Ana Sayfa Blog Sayfa 746

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nu kapatma davası bugün görülüyor

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’ne 13 Nisan’da kanuna ve ahlaka aykırı faaliyet yürütmek suçlamasıyla açılan fesih davasının ikinci duruşması bugün görülüyor. Davanın ikinci duruşması bugün saat 9.00’da Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde görülmeye başlandı.

‣Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nu kapatma davası ertelendi

Kadın ve LGBTİ+ örgütlerinden duruşma öncesi çok sayıda destek mesajı paylaşılırken, ‘hukuksuz girişime karşı çıkmak için‘ ve dayanışma için adliye önünde bir araya gelme çağrısı da yapıldı. Sosyal medya üzerinden de birçok destek mesajı paylaşıldı.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun fesih davası öncesi: Meydanlarda buluşmaya devam edeceğiz

Platform yıllardır kadına yönelik şiddetin karşısında kadınların yanında duruyor. Öldürülen 107 kadının ailesinden de platformun fesih davası öncesi ortak bir açıklama yapıldı:

“Kadınlar öldürülürken, dövülürken, vurulurken ahlaktan bahsetmeyenlerin şimdi bu bahanelerle derneği susturmaya çalışması boşunadır. Biz o evrensel ahlakı burada bulduk”

Platform biziz, kapatamazsınız’

Ne olmuştu?

Nisan 2022’de Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’ne açılan  fesih davasının nafakasını ödemediği için tutuklanan ve ardından AKP Kayseri İl Başkanlığı’nın parayı ödemesi üzerine iki gün sonra tahliye edilen Ahmet Eliaçık’ın şikayeti üzerine açıldığı ortaya çıkmıştı.

İlk duruşmanın ardından yüzlerce kadın bu kez derneğin kapatılmaması için meydanlarda bir araya gelmişti.

Davanın 1 Haziran’da görülen ilk duruşmasında 36 baronun davaya müdahillik talebi reddedilmişti. Derneğe öldürülen kadınların ailelerinden yoğun destek gelirken adliye koridorları kapatma davasına karşı bir araya gelen kadınlarla dolmuştu.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’ne “Aileyi ve toplumu parçalamayı amaçladığı” ve “Cumhurbaşkanına hakaret söylemlerinde bulunduğu” gibi iddialarla İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesi‘nde fesih davası açılmıştı.

Mahkeme, ilk duruşmada davanın kamu ile dernek arasında olması, davalı derneğin zaten avukatlarının bulunması ve müdahil olma talebinde bulunanların davayla doğrudan ilişkilerinin bulunmaması gerekçesiyle dosyaya sunulan tüm müdahillik taleplerinin reddine karar vermişti.

Mahkeme, davaya konu İstanbul Valiliği İl Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlüğü‘nün 9 Ağustos 2021 tarihli yazısında bahsi geçen soruşturma ve kovuşturma dosyalarının istenmesine karar vererek duruşmayı bugüne ertelemişti.

Ormanların izinde cevapsız sorular

İSTANBULÜsküdar, Küçüksu Mahallesi’nde orman arazisi üzerine Kayaş Madencilik A.Ş. tarafından yapılan Çocuk Köy ve Millet Bahçesi projesinde çalışmalar sürüyor. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) ise arazilerin niteliklerine ilişkin bilgilerin işletme özelinde olduğunu söylüyor.

Mesire yerleri, kent ormanları, araştırma ormanları, ağaç parkı (arboretum) sahaları, orman içi biyoçeşitlilik koruma alanları, model orman, muhafaza ormanı alanlarının ayrılması, korunması, işletilmesini ve işlettirilmesini sağlamak Orman Genel Müdürlüğünün görevleri arasında yer alıyor.

Öncelikle arazilere bir bakalım:  81 dönümlük proje 900/1,  917 /6,  969/4 970/3  ada/parseller üzerinde bulunuyor. Üsküdar’daki projenin yapıldığı araziye Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Parsel Sorgulama Uygulaması üzerinden baktığımızda 917 ada parsel 6 ve 969 ada parsel 4’te orman niteliğinde alanlar olduğunu görüyoruz. Ana taşınmaz olarak görünen tapu alanı şimdi numaralandırılmış ağaçlarla kaplı.

Üsküdar’da sır gibi millet bahçesi: Kimsenin haberi yok…

Öte yandan İBB‘nin İmar Sorgulama Uygulaması‘ndan aynı bölgeyi incelediğimizde söz konusu arazilerin 26 Eylül 2016 tarihli 1/5000 imar planında Doğal SİT Alanı ve mesire yeri niteliğinde olduğunu görüyoruz.

Arazilerin yine aynı tarihli 1/1000’lik uygulama imar planında ise Nitelikli Doğal Koruma Alanı ve Mesire Yeri niteliklerinde olduğu görünüyor.

Günlerdir 2016’da SİT ve koruma alanı olarak kayıtlara geçmiş olan arazide nasıl millet bahçesine izin verildiğini sormak için aradığımız Orman Genel Müdürlüğü yetkililerinin santrallarına takılıyoruz.

İstanbul Orman Bölge Müdürlüğü, 81 dönümlük arazinin niteliğine ilişkin verilen kararlarla ilgili Kanlıca Orman İşletme Müdürlüğü’nü işaret ediyor. Arazilerin nitelikleriyle ilgili verilen kararlara açık bir kaynaktan ulaşmak ne yazık ki mümkün olmuyor.  Bu nedenle Kanlıca Orman İşletme Müdürlüğüne gidiyoruz. 

Görüştüğümüz Kanlıca Orman İşletme Müdürlüğü yetkilisi bölgenin niteliğine ilişkin herhangi bir bilgi verilemeyeceğini, arazinin OGM’nin işletmesinde olduğunu ve bu nedenle de özel bir bilgi türüne girdiği için paylaşamayacaklarını belirtiyor. Orman arazileri bir ‘işletme’ olan OGM’nin özeline alınmış durumda. 

Ormanlık bir alanda kurulu Kanlıca Orman İşletme Müdürlüğünde yetkililere ulaşmak ise sahalarda çalıştıklarından dolayı oldukça güç. Ancak sahayla ilgili niteliğe ilişkin bir soru sorduğunuzda yapılan tek şey, ki o da bizzat müdürlük binasına gidiyorsanız; Tapu Kadastro Parsel Sorgulaması üzerinden parsel ve ada açmak. Tabi bunların da bilgisi sizde varsa ancak saptanabiliyor. Yetkili parsellerini verdiğimiz arazilere bakıp ‘Ormanlarımız’ diyor ve ekliyor:

“Ama bu bilgiler işletmenin özelinde. “

Cevapsız sorular

OGM’ye, Üsküdar Belediyesi’ne ve İBB’ye günlerdir sorduğumuz sorular arasında öncelikle parsellerin nitelikleri ve projenin yapılmasına nasıl izin verildiği gibi konular bulunuyor. Parsel Sorgulama uygulamalarından ulaştığımız birbiriyle çelişen nitelik bilgilerinin teyitini istiyoruz aslında. Ne zaman bu ormanlık araziye millet bahçesi yapılmasına izin verildi? Bir ormanlık araziye millet bahçesi yapılması için izin veren hangi kurumlardı? Bu izinler ne zaman verildi? 2016’daki imar uygulama planlarında belirtilen nitelik bilgilerinin ardından planlarda ne gibi değişiklikler yapıldı? Her bir kurum bir başka kuruma işaret ediyor. Sorularımızsa yanıtlarını bekliyor. 

Üsküdar’da ormana millet bahçesi: TOKİ ihalesi yine hastanelerin, havalimanlarının şirketine

Sayıştay raporunda da OGM’deki yetki karmaşasına işaret edilmişti. Rapordan çıkan sonuçları yeniden hatırlatmamız gerekirse:

  • 2021’de orman yangınları pek çok il, ilçe ve köyü de tehdit etmiştir. Ancak, yangın söndürme çalışmalarında, OGM ile yerel yönetimler arasında işbirliği ve yetki sorunları ortaya çıkmıştır.
  • Büyük orman yangınları üzerinde durulup, yerleşim yerlerine bitişik orman alanları için yerel yönetimlerle işbirliğine yönelik hususa yer verilmemiştir. Sonuç olarak, ilgili tüm kurum ve kuruluşlarla insan ve araç-gereç kaynaklarının seferber edildiği büyük orman yangınlarını yönetmek için yerleşim yerlerine bitişik orman alanlarına özel yangın eylem planları hazırlanmalı ve yerel düzeyde detaylı iş akışları oluşturularak kurumlar arası işbirliği sistematik hale getirilmelidir.
  • Özellikle özel çevre koruma bölgeleri ve doğal sit alanlarındaki kıyılarda bulunan mesire yerleri ile ilgili sorunlar Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı arasında koordinasyonun sağlanması ihtiyacını ortaya koymaktadır.
  • Bölge Müdürlüklerinde yapılan incelemelerde; kıyılarda ve korunan alanlardaki orman alanlarının tasarrufu konusunda çevre, şehircilik ve iklim değişikliği müdürlüğü ile görev ve yetki alanlarının çakışmasından kaynaklanan planlama, yönetim ve işletme sorunları yaşandığı, bu durumun kamu kaynaklarının daha etkin ve verimli bir biçimde kullanılamamasına yol açtığı görülmüştür.
  • Sonuç olarak, orman alanlarındaki yetki çakışmaları mesire alanlarının kurulması ve işletilmesiyle ilgili muğlaklığı artırmakta ve etkin bir yönetimi engellemektedir. Kıyılarda bulunan orman alanlarının tasarrufu konusundaki yetki Orman Genel Müdürlüğündedir. Mesire yerlerinin imar plan ve projelere ilişkin her türlü izin ve görüş Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığından alınmaktadır. Bu nedenle, korunan alanlar olan Özel Çevre Koruma Bölgeleri ve Doğal Sit Alanlarındaki kıyılarda Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan alanlar ile irtibatlı mesire yerlerinin işletilmesine yönelik Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı arasında yeniden protokol yapılması gerektiği değerlendirilmektedir
  • Orman yangınları 2020 yılına oranla 2021 yılında 6 kat artı. 2021 yılında 139 bin 503 hektarlık ormanlık alan zarar gördü.
  • OGM’nin yerleşim yerlerine bitişik orman alanlarına özel yangın eylem planlarının hazırlanmadığı tespit edildi.

Hindistan Himalayalarında çığ düştü: En az dört dağcı öldü, 20’den fazla kişi kayıp

Kuzey Hindistan‘da bugün sabah saatlerinde 41 kişilik bir dağcı grubunun üstüne çığ düştüğü, en az dört kişi öldüğü ve diğerlerinin kayıp olduğu

34 dağcılık kursiyeri ve 7 eğitmenden oluşan grup, yüksek irtifa eğitiminin ardından, kuzeydeki Uttarakhand eyaletindeki 5670 metre yükseklikteki Draupadi ka Danda-II dağ zirvesinden dönerken çığ altında kaldı.

Hindistan Savunma Bakanlığı‘na bağlı dağcılık okulu Nehru Dağcılık Enstitüsü‘nün yaptığı açıklamada, ulusal afet müdahale kuvvetleri ve Hindistan Hava Kuvvetleri’nden yetkililerin bölgeyi araştırırken dört kişinin cansız bedenine ulaştığı belirtildi.

The National ise, Nehru Dağcılık Enstitüsü’nden Rakesh Meher’e dayandırdığı haberinde 10 kişinin cesedine ulaşıldığını; Eyalet Afet Müdahale Gücü yetkilisi Ridhim Aggarwal’ın da  şimdiye kadar sekiz kişinin kurtarıldığını açıkladığını söyledi.

Uttarkand polis şefi Ashok Kumar Reuters‘e verdiği demeçte, “Hindistan Hava Kuvvetleri olayın yaşandığı dağda havadan keşif yapıyor. Olay yerine ulaşmak kolay değil” dedi.

Dün de Nepal Himalayalarının bir parçası olan dünyanın sekizinci en yüksek dağı Manaslu’daki bir kamp alanına büyük bir çığ düşmüş, insanların son anda kaçması sonucu ölüm ve yaralanma olmamıştı.

İklim değişikliğinin çığ olaylarına etkisi

Dünyanın her yerinde, sıcaklık dalgalanmaları ve daha yoğun yağmur ve kar  fırtınaları dahil olmak üzere aşırı uçlardaki değişikliklerle birlikte, ısınan gezegenimizde çığ modellerinin değiştiğine dair ipuçları bulunuyor.

Hava sıcaklığı, rüzgarlar ve kar yağışına ek olarak, kar katmanlarındaki değişiklikler tarafından belirlenen çığ riski, kar yığınının yüzeyindeki ve zemine yakın alt kısımdaki sıcaklıklar arasındaki büyük kontrast ve  kohezyondan yoksun pürüzsüz kristallerin oluşumuna yol açıyor. Sonuç olarak ısınan bir iklimin kaymaya daha meyilli olan daha istikrarsız bir kar yığınına yol açması da daha mümkün hale geliyor.

Himalayalar’daki buzul erimesi son 40 yılda 10 kat hızlandı

Geçen yıl yayınlaman bir  araştırma, ABD Montana’da ağaç halkalarına bakarak 1600’lere kadar giden çığların kaydını yeniden oluşturdu. İsviçre Alpleri’nde 2018’de yapılan benzer bir  araştırmada  da belirli bir yerdeki çığ düşmesi sayısının 1900’den 1950’ye kadarki dönemde dörtten 1950’den 2000’e 17’ye çıktığını gösterdi. Federal Çığ Enstitüsü’nün İsviçre Direktörü Jürg Schweizer de iklim modellerinden açıkça görülen şeyin, küresel ısınmayla birlikte uzun vadede daha az kar olacağını gösterdiğini söyledi.  Aynı zamanda, daha sıcak bir atmosfer daha fazla nem tutabileceğinden, gelen fırtınalar daha yoğun olabilir.

Çoğu çığ, bulutların dik bir karla kaplı yokuşun üzerinden geçtiğinde meydana gelen sıcaklık artışı gibi, yerçekimi veya hafif bir yüzey sarsıntısı altında kolayca başlayabiliyor. Davos‘taki İsviçre Federal Orman, Kar ve Peyzaj Araştırmaları Enstitüsü’nden araştırmacı Perry Bartelt, doğası gereği karın iklime en duyarlı maddelerden biri olduğunu belirterek, “Sıcaklıkta 1 ila 2 santigrat derece bir artış, bir çığın nasıl akacağının dinamiklerini değiştirecek” diyor.

İklim krizini daha ‘gerçek’ yapan tanım: Karbon emisyonlarını ‘kirlilik’ olarak yeniden adlandırmak

Kate Yoder‘ın Grist‘te yer alan bu makalesi Yeşil Gazete‘nin de parçası olduğu küresel gazetecilik ağı Covering Climate Now (CCNOW) işbirliğinin bir parçasıdır ve Yeşil Gazete tarafından kısaltılarak çevrilmiştir.

*

“Kirlilik” kelimesini duyduğunuzda aklınıza ne geliyor? Dumana boğulmuş bir şehir, çöplerle dolu bir sahil, kara is bulutları pompalayan fabrikalar..?

Bir de “karbon emisyonlarını” gözünüzde canlandırmayı deneyin:Gözünüzün önüne ne geliyor? Muhtemelen hiçbir şey, çünkü karbondioksit gözle görülmez.

Bu basit egzersiz bile, “karbon emisyonları” veya aynı şekilde “sera gazları”  tabiri yerine “karbon kirliliği” veya “iklim kirliliği” gibi bir zamanlar nadiren kullanılan ifadelerin artan popülaritesinin önemini açıklamaya yardımcı oluyor.

İklim değişikliğini içgüdüsel olarak tehlikeli bir şeyle ilişkilendirmek, şu anda etkisini bizzat yaşamamıza rağmen hala genelde çok uzak bir gelecekte olduğu varsayılan bir sorunun aciliyetini vurguluyor. Haber sitelerinin web sayfalarında da giderek daha çok yer bulan “iklim kirliliği” tabiri, ABD başkanı Biden’ın konuşmalarında, ABD Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) sitesinde ve endüstriye dair basın bültenlerinde de benimsendi.

Bilim sosyal yardım kuruluşu Climate Communication‘ın direktörü Susan Joy Hassol, “Bence ‘kirlilik’, ’emisyonlardan’ daha iyi bir kelime” diyor,  “çünkü herkes kirliliğin zararlı bir şey olduğunu anlıyor.

İklim değişikliğini bir kirlilik sorunu olarak konumlandırmanın düşündüğünüzden daha büyük sonuçları var: Haziran sonunda Batı Virjinya ve EPA arasındaki davanın sonunda verilen mahkeme kararını düşünün: Mahkemenin muhafazakar çoğunluğu, EPA’nın Kongre’nin açık onayı olmadan karbondioksitle ilgili kapsamlı düzenlemeleri uygulayamayacağına karar verdi. Karar, Biden yönetiminin iklim değişikliğiyle mücadele taahhütlerini yerine getirme yetkisini sarstı.

Ancak bir buçuk ay sonra Başkan Biden tarafından imzalanan dönüm noktası iklim yasası ‘Enflasyon Azaltma Yasası‘, sera gazı emisyonlarını bir hava kirliliği biçimi olarak açıkça tanımlamak için 1970’de düzenlenen Temiz Hava Yasası‘nı değişikliğe gitti. Ve hukuk söz konusu olduğunda, tanımlar her şey demektir.

Küresel ısınmayı hava kalitesiyle ilişkilendirmek, her zaman popüler bir yaklaşım değildi. Yakın zamana kadar, çoğu çevre grubu bunları farklı problemler olarak ele alıyordu.

Çevre adaleti savunucuları ise küresel emisyonların, yerel hava kirliliği ile ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu ve birlikte ele alınması gerektiğini savundular. Aksi takdirde bunun, kirlilikle boğuşan topluluklarda karar vericilerin hava kirliliğini gidermek konusunda çabalarını engelleyebileceğini savundular.

Hem iklim değişikliğinin kaynakları hem de etkileri, hava kirliliği ile bağlantılıdır: Karayolu trafiği, daha fazla küresel ısımayı tetikleyen daha fazla CO2 ve daha kirli hava yaratır; kötüleşen orman yangınları, insanların daha fazla partikül madde soluması anlamına gelir.

Son on yılda, daha fazla insan iklim değişikliğini, sadece “çevresel” bir sorun değil, sağlıkları için de bir tehdit olarak görmeye başladı.

İklim değişikliğini kirlilikle bağdaştırmak,  bu sorunu yalnızca insanların yaşamlarıyla ilgili kılmakla kalmaz, aynı zamanda bu konuya dair bir şeyler yapıyor olmayı daha popüler hale getirir. Çünkü temiz hava sadece çevrecilerin değil, herkesin istediği bir şeydir.

“Sonuçta doğal, Biz de nefes veriyoruz!” gibi argümanlarla karbondioksitin kirlilik olarak kabul edilemeyeceğini savunan insanlara, Hassol, şöyle diyor:

“Sıcak su da kötü bir şey değil, ancak bir soğutma kulesinden bir dereye çok sıcak su boşaltıyorsanız bu balıkları öldürür ve buna izin verilmez. İnsanlar, kirliliğin ne anlama geldiğini sezgisel olarak anlıyor – çevreye doğal olmayan bir şekilde soktuğunuz zararlı bir şey. Ve bu, bu tanıma mükemmel bir şekilde uyuyor.”

Hassol, sera gazı emisyonlarını tanımlamak için de insanların anlamak için özel bir arka plan bilgisine ihtiyaç duymadan anlayabilmesi için “ısıyı hapseden kirlilik” ifadesini sevdiğini belirtiyor.

İnsanların “zehirlenmiş bir çevre” hakkında derin endişeleri var: Nehirlerin, okyanusların ve göllerin kirliliği sürekli olarak Amerikalıların ilk 10 korkusu arasında yer alırken, iklim değişikliği de son araştırmalarda bundan geri kalmadı.

“Araştırmalar, iklim değişikliğini halk sağlığı için bir tehlike olarak çerçevelemenin, insanların emisyonlar konusunda eyleme geçmeye desteğini artırdığını ve kendilerini daha umutlu hissettirdiğini gösteriyor.”

Doğanın Özü: Doğayı anlatma sanatı ve doğanın imgeleri

Ressam Gökçe Sümerkan’ın eserleri “Doğanın Özü” isimli sergide bir araya geliyor. Sergi, 4-23 Ekim tarihleri arasında Doğa Derneği ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla İzmir Ahmed Adnan Saygun Sergi Salonu’nda sanatseverlere açılıyor.

Doğanın Özü sergisi, Gökçe Sümerkan’ın Doğa Derneği’nin yıllar içerisindeki koruma ve bilgilendirme çalışmaları için özel teknikler kullanarak çizdiği resimlerden oluşuyor. Serginin küratörlüğünü ise Magma Dergisi Yayın Yönetmeni ve Doğa Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Özcan Yüksek yapıyor.

Doğanın Özü sergisindeki satışlardan elde edilecek gelirin Doğa Derneği’ne bağışlanacağı belirtiliyor.

Gökçe Sümerkan kimdir?

Trabzon’da doğan Gökçe Sümerkan’ın çocukluğu, babasının doktora araştırmaları sebebiyle Doğu Karadeniz dağlarında geçti. 2006’da Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf ve Video Bölümü’nden mezun olduktan sonra, reklam ajanslarında sanat yönetmenliği yaptı. Sümerkan’ın kendi söylemiyle; büyürken içindeki doğa da onunla büyümeye başladı.

Sanatçı, bu süre boyunca doğanın dilini anlamaya ve ifade etmeye çalışarak çizimler yapmaya devam etti.

Doğanın kültürünü ve sanatını ortaya koyduğu benzersiz eserlerini üretmeye başladığı bu dönem, sanatçının hayatındaki dönüm noktalarından birisi oldu. Sanatçı, “doğa oluş” olarak adlandırılabilecek bu döneminde, Anadolu medeniyetlerinin sanat eserlerinden beslenerek projeler geliştirdi.

Anadolu resim sanatının yaşayan halkalarından biri olan Gökçe Sümerkan, doğanın dilini resme dönüştüren eserler vermeye devam ediyor.

Dikili’de toplu balık ölümleri: Gerekli önlemler alınmadı

Balıkesir‘in güneyindeki Ömer Dağı‘ndan doğup İzmir‘in Dikili ilçesinde Çandarlı Körfezi‘ne dökülen Bakırçay‘da geçen hafta yaşanan toplu balık ölümlerinin ardından bu kez de aynı bölgede bir sulama göletinde balık ölümleri görüldü. Dikili’nin Deliktaş Mahallesi‘ndeki sulama göletinde görülen balık ölümleri yurttaşları tedirgin etti.

‣Balık ölümleri Bakanlığın incelemesine girmedi

ANKA‘nın aktardığına göre; geçen hafta Çandarlı Körfezi’ne dökülen Bakırçay’daki balık ölümleri yöre halkında endişe yaratmıştı.

‘Gerekli önlemler alınmadı’

Tarımsal sulamada kullanılan Bakırçay’daki balık ölümlerine ilişkin araştırma sürerken bu kez yakın bir bölge olan Dikili‘nin Deliktaş Mahallesi‘ndeki sulama göletinde de balık ölümleri tespit edildi. Kefal, sazan, levrek cinsi ölü balıklar göletin yüzeyini kapladı.

‣Boğluca Deresi’nde toplu balık ölümleri

Çandarlı Halk Meclisi, göletteki su seviyesinin çok düştüğünü, gerekli önlemlerin alınmadığını ileri sürdü. Balıkların oksijensizlik nedeniyle ölmüş olabileceği ifade edildi.

‣Kızılırmak’taki balıkların ölüm nedeni: Aşırı sıcak ve kuraklık

Van Gölü havzasının sakinleri: Arılar, flamingolar, tavşanlar…

Türkiye‘nin en önemli habitatlarından Van Gölü, kuraklık nedeniyle büyük tehdit altında.

Van Gölü havzası, sulak alanları, dağları, ovaları, yaylaları, gölleri ve zengin bitki çeşitliliği ile birçok yaban hayvanının yaşam alanı.

İşte Anadolu Ajansı fotomuhabiri Özkan Bilgin‘in objektifinden Van’ın Gürpınar, Başkale, Gevaş gibi ilçelerinde yaşayan arılar, falmingolar, puhu kuşları…

Van Gölü’ndeki kuraklık uydu görüntülerine yansıdı: Böyle devam ederse bizi ciddi bir kriz bekliyor
Van Gölü’nün zemini: Araç lastikleri, su şişeleri ve daha niceleri…

AYM’den ‘sanık yokluğunda karar’ hükmüne iptal

Anayasa Mahkemesi, sanığın yokluğunda davanın bitirilebilmesine yönelik düzenlemeyi iptal etti.

Yüksek Mahkemenin konuya ilişkin kararı Resmi Gazete‘nin bugünkü sayısında yayımlandı. Buna göre Hatay 6. Asliye Ceza Mahkemesi, “kasten yaralama” ve “hakaret” suçlarından açılan bir davada 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 193’üncü maddesine 2005 tarihli ve 5353 sayılı kanunun 28’inci maddesiyle eklenen “Sanık hakkında, toplanan delillere göre mahkumiyet dışında bir karar verilmesi gerektiği kanısına varılırsa, sorgusu yapılmamış olsa da dava yokluğunda bitirilebilir” hükmünün Anayasa’nın 36 ve 38’inci maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurdu.

‘Sorgu yapılmadan ceza verilemez’

Mahkumiyet dışında, sanığın sorgusu yapılmadan ceza verilmesine yer olmadığı, güvenlik tedbiri uygulanması, davanın reddi ve düşme kararı verilebileceği belirtilen iptal isteminde, bunlardan ceza verilmesine yer olmadığı ve güvenlik tedbirine dair kararların, fiilin ya da suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olması halinde verilebildiğine dikkat çekildi.

Bu durum gözetildiğinde sorgusu yapılmadan sanık hakkında anılan kararlardan birinin verilerek yargılamanın sanığın yokluğunda bitirilmesinin ise adil yargılanma hakkı ve masumiyet karinesiyle bağdaşmadığı savunuldu.

Başvuruyu değerlendiren Anayasa Mahkemesi, anılan kanun hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verdi.

İptal hükmü, altı ay sonra yürürlüğe girecek.

Savunma hakkı temel hak 

Yüksek Mahkemenin kararında, Anayasa’nın 36’ncı maddesinde herkesin iddia, savunma ve adil yargılanma hakkına sahip olduğu, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 6’ncı maddesinde hakkaniyete uygun yargılama kavramından hareket edilerek, adil yargılanma hakkının gereklerinin saptandığı ifade edildi.

Bu hakkın gereklerinden birinin de duruşmada hazır bulunma hakkı olduğunun birçok ket vurgulandığı kaydedilen kararda, Anayasa’daki adil yargılanma hakkının duruşmada hazır bulunma hakkını da kapsadığına işaret edildi.

Anayasa’nın 13’üncü maddesindeki, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmü aktarılan kararda, “Adil yargılanma hakkına getirilen sınırlamanın kanunla yapılması, Anayasa’da öngörülen sınırlama sebebine ve ölçülülük ilkesine uygun olması gerekir” denildi.

Kararda ayrıca Anayasa’nın 141’inci maddesinde, “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir” hükmü bulunduğuna işaret eddi; bu ilke gereğince devletin, yargılamaların gereksiz yere uzamasını engelleyecek etkin önlemler alması gerektiği belirtildi.

İtiraz konusu kuralın, yargılamaların bir an önce sonlandırılması ve sanığın savunmasının alınması için gerçekleşecek yersiz gecikmelerin önüne geçilmesini amaçladığı ve kanunilik şartını taşıdığı aktarılan kararda, “Bununla birlikte söz konusu hak bağlamında getirilen sınırlamanın kanunilik ve meşru amaç şartlarını taşıması yeterli olmayıp aynı zamanda ölçülü olması da gerekir” denildi.

Mahkumiyet dışındaki kararlardan ceza verilmesine yer olmadığı ve güvenlik tedbirlerine hükmedilmesi kararlarının hukuki niteliklerine dikkati çeken Yüksek Mahkeme kararında, bu kararların verilebilmesi için atfedilen fiilin sanık tarafından işlendiğinin sabit olmasının zorunlu olduğu vurgulandı.

Bu yönüyle suçun işlendiğinin sabit görüldüğü ancak ceza verilmesine yer olmadığı kararlarına hükmedildiği durumlarda sanığın Anayasa’nın 38’inci maddesinde öngörülen masumiyetinin ortadan kalktığı aktarılan kararda, “Güvenlik tedbirlerine hükmedildiğinde ise sanık masumiyetinin ortadan kalkması dışında ayrıca yaptırıma maruz kalmaktadır” denildi.

Yüksek Mahkemenin kararında, şu tespitlere yer verildi:

“İsnat edilen fiili işlediğinin mahkemece tespit edilmesi ve sonucunda ceza verilmesine yer olmadığına ya da güvenlik tedbirine hükmedilmesi durumunda da hakkında 5271 sayılı kanunun 223’üncü maddesinin 5 numaralı fıkrasında düzenlenen mahkumiyet hükmü gibi bir sonuç doğurmamakla birlikte sanığın işlediği fiilden dolayı hukuki olarak sorumluluğu devam edebilmektedir. Dolayısıyla mahkeme tarafından sanığın eylemi veya suçu işlediğinin tespit edildiği hallerde kurulan mahkumiyet dışındaki hüküm nedeniyle sanık başka yönlerden dezavantajlı konuma düşebilmektedir. Sanık hakkında böyle sonuçlar ihtiva edebilen mahkumiyet dışındaki bu tür kararlar bakımından sanığın sorgusu yapılmaksızın davanın bitirilebilmesine imkan tanınması adil yargılanma hakkına orantısız, dolayısıyla ölçüsüz bir sınırlama getirmektedir. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 13 ve 36’ıncı maddelerine aykırıdır.”

Basın örgütlerinden sansür yasasına 10 itiraz: İfade özgürlüğü kalmayacak

Basın meslek örgütleri Basın Kanunu‘nda yapılması planlanan değişikliklere itirazlarını ortak bir açıklamayla yeniden dile getirdi. 10 basın örgütü dezenformasyon yasasına karşı Meclis’te ortak açıklama yaptı.

‣Gazeteciler, sansür yasasına karşı yeniden tek ses

Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Diplomasi Muhabirleri Derneği, Ekonomi Muhabirleri Derneği, Gazeteciler Cemiyeti, Haber-Sen, İzmir Gazeteciler Cemiyeti, Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD), Türkiye Foto Muhabirleri Derneği ve Türkiye Gazeteciler Sendikası tarafından Basın Kanunu’nda pek çok değişiklik yapan yasa teklifine ilişkin ortak açıklama yapıldı.

Gazeteci sendikalarının itirazlarına ve sendikalara verilen sözlere rağmen yasa teklifinde hiçbir değişiklik yapılmadan Meclis Genel Kurulu‘na getirilen Basın Kanunu’na yapılan itirazlar yeniden dile getirildi. 10 basın örgütü adına PMD Başkanı Kemal Aktaş’ın yaptığı ortak açıklamada Kanuna ilişkin 10 itiraz arasında şunlar yer alıyor:

  1. İstenmeyen haberi yapanın yanı sıra yayan da ceza alacak

“Yasa teklifi ifade özgürlüğünün önünde tarihimizin en büyük engeli olarak dikilecek 29’uncu madde ile ‘Halkı yanıltıcıyı bilgiyi alenen yaymak’ gibi bir yeni suç tanımı oluşacak. Muğlak ve ucu açık ifadelerle hangi savcının hangi yanlış bilgiyi yayanlarla ilgili harekete geçeceği bilinemeyecek. Sosyal medyada eleştirel paylaşımlar, ‘dezenformasyon’ olarak suçlanabilecek. Yalan haberi yapanın yanı sıra yayan ifadesi getirilerek demokrasiyi ve ifade özgürlüğü ilkesini temelinden sarsıp çökertecek pek çok uygulamayla karşı karşıya kalınacak.

  1. 2. Yerel gazeteler ağır darbe alacak

Yerel gazetelerimizin ana yaşam kaynağı olan resmi ilan gelirlerinin yüzde 75 oranında azalması söz konusu olacak. Yerel gazeteler bu darbeyi aldığı takdirde çalışan yaklaşık sekiz bin meslektaşımız için işsiz kalma tehlikesi doğacak. İnternet siteleri Basın İlan Kurumu havuzuna dahil edilirken, yeni kaynak yaratılmadığı için, ilan pastasından alınan pay iyice küçülecek. Resmi ilan yayınlama hakkına sahip 953 gazetenin yaklaşık 30’u yaygın, geri kalanı yerel gazetedir. Resmi ilan yayın hakkı bekleyen gazeteleri de hesaba kattığımızda yaklaşık bin gazete için gelirlerini önemli ölçüde kaybetme riski oluşacak.

‣Gazeteciler ‘sansür yasası’na karşı sokaklara çıkıyor
  • 3. Yerel gazete ile internet sitesi arasındaki fark azalacak

İnternet haber sitelerine ait mevzuat düzenlemelerinin sonra yapılacağının belirtilmesi büyük boşluk yaratıyor. Yerel yazılı basın kazanılmış hakları açısından, eşit maliyet, eşit işlev yönlerinden zarara uğrayacak. Kurumsallaşmış, varlığını sürdüren, istihdam yaratan, yıllarca vergisini ödeyerek mesleğe hizmet etmiş yerel gazeteler ile bir süre önce kurulmuş kurumların eşit statü kazanma tehlikesi doğacak. Yerel gazetelerimizde haberin doğruluğuna ilişkin eşik bekçiliği görevi muhabir, editör, yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni gibi üç yetkiliden geçerken bu işlevi zayıflatacak yönler oluşabilecek.

  • 4. Sosyal medya paylaşımlarına ceza

İktidarlar tarafından tehlikeli görünen sosyal medya paylaşımları ağır cezaya maruz kalacak. Kapalı anlık mesajlaşma uygulamaları, görüşmelere ilişkin bilgileri BTK’ya verecek.

  • 5. İnternet basınına bir havuç 10 sopa

Teklifin bir nebze olumlu sayılabilecek yanı, internet basınında çalışan meslektaşlarımıza gazeteci statüsü kazandırması ve bu yolla basın kartı alma yolunun açılması. Bu duruma karşın belli şartlarda internet basınına yönelik ağır yaptırımlar da öngörülmekte. Teslim ve muhafaza yükümlülüğünü yerine getirmeyen internet sitesine, 1 milyar liraya kadar ceza verilebilecek. ‘Haber Sitesi’ vasfını yitirenler internet sitelerinde çalışan gazetecilerin kişisel hakkı olan basın kartı da ellerinden alınacak.

  • 6. İnternet siteleri davalara boğulacak

Kişisel hakların korunması önemli ancak bu haliyle internet siteleri için kaotik bir süreç yaşanabilecek. Yazılı medyada dava açmak için tanınan ‘yayın tarihinden itibaren 4 aylık süre’, internet basınında yayın tarihinden itibaren değil ‘şikâyet tarihinden itibaren’ başlatılacak. Yani her gün yüzlerce haber yayınlayan bir internet sitesi yasanın ardından yıllar boyunca, binlerce haberiyle ilgili dava edilebilecek.

  • 7. Basın kartının anlamı kalmayacak

Gazetecilerin basın kartı taşımasının hiçbir anlamı kalmayacak, dernek ve vakıf yöneticilerinin, pek çok kamu çalışanının basın kartı almasının önü açılacak. Basın kartı komisyonu maddelerinin yasa teklifinin içine konulmasıyla meslek örgütlerinin bu mevzuatı idari yargıya taşımasının önüne geçiliyor, yasal zırh kuşanılıyor. Kimin basın kartı alıp kimin alamayacağına karar verecek dokuz kişilik komisyonda gazetecileri temsil edebilecek sadece iki temsilci bulunabilecek, beş üyeyi doğrudan başkanlık belirleyecek.

  • 8. Basın İlan Kurumu ceza kurumu olacak

Resmi ilanların adil bir şekilde gazetelere dağıtılması amacıyla kurulan ve fikir ve içerik farkı gözetmeksizin aracılık hizmeti yapmakla yükümlü Basın İlan Kurumu gazetelere ve internet haber sitelerine hem para hem ceza veren bir kurum olarak büyük yetkilerle donatılacak. Basın İlan Kurumu tıpkı televizyon ve radyolar üzerinde kılıcını sallayan Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gibi yazılı ve dijital medyanın ‘eli silahlı polisi‘ haline gelecek.

  • 9. Bant genişliği daraltılabilecek

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) sosyal medya ve Whatsapp gibi haberleşme programlarını çok sıkı denetim ve ceza tehdidi altına alacak. Kullanım bilgilerini vermek ya da suç işlediği öne sürülen hesaplarla ilgili işlem yapmak gibi ağır yükümlülükleri kabul etmeyen sosyal medya şirketlerine 30 milyon TL ceza ve kapatmayla eş anlamlı sayılabilecek düzeyde yüzde 95 bant daraltması cezaları söz konusu olacak. BTK sosyal medya şirketlerinin küresel cirolarının yüzde 3’ü kadar ceza kesebilecek. Hangi sosyal medya devi küresel cirosunun yüzde 3’ünü ceza olarak Türkiye’ye öder? Maddeyle sosyal medya şirketleri üzerinde baskı kurularak düşünce ve ifade özgürlüğü alanının kontrol edilmesi amaçlanmaktadır.

  • 10. Mesleki mücadele yapanlara daha ağır cezalar gelecek

İtirazlarımızı Meclis’te dile getirirken ‘Tartışmalı bu maddeleri, muğlaklıktan uzak olacak şekilde yeniden düzenleyelim, bunlar bizde büyük kaygı uyandırıyor’ dedik, dinlemediler. Mesleki itirazlarımıza karşı adeta cezalandırıldık. Mesleki düzenleme yapma amacıyla kurulan kurumlar birer ceza kurumuna dönüştürülürken şimdiden nokta atışı başlatılan cezalar yaygınlaştırılacak.

Yaklaşan seçimler öncesinde devlet kurumlarının, halkın tüm haber kaynaklarını bir ahtapot gibi sararak, isterse sıkıştırıp boğacağı isterse gevşetebileceği bir yasal düzenlemeye hayır denilmelidir.

Biz gazeteciler topluma karşı sorumluluğumuz gereği bir kez daha hem yasa yapıcıları hem kamuoyunu uyarıyoruz.

Bu yasa bu haliyle uygulanırsa ülkemizde basın, ifade ve haberleşme özgürlüğü kalmayacak.

Bu sansürü kabul etmeyeceğiz; okurlarımızla, sektörle, meslektaşlarımızla ve basın-ifade özgürlüğünden yana olan halkımızla bu mücadeleyi büyüteceğiz.”

Ne olmuştu?

Dezenformasyon yasası olarak da bilinen ve Basın Kanunu‘nda büyük değişiklikler getiren Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, AKP tarafından sunulduğu ilk günden bu yana sivil toplumun, muhalefetin ve gazetecilerin tepkisiyle karşılaştı.

‣ Basın örgütlerinden dezenformasyon yasasına tepki: Siyasetçiler tarafından kapalı kapılar ardında hazırlandı
‣ Kılıçdaroğlu: Dezenformasyon yasası geçerse AYM’ye gideceğiz

Basın kartının verilmesi ve kartın iptaline ilişkin düzenlemelerin yanı sıra Türk Ceza Kanunu’na (TCK) “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçunu ekleyen, ‘yanlış bilgi’ yayan internet sitelerine cezalar ve ‘zarar gören kişişlere’ cevap ve tekzip hakkı veren 40 maddelik teklifin görüşmelerine geçen dönem başlanmış ve bazı maddeleri Komisyon’dan geçirilmişti.

‣ Gazeteciler sokakta: Susturma, korkutma, hapsetme yasasına hayır!
‣ ‘Yeni dezenformasyon yasası’yla enflasyon yüzde 100 demek suç olabilir’

Gazeteciler ve medya profosyonelleri, teklifin Anayasa’ya ve basın özgürlüğüne aykırı olduğunu, seçim öncesi iktidarın basını susturmaya yönelik bir hamlesi olduğunu söyleyerek defalarca eylem yapmış, yoğun tepkiler sonrası teklifin görüşülmesi bu yasama yılına ertelenmişti.

Nobel Fizik Ödülü kuantum çalışmalarıyla Aspect, Clauser ve Zeilinger’in

Bu yılki Nobel Fizik Ödülü‘nü kuantum mekanikleri konusundaki çalışmalarından ötürü Fransız fizikçi Alain Aspect, Amerikalı teorik ve deneysel fizikçi John F. Clauser ve Avusturyalı kuantum fizikçisi Anton Zeilinger kazandı.

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi‘nde düzenlenen basın toplantısında, ödülün, üç bilim insanına, “dolanık fotonlarla ilgili deneyler, Bell eşitsizliklerinin bozulduğunun gösterilmesi ve kuantum enformasyon biliminde öncülükleri” vesilesiyle verildiği açıklandı.

Açıklamada, Aspect, Clauser ve Zeilinger‘ın bu çığır açan deneylerle, dolanık durumdaki parçacıkların kontrol edilmesi ve araştırılması potansiyelinin varlığını ortaya koyduğu belirtildi.

‣2021 Nobel Fizik Ödülü üç bilim insanına verildi 

1901 yılından bu yana veriliyor

Nobel Fizik Ödülü, 1901’den bu yana her yıl fizik alanında insanlığa önemli katkı sunan kişilere veriliyor. Bundan 100 yıl önce 1921 yılında ödülü ünlü Alman fizikçi Albert Einstein kazanmıştı.

1915 yılında kristallerin yapılarını X ışınları yardımıyla analiz eden Lawrence Bragg, 25 yaşında Nobel Fizik Ödülü’nü babası William Henry Bragg ile paylaşmış ve bugüne kadar ödülü kazanan en genç fizikçi olmuştu.

Arthur Ashkin de 96 yaşında Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülerek şimdiye kadar bu ödülü kazanan en yaşlı fizikçi unvanını kazanmıştı.

Nobel Fizik Ödülü, 2020’de kara deliklerin keşfine katkı sağlayan çalışmalarından ötürü İngiliz matematiksel fizikçi Roger Penrose, Alman astrofizikçi Reinhard Genzel ve Amerikalı gök bilimci Andrea Ghez arasında paylaştırılmıştı.

2021 Nobel Fizik Ödülü‘nü, üç bilim insanı Syukuro Manabe, Klaus Hasselmann ve Giorgio Parisi kazanmıştı.

İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi‘nde düzenlenen basın toplantısında, ödülün bir yarısının Japonyalı meteorolog ve klimatalog Manabe ile Alman oşinograf ve iklim modelleyicisi Hasselmann’a, diğer yarısının da İtalyan teorik fizikçi Parisi’ye layık görüldüğü açıklanmıştı.

Ghez, 1901’den bu yana ödülü kazanan dördüncü kadın olmuştu. 1903’te Marie Curie, 1963’te Maria Goeppert-Mayer ve 2018’de Dana Strickland Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştı.

1903’te Marie Curie, 1963’te Maria Goeppert-Mayer ve 2018’de Dana Strickland Nobel Fizik Ödülü‘nü kazanmıştı.

Ödül, 2019’da da “evrenin yapısının ve geçmişinin anlaşılmasına yardımcı olan keşiflerinden” ötürü Kanadalı fizikçi ve teorik kozmolog James Peebles, İsviçreli astrofizikçi Michel Mayor ile İsviçreli gök bilimci Didier Queloz’e verilmişti.