyeceği de vardı.
Gerçek Gündem’in haberine göre;MYK üyeleri, Kaftancıoğlu’nun görevine devam etmesi kararı aldı ve olası bir engelleme durumunda da Kaftancıoğlu’nun görevine devam ettirileceği vurgulandı.
Toplantıda 21 Mayıs’ta İstanbul’da yapılması planlanan miting 22 Mayıs’a ertelendi.
Toplantının başlamasının ardından İl Başkanlığı’na gelen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu, basın mensuplarının sorularını cevapladı.
İmamoğlu, “Canan Kaftancıoğlu’yla ilgili karar doğrudan İstanbul seçimlerinin kazanılmasıyla ilgili midir?” sorusunu, “Tabii ki. Biz hukukun içerisinde, hukuk sisteminin içerisinde çok dürüst ve hukukun gereğini yapan, yapmak isteyen yargıçların, savcıların olduğunu da biliyoruz. Dilerim bu iş sona erer” diye yanıtladı.
‘Bu karar millet adına verilmemiştir’
CHP Sözcüsü Faik Öztrak, olağanüstü MYK toplantısının ardından açıklamalarda bulundu.
Öztrak açıklamasında, Kaftancıoğlu kararına ilişkin “İstanbul İl Başkanımız hakkında verilen hüküm sarayın istek ve arzusuna göre verilmiştir. Bu karar millet adına verilmemiştir” ifadelerini kullandı.
“Arsız elindeki güçle haklıyı suçlu çıkaracağını zanneder. Despot sözde hukukçuları olmadan hukuk devletini katledemez. Sözde hakimleri olmadan göstermelik davalarını yürütemez. Ülkemizde yaşanan tam da budur.
İstanbul İl Başkanımız Canan Kaftancıoğlu hakkında verilen karar hukuk ve adalet diliyle yazılmamıştır. Saray’ın kirli, vesayetçi diliyle yazılmıştır. Bu karar millet adına verilmemiştir.
‘Kirli vesayetçi anlayış, rakiplerini saf dışı etmeye çalışıyor’
Seçimleri kaybedeceğini anlayan bu kirli vesayetçi anlayış, yargı sopasıyla rakiplerini saf dışı etmeye çalışıyor.
Milletin gerçek gündemini karartıyor.
Adalet, hakkı hak edene vermektir. İstanbul İl Başkanı’mız Canan Kaftancıoğlu hakkında adalet tesis edilene kadar biz susmayacağız. Tüm demokratik direncimiz ve gücümüzle bu haksızlığın karşısında duracağız.
Bu haksızlığa ve zulme karşı susmayan altılı masada birlikte olduğumuz siyasi parti genel başkanlarına, bizle dayanışma gösteren Cumhur İttifakı dışında diğer tüm siyasi partilerin sayın genel başkanlarına, demokratik kitle örgütlerine, barolarımıza CHP olarak en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Tarih bu ülkenin aydınlık yüzlerinin demokratik siyaseti savunanların haklarını teslim edecektir. Bir otokratı sandıkta beraberce yenip tarihin tozlu sayfalarına göndereceğiz.
Gün, sessiz kalma günü değildir. Bu nedenle genel başkanımız bizim kavgamız zulme karşıdır, bizim kavgamız istibdada karşıdır, bizim kavgamız milletin aşına işine göz koyanlarladır, bizim kavgamız hak, hukuk, adalet ve demokrasi kavgasıdır demiştir.
Bugün kimin despotla, kimin milletle kavga ettiği gün gibi ortaya çıkmıştır. Saray’dakiler koltuklarından kalkmamak için milletle kavgayı seçmişlerdir. Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa kesinlikle altını pisletmiştir.
İstanbul İl Başkanımız sayın Canan Kaftancıoğlu görevinin başındadır. Parti çalışmalarına devam etmektedir.
Ne yaparlarsa yapsınlar, milletimizin tertemiz oylarıyla bize vermiş olduğu İstanbul’u alamayacaklar, alamazlar. Ne yaparlarsa yapsınlar önümüzdeki seçimde Türkiye’yi almamızın önüne geçemeyecekler.”
İki gün önce Ankara 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi‘nde “casusluk” suçundan beraatine ve tahliyesine karar verilen DEVA Partisi kurucu üyesi emekli asker Metin Gürcan, bugün yeniden gözaltına alındı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, dünkü tahliye kararına itiraz etmişti. 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi itirazı bugün kabul etti.
Hakkında tekrar yakalama kararı çıkarılan Gürcan yeniden gözaltına alındı.
26 Kasım 2021’den beri tutuklu bulunan Metin Gürcan , ‘devletin gizli kalması gereken bilgilerini, siyasal veya askeri casusluk amacıyla zincirleme biçimde temin etme’ suçundan 35 yıla kadar, ‘devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri, casusluk maksadıyla zincirleme biçimde açıklama’ suçundan müebbet hapisle yargılanıyordu.
Gürcan, davanın iki gün önce kapalı olarak görülen ikinci duruşmasında adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.
Kafkas Dernekleri Federasyonu, 21 Mayıs’ı anmak ve Çerkeslerin uğramış olduğu tarihsel haksızlıkları Türkiye ve dünya kamuoyuyla paylaşmak için 21 Mayıs 2022’de Yenikapı Miting Alanı’nda toplanacak.
Federasyon, 21 Mayıs Çerkes Soykırımı ve Sürgünü‘ne ilişkin bir açıklama yayımladı. Açıklamada, “21 Mayıs’la sembolleşen tarih, bir halkın tarih sahnesinden silinmek istenilmesinin sembolü olan, soykırımın tarihidir. Bu soykırımın tanığı var, tanıyanı yok, anlatanı var, anlayanı yok, sorumlusu var üstleneni yok, adeta unutulmuş ya da unutturulmak istenilmiş bir soykırım gerçeği var ortada” denildi.
21 Mayıs 1864’ün 101 yıl süren Kafkas-Rus savaşlarının bittiğinin ilan edildiği ve günümüz Soçi sınırları içerisinde kalan Kbaada Vadisi’nde son savaşın yapıldığı tarih olduğu hatırlatılan açıklamada, Çerkesler ve tüm Kuzey Kafkasya halklarının kolektif hafızalarında bu tarihin soykırımın tarihi olduğu kaydedildi.
Açıklama Kuzey Kafkasya halklarına yönelik Rusya politikasının tarihsel gelişmine de yer verildi:
“Bir kolonyalizm ve yayılmacılık tarihi olarak Rusya, imparatorluğun güney sınırlarını Kuzey Kafkasya’ya hakim olarak genişletmek istiyor ve Kuzey Kafkasyalılar dahil bölgedeki tüm halkları köleleştirmek ve tebaası haline getirme amacını güdüyordu. Bu amaçla inşa edilen kaleler, steplerin kolonileştirilmesi, Kazak ve Rus yerleşimcilerin arttırılması gibi hamleler ile Kuzey Kafkasya’yı ekonomik olarak ambargo altında tutmaya çalışıyordu. Bu girişimler Çerkesler başta olmak üzere bölge halklarının Karadeniz dahil tüm ticaret yollarının kapatılmasıyla adeta kocaman bir tecrit coğrafyası yaratılıyor, açlık ve salgın hastalıklara zemin hazırlanıyordu. Bu askeri ve siyasi baskıyla bölgeyi terörize eden Rus Çarlığının temel hedefi Çerkeslerin savaşma azim ve iradesini kırmaktı.
Tüm bunlara rağmen savaşma azim ve iradeleri kırılamayan Çerkesya ve Kafkasya halkları ise son ana kadar yurtlarını savunmaya ve insanlık dışı işgal ve soykırıma karşı direnmeye devam ettiler. Rus Çarlığının amacı bir Rus subayının anılarında ete kemiğe bürünüyordu: ‘Bize Çerkesya lazım, Çerkesler değil.”
’21 Mayıs direnişin günüdür’
Çerkeslerin direnen son birliğinin bir Ahçıpsa yerleşimi olan Soçi, Kbaada vadisinde (Rusların deyimiyle Krasnaya Polyana’da katledildiği 21 Mayıs 1864 yılına gelindiğinde Çerkesler devasa Rus savaş makinesine karşı savaşı kaybetmiş, savaş yerini sürgüne bırakmış ama soykırım devam etmişti. Bu sürgün ve soykırım sırasında yapılan katliamlarda ve salgın hastalıklar neticesinde en az 625 bin insanın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Elimizde net rakamlar olmamakla beraber 1-1,5 milyon kadarı Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edilmiş olup bugün dünyanın farklı coğrafyalarında farklı ülkelerinde varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Soykırım neticesinde topraklarından koparılan Çerkesleri sürüldükleri topraklarda bir yandan hayatta kalma mücadelesi bir yandan da kimlik, dil ve kültürlerini devam ettirme mücadelesi bekliyordu. Bu mücadele asimilasyonist ve inkarcı ulus-devlet politikalarının da yıkıcı etkisi ile kimlik ve kültürel alanda ciddi erozyonları, hatta yok oluşları beraberinde getirmişti. Bunu en bariz örneği olan Ubıhça sürgün topraklarında yok olmuş bir dildir ve sürgün ve soykırımın devam ettiğini kanıtıdır.
Katliamlarla geçen 101 yılın sonucunda başta Çerkesler olmak üzere Kuzey Kafkasyalılar yurtlarından çıkarıldılar ancak vatanlarının ateşi yüreklerinde yanmaya devam etti. 21 Mayıs Çerkes Soykırımı ve Sürgünü bitmiş bir savaşın anması değildir. Faili, mağduru ve etkileri bugün de devam eden, hukuki bir tanımla, mütemadi bir suçtur. Gerek bölge halklarına yaklaşımı, gerek sürdürdüğü politikalar, gerek devlet sembolleri bakımından her yönüyle Rusya İmparatorluğunun devamı olduğunu iddia ve ispat eden Rusya Federasyonu ise bu soykırımın bugünkü muhatabıdır. 21 Mayıs 1864’le son bulmayan zulüm 2. Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen 1944 Çeçen, İnguş, Tatar, Karaçay, Balkar dahil pek çok halkın soykırıma uğratılması ve Sibirya’ya sürülmesi ile devam etmişti 1990’ların kaotik ortamında Çeçen savaşları ile neticelenmiştir. Bugün de anavatanımızın yanı başında Ukrayna’da 5 milyonu aşkın sivil insanı mülteci haline getiren yine aynı politikalar, aynı yayılmacılık ve aynı güvenlikçi perspektif olmuştur.”
“Bu soykırımın tanığı var, tanıyanı yok, anlatanı var, anlayanı yok, sorumlusu var üstleneni yok, adeta unutulmuş ya da unutturulmak istenilmiş bir soykırım gerçeği var ortada. Sanki 2 milyon Çerkes 1864 yılında kendilerini sürgüne göndermiş gibi müsebbibinin de de müşahidinin de kulakları sağır gözleri kör. Ancak soykırımın torunları ise halen hayatta ve bir kez daha yüksek sesle tüm dünyaya haykırmak istiyorlar: Bunun adı soykırım” denilen açıklamada, üzerinden geçen 158 yıl sonra 21 Mayıs’ların devam ettiği belirtildi; 21 Mayıs 2022’de saat 16.00’da Yenikapı Miting Alanı’ndaki mitinge çağrı yapıldı.
Change.org Türkiye‘nin düzenlediği Çevre Mücadelesinde Dijital Kampanyacılık Eğitimi, 21 Mayıs’ta maden kampanyaları özelinde gerçekleşecek.
Tek oturumdan oluşacak ve iki saat sürecek bu eğitimde maden kampanyalarında başarılı olmuş kampanyacıların katılımı ile deneyim paylaşımı yapılacak.
Eğitimde “Başarılı maden kampanyalarının sırrı nedir?”,”Maden konusunda birlikte kampanyalar başlatılabilir mi?” “Etkili bir kampanya nasıl başlatılır?” gibi konulara değinilecek.
Yerel ve ulusal sivil toplum kuruluşlarının mevcut kampanya ve savunuculuk kapasitelerini arttırmayı hedefleyen Change.org Türkiye, açıklamasında şunları söyledi:
Doğal yaşamı yok eden sayısız projenin yanı sıra iklim krizi ile birlikte orman yangınlarının, sellerin arttığı son yıllarda bu alanda atılacak adımlar her geçen gün çok daha önemli hale geliyor. Çevre mücadelelerinde pek çok kazanım elde edilmeye devam ediyor ama sayısı her geçen gün artan sorunlar için şimdi daha güçlü ve kararlı adımlar atmalıyız. Bu anlamda, Change.org Türkiye ekibi olarak 10 yıllık dijital kampanyacılık alanındaki deneyimlerimizi paylaşmak istiyoruz.”
Eğitimin programı şöyle:
21 Mayıs 2022 Cumartesi
11.00-11.20 Tanışma
11.20-12.00 Savunuculuk ve Kampanyacılık
Etkili Kampanyacılık İpuçları
12.00-12.10 Mola
12.10-12.30 Deneyim Paylaşımı:
Change.org’taki Maden Kampanyaları
12.30-13.00 Soru-Cevap
Eğitime tek kişi veya en fazla üç kişilik ekipler halinde başvurulabiliyor. Başvuru formunu doldurmak için son tarih 17 Mayıs 2022, saat 18.00.
Türkiye’de organik ürün üreticisi, kimyasal kirlilik dahil her türlü kirlilikle baş etmenin yolunu bulsa da, bilgi kirliliği ile baş etmekte zorlanıyor. İnternetteki “sözde organik” kirliliği yetmiyormuş gibi tarım zehirlerinin yasal limitlerde kullanılmasına izin verilen ”iyi tarım” ürünleri de, tarladan tezgaha bütün aşamalarda insan ve çevre sağlığına zarar vermediğine dair denetlenip sertifikalandırılmış organik ürün üreticilerinin zaten kısıtlı olan pazarında haksız rekabete neden oluyor.
Evde oturmuş, internetten alışveriş yapmaya çalışıyorum. Pek çok konuda olduğu gibi gıda konusunda da bilgi kirliliğinden geçilmiyor. Bilinen bir alışveriş sitesinde organik ürünler başlığına tıklıyorum. Karşıma ”doğal” olduğu veya organik yöntemlerle üretildiği belirtilen bir sürü ürün çıkıyor, hatta bazılarında ne doğal ne de organik yazıyor. Organik sertifikası olan birkaç ürün var. Ama çoğunun ne ürün açıklamasında ne de web sayfasında organik sertifikası bulunduğuna dair bir ibare var. Oysa Organik Tarım Kanunu’na göre, organik sertifikalı olmayan ürünlerin ”organik” adı altında satılması yasak.
Limitli tarım zehiri ve sentetik gübre uygulamalarına izin veren iyi tarım uygulamaları ile tarım zehiri ve sentetik gübre kullanımını yasaklayan organik sertifikalı tarım birbirinden tamamen ayrı üretim yöntemleri.
Bir başka siteye tıklıyorum. Doğal çiftlik yumurtası sattığını belirten bir çiftliğin gezen tavuk fotoğrafları ile dolu sitesinde sadece doğallık ve lezzetten bahsediliyor, tavukların kendi yetiştirdikleri buğdayla ve bazen de dışarıdan aldıkları yem takviyesi ile beslendiklerini anlatıyorlar. Buğdayı yetiştirirken sentetik gübre ve kimyasallar kullanıyorlar mı? Dışarıdan aldıkları yem GDO’lu olabilir mi? Bu konularda bilgi yok. Aynı sitede biberden tereyağına ev yoğurdundan meyveye kadar pek çok ürün var ama nasıl yetiştirildikleri, nasıl işlendikleri yazmıyor. Peki biz nereden bileceğiz doğal olduğunu? Üstelik doğalın bir tanımı ve standardı yokken… Bu konuda bilgi almak üzere, firmaya mesaj gönderiyorum. Bir ay bekliyorum, cevap yok.
Limitli tarım zehiri ve sentetik gübre uygulamalarına izin veren iyi tarım uygulamaları ile tarım zehiri ve sentetik gübre kullanımını yasaklayan organik sertifikalı tarım birbirinden tamamen ayrı üretim yöntemleri.
Türkiye’de organik ürün üreticisi, kimyasal kirlilik dahil her türlü kirlilikle baş etmenin yolunu bulsa da, bilgi kirliliği ile baş etmekte zorlanıyor; internetteki ”sözde organik” kirliliği, kontrollü ve sertifikalı organik üretim yapan üreticilerin zaten kısıtlı olan pazarında haksız rekabete neden oluyor. Doğal, naturel, köy ürünü gibi etiketlerle, hatta ”organik” olduğunu iddia ederek, herhangi bir denetime tabi olmadan internette satış yapabilenlerin neden olduğu haksız rekabet, insanla birlikte doğadaki tüm varlıkların sağlığını gözeten kriterlere bağlı kalarak sertifikalı organik üretim yapan üreticilerin pazar bulmasını ciddi ölçüde engelliyor.
Arz da talep de az, bilgi eksikliği fazla
Türkiye Kontrol ve Sertifika Kuruluşları Derneği (KSKDER) Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Avcı, Türkiye’de üretilen sertifikalı ürünlerin hak ettiği pazarı bulamadığını söylüyor. İç piyasada tüketilen ürün miktarının ihraç edilenden daha düşük olduğunu belirten Avcı, ”Organik ürünlere iç piyasada talep çok az. İnsanlar organik ürün hakkında yeterli bilgiye sahip değiller. O nedenle köy ürünü ya da doğal ürün adı altında daha uygun fiyattan satılan ürünleri tercih ediyorlar. Bu da gerçekten doğal yöntemlerle üretilen organik sertifikalı ürünlerin önünde bir bariyer oluşturuyor” diyor.
Marketlerin organik ürün rafları, sadece organik sertifikalı ürün satan birkaç dükkan ve e-ticaret sitesi, organik pazarlar ve çiftçiden doğrudan sipariş sistemleri gibi organik ürüne erişim kanalları Türkiye’de mevcut ancak yeterli değil.
Türkiye’de 1980’li yıllarda ihracat motivasyonuyla başlayan organik üretim, artan bir ivme gösterse de 40 yılda toplam tarımsal üretimin %1,5-2’sinden ileriye gidemedi. Kişi başına organik üretim verileri de, tüketici tercihlerinden öte, organik ürüne erişim konusunda yaşanan zorlukların göstergesi. Danimarka’daki pazarda gıda maddelerinin %13’ü organik sertifikalı iken ve bir kişi yılda ortalama 344 avroluk organik ürün tüketirken, bu sayı Fransa’da 174 avro, Kanada’da 93 Avro, Türkiye’de ise 1 avro.
52 bin 590 üretici 235 çeşit organik ürün üretiyor
Türkiye’de organik sertifikalı bitkisel üretim yapan üretici sayısı 2020 yılında, 52 bin 590’ye, üretim alanı (doğal toplama alanı dahil) 382 bin 665 hektara, ürün sayısı 235’e ve yıllık üretim miktarı ise yaklaşık 1 milyon 631 bin 943 tona ulaştı.
2020 yılı verilerine göre, ülke genelinde organik hayvancılık yapan işletme sayısı 110 adet (büyükbaş – küçükbaş – kanatlı işletmesi). Bu işletmelerde 7 bin 888 adet büyükbaş, 2 bin 454 adet küçükbaş ve 1 milyon 119 bin 823 adet kanatlı hayvan varlığı bulunuyor. Ayrıca 494 üretici tarafından 89 bin 128 adet kovanda 1 milyon 28 bin 39 ton bal üretildi. (Kaynak: Tarım ve Orman Bakanlığı, 2021).
Haksız rekabet, güven ve fiyat
Tarladan, köyden, teyzemin çiftliğinden, doğanın beşiğinden, dedemin mandırasından gibi doğallığı ve samimiyeti çağrıştıran çeşitli isimler altında satılan ve aslında nasıl yetiştirildiği bilinmeyen ürünlerin ”organik” adı altında satılması kontrollü ve sertifikalı organik yetiştiren çiftçileri haksız rekabetle karşı karşıya bırakmanın yanı sıra tüketicilerin organik ürüne yönelik güven sorunu yaşamasına da neden oluyor.
“Doğal”, ”köy ürünü” gibi etiketlendirmeler herhangi bir kritere bağlı değil. Türk Gıda Kodeksi Gıda Etiketleme ve Tüketicileri Bilgilendirme Yönetmeliği’nde, ”Gıdalar, tüketiciyi yanıltmayacak şekilde ve satın alacak kişinin bilinçli bir seçim yapabilmesini sağlayacak biçimde etiketlenmeli ve tanıtılmalıdır… Gıdanın etiketlenmesi, gıdanın nitelikleri açısından yanıltıcı olmamalıdır” ifadeleri yer almasına rağmen,”pastörize süt, UHT süt, siyah çay, bitki çayları, yumurta, bal, kahve, taze ve kurutulmuş, dondurulmuş meyve-sebze, yoğurt, natürel sızma zeytinyağı vb” gıdalarda doğal terimi kullanılmasına izin veriliyor.
Oysa herkesin “doğal” tanımı farklı: Kimine göre doğada kendiliğinden yetişmiş ürünler, kimine göre tarlada tarım zehrine, sentetik gübreye, serada hormona maruz kalmayanlar, kimine göre gıda katkı maddesi eklenmemiş olanlar doğal… Öte yandan bazı tüketiciler ve hatta üreticiler organik sertifikası olmayan ürünlerin ”organik” adı altında satılmasının yasak olduğunun farkında bile değil.
‘Güven eksikliği pazarın büyümesini engelliyor’
Uludağ Üniversitesi öğretim üyesi Prof.Dr. İbrahim Ak, ”Yaptığımız tüketici anketlerinde organik ürün konusunda ciddi bir bilgisizlik olduğunu saptadık” diyor ve ekliyor: ”Eğitimli kesimde bile bu konuda bilgi eksikliği var. Organik olmayan ürünlerin organik adı altında satılması da bu ürünlere güveni sarsıyor. Bu duruma, fiyatın diğer ürünlere göre daha yüksek olması da eklenince organik ürünlerin pazar bulması güçleşiyor.”
İnsan ve çevre sağlığına zararlı kimyasalların ve GDO’nun kullanılmadığına dair üretimin her aşamasında denetlenerek sertifikalandırılan organik ürünler; sertifika maliyetine eklenen yoğun emek, lojistik, raf ömrünün ilaçlanan ürünlerden daha kısa olması, standardı yüksek depolama maliyetleri ve sürümün az olması gibi nedenlerle, iyi tarım ürünleri ve diğer konvansiyonel ürünlerle fiyat konusunda rekabet edemiyor.
‘İyi tarım, organik tarıma engel oluyor’
Prof.Dr. Ak’a göre, ”Organik sertifikalı ürün pazarının önündeki en büyük engel, kontrol ve sertifikasyon sistemiyle yapılan iyi tarım”. İyi tarım sertifikası, yasal limitlerle tarım zehri ve sentetik gübre kullanan çiftçilere veriliyor.
Ayrıca organik tarımda iki-üç yıl süren geçiş dönemi iyi tarımda yok; anlaşma yapıldıktan sonra çiftçi, ilk hasadını iyi tarım ürünü olarak pazarlayabiliyor. Buna karşın yarattığı ”iyi” algısı nedeniyle organik tarım önünde engel oluşturuyor. ”İyi” ile ”organik” etiketleri arasında tercih yapan tüketici hem organik hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığı için hem de fiyat avantajından dolayı ”iyi” denilene yönelebiliyor. İbrahim Ak, Bakanlığın tüketicideki kafa karışıklığına ortam hazırladığını belirtiyor: ”Bir tarafta tarım zehirlerini ve sentetik kimyasalları reddeden organik, diğer yanda bu zehirleri limitli kullanabilirsin, diyen iyi tarım… Birbiriyle yan yana gelemeyecek bu iki yöntem Bakanlık’ta aynı daire başkanlığında yönetiliyor,” diyor.
Prof.Dr. Uygun Aksoy ise organik tarım ve iyi tarım dairelerinin bazı ülkelerde aynı daire altında yer alabildiğini, zira her ikisinin de tarım ürünlerinin kalite sistemi kabul edildiğini söylüyor: ”Buradaki sorun, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın her iki yöntemin birbirini engellemeyecek şekilde bir strateji geliştirmesi gerekliliği…”
Organik üretim yapan çiftçi destek istiyor
Organik üretim yapan çiftçiler iklim değişikliği, böcek istilası, hastalıklar, giderek artan yevmiyeler, ithal biyolojik preparat fiyatları, artan bürokratik işlemler ile uğraşırken bir yandan da ürünlerini pazarlama endişesi yaşıyor.
13 yıldır organik sertifikalı üretim yapan Özgür Andaç, şunları anlatıyor: ”Tarladan tezgaha ciddi bir iş yükünü göğüslüyoruz. Tohumunu ek, çapasını yap, böceğini elle topla, gece domuz bekle, hasadını yap, sertifika konusunda bir sürü bürokrasiyle uğraş, evrak doldur, pazara ürün götürmek için şoförlük yap, bütün gün soğukta sıcakta tezgahta durup pazarcılık yap… Bütün bu işler bizim üzerimizde. Organik sertifikalı üretim yapan çiftçinin ürünü pazara ulaştırabilmek için yaşadıklarını da şöyle aktarıyor Andaç:
“Organik ürün yetiştiren çiftçi ürününü Şişli %100 ekolojik pazara ulaştırabilmek için hafta boyu tarlada gündüzlü geceli çalışır, sonra cuma günü hasat yapıp, o yorgunlukla direksiyona geçer, saatlerce yol alır, sabahın 2’sinde ekolojik pazara gelir, üç-dört saat dinlenip tezgahını kurar, gün boyu satış yapar, otelde kalacak parası yoktur, arabada yatar, ertesi gün Küçükçekmece pazarında saatlerce ayakta satış yapar ve sonra yeniden direksiyona geçip köyüne, tarlasına döner. Bu her hafta böyle tekrarlanır.”
Özgür Andaç’a göre, pazarın bir türlü genişleyememesinin nedeni, organik sahteciliğinin tüketicide neden olduğu kafa karışıklığı… Andaç, kendileri bu zorlukları yaşarken internette nasıl yetiştiği belli olmayan ürünlerin organik adını ve fiyat avantajını da kullanarak satılmasının hem organik ürün çiftçisini hem de organik ürün piyasasına zarar verdiğini söylüyor: ”Organik sertifikalı üretici bu kadar emek verirken, birileri nasıl üretildiği belli olmayan ürününü bir instagram hesabından organik diye satıyor, üstelik organikteki maliyetleri olmadığı için daha düşük fiyattan… İnsanlar da ucuza organik buldum diye onları alıyor. Organik sertifikalı ürün için binbir emek veren bizler en çok fiyat dezavantajından ötürü bu ürünlerle rekabet edemiyoruz.”
Bazı organik üreticiler de güven sorununun aşılması için, tağşişli ürünlerde olduğu gibi, sahte organik etiketiyle ürün satanların da kamuoyunda teşhir edilmesi gerektiğini belirtiyor.
Sonuç olarak haksız rekabetten bilgi kirliliğine, yüksek maliyetlerin neden olduğu fiyat dezavantajından verilen desteklerin azalmasına kadar organik sertifikalı ürün pazarının önündeki engellerden en büyük zararı, organik üreticiler ve sağlıklı ürüne ulaşmaya çalışan tüketici görüyor.
Yeşil Mutabakat çözüm olabilir mi?
Elbette ideal olan, herkesin zehirli kimyasallarla üretilmemiş sağlıklı ürünlere tüm pazarlardan makul bir fiyata erişebilmesi… Ancak bu ideal, tarımsal üretimde tamamıyla kontrollü ve sertifikalı organik üretime geçilmesini hedefleyen politikaların hayata geçirilmesiyle gerçekleşebilir.
AB, Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nda organik alanları artırma hedefini, iklim değişikliğine uyumla (karbon nötr hedefi) birlikte sağlıklı gıda üretimine yönelik en etkili yöntem olarak seçti. Türkiye’nin de AB uyum sürecinde takip ettiği, Yeşil Mutabakat Eylem Planı’na göre “2030 yılına kadar organik tarım üretim alanlarının ve üretim miktarlarının artırılması” hedefleniyor. Bu hedefe ulaşmak için de öncelikle sahteciliğin önüne geçilmesi ve organik sertifikalı ürün pazarının genişletilmesi gerekiyor.
Organik sahtecilikle mücadelede, üretim ve depolama kanallarını denetleyen hükümetin satış kanallarını da denetlemesi gerektiğini belirten KSKDER Başkanı Mustafa Avcı, tüketicinin bilgilendirmesi ve Avrupa ve ABD’de olduğu gibi organik sertifikalı ürün satışında özelleşmiş marketlerin yaygınlaşmasının önemine işaret ediyor.
İbrahim Ak ise ”AB Yeşil Mutabakat metnine göre, organik tarım alanlarının 2030 yılına kadar %25 artırılması hedefleniyor. AB uyum sürecinde olan Türkiye’nin bitkisel üretimde sekiz yılda bu hedefi yakalaması çok zor. Ama sadece Doğu Anadolu’da 5 milyon hektara yakın mera, organik tarıma geçirilebilir. Bu yapılırsa organik hayvancılık konusunda ciddi bir gelişme sağlarız” diyor.
Organik ürünün daha fazla tanıtıma ihtiyacı olduğunun altını çizen Ak’ın şu sözleri, tarım politikalarımızla ilgili gerçeği de gözler önüne seriyor: ”Halkın sağlığını düşünmek devletin işi. Sağlıklı üretim ve ürünlere erişim konusunda yol gösterici ve destekleyici olması gerekir. Galiba organik üretimin gelişmesi de AB zorlamasıyla olacak.”
Yıllarca kullanılan tarım zehirleri birer birer yasaklanıyor
Tarım zehiri pestisitlerin (böcek, mantar, ot vs öldürücüler) piyasaya sürülmeden önce zararlı olup olmadıklarını anlamak için çeşitli testlere tabi tutuldukları söylense de yapılan çalışmalar bu testlerin yetersiz olduğunu, insan sağlığına ve doğaya verilen zararın devam ettiğini ortaya koyuyor. Geliştirilen hassas cihazlarla pestisitlerin kalıntıları veya etkileri daha açık olarak ortaya konuyor.
Türkiye tarımında kullanımına izin verilip yıllarca uygulandıktan sonra, 2010 yılından itibaren 200’e yakın pestisit etken (aktif) maddesinin yasaklaması da, bu testlerin ve pestisit ruhsatlandırma sürecinin yetersizliğini gösteriyor. Örneğin, 1990’lı yılların başında son derece güvenilir ve zararsız olarak nitelenerek piyasaya sürülen neonikotinoid grubu pestisitler, arılar başta olmak üzere uçucu böceklere büyük zarar veriyor.
Pestisit kullanımı biyoçeşitlilik kaybı, tarımsal üretime zarar veren canlıların pestisitlere direnç geliştirmesi, zararlı sayısında artış, akut (hızlı başlayan ve kısa süreli) ve kronik (uzun süren hatta hayat boyu devam eden) sağlık zararları, toprak ve su varlıklarında kalıcı kimyasal kirlilik gibi bir dizi çok önemli soruna neden oluyor. Pestisit kullanımı öncelikle çiftçiler, tarım işçileri ve onların çocuklarının sağlığına zarar veriyor. Pestisitlerin yol açtığı sorunların giderilmesi için agroekolojik yöntemlere ağırlık vermek gerekiyor.