Ana Sayfa Blog Sayfa 79

Depozito iade sistemi: Devasa yatırım, minimum etki

Plastik poşet ile ilgili düzenleme ihtimali ilk konuşulduğunda heyecanlanmış ve “işte sonunda Türkiye de plastik kirliliği açısından bazı konularda adım atma cesareti gösterecek” diye sevinmiştik. Ancak sevinç kısa sürdü. Çünkü dağ fare doğurdu ve yasaklanması ya da bir plan dâhilinde yasaklanmasını beklediğimiz plastik poşet için şu sıralar hiçbir etkisi kalmamış olan 25 kuruş düzenlemesi geldi.

Nedeni anlaşılmaz bir şekilde (nedeni biliniyor ama neden bu nedenlere boyun eğildiği anlaşılmıyor) hala plastik poşetin fiyatı 25 kuruş ve komik bir şekilde bu fiyat istikrarından da övgüyle bahsediliyor. İşte plastik poşetle ilgili ortaya çıkan ve sonrasında da tarumar edilen umut ve heyecanın bir benzeri şu sıralar depozito iade sistemi üzerinden -bende olmasa da birçok insanda- yeniden ortaya çıkmış vaziyette. Önce benim neden heyecan duymadığımı anlatmam gerekiyor:

Öncelikle sistem daha baştan eksik ve hatalı kurgulanmış, sadece bir sektörün ihtiyaçlarına hizmet etsin diye kriterleri belirlenmiş ve sosyal gerçekliklerden kopuk bir mühendis yaklaşımına hapsedilmiş. Dünyadaki örnekleri incelemekle övünülürken Türkiye gerçekliğinden kopulmuş ve sadece perakendeci çıkarları ile geri dönüşümcü çıkarları göz önüne alınmış. Gerek model kurgulanırken gerekse de sonrasındaki arama toplantılarında, dar bir hizipçilik anlayışı hâkim olmuş ve sadece sektöre özgü bir katılımcılık ve belirleyicilik tercih edilmiş. Bugün geriye dönüp bakıldığında projenin fizibilitesini yapanlar bile sürecin dışında birer dış kapının mandalı misali, ortaya çıkan garabet sistemi izlemekle yetiniyor. Çünkü bu tarz yaklaşımların beklenen sonucu budur. Yeteri katılımcılığı sağlamaz, küçük olsun benim olsun, “ben zaten mühendisim her konuyu bilirim” der, riski ve sorumluluğu da kimse ile paylaşmazsan sen de en sonunda sistemi dışarıdan izlediğinle kalırsın. Belki tatmin edici bir danışmanlık ücreti alır ve gerekli çıkarı elde edersin ama ortaya çıkan sistemin başarısızlığının da mimarı olmuş olursun.

Türkiye’deki depozito sistemi nasıl çalışıyor?

İşte bunları en başından beri izleme ve takip etme şansım olduğu için bu sistemin ilanı beni heyecanlandırmadı. Bir diğer sebep de 2020 yılından beri neredeyse her yıl “başlıyor” diye ilan edilen ancak bir türlü başlamayan bir sistemin başarılı olma şansının olamayacağına olan inancımdır. Bakalım 2025 yılında sistem nasıl olacak ve gerçekten de beklenilen etkiyi yaratacak mı?

Bana sorarsanız halkta da beklenen etki ortaya çıkmayacak. Neden mi? Bunun birçok nedeni var. Bunları açıklamadan önce Türkiye’deki depozito sisteminin çalışma prensibine biraz değinmekte fayda var.

Sistem temel olarak perakendeci sorumluluğunda yürüyecek olup ambalajlı (PET, cam ve alüminyum) içecek üreten firmaların üretip piyasaya sürdükleri ve sisteme dâhil olacak ambalaj sayılarına dayanıyor. Bu ambalajların toplanması için de 400 m2’den daha büyük perakendeciler bu cihazlar için yer ayırmak zorunda. Siz de PET, cam ve alüminyum ambalajları sisteme koyduğunuzda 25 kuruş geri ödeme alacaksınız. Sonra da onu harcayacaksınız. Dolayısıyla burada bir perakendeci işletme gideri söz konusu. Ancak bu gideri depozito sistemi mi karşılayacak yoksa farklı bir mekanizma mı olacak net değil. Perakendeci için de ciddi bir handikap. Onlar da ya hizmet bedeli verin ya da toplanan malzemeyi biz satalım hesabındalar.

Bu ikinci öneri ters lojistik sistemiyle yapılabilitesi olan bir şey. Herkes kendi ekmeğinin peşinde aslında. Kimsenin derdi çevre değil. Aslında buradan nasıl rant elde ederiz yaklaşımı en önemli motivasyon. Bu sadece Almanya’da benzeri olan bir sistem. Bu sistem için de çok ciddi bir mekan planlaması lazım. Hali hazırdaki büyük marketler belki depolarının bir kısımını bu makinalar ve arka odaları için ayırabilirler ama oldukça zor bir iş.

Daha yaygın olanı ise toplanan ambalajların kar amacı gütmeyen kuruluşlar tarafından organize edilmesi ve perakendeciye de belirli bir hizmet bedelinin sistem üzerinden ödenmesi. Olayın finansal işleyişi ise şu şekilde olacak. Örneğin bir içecek üreticisi, içeceklerini 1lt’lik ambalajlara koyup satıyor. Diyelim ki 1000 tane ambalajı piyasaya sürdü. İşte üreticiler daha sistem aktifleşmemişken bile yani geçen yıldan beri Depozito Katılım Payı adı altında bu bedeli ödüyor. Bu payı ödeyenler daha önceki geri kazanım payını ödemiyor. Ayrıca diyelim ki depozito iade sistemi ile 500 tanesi toplandı. Yılsonunda içecek üreticisi tarafından ayrıca ödemesi gereken miktar da toplanmayan ambalajın bedeli kadar olacak. Böylelikle hem GEKAP, hem DEKAP hem de geri dönüşüm bedeli ile bir finansal gelir üretilecek. Dolayısıyla devlet toplanan ambalajın parasını hem üreticiden hem de geri dönüşümcüden, toplanamayan ambalajın parasını da üretici sorumluluğu adı altında yine içecek üreticisinden alacak.

Ne şeffaflık var ne de hedef

Aslında GEKAP adı altında Maliye eliyle dört yıldır kullanım ömrü sonunda atık olan her türlü ürün için ürünü piyasaya sürenden ücret toplanıyor. İsmi de üretici sorumluluğu. Bu toplanan paranın yüzde 25’i Çevre Ajansı’na gidiyor ancak kalan yüzde 75’in akıbeti meçhul. Muhtemelen deprem için toplanan paralara olan şey, çevre ve atık yönetimi için toplandığı iddia edilen GEKAP parasına da oluyor. Yani geçiş garantili otoyol ve havaalanı ödemelerine. Üstelik biz bu yüzde 25’lik miktarın da nasıl harcandığını bilmiyoruz. Muhtemelen o da bazı partili belediyelere aktarılıyordur. Yani ortada sıfır şeffaflık var. Oysa depozito sisteminin olmazsa olmazı şeffaflık. Şeffaflık demişken Türkiye’de ambalaj atıklarına dair de resmi veri yok. Sadece bakanların ve ambalaj sanayicilerinin sözlü beyanları var. Dolayısıyla ambalaj verisine dayalı olması gereken bir sistem olan depozito iade sistemi sıfır veriyle yürütülecek. Bu da tüm dünyanın yaptığı “hedef koyma” stratejisinin bizde olmaması anlamına geliyor. Yani biz yılsonunda kadar şu kadar bundan toplayacağız gibi resmi ve stratejik bir hedefe sahip değiliz.

Peki neden bu sistem ölü doğacak?

Öncelikle 25 kuruş bedelin hiçbir anlamı yok. Bunu anlamak için poşet uygulamasına bakmanız yeterli. Artık kimse “poşet paralı aman poşet almayayım” demiyor. Allah ne verdiyse alıyor. Zaten 25 kuruşu yolda görseniz almazsınız. Depozito, ürüne verilen ambalaj parasının tekrar geri alınması demek. Yani tüketici tükettiği ürünün ambalajını geri götürsün, üretici de tekrar doldursun amacını güdüyor. Burada tabii çok yüksek bir meblağ da sıkıntı yaratabilir. Sahtecilik biliyorsunuz ülkemizde pek sevilen bir pratik. Dolayısıyla kararında bir ücret belirlenseydi biz de bunu konuşmuyor olacaktık.

Aslında depozito sistemi ilk ortaya çıktığında temel amaç tekrar doldurulabilir şişeleri bedeli karşılığında geri toplamaktı. Bu sistem birçok ülkede hala aktif. Zaten kelime anlamı da bu, ancak bizde kurgulanan sistemin bu yaklaşımla uzaktan yakından ilgisi yok. Bu da işte toplama motivasyonunun oluşmamasının ana nedeni olacak. Motivasyonu olmayan bir sistem de ölü doğmuş demektir. Halbuki olması gereken her bir ambalaj için farklı bir ücret belirleyip bunu da ambalajın üzerine yazmaktı. Bu ücretler de tabii ki 1 liradan az olmamalıydı. Bir de bu sistemin uygulamaya sokulmasıyla beraber ambalaj yönetmeliğinde de özellikle ambalajların boyuyla ilgili bir düzenleme ve sınırlama getirilmesi gerekiyordu. Özellikle 0.5 l’lik ambalajlardan daha küçük ambalajlara sıvı konulmasının yönetmelikle yasaklanması ve benzer içecek gruplarında da standart ambalaj uygulamasına gidilmesinin zorunlu kılınması gerekiyordu.

Bunların hiçbiri yapılmadı, çünkü sistemin kurgulanma amacı ambalaj kaynaklı atığın azaltılması değil, kimin neden ne kadar nemalanacağının pastasının oluşturulmasıydı. Öyle olmasaydı tüm planlama sadece para üzerinden kurgulanmazdı. İşin bir diğer garip tarafı da meselenin karmakarışık bir finans sistemi ile yönetilecek olması. Emlak Bankası alt yapısını kullanıp millete hesap açtırıp kart bastırıp sonra da onun üzerinden 40 şişe toplayınca birikecek bir ekmek parasını kullandırmak, deveye hendek atlattırmak ile eşdeğer. Yahu işi neden bu kadar karman çorman bir hale getirirsiniz? Anlaşılan o ki sistem ne kadar karmaşıklaşırsa bölüştürülecek pastanın boyutu da o kadar artacak.

‘En kirli plastikler’ kapsam dışı bırakılmış

Diğer bir neden de sistemin sadece geri dönüşümcülerin çıkarı gözetilerek kurgulanmış olması. Biliyoruz ki Türk plastik sektörü ve cam sektörü tekrar doldurulabilir ambalaj üretimine cepheden karşılar. Çünkü böyle olursa üretim hacimleri düşecek ve böylelikle astronomik kar ettikleri sistem sürdürülemeyecek. Dolayısıyla sistemin geri dönüşüme adapte edilmesi onların da sorumluluğunu minimize edecek ve karlılıklarını da aksine arttıracaktır. Oysa yapılması gereken ilk şey sistemin tekrar doldurulabilir ambalajı teşvik edecek şekilde olmasıydı. Ayrıca depozito iade sistemi PET, cam ve alüminyum kutulardan başka hiçbir ambalajı kapsamıyor. Bunun nedeni sistemi tasarlayan ve kurgulayanların herhangi bir araştırmasına ya da çevrede en fazla kirlilik yaratan ambalajların bunlar olduğunu tespit etmelerinden kaynaklanmıyor. Nedeni sektörel hakimiyet ve karlılık. Yani meseleyi kim domine etmişse sistem de onun çıkarı gözetilerek kurgulanmış.

Ayrıca en başta da yazdığım gibi sistem tasarlanırken yeteri katılımcılık sağlanmadığı için plastik kirliliği konusunda Google bilgisi ile yetinilmiş ve hangi ambalajlar hangi oranda kirliliğe neden oluyor gibi bir hesap hiç dikkate alınmamış. Türkiye’deki yıllık yaklaşık olarak 30 milyar adet ambalajlı içecek tüketildiği ve bunların içerisinde depozito iade sistemine dâhil edilecek miktarın ise 18 milyar adet olacağı tahmin ediliyor. Kalan yaklaşık 12 milyar adet ambalaj ise bu sistemin dışında tutulacak. Bunlar da en kötü plastik türleri. Çünkü plastik kirliliği araştırmalarında özellikle PE tipteki plastik ambalajların en fazla kirlilik yaratan ambalajlar olduğunu biliyoruz. Anlaşılan o ki sistemi kurgulayanların bu bilgiden haberi yok.

Bu sistemle PET dışı plastik ambalajların yoğun kullanıldığı sektörlerdeki tüketim ve tetra pak ambalajlar dikkate alınmamış. Yani olayın çevre kirliliğinin önlenmesiyle pek bir ilgisi yok.  Ancak girin depozito sisteminin web sitesine, sistemin motivasyonu önce çevreyi korumak sonra da ekonomik gelir elde etmek olarak ifade edilmiş. Sözde böyle ama icraatta tam tersi. Çevre kirliliğinin önlenmesi isteniyorsa önce en problemli olanlarla işe başlanması beklenir. Ancak niyetiniz çevre ise bu böyle. Ancak görünen o ki böyle bir niyet hiç oluşmamış. Ayrıca neden başka ülkelerdeki uygulamaları hep geriden takip ederiz anlamak mümkün değil. Madem bir sistem kurgulanıyor, mevcut örneklerden bir adım ötesini uygula ne diye en kötü ve etkisiz olanı tasarlarsın ki?

‘Nemalanacak pasta’nın boyutunu artırma hamleleri

Bir diğer sorun da kurulum için 400 m2 şartı. Yani 400 m2’den daha büyük mağazaların bu sistemi kurmaları zorunluluk altına alınmış. Aslında perakendecinin yükümlülük altına alındığı ilk ve tek sistem bu. Dolayısıyla bu oldukça önemli bir sistem. Çünkü perakendeci sorumluluğunun olması sistemin başarısı için büyük bir avantaj. Ancak mantar gibi türeyen 3 harfli marketler gerçeğini düşünürsek bu sistemin özellikle kırsalda kurulumunun yapılmadığı bir durum ortaya çıkacak. Al sana kocaman bir bölgesel adaletsizlik sorunu. Bir de nüfus değil de metrekare bazında bir yaklaşım, perakendecilerin 390 m2 kurgusuyla bu sistemden kaçınmalarına neden olabilecek. Göreceksiniz ki birçok il ve ilçede bu sistem sadece bir ya da iki yerde kurulabilecek. Dolayısıyla sistemin yayınlaşmasının önünde önemli bir tehdit bu. Bunun yerine kişi başı ambalajlı içecek tüketimi üzerinden bir yaklaşım benimsenerek bu sistem kurgulanmış olsa o zaman böyle bir risk de olmamış olacaktı. Marketler için de asgari alan şartı konulduğunda perakendeciye kaçacak bir alan da bırakılmamış olunurdu. Ancak dediğimiz gibi ortada ne bir irade ne de doğru düzgün bir veri yönetimi yok.

Sistemin başarısız olmasına neden olacak etmenlerin yanında diğer bir sorunu da anlamsız masraflar için milyonlarca para harcanmış olması. Biliyorsunuz artık depozito iade sistemine dâhil olacak ambalajların üzerinde özel bir etiket var. Bu etiket özel bir mürekkep ile basılmış. Bu tür sistemlerin özel bir logosunun olması gayet doğal ancak bunun için amacı bambaşka olan bir mürekkepleme yaklaşımının uygulanması akla başka soru işaretleri getiriyor. Yani belirlenen ambalaj bedeli çok yüksek dolayısıyla sahtekârlıkları önleyeceğiz diye düşüneyim diyorum, ama o etiketin sahtesini üretmek bile 25 kuruştan daha fazla maliyet içerir. Peki, amaç nedir? Hangi sahteciliği önleyecek bu mürekkep? Örneğin AB içerisindeki ülkelerde dolaşım serbestliğinden dolayı ülkeler arası ambalaj geçişlerinin sistemi aksatmasını önlemek için ve ambalaj ücretleri kayda değer bir ücret olduğu için güvenlik mürekkebi kullanılıyor. Ancak Türkiye gibi kimseyle serbest geçiş anlaşması olmayan ve ambalaj ücretinin de bir anlamının olmadığı bir ülke için böyle bir mürekkep kullanılmasının nedeni akıllara acaba buradan bir ihale mi devşirildi sorusunu getiriyor. Üstelik mürekkebin fiyatına ve etiketlemenin bedeli hakkında da yeteri bilgimiz yok. Belki de şişe başına 25 kuruştan fazladır. Dediğim gibi işleri karmaşıklaştırmanın altında muhtemelen nemalanacak pastanın boyutunu artırmak yatıyor olabilir.

Ne yapmalı?

Peki, bir depozito iade sisteminin başarılı olabilmesi için neler olmalı? Bunun için birkaç faktör var ki bunların hiçbiri bizdeki sistemde dikkate alınmamış.

  • Öncelikle tüm içecek ambalajlarının sisteme dâhil edilmesi ve anlamlı bir ücretinin olması gerekliliğidir.
  • Sistem için kurgulanan geri ödeme yöntemi mümkün olan en basit şekilde olmalıdır.
  • Üretici sorumluluğu ile birlikte kurgulanmalı ve sistemin finansmanının sağlanmasına yarayacak bedeller belirlenmelidir. Örneğin soda üreticisi şirketler ürettikleri küçük ve renkli şişeler nedeniyle daha fazla bedel ödemeliyken böyle bir sistem yok.
  • Şeffaflık ve hesap verilebilirlik ilkesine dayanmalıdır. Yani burada da sistemde toplanamayan ya da toplanan ambalajdan kaynaklı olarak biriken para mesela otoyol ya da inşaat amaçlı değil sistem için kullanılmalıdır.
  • Bütünsellik arz ederek takibi kolay bir şekilde kurgulanmalıdır. Böylelikle her yıl b.ir önceki yılın hedefleri aşılabilir.
  • Tekrar kullanılabilirlik ve doldurulabilirliğe uygun olmalıdır. Aslında sistem sadece bunun için kurgulanmalıydı ve zaman içerisinde de tüm üreticileri tekrar doldurulabilir ambalaja geçmeye zorlamalıydı.

Depozito iade sistemi maalesef bunların hiçbirini göz önünde bulundurmadığı için ölü doğacak bir yatırım. Ancak hala geç değil. En azından sistem için bir iki küçük düzenlemeyle sistemin işlevselliği artırılabilir. Bunlardan ilki sisteme dâhil olacak ambalaj türlerinin kullanıldığı ürünlere getirilecek vergi muafiyeti. Yani eğer ki bu ürünler yüzde 1 ile vergilendirilir ise fiyat avantajından dolayı vatandaşın bu ürünleri tercih etmesi sağlanır ve üreticilerin de daha fazla ambalajı sisteme uygun hale getirmesi sağlanır. Bu durum toplama oranlarını da arttırabilir. Böylelikle oluşan vergi kaybı toplanan ambalajın geri kazanımıyla karşılanır.

Bir diğer husus da sistemin tekrar doldurulabilir ambalajlar için revize edilmesi. Yaklaşık cihaz başına 5000€ gibi bir ücret ödenmesi planlanıyor. Bu parayı henüz ödememişken cihaz tasarımını tekrar gözden geçirmekte fayda var. Ayrıca üreticileri de tekrar doldurulabilir ambalaja yönlendirecek teşvik mekanizmaları oluşturulabilir. Son olarak da tüm içecek ambalajlarının sisteme dâhil edilmesi gerekiyor. Hatta sadece içecek ambalajları değil temizlik, hijyen vb. amaçlarla üretilen ve şişeyle satılan ürünler de sisteme dahil edilmeli. Hatta tekrar doldurulabilirlik şartı ilk olarak o ambalajlara getirilmeli. Bunlar yapılmazsa milyarlık yatırımlar boşa gidecek ve yeni bir sorunumuz daha olacaktır.

Bu arada Mehmet Şimşek’e de bir vergi önerisi yapalım bu vesileyle. Depozito bedelini 1 lira yapıp onun da yüzde 20’sini vergi olarak alabilirler. Az para değil hani.

Sömürü ‘trendi’

Tekstil ve giyim endüstrisinin yıllar içinde sağladığı büyüme son yıllarda hızlı modanın etkisiyle daha da arttı. Aşırı üretim, aşırı tüketim, ucuza giyim ile karakterize hızlı modanın perde arkasında aynı zamanda işçi sömürüsü, petrokimya, iklim krizi, yoksulluk, toprak, çevre ve su kirliliği var.

Hızlı moda nasıl çalışır?

Hızlı moda kavramı 90’larda doğdu ve o zamandan beri artan bir tüketimle dünyayı ele geçirdi. Daha öncesinde vitrinlerde yalnızca sezonluk, mevsimlik ürünler yer alırken İspanyol giyim markası Zara’nın iki haftada hazırlanabilen koleksiyonlarıyla giyim eşyası üretimi ve tüketimi tamamen değişti. Tasarımından vitrine gelişi iki hafta süren koleksiyonun, üstelik de çok ucuza nasıl üretilebildiğine baktığımızda elbette arkasında kirlilik, sömürü, takipsizlik, denetimsizlik, kirlilik, atıklar, eşitsizlik var.

Hızlı moda markaları, daha ucuza daha çok çeşit ürün üretebilmek için ürünlerini işçi haklarını yok sayan, yoksul ülkelerdeki tedarikçilere ürettiriyor. Müşteri kapabilmek için birbirleriyle yarışan fabrikalar fiyatlarını daha da düşürebilmek için daha ucuza, güvencesiz, daha az işçi çalıştırıyor. Uzun saatlere, yan haklarından, güvenceden ve asgari geçim ücretinden yoksun, hakkını aradığında her an işsiz kalabileceği tehdidi altındaki işçiler de mecbur oldukları için bu koşullar altında çalışmaya devam ediyor.

Tekstil endüstrisinin kirli normallerini burada yazmıştım.

İşçilerin haklarını elde edebildikleri, insani çalışma koşullarının sağlandığı koşullarda giyim eşyalarının bu fiyatlara üretilebilmeleri mümkün değil. İşçilerin sömürüsü, tüketicilerin ucuza daha çok giyinebilmesini sağlıyor.

 Tedarik zincirinde şeffaflık talepleri

Tekstil endüstrisinde işçi haklarına dair mücadelelerin ilk taleplerinden birinin tedarik zincirinde şeffaflık olmasının sebebi boşuna değil. Dünyaca ünlü hızlı moda markaları yalnızca tedarikçiyle yaptığı iş anlaşmasına bakıyor, sözde bu fiyatların nasıl bu kadar düşük olabildiğini, fabrikanın iç işleyişini bilmediğini iddia ediyor. Oysa tam da bu danışıklı dövüş sayesinde milyonlarca dolarlık pazar payı elde ediliyor, hisselerin değeri artıyor, dolaplar ve vitrinler dolup taşıyor ve işçiler sömürülüyor.

Rana Plaza çöktüğünde de birçok marka orada üretimleri olduğunu reddetmişti, ta ki enkazda etiketleri ortaya çıkana kadar. Üstelik bu sorumluluk adımlarının gerçekliğine de güvenmek pek mümkün değil. Rana Plaza çöküşünden sonra  işçilerin güvenliğini asgari düzeyde sağlamayı gerektiren anlaşma ACCORD 6 yıllık yenileme süresi dolduğunda markaların fiyat düşürme baskısı yüzünden Bangladeş’te neredeyse yenilenmeyecekti.

Hak mücadeleleri ve sivil toplumun baskısıyla adımlar atılıyor görünse bile malesef kimi zaman reklam kampanyalarının arka planında bu adımların gerçek olmadığını görebiliyoruz. Pandemide işçilerine paralarını ödemeyen Nike gibi birçok marka, endüstrinin insani yaşam koşullarının altında bir standartta tutulmasını bilerek sağlamaya çalışıyor. #PayYourWorkers kampanyası dünya çapında giyim endüstrisine taleplerini iletiyor. Markalar tişört başına 10 sent daha fazla işçilerine ödeyerek asgari geçim ücretlerini sağlayabilecekken bunu bilerek ve direnerek yapmıyor.

Türkiye’de de şu anda Levi’s markasına üretim yapan Özak tekstil işçileri de aynı haksızlığa direniyor. Özak tekstil sendikaya üye olan işçilerini işten çıkardığında, polis şiddetine maruz bıraktığında, bastırmaya çalıştığında Levi’s verdiği sözleri tutmuyor. Özak tekstilin üretim yaptığı tek marka olmasına rağmen sessiz kalıyor.

Tüketiciler sistemin neresinde yer alıyor?

Şeffaf olmayan tedarik zincirleri reklam kampanyalarıyla boyandığı için giyilen tişörtle işçi sömürüsünün, iklim krizinin bağlantısını kurmak zor olabiliyor. Bunun sonucunda sorumluluk hissi de azalıyor. Oysa bu bilgiler de, hak mücadelelerinin sesi de satın alınan ucuz giysilerle aynı yerde, tek tıkla ulaşılabilir uzaklıkta.

Nike hâlâ işçilerinin parasını ödemedi, Levi’s Türkiye’de işçi sömürüsüne göz yummasının yanı sıra ACCORD’u hâlâ imzalamadı, Victoria’s Secret uzun mücadeleler sonucunda işçilere haklarını ödemeyi kabul etti, Yves Rocher Fransa’da FlorMar direnişi olarak bildiğimiz işçilik haklarının ihlali sebebiyle yargılanıyor.

Dijital dünyada bu bilgilere kolayca ulaşmak mümkün, önemli olan bu bilgilerle yaptığımız tercihler.

Gönüllüler, Istrancalar’da yaban hayatı için ‘tuz seferberliği’ başlattı – Göksal Çidem

Istranca dağlarının Kırklareli il sınırları içindeki bölümünde 2 bin 117 bitki türü ve 2 bin 062 hayvan türü olmak üzere toplam 4 bin 179 tür canlı tespit edildi.   Istrancalar, bu nedenle çok çok önemli bir doğal varlığımız.

Istrancaların yaklaşık üçte ikisi Türkiye sınırları içinde bulunuyor. Bulgaristan‘daki Istranca Park Alanı bin 161 kilometre kare olup biyosfer rezerv alanı. Türkiye Istrancaları ise bin 970 Km2’lik bir alanı kaplıyor.

Üçte birlik Bulgaristan Istrancaları, 1995 yılında biyosfer rezerv alanı ilan edildiğinden bu yana, dağdaki flora, fauna, doğal, sosyal ve kültürel yaşam korunuyor.

Tüm bunların yanında tüm çeşitliliği ile devam eden iç su ve karasal ekosistemin parçası olan yaban hayvanlarının sağlıklı gelişmesi ve üremesi için yaşam alanları da koruma altında ve hayvanların sağlıklı ve güvenli bir ortamda hayatlarını sürdürmesi sağlanıyor..

Bunu da çok basit ve maliyetsiz önlemlerle başarıyorlar.

Tuz, yaban hayvanları için neden önemli?

Örneğin, yaban hayvanlarının sağlıklı gelişmesi ve üremesi için beslenme ve üreme alanlarına, çayırlık kenarlarına, su kaynaklarına yakın bölgelere erişebilecekleri yükseklikte ağaçlar arasına yaban hayvanlarının yalamaları için kaya tuzu bırakılıyor.

Tuz yaban hayvanları için büyük önem arz ediyor.

Uzmanlar hayvanlar için “yalama tuzu”nun önemini şöyle açıklıyor:

“Tuz ve mineral madde eksikliğinde; iştah azalır, büyüme yavaşlar, süt ve et üretimi düşer, üremede sorunlarla karşılaşılır, immun sistem zayıflar ve hayvanlar hastalıklara açık hale gelir.

Sürekli kaya tuzu kullanan hayvanlarda ise mineral eksikliğinden doğan gıda kıymeti olmayan maddeleri (taş, toprak, kemik, poşet, bez vs) yeme ve yalama olaylarına rastlanmaz. Bu alışkanlıklardan kaynaklanan ishal vakaları da önlenir.”

Türkiye’de ‘solüsyonlu tuz’a mahkum kalıyorlar

Geyik, koyun, keçi, sığır ve fil gibi hayvanlar kalsiyum, fosfor, demir, çinko ve sodyum gibi ihtiyaç duydukları mineralleri almak için doğadaki tuz kaynaklarına düzenli ziyaretler yapar

Türkiye’de ise yaban hayvanlarının tuz ihtiyaçlarını gidermek için yaşam alanlarını terk ederek, kışın karın çözülmesi için serpilen solüsyonlu tuzları yalamak için yola inen yaban hayvanları haberlere konu oluyor.

Bir başka iç acıtıcı görüntü ise Kırklareli Istrancaları’ndan. Taş ocağı içindeki sığırlar, ot bile olmayan sahada ne arıyor dersiniz? Uzmanlara göre tuz arıyorlar.

Bulgaristan Istrancalarından.  Yaban hayvanları için ağaçlara bırakılan kaya tuzları.  Fotoğraflar Doku Derneği

DOKU Derneği üyeleri ve gönüllüleri olarak, bilime dayalı çalışmaları örnek alıp bu dünyayı birlikte paylaştığımız yaban hayvanlarının yaşam alanlarının  korunması, sağlıklı büyüyüp gelişebilmeleri, üremeleri için bilim kurulumuzun öneri ve çalışmaları doğrultusunda, tespit edilen geçiş rotaları üzerine kaya tuzları yerleştirdik.

Kaya tuzu bıraktığımız alanlar altın madeni açılmak istenen saha içerisinde. Aynı alan yaban hayvanlarının üreme, kışlama ve barınma alanını da oluşturuyor.

DOKU Derneği ve Kırklareli Kent Konseyi olarak sahada yaptığımız çalışmalar sonucunda  yaban hayatının yaşam alanlarına sağlıklı ve dengeli bir yaşama kavuşmaları için kaya tuzu yerleştirme çalışmasına devam edeceğiz.

Altın madeni için “ÇED Gerekli Değil” kararı vererek yaban hayatını yok sayanlara sesleniyoruz: Biz yaban hayatını yaşatmak için kanunların, bilimin ve hukukun öncülüğünde mücadele edeceğiz. Karıncanın kardeşi var.  ÇED de tuz da gereklidir diyoruz.

Malatya madenden geçilmiyor, ÇED başvuruları her geçen gün artıyor

Özellikle 6 Şubat depremlerinden sonra giderek artan maden projeleri yüzünden madenden geçilemez hale gelen Malatya’da halk, madenlerin yol açtığı hasardan tedirgin.

İliç yolunda ilerliyoruz” diyerek şehirdeki maden baskısının tehlikelerine dikkat çeken Malatya Çevre Platformu, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın kayıtlarına göre Malatya’nın en son madencilik envanterini paylaştı.

Malatya’da altından bakıra 1300 proje: Depremden sonra yüzde 73 arttı
Malatya’dan yardım çağrısı: Maden için ÇED başvurusu dört yıl içinde 814’e çıktı, kentimiz ölüyor
212 maden sahası daha ihaleye açılıyor
Malatya’da maden için 735 ÇED başvurusu yapıldığı ortaya çıktı

ÇED başvuruları her geçen gün artıyor

Malatya’da 66 maden projesine ‘ÇED olumlu’ kararı çıktı. 392 projeye ÇED gerekli değil kararı verilirken 23 proje için ise ÇED gerekli kararı verildi.

103 İnceleme-Değerlendirme Komisyonu (İDK) süreci kaydedilirken 123 kere halkın katılımı toplantısı (HKT) gerçekleştirildi.

Daha önce depremden beri madencilik faaliyetlerinin ve ÇED başvurularının yüzde 73 arttığına dikkat çeken Malatya Çevre Platformu, Arguvan, Akçadağ, Doğanşehir, Hekimhan, Yeşilyurt, Darende ilçelerinde altın madeni projelerine karşı endişelerini dile getirmişti.

I., II. ve V. grup madenler için 496 ÇED kararı

Bakanlık verilerine göre I., II. ve V. grup madenler için toplam 496 ÇED kararı çıktı.

Birinci grup madenler, inşaat ve yol yapımında kullanılan kum ve çakılın yanı sıra tuğla-kiremit, çimento kili ve çimento-seramik sanayilerine kullanılan kayaçları kapsıyor. Bu grupta yer alan 25 ÇED duyurusu bulunuyor.

İkinci grup madenler ise agrega, asfalt ve hazır beton yapımı için kullanılan kalsit, domolit, kalker, granit, bazalt gibi kayaçlar; mermer, traverten, granit ve bazalt gibi blok olarak üretilen taşlar ve çimento, kireç ve kalsit öğütme tesisinde kullanılan kayaçlardan oluşuyor. ÇED süreçlerinde çoğunluğu oluşturan bu gruptaki madenler için ise 226 ÇED kararı bulunuyor.

Beşinci grup madenler ise elmas, safir, yakut ve zümrüt gibi kıymetli taşları kapsıyor. Bu üç grubun içindeki madenler için 73 adet maden kırma, eleme ve yıkama kararı çıktı.

‣  Pütürge’de kalker ocağı için ‘ÇED gerekli değil’ kararı

III. ve IV. grup madenler için 184 ÇED kararı

III. ve IV. grup madenler için ise 184 adet ÇED kararı çıktı. Bu kararlardan 6 tanesi maden arama içinken 17 tanesi de maden kırma, eleme ve yıkama için.

Üçüncü grup, deniz ve göllerden elde edilen tuzlar, karbondioksit gazı ve hidrojen sülfürü kapsıyor.

Dördünci grup kaolen, dikit, nakrit, halloysit, endellit, anaksit, bentonitin yanı sıra linyit, taşkömürü, antrasit ve asfaltit gibi madenlerden oluşuyor. Demir bakır, çinko ve altın gibi metaller ile uranyum, toryum ve radyum gibi radyoaktif maddeler de bu gruba dahil. Projelerin çoğunlukta olduğu bu grubu kapsayan 133 adet ÇED kararı bulunuyor.

Birinci grup içindeki kum ve çakıl için ruhsatların işletme süresi 5 yıl olarak düzenlenirken diğer madenler için 10 yıl veriliyor. Bu süreye 1 yıldan 7 yıla kadar uzayabilen arama süresi dahil değil.

Madenlerin yanı sıra güneş enerjisi santralleri için projeleri için 105, rüzgar enerji santralleri için 39, hidroelektrik santralleri için 21 ve biyokütle enerji üretimi için 7 ÇED kararı bulunuyor.

Malatya yaylalarında RES mücadelesi: Şimdilik durduruldu
Hasan Kaya
Malatya Çevre Platformu’ndan Hasan Kaya: ‘Depremden sonra burada sağlıklı insan kalmadı’

Dior ve Armani’ye kayyım: Yabancı işçileri sömürüyorlar

İtalya‘nın Milano kentinde açılan bir soruşturma kapsamında, lüks giyim markaları Dior ve Armani için çanta ve diğer deri ürünleri üreten yerel üretim tesisi ve fabrikalardaki olumsuz çalışma koşulları ortaya çıkarıldı.

Yapılan incelemelerde, Dior’un tedarikçiye parça başına 53 Euro ödeme yaptığını, üretimi tamamlanan ürünün ise 2 bin 600 ila 2 bin 780 Euro arasında satıldığı; tedarikçiye tanesi 93 euroya satılan ürünün ise Armani’ye 250 euroya satıldığı belirlendi. Söz konusu ürünün daha sonra Armani mağazalarında yaklaşık bin 800 Euro’ya satışa çıkarıldığı da tespit edildi.

The Wall Street Journal‘ın aktardığına göre, İtalyan savcılar, soruşturma kapsamında baskın yapılan fabrika ve tesislerde diğer ünlü moda markaları için de üretim yaptığını; hepsinde de “sömürülen yabancı emeğin kullanıldığını” bildirdi.

Değişim neden moda kadar hızlı değil?
‣ Sonbahar; moda ayı
10 yıl sonra Rana Plaza çöküşü
Türkiye’de tekstil sömürüsü

Milano Ceza Mahkemesi Başkanı Fabio Roia, konuya ilişkin, “Bir ürünü üretmek neden bu kadar az tutuyor? Markaların kendilerine bu soruyu sorması gerekiyor” dedi.  Mahkeme, kararında lüks markaları “tedarik zincirlerini yeterli ölçüde denetlemediği” için de eleştirdi.

İki markanın tesislerine mahkeme yönetimi atanacak

Şirketler bu bulgularla ilgili doğrudan bir suçlama ile karşı karşıya değil. Ancak  bağımsız tedarikçilere ’emek sömürüsü’ ve ‘uygun belgelendirme olmadan işçi çalıştırma’ suçlamalarının yöneltilmesi bekleniyor.

LVMH‘in sahibi olduğu Dior, gazetecilere konu hakkında yorum yapmayı reddetti ancak mahkemeye yakın zaman önce tedarik zincirindeki sorunları nasıl çözeceğine ilişkin önlemlerin yer aldığı bir belgeyi sundu. Armani ise “tedarik zincirindeki suiistimalleri en aza indirmek için kontrol ve önleme amaçlı önlemlerin olduğunu” ve yetkililerle “en yüksek şeffaflık ile işbirliği içinde olduklarını”savundu.

Ülkede devam eden soruşturma kapsamında, Fransa menşeili lüks marka devi LVMH’nin Dior marka çanta üreten İtalyan yan kuruluşun, işçi haklarını ihlal eden Çinli taşeron şirketlere iş verdiği iddiasına yönelik soruşturmanın ardından Haziran’ın başlarında mahkeme denetimine alınmıştı. Benzer bir karar, nisan ayında Armani için, ocak ayında ise Alviero Martini markası için de verilmişti.

Reuters‘in aktardığına göre, LVMH’nin Dior marka çanta üreten İtalyan yan kuruluşu, işçi haklarını ihlal eden Çinli taşeron şirketlere iş verdiği iddiasına yönelik soruşturmanın ardından haziran ayının başlarında mahkeme denetimine alınmıştı. Mahkeme kararında, işçilerin ’24 saat boyunca çalıştırılması’ amacıyla iş yerinde uyumaya zorlandığı belirtilmişti.

Elektrik tüketimi verileri ise ‘tatiller de dahil olmak üzere kesintisiz gece-gündüz üretim döngülerini’ ortaya koymuştu. Ayrıca, belgede ifade edilene göre, makinelerin güvenlik cihazları da işçilerin daha hızlı çalışması için çıkarılmıştı.

Dior hakkında verilen karar, Milano’daki mahkemenin bu yıl önleyici tedbirler kapsamında aldığı üçüncü karar oldu.

Tüketici ve yatırımcılar da tedarik sürecine ilişkin adımları destekliyor

İtalyalı yetkililer, son birkaç yıldır lüks eşya üreticilerine ait taşeron şirketlerdeki çalışma koşullarını araştırıyor. Bu araştırmalar sonucunda İtalya’nın geleneksel deri endüstrisinin, Çin menşeili şirketler tarafından baltalandığı belirlendi.

Moda endüstrisinde etik standartlar ve işçi haklarının korunması için önemli bir adım olarak değerlendirilen bu adımlar, tüketici ve yatırımcılar tarafından da destekleniyor.

Danışmanlık firması Bain‘e göre, İtalya, küresel lüks eşya üretiminin yüzde 50-55’ini karşılayan binlerce küçük üreticiye ev sahipliği yapıyor.

Dev moda markaları, itibarlarına yönelik risklerini azaltmak için alt yüklenici sayısını azaltma ve üretimi içselleştirme yoluyla İtalya’nın büyük ölçüde Toskana‘da bulunan ve Çinli göçmenlerin domine ettiği deri eşya endüstrisine darbe vurdu.

Mahkeme, tamamen Christian Dior Italia SRL’ye ait olan Manufactures Dior SRL‘nin bir yıl süreyle yargı denetimine alınmasına, bu süre zarfında şirketin faaliyetlerine devam etmesine hükmetti. Mahkeme belgelerinde, mart ve nisan ayları arasında İtalyan polisinin, Pelletteria Elisabetta Yang SRL, New Leather Italy SRLS, AZ Operations SRLS ve Davide Albertario Milano SRL adlı tedarikçilerde de incelemeler gerçekleştirildiği belirtildi.

LVMH’nin hisseleri, mahkemenin kararının ardından önceki kayıplarını artırarak yüzde 2.2 düşüş kaydetti.

 

İmara açılan Orhaniye Kışlası’nda doğa ve tarih talan ediliyor

İstanbul‘daki askeri araziler 15 Temmuz  2016’daki darbe girişiminin ardından ‘askeri alanların şehir dışına taşınması’ kararı doğrultusunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından imara açılmaya başlandı.

Bu alanlardan biri olan Beşiktaş ilçesinin Mecidiye Mahallesi‘ne bağlı Orhaniye Kışlası‘nın 19 bin metrekarelik bölümü 2023 yılının ocak ayında imara açtı.

İBB imar planının iptali için dava açtı

Doğal sit alanı statüsündeki bölgenin 13 bin 452 metrekaresinin gelişme konut alanı planlanırken 483 metrekarelik alanın ise sosyal kültürel tesis alanı olması kararlaştırıldı. İmara açılan alanlarda inşaat oranı 1,5 yükseklik ise beş kat olarak belirlendi.

14 Haziran 2022 tarihli İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararıyla askeri alan dışına çıkarılan parseller tarihi sit alanı olmaktan da çıkarıldı.

18 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) imar ve şehircilik daire başkanı Gürkan Akgün, inşaat oranının ve bina yüksekliğinin çevre yapılaşma koşullarına göre yüksek olduğunu ve inşaatın bölgeye ek nüfus ve trafik yoğunluğu getireceğini gerekçe göstererek imar planının iptali için dava açıldığını bildirdi.

İnşaat çalışmaları başladı

2016 yılında kışlanın çevresi içeri görünmeyecek şekilde alüminyum levhalarla kapatılmıştı. Palanga Caddesi üstünde ise iş makinelerinin girebileceği genişlikte bir kapı bulunuyordu.

Bayramdan hemen önce kışla duvarı yıkıldı ve Palanga Caddesi üstüne ikinci kapı açıldı. Çopur Ahmet Sokak üstünde kışla arazisinde yer alan tescilli tarihi eser niteliğindeki askeri depo binasının yanınaysa insanların geçebileceği genişlikte bir kapı açılarak elektrik hattı çekildi.

15 Haziran tarihinde cadde üzerindeki kapıların önüne şantiye girişi ve iş makinesi uyarı tabelaları asıldı. İş makinaları ve inşaat malzemesi taşıyan kamyonlar kışla arazisine giriş yapmaya başladı.

Kışladaki camların kesilmeye başlandığını gören bölge halkı, 639/185 Ada/Parsel numaralı alanda hafriyat kamyonlarının ve dozerlerin gece gündüz çalıştığını bildirdi.

2 Temmuz’da çekilen bir fotoğraf, askeri bölgenin eğitim alanındaki tahribatı gözler önüne seriyor. Bölge sakinlerinden biri, on dakika içinde dokuz hafriyat kamyonunun inşaat alanından çıktığını ve iki beton kamyonunun da alana girdiğini söyledi.

Ancak inşaatın niteliğini bildiren herhangi bir tabela bulunmuyor.

İnşaat çalışmalarının bulunduğu bölgede 2. Abdülhamid döneminden kalma bir çeşme, Musevi mezarlığına ait kalıntılar ve tarihi eser niteliğindeki askeri depo binası bulunuyor.

‘Tarihi alan ve doğa talan ediliyor’

Tarihi alanların ve doğanın tahrip edilmesi konusunda endişelerini dile getiren Mecidiye Mahallesi sakinleri, İstanbul’un zaten az sayıda kalmış yeşil alanlarından birinin daha talan edilmesine karşı çıkıyor. Kamuoyunu da askeri arazinin ranta açılmasına karşı ses çıkarmaya davet eden mahalle sakinleri, otoriteleri göreve davet ediyor.

Eski CHP genel sekreteri Gürsel Tekin de imara açılan askeri alana tepki göstererek “2. Abdülhamit tarafından yaptırılan ve Beşiktaş’taki Orhaniye Kışlası sınırları içinde yer alan 2018 yılında azınlık vakfına devredilen, Musevi Mezarlığı‘nın ve Yıldız Parkı’nın ortasındaki 19 bin metrekare büyüklükte arazi şu an hafriyat kamyonlarının istilası altında. Çevre ve Şehircilik Bakanları değişmiş ne olacak? Rantçı zihniyet hiç değişmemiş” dedi.

 

Milas’ta açılmak istenen maden ocağının ÇED süreci sonlandırıldı

Muğla’nın Milas ilçesinde yapılması planlanan maden ocağı projesinin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci sona erdirildi.

Kırcağız Mahallesi, Kavacık Mevkisi’nde CML Madencilik İnşaat Nakliye Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi tarafından yapılması planlanan “II-B Grubu Maden (Mermer) Ocağı projesi” için 28 Şubat’ta ÇED süreci başlatılmıştı.

Proje, Muğla Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nce ÇED süreci, ÇED Yönetmeliği’nde yer alan “Projenin gerçekleştirilmesinin ilgili mevzuat bakımından uygun olmadığının tespiti halinde, ÇED süreci aşamasına bakılmaksızın sonlandırılır” hükmü kapsamında sonlandırıldı.

‘Mevzuata uygun değilse, ÇED sürecin aşamasına bakılmaz’

Müdürlükten yapılan duyuruda şu ifadelere yer verildi:

“Muğla İli, Milas İlçesi, Kırcağız Mahallesi, Kavacık Mevkii’nde 202100207 (ER:3401861) Ruhsat Numaralı 99,69 ha sahanın 8,5 ha’lık kısmında CML Madencilik İnşaat Nakliye Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi tarafından yapılması planlanan “II-B Grubu Maden (Mermer) Ocağı 200.000 m3 /yıl (20.000 m3 /yıl blok mermer, 180.000 m3 /yıl pasa)” projesi Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Yönetmeliğinin 5’inci maddesi 2-(a) fıkrası ‘Projenin gerçekleştirilmesinin ilgili mevzuat bakımından uygun olmadığının tespiti halinde, ÇED süreci aşamasına bakılmaksızın sonlandırılır’ Hükmü kapsamında sonlandırılmıştır.

Halkımıza duyurulur.”

Karar, bölge halkı ve çevre savunucuları tarafından büyük sevinçle karşılandı. Ocağın açılması istenen bölgede tarım arazileri ve su kaynakları da bulunuyor. Projenin iptali, Muğla’nın eşsiz doğal güzelliklerinin korunması açısından önemli bir adım olarak değerlendiriliyor.

 

Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebi reddedildi

Gezi Davası‘nda ağırlaştırılmış müebbet cezası onanan hak savunucusu, iş insanı Osman Kavala‘nın kanun yararına yeniden yargılama talebi Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü‘nce reddedildi.

Kararda, “hükümete karşı suçlar” başlığı altında yer alan 312. maddeye atıfta bulunuldu: “Dosya kapsamına, dayandığı gerekçeye ve mahkemenin takdirine nazaran, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 25/04/2024 tarihli ve 2024/65 değişik iş sayılı kararı aleyhine kanun yararına bozma yoluna gidilmemiştir.”

T24’ten Murat Sabuncu‘nun aktardığı kararda şu noktalara yer verildi:

“Ayrıca, sanık müdafiin hem yargılamanın yenilenmesi hem de kanun yararına bozma talebini içeren dilekçelerinde suçun maddi unsurunu oluşturan mağdurun, Anayasal düzenleme ile ortadan kaldırıldığı ileri sürülmüş ise de; Sanığın üzerine yüklenen “Hükümete karşı suçlar” başlığı altında yer alan 312. maddesi ile Devletin yürütme gücünün icra organı olan hükumetin bir bütün olarak varlığına ve fonksiyonlarına yönelen saldırılardan korunmanın amaçlandığı, suçun mağdurunun Türkiye Cumhuriyet Hükümeti olduğu, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Yürütme yetkisi ve görevi” başlıklı 8. maddesinde yapılan değişiklikle yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanına verildiği, yapılan değişikliğin suçun mağdurunu değiştirmediği gibi sanık müdafii tarafından yargılamanın yenilenmesi talebine dayanak yapılan iddiaların istinaf ve temyiz aşamalarında da ileri sürüldüğü ve olağan kanun yolu denetiminden geçerek anılan kararın kesinleştiği cihetle,

Dosya kapsamına, dayandığı gerekçeye ve mahkemenin takdirine nazaran, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinin 25/04/2024 tarihli ve 2024/65 değişik iş sayılı kararı aleyhine kanun yararına bozma yoluna gidilmemiştir.”

Ne olmuştu?

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan 2 Mayıs’ta bir araya gelen CHP lideri Özgür Özel, görüşmede Kasım 2017’den beri hapiste tutulan Osman Kavala ve Gezi davası kapsamında hapiste olan Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’i gündeme getirmişti.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının uygulanması gerektiğini söyleyen Özel, “Bir yol bulunsun, bu cendereden çıkılsın” demiş; bu görüşe AKP kanadından Ankara Milletvekili ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi Türkiye Delegasyonu Başkanı Tuğrul Türkeş de destek vermişti.

Ancak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sert karşı çıkışı nedeniyle destek çağrısı ortada kalmıştı.

Osman Kavala ise bulunduğu Silivri Cezaevi’nden yaptığı açıklamada, bazı koşullarda yeniden yargılamanın temel hukuk ilkelerinin ve insan haklarına saygının gereği olduğunu belirterek, “Adalet herkes için gereklidir. Her yurttaşın hayatı ve hakları eşit derecede değerlidir” demişti:

“Bariz hak ihlalleri içeren, delillere dayanmayan mahkumiyet kararlarının verildiği, suçsuz insanların yıllar boyu hapis kalmalarına yol açan davaların yeniden görülmesi, temel hukuk ilkelerinin ve insan haklarına saygının gereğidir. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları sadece başvuranların değil her yurttaşın adalet talep etme hakkıyla doğrudan ilgilidir.”

 

 

Britanyalı seçmen iklim karşıtı mesajları reddetti

Birleşik Krallık‘ta dün yapılan genel seçimleri büyük farkla kazanan İşçi Partisi‘nin lideri Keir Starmer, Buckingham Sarayı‘na giderek Kral 3. Charles‘tan resmi olarak hükümeti kurma görevini aldı. Hemen öncesinde Muhafazakar Partili eski başbakan Rishi Sunak, istifasını Kral’a sunmuştu. Starmer’ın ilerleyen saatlerde kabinesini açıklaması bekleniyor.

Ülkede merkez sol İşçi Partisi‘nin ezici bir zaferle iktidara gelmesi, aşırı sağın yükselmesine paralel olarak iklim karşıtı kampanyaların sesinin de giderek arttığı Avrupa‘daki iklim bilimcilerin ve aktivistlerin içine su serpti.

İngiltere seçimlerinin kazananı İşçi Partisi, yeni başbakan Keir Starmer

Komşu Fransa‘da, ülkenin iklim politikasına “saldıran” aşırı sağcı Ulusal Birlik, bu pazar günü yapılacak son seçim turunda erken başarısını sürdürmeyi umarken, ABD’de iklim bilimini reddeden Cumhuriyetçi aday Donald Trump anketlerde önde görünüyor. Avrupa genelinde de iklim politikası karşıtı tepkiler, bu politikaların yürütülmesini epey güçleştirmiş durumda. 

Buna karşılık, Keir Starmer’ın İşçi Partisi’nin en önemli kozu, iklim değişikliğine karşı alınacak önlemleri ve temiz enerjiyi ön plana çıkaran manifestosu ve iklim diplomasisinde uzun yıllara dayanan deneyime sahip, muhtemelen Enerji Bakanlığı görevi verilecek Ed Miliban.

İşçi Partisi, İngiliz evlerinde enerji verimliliğini artırmak için güneş panelleri, piller ve ev yalıtımı için hibe ve düşük faizle krediler yoluyla 13,2 milyar sterlin ayırmayı planlıyor.

Partinin hayata geçirmesi en zor hedeflerinden biri de 2030 yılına kadar “temiz bir elektrik şebekesi kurmak olacak. Ancak plan, yedek güç kaynağı olarak gazla çalışan elektrik santrallerini de içeriyor.

İşçi Partisi’nin manifestosunda gelişmekte olan ülkelere iklim finansmanı konusunda verilen sözlerin iktidardaki Muhafazakar Parti‘nden farklı olmaması ise iklim aktivistlerince eleştiriliyor.

‣ İngiltere İşçi Partisi’nin iklim finansmanı taahhütleri umut verici ama yetersiz

Rishi Sunak dönemindeki gerilemeleri giderebilecekler mi?

Diğer G7 ülkelerinden daha hızlı karbondan arınma politikalarını hayata geçiren Birleşik Krallık iklim politikalarında uzun zamandır diğer Avrupa ülkelerinin önünde olsa da Rishi Sunak liderliğindeki Muhafazakar Parti iktidarında, geçen yıl boyunca iklim alanında önemli gerilemeler yaşanmıştı.

‣ Reform adaylarının iklim inkarcılığı halkın güvenini ve demokrasiyi tehdit ediyor

“Yeşil politika”yla ilgili pek çok geri adım atan Sunak, yeni benzinli ve dizel otomobillerin satışına getirilen yasağı ertelemiş ve Kuzey Denizi’nde yeni petrol ve gaz sondajını desteklemişti. “Yeşil geçiş”in çok hızlı ilerlediğini düşünen Sunak hükümeti, bu seçimde de seçmenlerine ülkenin iklim politikalarından geri dönüşü çağrıştıracak sözler vermişti. 

İşçi Partisi’nin zaferi, bu yaklaşımın işe yaramadığını gösteriyor.

Kamu hizmeti şirketi Octopus Energy‘nin kurucusu ve CEO’su Greg Jackson, Bloomberg’e, “Sonuçlar açık görünüyor: Seçmenler net sıfır karşıtı söylemi reddetti ve daha ucuz, daha temiz, daha güvenli enerjiyi seçti. Bu, yeşil bir ekonomi için ezici bir zafer gibi görünüyor” dedi. 

Bu yılki  seçimlerinden önce, yine Bloomberg’in yaptığı bir araştırmada, Muhafazakar seçmenin partilerinin iklim politikasından uzaklaşmasına rağmen daha yeşil bir yaşam tarzını tercih ettiği ortaya çıkmıştı.  Araştırmada örneğin, Birleşik Krallık’ın evsel güneş enerjisi kurulumları için en iyi 100 seçim bölgesinin dördü hariç hepsinin 2019’da Muhafazakarlara oy verdiği ve birçok Muhafazakar bölgede elektrikli araç kullanımının da oldukça yüksek olduğu belirlenmişti. 

Düşünce kuruluşu E3G’nin enerji ekibinin program lideri Juliet Phillips, “Halk, İşçi Partisi’nin 2030 yılına kadar temiz enerji, yerli petrol ve gaz üretimine son verilmesi ve sızdıran evlerimizi onarmak için kapsamlı bir Sıcak Evler Planı hazırlanması gibi iddialı politikalarına büyük bir iklim güven oyu verdi” diye konuştu. 

Phillips, ister yüzde yüz yenilenebilir enerji olsun, ister bir miktar gaz desteği olsun, yine de ilerleme kaydedileceğine dikkat çekerek “Bu, umarım dünyadaki diğer ülkelere daha ileri ve daha hızlı gitmeleri için ilham verebilir dedi.

 

Güney Afrika’nın ulusal birlik hükümeti yeşil dönüşüm için umut olabilir

Güney Afrika‘da 29 Mayıs’ta düzenlenen seçimlerin ardından 30 yıllık iktidarını kaybeden Afrika Ulusal Kongresi (ANC), Demokratik İttifak (DA) ve 9 küçük parti ile bir araya gelerek ‘ulusal birlik’ hükümetini kurdu.

Güney Afrikalı seçmenlerin ANC’yi güç paylaşımına zorlaması ülkenin enerji geçişinin hızlanabileceğine dair umut verdi.

Güney Afrika başkanı Cyril Ramphosa, ülkenin ‘ulusal birliğine’ hizmet etmeleri için ANC ve iş dünyası yanlısı muhalefet DA bakanları görevlerine atadı.

Yenilenebilir enerji için umut olabilir

Yapılan en önemli görev değişikliklerden biri, kömür yanlısı bakan Gwede Mantashe‘nin enerji sektöründeki kontrolünün elinden alınması oldu. Climate Home kaynaklarına göre Cape Town Üniversitesi‘nden enerji araştırmacısı Hilton Trollip, Mantashe’nin bu zamana kadar hükümetin yenilenebilir enerji programını felç ettiğini söyledi.

Maden Kaynakları ve Enerji Bakanlığı ikiye bölündü. Mantashe ise artık yalnızca madencilik alanından sorumlu.

Eski elektrik bakanı olan ANC’li Kgosientsho Ramokgopa ise artık daha geniş bir yetki alanıyla enerji politikalarından sorumlu olacak.

Troppip, Ramokgopa’nin yenilenebilir enerjiyi destekleyip desteklemeyeceğinin belirsiz olduğunu söyledi. Ancak bu görev değişikliği Mantashe’nin hazırladığı yenilenebilir enerji yatırımlarını yavaşlatmaya ve gaz yakıtlı enerjiyi arttırmaya yönelik Entegre Kaynak Planı‘nın revize edilmesini sağlayabilir.

Güney Afrika yeşil dönüşüm finansmanı için öncelikli aday

Elektrik üretimi için büyük ölçüde kömüre bağımlı olan Güney Afrika, Afrika kıtasının en büyük emisyon kaynağı. Bu nedenle ülke, zengin ülkelerin temiz enerji yatırımlarını arttırmak ve fosil yakıt sektörüne bağımlılığı azaltmak için oluşturduğu Adil Enerji Dönüşümü Ortaklığı (JETP) adlı finansman anlaşmasının desteklediği öncelikli aday konumunda.

Ancak anlaşma, iki buçuk yıl geçmesine rağmen 9,3 milyar dolarlık finansman taahhütünde fazla yol kat edemedi.

Diğer yandan ülkede sıkça yaşanan elektrik kesintilerini gerekçe gösteren kamu kurumu Eskom, kömürle çalışan elektrik santrallerinin en az üçünün devre dışı bırakılacağı yılın erteleneceğini duyurdu. Bu duyuru, finansman ortaklarının teklifini tehlikeye atabilir.

Güney Afrika iklim değişikliği yetkilisi: Kömür endüstrisi hayal görüyor

‘JETP destekleri hızlandırılmalı’

DA’nın gölge Maden Kaynakları ve Enerji bakanı Kevin Mileham, Güney Afrika’nın şu anda küresel iklim hedeflerine ulaşma yolunda olmadığını ve JETP desteklerinin hızlandırılması gerektiğini söyledi.

Programı finanse edecek zengin Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleriyle daha iyi bir diyalog kurulması gerekeceğini söyleyen Mileham, programın hızlı bir şekilde uygulamaya konulduğunu görmek istediğini söyledi.

Mileham ayrıca iklim değişikliğine uyum stratejisinin uygulamalarının ilerletilmesi ve Güney Afrika’nın karbon emisyonlarını azaltma çabalarının takip edilmesi ve raporlanması için çalışmak gerektiğini söyledi.

İlerleme ise hükümetin dış politikalarına ve uluslararası finansman ortaklarıyla kuracağı iletişime bağlı olacak.