Ana Sayfa Blog Sayfa 656

Sibel Tekin’in tutuklanmasına tepkiler sürüyor: İnsanların hayatlarıyla oynamak bu kadar kolay olmamalı

Ankara Tuzluçayır’da yaz saati uygulamasına yönelik belgesel çekimi için aldığı görüntü sırasında aracı görüntülenen polislerin şikayeti sonucu gözaltına alınan belgeselci ve gazeteci Sibel Tekin’in tutuklanması sonrası Tekin’e destekler sürüyor.

Tekin’e yönelik destek mesaj paylaşanlar arasında Barış Akademisyenleri de bulunuyordu. Barış Akademisyenlerince şu açıklama yapıldı:

“Hocamız, dostumuz, belgesel yönetmeni #SibelTekin asla kabul edilemeyecek bir bahaneyle önce gözaltına alındı, ardından tutuklandı. Derhal serbest bırakılmasını talep ediyor, hakikatten yana herkesi Sibel hocamızın özgürlüğü için ses çıkarmaya davet ediyoruz!”

Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden ise şu açıklama yapıldı:

“Belgesel yönetmeni, gazeteci #SibelTekin gözaltına alındı. Bu; sadece bir gazeteciye, sadece haber alma hakkına değil; barışçıl toplantı ve yürüyüşlere ilişkin ‘hafızaya’ yönelik bir saldırıdır!”

Ayrıca Belgesel Sinemacılar Derneği’nden yapılan açıklamada da şu ifadelere yer verildi:

“Sibel, meslek birliğimiz Belgesel Sinemacılar Birliği’nin ve akademinin üyesidir. Bunca yıldır her yaptığı göz önünde olan, mesleğinin gereklerini yerine getiren arkadaşımız, tanıyan herkesin sevdiği, değerli bir insandır.

Gece 02.00 civarında evinin basılması, ekipmanına, arşivine el konması, hard diskleri hızla taranarak ‘suç unsuru’ bulunması ve üyemizin apar topar tutuklanıp cezaevine konması, Sibel’in, muhtemelen benzerlerini daha önce yaşadığımız kurgulardan birine kurban edilebileceği endişesini yaratıyor. Belgeselcilere yönelik son zamanda artan şiddet endişemizi büyütüyor.

Sibel, 18 yıl boyunca, dünyanın her yerinden gelen yüzlerce filmle Türkiye’deki izleyicileri buluşturduğumuz Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’ne ve birliğimizin her türlü faaliyetine gece gündüz emek vermiş, güler yüzü ve sıcak enerjisiyle yanındakilere hep moral kazandırmış, kendi çalışmalarımızı da çekip belgelemeyi hiç ihmal etmemiş, yorulmak bilmeyen bir arkadaşımız. Ve gelecek kuşaklara bilgi-belge aktarma görevini gönüllü olarak üstlenmiş bir belgeselci. Çocuklarımız, gençlerimiz için iyi bir şeyler yapmaya çalışan herkesi cezalandırmak zorunda mıyız?

Haber verme-alma özgürlüğüyle birlikte kamusal alanda çekim yapma ve yayma hakkımız Anayasa’nın 26. ve 27. maddelerinde düzenlenen hükümlerle güvence altına alınmıştır. Çektiklerimizi, kurguladıklarımızı, ulaştığımız belgeleri gelecek kuşaklara aktarmak için arşivlemek mesleki sorumluluğumuzdur. Sibel, kimse adına değil hakikat adına bu sorumluluğu yerine getiriyor. Bu sorumluluğa sahip çıkmazsak kendimize belgesel sinemacı diyemeyiz.

Sibel Tekin ile ilgili hukuki süreci gözümüzü ayırmadan izleyeceğiz. Ne suçlama yapılırsa yapılsın kabul etmeyeceğiz, çünkü Sibel’i tanıyoruz. İnsanların hayatlarıyla oynamak bu kadar kolay olmamalı. Sibel Tekin derhal serbest bırakılmalı, el konan bütün ekipman ve arşivi eksiksiz geri verilmeli.”

Ne olmuştu?

Ankara’da Cuma gecesi (16 Aralık) evine düzenlenen polis baskıyla gözaltına alındıktan sonra tutuklanan belgesel yönetmeni ve gazeteci Sibel Tekin ‘örgüt üyeliği şüphesi’ gerekçesiyle tutuklanmıştı.

Tekin’in, iki bilgisayarına, belgesel çalışmalarının olduğu çok sayıda hard disk, kamera ve bazı kitaplarına el kondu.

MLSA’dan Sibel Yükler’in aktardığına göre Tekin verdiği ifadede şu cümleleri kullandı:

“Sinemacıyım. Belgesel çekmeye karar verdim. ‘Karanlıkta başlayan hayat’ konulu çekim yapmaktaydım. İnsanların gün aydınlanmadan işe gitmesini çekmeye çalıştım. Belgesel, kış saati uygulamasıyla karanlıkta işe giden insanları konu almaktaydı.”

Ordu’da Karadeniz için ekoloji toplantısı: Hukuki, fiili ve iktidar mücadelesi şart

Artvin, Rize, Samsun, Sinop illerindeki ekoloji mücadelesi veren dernekler ve platformlar Ordu Çevre Derneği’nin çağrısıyla 17 Aralık Cumartesi günü bir araya gelerek ekokırıma karşı ortak mücadeleyi tartıştı.

Yeşil Artvin Derneği, Karadeniz İsyandadır Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, Ordu Çevre Derneği, Samsun Çevre Platformu ve Sinop Nükleer Karşıtları Platformu temsilcilerinin katıldığı toplantıda katılımcılar mücadele deneyimlerini aktardı.

Belediye İş Sendikası Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen toplantıda ortak hareket etmek, dayanışmayı güçlendirmek üzerine görüş birliğine varıldı. Toplantıda hidroelektrik santrallere (HES) karşı başlayan mücadelenin yeni sorunlarla daha kapsayıcı hale geldiğinin vurgusu yapıldı.

Maden, taş ocakları, deniz dolgusu, dere yataklarına duvar örülmesi, enerji nakil hatları, balık çiftlikleri gibi ekosistemi bozan çalışmaların hızlandığına dikkat çekildi.

Anayasada ekoloji talebi

Yerel mücadelenin ulusal alanda birleştirilmesi ve iktidar mücadelesiyle bağının kurulmasının da önemine değinilen toplantıda seçim süreci nedeniyle Anayasa tartışmalarında ekoloji konusunun yer alması için çalışma yapılması dile getirildi. Toplantıda kaydedilden ortak talepler ise şöyle:

  1. Hukuksal kazanımlar önemli ancak yeterli değil. Mahkeme kararlarına uyulmamakta. Bu nedenle hukuk mücadelesi fiili mücadeleyle birleşmelidir.
  2. Kazanım için halkı mücadeleye katma konusunda özen gösterilmeli.
  3. Açılacak davalarda halk taraf yapılmalı, davacı olmaları sağlanmalıdır.
  4. Yerel mücadeleler önemli ancak ülkenin her tarafında aynı sorunlar yaşandığından mücadele ulusal alanı kapsaması için çalışılmalı; bu mücadelede iktidar mücadelesi de gözetilmelidir. Asıl kalıcı çözüm yolu budur.
  5. Anayasa tartışmalarında ekolojik anayasa için çaba harcanmalıdır.
  6. Ekoloji örgütleri arasında iletişim ve dayanışma artırılmalıdır.
  7. Ekokırıma karşı mücadeleyi önemsemek gerekiyor.
  8. Seçimde milletvekili adaylarının ekolojiye ve mücadelesine yakın insanlardan olması için baskı oluşturulmalıdır.
  9. Karadeniz toplantılarının devamı için çaba harcanacak.
  10. Konuşmalar ve görüş alışverişleri toplantıya katılan dernek ve platformların yönetim-yürütmelerinde değerlendirildikten sonra çalışmalara devam edilecek.
  11. Karadeniz illerinde derneği-platformu olmayan yerlere destek sağlanarak platformların oluşturulmasına yardımcı olunacak.

İran: Protestolarda 63’ü çocuk 469 insan öldü

İran İnsan Hakları Örgütü’nce (IHRNGO) yapılan açıklamada başörtüsünü ‘uygun’ takmadığı gerekçesiyle gözaltına alınmasının ardından hayatını kaybeden Mahsa Amini’nin ardından başlayan protestolarda bugüne kadar 63’ü çocuk olmak üzere en az 469 insan öldürüldü. 

Norveç merkezli örgüt tarafından yapılan açıklamaya göre tutuklamaların nedenleri arasında Allah’a karşı gelmek (moharebeh) ve yolsuzluk (efsad-fil-arz) bulunuyor.

Reuters

İran Devrim Mahkemesi’nde yargılanan bazı protestocuların ailelerinin de baskı altında olduğu bildiriliyor.

IHRNGO Direktörü Mahmood Amiri Moghaddam, “Son üç aydır protestoları bastırmayı başaramayan İslam Cumhuriyeti liderleri, protestocuları infaz ederek korku içinde hüküm sürmeye çalışıyor. Siyasi sponsorlukların, sokak ve sanal kampanyaların ve uluslararası toplumdan gelen baskının siyasi maliyeti artırması, yeni infazların önüne geçebilir” açıklamasında bulundu.

Protestolara katıldığı için bugüne kadar iki kişi idam edildi.

Ne olmuştu?

Ahlak polisinin gözaltına aldığı 22 yaşındaki Mahsa Amini, iki gün sonra, 16 Eylül’de hayatını kaybetti.

Amini başörtüsü kuralına uymaması, saçının görünmesi nedeniyle gözaltına alınmıştı. Genç kadının ölmesiyle ülke çapında kadınlar eylemler başlattı.

Mahsa Amini’nin ölümü bir toplumu ayağa kaldırdı ve uluslararası kamuoyunda yankı buldu. İran’daki eylemlere üniversitelilerin yanısıra liselilerin de katılması protestolara ivme kazandırdı. Protestolarla birlikte kesilmiş saçlar bayrak haline gelerek isyanın sembolü haline geldi.

Fotoğraf: Reuters

Amini için ülkede günlerdir protestolar gerçekleştirilirken birçok ülkede de vatandaşlar sokağa çıkarak kadın mücadelesine destek vererek baskı İslam rejimine tepki gösterdi.

Başörtüleri yakıldı, kadınlar sokaklarda toplumsal cinsiyet eşitliği için yürüdü. Kadın hakları savunucuları ve öğrenciler protesto çağrılarında bulundu.
“Diktatöre ölüm”… Bu slogan İran sokaklarında haykırıldı. Amini’nin Sakkız’da gerçekleşen cenazesinde de aynı sloganlar atılmıştı.

Irkçı söylemlerin hedefindeki Saab Restoran kapandı: Artık bizden kurtuldunuz

Ankara Kızılay‘da Afrika yemekleri sunan ve bir yıldır polisin çeşitli baskılarıyla defalarca hem ismini hem tabelasını değiştirmek zorunda kalan Saab Restoran kapatıldı. Restoranın işletmecilerinden Etiyopya kökenli Türkiye vatandaşı Messi Karakaya, “Artık bizden kurtuldunuz ve bütün sorunlar çözdünüz” dedi.

İşletmenin diğer sahibi Somali kökenli Mohamed Isse Abdullahi de sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “Giriş-Gelişme-Sonuç!” ifadeleriyle tepki gösterdi.

https://twitter.com/xabxab32/status/1603706291700088835?s=20&t=kgmcnyF3AKvuF3YALsgimA

2019’da açılan restoran açıldığı günden bu yana ırkçı söylemlerin ve eylemlerin hedef tahtasına oturtulmuştu. Kimi zaman işletmecisi gözaltına alındı kimi zaman tabelası beyaza boyandı. Ankara Emniyeti’nin baskıları nedeniyle adı değiştirildi.

Restoranın Afrika Devletler Birliği‘nin bayrak renklerinin olduğu tabelası polis tarafından beyaza boyandı.

‣Saab Restoran’ın tabelası zorla boyandı: Polis, ‘bu ırkçılık’ diyen sahibine soruşturma açacak 

 

[Yazı Yaban] Ayvanın günü

Sizde de işler böyle mi yürüyor bilmiyorum ama bedenim bana hangi meyveyi yemem gerektiğini buyuruyor. Bu sene “git gel, ayva ye” dedi mesela. Neden ayvayı seçtiğini bilmiyorum ama ayvaya doğru itiliyorum. Daha doğrusu ayvanın maharetlerinden yola çıkarak çeşit çeşit cevap buluyorum. Çünkü iyi bir insan gibi iyi bir meyve ayva. İnsana iyi gelecek ne varsa çıkınında toplanmış. C vitaminine mi ihtiyacınız var, mide bağırsak problemleri mi yaşıyorsunuz, ayva almaz mıydınız? Yalan dünya kalbinize iyi gelmiyor mu, ayva ne güne duruyor? Belki dünyayı tamir edemez ama kalbinize direnme gücü verir. Hatta gıyabında konuşmak gibi olmasın belki tamir de eder. Çünkü ayvayı severek yemek veya bahçeye ekmek bugün bir direnme biçimi haline geldi.

Düşündüm taşındım, meyvelerden en çok ayvayı sevdiğime karar verdim. Onun bu göz ardı edilmişliği, onca zamandır ekilmesine rağmen hizaya girmemesi bir delicanlı olduğunu göstermiyor mu? Ayvayı yeriyor muyum övüyor muyum belli değil. Olanı da sökmeseler bari. Oysa kıymetlendiriyorum ayvayı. Sobaya bir odun atıyor çıkıp ayvayı yokluyorum. Kış ortasında daha soğuk yüzünü layıkıyla göstermemişken bir elma, armut kadar soğuğa ihtiyaç duymaması bana umut veriyor. Meyvesini yazın büyütse de, bu su istediği anlamına gelse de, sanki çöle dönsek yanımızda bulacağız ayvayı. Nedense? Çalı çırpılığından mı?

Ayva kıtlığı

Aşılı armut fidanımız hemen evin önündeki sekide, gelenin gidenin gözü önünde armutluktan vazgeçip  ayva olmaya karar verdi. Göz önünde olmanın bedelini budanması gerektiği telkinleriyle ödedi ve benim bu telkinlere en hafif deyimle aptalca riayet edip ona abuk sabuk biçimler vermeye çalışmam yüzünden bu sene hepi topu dört tane meyve verebildi.

Elmaya, muşmulaya ve armuda anaçlık ediyor ayva. Burhan Oğuz; “Üvez’lerin (sorbus) en önemlisi ayva ağacına aşılanarak meyveleri için üretilenedir”(*), diyor. Hatta ayva ilkin, 16. yüzyılda Fransa‘ya armut anacı olarak giriyor.

Bizimki elma biçimli bir ayva. Sert, kuru. Diyebilirim ki harap ayvası, siz de deyin ki çöğür ayvası. Ayvalar, meyve şekline göre elma şekilli ayvalar (Cydonia oblanga var. maliformis) ve armut şekilli ayvalar (Cydonia oblanga var. pyriformis) olmak üzere ikiye ayrılıyor.

Yaşayacağım ayva kıtlığı üzerine kabuslar görürken bir komşumuz “ayvaları topluyoruz, gel sen de al” dedi de, yüreğime su serpildi. Üstelik toplayacağımız ayvaların ikisi de yerliydi; ekmek ve limon ayvası. Yerel ayvalar açısından o kadar zenginiz ki; ekmek, limon, şeker/şeker gevrek, midilli, tekkeş, istanbul, bardak, kara ali, havan, çukur göbek, bencikli, gördes, kirli, söbü, eşme, turgutlu, smyrna ayvaları. Deniz etkisine açık ılıman iklimlerde sulu ve boğucu olmayan ayvalar yetiştirmek mümkünken daha serin yerlerde yetiştirilen sert ayvalar da bir süre bekletilerek meyve etinin yumuşaması/sulanması sağlanabiliyor. Hangisini eksen olur. Ayva da bahçeni sevsin yeter ki.

Şekerle pişirme usüllerini terk edeli beri ayvayı doğrayıp yumuşayıncaya kadar kaynatıyor veya fırında pişirip mideye indiriyordum ki, bu fasılda közlenebileceğini de öğrendim. O zaman ayva, ayva olmaktan çıkıp lokuma dönüşmeye, dahası ateş başı muhabbetlerinin baş tacı olmaya başladı. İbn-i Sina‘ya göre çıkarılan çekirdeklerin yerine bal doldurulup delikler kapatıldıktan sonra ayvayı küle yatırarak yapılan “Ayva külbastısı” tıbbi olarak kullanılıyor (Kocaeli Bitkileri).

Küçükten büyüğe; limon, ekmek ve harap ayvası. Ayvanın olgunlaştığını renginin sarıya dönmesi yanında elimizle ovaladığımızda tüy örtüsünün kolayca kalkmasından anlayabiliriz.

 Çantada bir demirbaş

Ayvanın kökeni Kafkasya bölgesi olarak kabul edilmekle birlikte en yakın çeşitlilik merkezleri arasında Kuzey Anadolu/Türkiye de yer alır. Bir görüşe göre Mezopotamya uygarlıklarından biri olan Akadlar yabani ayvayı evcilleştiren ilk uygarlıktır. Ayva ilk tarımcılar sayesinde çevre bölgelere yayılır. Mesela, Arapça’da ayva anlamına gelen “Safarjal” kelimesi, Akadlarda ayva için kullanılan “Supurgillu” kelimesinden türetilmiş. Aynı şekilde ayvanın bilimsel cins adı olan “Cydonia” Girit adasındaki bir şehrin eski adı olan Cydonea’dan geliyor. Bu da ayvanın köken bölgesinden başlayan ve giderek genişleyen yolculuğunu gözler önüne seriyor.

(Ayvanın kökeni, çeşitlilik merkezleri ve yolculuğu. Kaynak: Abdollahi)

Antik Yunan‘da düğünlerde ayva yenilmesi gibi geleneklerin, Anadolu‘da düğünde damada ayva verilmesi veya gebelere çocuğunun güzel olması için ayva yemesinin öğütlenmesi kılığında sürdürülüyor olması da ayvanın yetiştiği, tanındığı, sevildiği yerleri birbirine bağlıyor. Aynı zamanda “marmelat” sözcüğünün kökeni de ayvaya, daha doğrusu ayvayı kil kavanozlarda, bal içinde saklayan Yunanlılar ve Romalılara borçluyuz. Bu saklama usulüne Eski Yunanca “melímēlon” yani “bal elması” denilirmiş (Nişanyan Sözlük ve Abdollahi). Dilden dile aktarılırken değişikliklere uğrayan melímēlon, marmelat oluvermiş. Dil de tıpkı ayva gibi bir demirbaş insanların çantasında.

Ayvanın başarısı

Çok rağbet edilmeyen bir meyve olması sebebiyle, ne büyük ölçekli tarımı yapılıyor ne de diğer kültür bitkilerine reva görülen yoğun tarım uygulamalarına maruz bırakılıyor. Türkiye’de yeni yeni kapama ayva bahçeleri kurulsa da genelde ihtiyaç fazlası satışa sunuluyor. Yine de, örneğin Çin Türkiye’ye göre yedi kat fazla ayva dikili alana sahip olmasına rağmen dünya ayva üretiminde ortalamanın yaklaşık 3,6 katı ayva verimine sahibiz. 2019’da dünya ayva üretiminin % 5,5’i ticarete konu olurken, ihracatın %89’u 5 ülke tarafından karşılanıyor. Bunlardan biri de Türkiye. Çin’de bir çiçek açarken, burada dört çiçek açıyor ayva. Ancak bu Türkiye’nin değil ayvanın başarısı, tutunuşu, direnci.

Türkiye’deki evcileşme tarihine bakılınca da neredeyse yabani ayva yediğimizi söyleyebiliriz. Tohumdan ekim, aşılama gibi yöntemler yeni ayvalar üretmek için kullanılsa da kendine verimli olduğu için biteviye elimizdeki ayvaları çelikten, fideden çoğaltıp durmuşuz. Araştırma enstitüleri tarafından tescil edilen az sayıda yeni tipler dışında tamamıyla kendi haline bırakmışız ayvayı. Elbette üzerinde araştırmalar yapılıyor, dünyada ayva koruma merkezleri var ve piyasada yabancı çeşitler de bulmak mümkün. Yine de o buruk, boğucu meyvesinin pazara göre olmaması sayesinde paçayı kurtarmış görünüyor. Sırf bu yüzden silebilirlerdi onu yeryüzünden. Bahçeler, bahçıvanlar direnmese ve yaprağının, meyvesinin tıbbi kullanımları giderek göz doldurmasa.

Kolay lokmalara alışık, kolay lokmalara mecbur boğazlar hişt diyor ayvaya ama bir yere gitmiyor ayva, daha dün Kaf Dağı‘ndan geldi, dinlesek anlatacaklarının haddi hesabı yok.

*

 (*) “Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Halk Eczacılık ve Sağaltma Teknikleri”, Burhan Oğuz, Anadolu Aydınlanma Vakfı Yayınları, 2005.

Erdoğan’ı yenmenin cezası!

31 Mart 2019’da AKP‘nin İstanbul adayı kimdi? Ya da 24 Haziran 2019’da? Pusulaya adı yazılan kişi bir önceki seçimde İzmir‘i kaybetmiş Binali Yıldırım‘dı, evet. Fakat hepimiz biliyoruz ki diğer tüm büyükşehirlerde, şehirlerde ve hatta ilçelerde olduğu gibi AKP’nin İstanbul adayı da tek kişiydi: Recep Tayyip Erdoğan. Tek tek mitinglerde o konuştu, afişlerde mutlaka onun fotoğrafı vardı. Hatta kaybedilen seçim sonrasında kazanmış gibi İstanbullu seçmenlere teşekkür eden pankartların sağ tarafında yine kendisi vardı. Aynı Ankara’yı kaybettiği gibi İstanbul’u da kaybetti Erdoğan, ama unutmadı.

Ben bu unutmama halinin 2019 ile ilgili olduğunu düşünmüyorum. Nasıl ki şu anda bize yaşatılan ucube sistemde Cumhurbaşkanı tek bir imza ile yüzlerce insanı atayabiliyorsa, bir grevi sonlandırabiliyor ya da uluslararası bir sözleşmeden çıkabiliyorsa; tüm belediye başkanlarını da kendisinin atamasını ve halkın da (Elbette!) onları seçmesini istediğine adım gibi eminim. Her seçimde giderek daha düşük profilde belediye başkan adayları göstermesini bu iddiama kanıt olarak sunabilirim. Bir başka kanıt için ise bir kaç isim saymam gerekli: Kadir Topbaş, Melih Gökçek, Ahmet Edip Uğur ve Recep Altepe… Kim bunlar? Halkın oylarıyla seçilmiş, görevlerine devam edemeyecek kadar büyük ama yargılanmayacak kadar küçük suçları (kabahatçik!) olan belediye başkanları. Hepsi tek tek istifa ettirildi ve yerlerine yenileri atandı. Neden? Esas nedeni bilmiyoruz ama görünürdeki neden Recep Tayyip Erdoğan onları istemedi. Eğer Erdoğan bir kişinin, bir yerin belediye başkanı olmasını istemiyorsa elbette olmayacaktı! Yargı kararını bırakın, bir duruşma bile olmadı. Kimse ses çıkarmadı, kimse yüzlerine bakmadı. Çünkü kazandıkları seçimlere de aslında onlar girmemişti. Giren ve kazanan aynı kişiydi: Recep Tayyip Erdoğan!

‘Herkes biliyor, geminin su aldığını…’

Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin deyişiyle “Kapının önüne boş damacana şişesi gibi konulan eski başkan”lardan 2019’a gelelim. Sizlere tüm dünyada absürt gelecek ama mekan Türkiye olunca normal karşılanacak bir olay söyleyeceğim. Çok normal geleceği için şaşırmayabilirsiniz ama bir daha okuyun ve düşünün: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni CHP kazanınca Türkiye’de iki tane gazete kapandı. Ne saçma değil mi? Hem de kapanmadan önce binlerce sattıklarını iddia eden gazetelerdi bunlar. Sadece bu örnek bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sadece bir belediye olmadığının, dillerden düşmeyen 16 milyon kişinin sırtından nasıl bir sistemin beslendiğinin ufacık da olsa bir kanıtı. İşte bu yüzden ne İstanbul Büyükşehir Belediyesi ne de bu Belediye’yi iki kere kazanan Ekrem İmamoğlu’nu boş damacanalarla karıştırmamak lazım. İBB’nin elden gitmesi hem maddi hem de manevi bir kriz yarattı. O krizin etkilerini ve o krizin gözü dönmüşlüğünü yaşıyoruz.

Türkiye’de hukuk sisteminin geldiği yerin ne kadar korkunç bir nokta olduğunu görmek için elbette Ekrem İmamoğlu’na siyasi saiklerle açılan, siyasi saiklerle devam ettirilen ve siyasi saiklerle sonuçlandırılan bu davaya ihtiyacımız yoktu. Türkiye siyasetin davalar eliyle şekillendirilmesi gibi otoriterliğin hukuksal kılıfa büründürüldüğü bir sisteme geçeli en az 12 yıl oldu, ki daha öncesinde de parmakla gösterilen bir hukuk sistemimiz olduğunu söyleyemeyiz! AKP Genel Başkanı’nın, İçişleri Bakanı’nın sürekli halkın yüzde 60’ına yönelik söylediği sözler yanında “ahmak” kelimesinin herhangi bir ağırlığı olmayacağını da biliyoruz. Leonard Cohen‘in o muazzam şarkısında anlattığı gibi “Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu, herkes biliyor, geminin su aldığını herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini” evet herkes biliyor ve görüyor.

Ve artık herkes görüyor ki birlikte hareket edip bu karanlığı aydınlığa çevirmekten başka çaremiz yok. İmamoğlu bir parti olsaydı ve 2019 seçimlerinde sadece İstanbul’da aldığı oyları almış olsaydı oy kullanan seçmenin yüzde 9.82’sinin oyunu almış olacaktı o parti. Bu kadar büyük bir iradeyi bir kalemde yok sayabilecek bir cürete karşı birlikte davranma cüretini göstermeliyiz. Farklı mıyız? Çok! Fark eder mi? Hayır!

[Bir şarkının hikayesi] Layla/ Eric Clapton

Fuzuli başta olmak üzere Türk edebiyatındaki 30’dan fazla şair tarafından işlenen Leyla ve Mecnun’un İran’da geçen hikayesi, 10’uncu yüzyılın sonlarında Azeri şair Nizami Ganjavi tarafından yazıldı.

Hikayeye göre, Necid’de bulunan Ben Amir kabilesine mensup Leyla ve Kays birbirlerine aşık olurlar. Bu aşkı duyan annesi Leyla’yı okuldan alır ve görüşmelerini yasaklar. Ayrılık ıstırabıyla mahvolan Kays, halk arasında Arapçada deli manasına gelen “Mecnun” adıyla anılmaya başlar. Babası Leyla’yı bir başkası ile evlendirince iyice deliye dönen Mecnun için kainat artık sadece Leyla’nın aşkından ibarettir. Çölde hayvanlarla yaşamaya  başlayan Mecnun, Leyla’nın vücudu da dahil bütün maddi varlıklarla ilişkisini keser. Kocası ölen Leyla, bir gün onu çölde bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” der. Kısa zaman sonra Leyla hayata gözlerini kapar. Bunu öğrenen Mecnun, sevdiğinin mezarının başında ağlayarak Yaradan’dan canını almasını ve  Leyla’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olur ve Mecnun Leyla’sına kavuşur.

Birçok şaire ilham kaynağı olan bu hikaye, yüzyıllar sonra İngiliz bir müzisyenin en ünlü şarkısına da ilham kaynağı oldu.

‘Allahım, herkes anlayacak’

Rolling Stone dergisi tarafından “Tüm Zamanların En İyi 100 Gitaristi” listesinde ikinci sırada gösterilen Eric Clapton, kariyeri boyunca The Beatles, Bob Dylan, Pink Floyd, Dire Straits, Tina Turner gibi ünlü müzisyen ve gruplarla birlikte çaldı. 1968 yılında George Harrison, Clapton’u The Beatles’in dokuzuncu stüdyo albümü olan “White Album”ün kayıtlarına davet etmiş ve ünlü gitarist, Harrison’un “While My Guitar Gently Wheeps” adlı bestesinin gitar solosunu çalmıştı.

George Harrison ve Eric Clapton’un arkadaşlıkları aslında çok daha eskiye dayanıyordu. Harrison, The Beatles’ın ”A Hard Days Night” filminin çekimleri sırasında tanıştığı Pattie Boyd ile görüşmeye başladığında, onu diğer yakın arkadaşları ile olduğu gibi Clapton’la da tanıştırmıştı. Pattie Boyd ile George Harrison’un beraberliği 1966 yılında evlilikle sonuçlanacaktı. İki ünlü müzisyenin arkadaşlıkları devam ederken, yolunda gitmeyen bir şey vardı. Eric Clapton, Harrison’un eşi Pattie Boyd’a umutsuzca aşık olmuştu. Bu arada iki gitarist çok sık görüşüyorlardı ve 1969 Aralı’nda Harrison ve Clapton, Amerikalı grup Delaney & Bonnie ile beraber turneye dahi çıkmıştı. O günlerde The Beatles hala resmi olarak dağılmamıştı.

Bir gün Clapton’a arkadaşı Ian Dallas bir kitap hediye etti. Kitap, Nizami Ganjavi’nin “Leyla ve Mecnun” adlı eseriydi. Eric Clapton, sevdiğine kavuşamayarak tüm hayatını tek aşkına adayan Mecnun’un hikayesinden çok etkilenmişti ve bu hikayeden ilham alarak, Pattie’ye hitaben “Layla” adlı şarkısını yazdı.

2007 yılında yayınlanan “Wonderful Today” adlı kitabında Pattie Boyd, Eric Clapton’un şarkıyı kendisine dinlettiği günü şöyle anlatıyordu:

Gizlice Güney Kensington’daki dairesinde buluştuk. Eric’in buraya beni yeni bir şarkıyı dinletmek için çağırdığını biliyordum. Kasetçalara bastı, sesi açtı ve bana o güne kadar dinlediğim en güçlü ve dokunaklı şarkıyı çaldı. Şarkı, sevdiği kadına umutsuzca aşık olan birinin hikayesini  anlatan ‘Layla’ idi. İlk anda ‘Allahım, herkes bunun benim hakkımda olduğunu anlayacak’ diye düşünmüştüm.”

Layla, bana diz çöktürüyorsun
Layla sana yalvarıyorum, sevgilim lütfen
Sevgilim, endişelerimi hafifletemez misin?

Seni teselli etmeye çalıştım
Eski sevgilin seni yüzüstü bıraktığında
Aptal gibi sana aşık oldum
Tüm dünyamı alt üst ettin.

 

“Layla”, Eric Clapton’un grubu Derek and Dominos‘un stüdyo albümü, “Layla and Other Assorted Love Songs”adlı albümünde yer aldı. Albümün kaydı sırasında Clapton’un yakın arkadaşı Duane Allman, Miami’de turnede idi ve Clapton onu kayda davet etti. Eric Clapton’un büyük bir hayranı olan Allman, Clapton tarafından aslında bir balad olarak yazılmış olan “Layla” için, tüm zamanların en iyi gitar girişlerinden biri olarak kabul edilecek olan  bir gitar riffi yazarak parçanın  rock müzik tarihinin unutulmazları arasında yer almasında büyük bir katkıda bulunmuştu. Kayıtlar sırasında Allman’ın çaldığı ve “Layla gitarı” olarak da bilinen 1957 Gibson gitar, bir açık arttırmada 1.25 Milyon dolara alıcı buldu.

Bir şarkı yaratmak, duygulara mühür basmaktır

“Layla” uzun bir piyano bölümü ile bitiyordu ve bu bölüm grubun bateristi Jim Gordon tarafından yazılmıştı. Grubun klavyecisi Bobby Whitlock, piyano bölümünün şarkıyla alakası olmadığını ve parçanın  bütünlüğünü bozduğunu söylemişti.

Eric Clapton, 1992 yılında MTV için “Layla”nın  unplugged versiyonunu kaydetti. Sanatçı bir oktav aşağıdan ve daha yavaş bir tempoda kaydettiği akustik versiyon için, gitar riffini tamamen değiştirmiş ve piyano bölümünü çıkarmıştı.

 

Clapton, 2007 yılında New York Times ile yaptığı söyleşide “Layla”daki umutsuzluğun kendi hayatının dokümanteri olmadığını, yaratıcı bir seçim olduğunu söylemiş ve şöyle ilave etmişti: “Aşk şarkıları yazma sanatı budur. Pattie’ye umutsuzca takıntılı idim ama bir şarkı yaratmak, duyguların üzerine damga vurmak gibidir.”

1977 yılında George Harrison’dan boşanan Pattie Boyd, 1979 yılında Eric Clapton ile evlendi. Harrison ve Clapton  arkadaş kalmaya devam ettiler, hatta George Harrison çiftin düğününe dahi katıldı. Eric Clapton, “Layla”dan sonra Pattie Boyd için “Wonderful Tonight” adlı şarkısını yazdı. Çiftin evlilikleri 10 yıl sürdü.

Pattie Boyd, 2007 yılında gazeteci  Penny Junor ile birlikte Wonderful Today adı ile otobiyografisini  yazdı ve aynı yıl İngiltere ve ABD’de yayımladı. Kitap, New York Times’ın “Best Seller” listesinin başında yer aldı.

Rolling Stone dergisinin 2021 yılında güncellenen “Tüm Zamanların En İyi 500 Şarkısı”listesinde  “Layla”, 224’üncü sırada gösteriliyor.

Kaynakça

  • Moore R., Behind The Song: Layla Eric Clapton, American Songwriter, 2020
  • societyofrock.com, The Story of a Song,”Layla” by Eric Clapton, 1998
  • wordpress.com, The Story Behind The song “Layla”
  • Songfacts, Layla
  • Wikipedia, Eric Clapton, Layla,Derek&Dominos.

 

 

Nesneleşmiş beden

Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk’un “Boş Ev” adlı çarpıcı bir filmi vardır. Filmdeki Erkek boş ev’lerde yaşar, nesnelere bağımlı değildir, kendi evi, eşyası yoktur, –bilemeyiz! Çoğunlukla gökdelen ve villa kapı kollarına fastfood broşürleri asar. Sonraki günlerde reklam broşürünün kaldırılmadığını görünce evin boş olduğunu anlar. Ev sahipleri ya tatile ya da iş seyahatine çıkmışlardır. Maymuncukla kapıyı açar, eve yerleşir. Banyo yapar, yemek pişirir, televizyon seyreder. Bir yandan da evin bozuk aletlerini tamir eder: Çocuk oyuncaklarını, müzik setlerini, duvar saatlerini, tartı aletlerini… vb. Kirli çamaşır ve bulaşıkları yıkar, evi temizler. Çiçekleri sular. Ev sahibi gelmeden de evi terk eder, başka bir eve geçer.

Üniversite mezunudur. Motosikleti vardır. Hep böyle yaşamış (= yaşıyor) gibidir…

Bir nesne olarak ‘ağırlıktan kurtulmak’

Bir gün içeri girdiği evde kocası tarafından dövülen bir kadına rastlar; önce kadını fark etmez, ev işlerini yaparken yüzü yaralı kadın onu izler, sonra ortaya çıkar, Erkek’e katılır. Düzeltilmiş tartıda tartılırlar: Erkek 65 kg, Kadın 47 kg gelir.

Koca gelmeden evden ayrılıp başka boş ev’lerde yaşamaya başlarlar…

Yakalanırlar.

Erkek “haneye tecavüz” suçundan hapishaneye girer, hücreye atarlar. Çok küçük bir penceresi olan dört duvar arasında yaşamaya başlar. Gardiyan copla sık sık dayak atar, karşı çıkmaz. Duvar’ın gücünü tartıyor gibidir. Erkek bir süre sonra Dört Duvar’ın ve Nesneleşmiş Bedeninin kendisine hükmetmesinden kurtulur, sınırların ötesine geçer.

Kadın kocasına dönmüştür. Önce kocasını tokatlar, sonra bahçe kapısı açık başka bir eve girer. Bahçede çiçek düzenlemesi yapan bir adam vardır. Kadın onunla konuşmaz, içeri girer, evin kanapesinde uyur.

Bahçe kapısından gülümseyerek giren başka bir kadın, “Yine mi o çiçeği temizliyorsun,” diye sorar. Adam, “Merhaba tatlım,” diye cevap verir. Kadın uyuyan Kadın’ı göstererek, “O kim,” der. Adam, “Bilmiyorum, bırak uyusun,” der…

Zamanla Kadın da Nesneleşmiş Bedeninin sınırlarından kurtulur.

Erkek, Kadın’ı bulur.

Tartı aletine beraber çıktıklarında ibre sıfırı gösterir.

Bir nesne olarak artık ağırlıkları yoktur.

Nesne ve Nesneleşmiş Beden’le ilişkilerini koparmış olarak birbirlerine dönmüşlerdir.

‘Nesneler nesnelerle tartılır’

Erkek film boyunca hiç konuşmaz.

Kadın iki cümle kullanır: İlki, “Seni seviyorum”dur. Polis, karısını döven koca, gardiyan, ev sahipleri… vb. sürekli konuşur.

Kim Ki-duk [1] böylece sessizliğin de bir ağırlığı olduğunu gösterir.

Çünkü:

–Her ilişki ibrenin gösterdiği kadardır.

–Nesneler üzerinden varlığını sürdüren kişi önce kendi bedeninden yoksun kalır.

–Nesneler nesnelerle tartılır.[2]

*

[1] Yönetmenin sinema eğitimi almadığını, başka bir yönetmenin yanında asistanlık da yapmadığını bu arada belirtelim.
[2] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan “Yarabıçak” adlı deneme kitabından bir bölüm.

Berlusconi

[email protected]

Siyaset/ toplumların-kitlelerin siyasileri değerlendirişi, popülizmin kazanması ve demokrasinin gerilemesi/ unutulmaya yüz tutması, Mussolini’yi iktidara getiren ve orada tutan siyaset anlayışının ve kitlelerle ilişkisinin dirilmesi…

Nasıl oluyor?

Türkiye, bir yandan çocukların din kullanılarak tecavüze uğraması bir yandan yargıyı iktidarın egemenlik alanı haline getiren politikaların-zorbalığın olağanlaşması ile zorlanıyor. Ama dünyadaki gelişmeleri izlemek daha da ürpertici. Peru’da seçilmiş devlet başkanının yine “yargı” eliyle görevden alınması, Suudi Arabistan’daki korkunç kasaplığın gücü karşısında ülkelerin diz çökmesi ve Katar’ın Dünya kupasını gerçekleştiriyor olması, rüşvet alan “solcu” AB yetkilileri… Saçının tellerini gösterdiği için, İran’da ahlak polisi tarafından dövülerek öldürülen Mahsa Amini ve ardından gelen direniş ve protestocu idamları… Ve elbette altyapısı çökmüş kentlerde kışı bekleyen Ukrayna halkı ve savaş/ savaştan en kazançlı çıkan ABD ve Alman silah üretim firmaları, Türkiye karşısında diz çöken İsveç demokrasisi…

Her şey çok iç karartıcı zaten.

‘Otobüs dolusu fahişe’ vaadi

Ama Silvio Berlusconi‘nin siyaseti ve siyaset yapma anlayışı, Akdeniz’den gelerek Avrupa uygarlığını çökerteceği zannedilen göçlerin korkusuyla sersemletilmiş kitlelerin popülist anlayışa vermeye devam ettikleri onay? Bu anlayışın hem yükselmekte olduğunu hem de ne tür değerlerden, ne tür insan/ yaşam/ politika ve yenme düşüncesinden süzülerek güçlendiğini net olarak özetleyen bir haber… Roma’dan gelen haber şöyle:

“Berlusconi’den Monza takımına: ‘Juventus’u yenerseniz bir otobüs dolusu fahişe getirteceğim” (t24)

Tek bir satır, sanki uygarlığın bugün içinde bulunduğu durumu ve bu durumun katman katman açılan korkutucu anlamlarını, her şeyi ve kötülüğün nasıl bizi çöküşün yapışkan ve soğuk çamuruna çektiğini özetliyor gibi…

En hafifinden başlayalım: Sporun mutlaka bir rekabet ve yenmek/ diğer sporculardan üstün olmak gibi anlaşılmasını/ sporun bu amaçla yapılmasını, sporla erkekliğin ve erkek üstünlükleri-cinsellikleri ile çok yakın ilişki içinde görülmesinden başka bir şey düşünülmemesini şimdilik bir yana bırakalım.

Ama ayrımcılığın ve kendini beğenmiş erkek üstünlüğüne dayalı ve tek yönlü cinsiyetçi kültürün bugünün Avrupa’sındaki insanlar arasında bu kadar çok taraftarı olması, beğeni alıyor ve seçiliyor olması nasıl açıklanabilir? Gerçi bu tür bir anlayışın benzerini Orban’da, Trump’ta-Putin’de, Erdoğan’da, Bolsanaro’da ve birçok Latin Amerikalı generalde, Marcos’da ve Duarte’de, ve daha pek çok başka ülke yöneticisinde de görüyoruz, ama her defasında aynı düşünce akla geliyor:

Nasıl olabilir?

Cinsellik-seks denilince ilk akla gelenler karşılıklı bir anlayışla oluşan yumuşak ve haz dolu doğal bir duygu… Sevgi ve şefkat, karşılıklı ihtimam ve uyum gibi düşünceler aklımıza geliyor, ama şiddet, ticaret gibi kavramlar gelmiyor. Oysa 86 yaşındaki Berlusconi için cinsellik ve seks sanki çarşıdan alınan basit bir meta, sadece ticaret ve tek taraflı bir (doyum?) erkek boşalması gibi bir davranış…

Nasıl olabilir?

Berlusconi sıradan bir insan olsa, bu söz karşısında dehşete düşerdik. Ama sıradan bir insan değil ve onun sıradan bir insan olmamasının nedeni  kendisini topluma (İtalyan toplumunun, hatta Avrupa toplumunun bir bölümüne) tanıtmış ve onların beğenisini kazanmış/ onayını almış bir temsilcisi konumunda olması. Ama temsil etiği sıradan erkek üstünlüğü ve hegemonyasından ve sıradan kötülükten ötede bir şey değil. Ayrıca çok bayağı ve banal, şımarık ve kendini beğenmiş, kaba ve duyarsız…

Hadi bunlar, “kendi kimliği ve kişiliği, ne olduğu ve olabileceği üzerinde yeteri kadar düşünmeyi gerekli görmeyebilen her erkek topluluğu için geçerli olabilir” diyelim. Berlusconi bunu popülist kültürün değerlerini benimsemiş kitlelere yönelik söylüyor. Bu sözü söylediği hemen yakınındaki çevreden/ içinde bulunduğu salondan alkışlar ve gülümsemelerle karşılık alıyor. Bu utanç verici davranışın bugünün İtalya’sında böyle bir onay alması…

Nasıl olabilir?

Cicciolina olsaydı?

Berlusconi, dört kez İtalya başbakanı olmuş/ böyle bir siyasal başarı göstermiş biri. Kendi toplumundan böylesine bir onay alan bir siyasetçi… Ama neden alıyor bu onayı? Kitleler nasıl oluyor da destekliyor Berlusconi gibi bir politikacıyı bugünün dünyasında ve İtalya’sında?

Eğer 1970’li yılların sonlarında Yeşiller Partisi’nden İtalyan parlamentosuna girmiş olan Cicciolina gibi bir siyasetçi olsaydı bugünün İtalya’sında, kuşkusuz şöyle yanıt verebilirdi Berlusconi’ye: “Ben de üzerinde gezilmesi için Mussolini ve popülist politikacıların portreleriyle bezenmiş bir halı armağan edeceğim Monza kulübüne…”

Popülizmin sıradan özelliklerine baktığımızda öne çıkan milliyetçi anlayış/ dolayısıyla üstünlük/ ırk üstünlüğü, taraftarların birçok haksız çıkarının/ ayrımcılığın zedelenmesi endişesi, Mussolini tarzı mutlak egemenlik-güç ve otorite figürü olan erkeğin iktidarının/ yol göstericiliğinin yitme fobisi, çoğulcu demokrasinin/ eşitlikçiliğin güç kazanması olasılığının bön bir yenilgi korkusuna dönüşmesi vb. gibi ögeler görüyoruz. Berlusconi’nin ortağı olduğu İtalyan iktidar iktidarında da var bu özellikler.

Popülizmin/ sıradan popülist ve belki giderek sıradan faşizme dönüşmekte olan politikaların kitleleri büyülemesi ve sıradan kötülüğün bu kadar yaygınlaşarak olağanlaşması insanı önce şaşırtıyor. Bön bir şartlanmayla, bu otoriter popülist politikaları Rusya’da, Çin’de veya Brezilya, Hindistan gibi göreli geri ekonomik ve toplumsal yapılarda görmek değil de, Avrupa’da, İtalya’da, Macaristan ve Polonya’da, hatta İngiltere ve İsveç’te görmek, şaşırtıyor bizi. Berlusconi’nin “bir otobüs dolusu fahişeyi, futbolculara armağan olarak göndermesindeki sersemletici cinsiyetçilik, ayrımcılık, kendini beğenmişlik ve sahtekar/ üçkağıtçı politikacı erkinin cesareti, duraksatıyor bizi…

Oysa kötülük dünyanın her yerinde aynı. Kötülük var ve daha çok erke, daha çok politik-ideolojik ve ekonomik erke sahip olanlar, İtalya’da, İran’da ve Rusya’da, Peru’da, aynı tür insanlar… Elon Musk gibi daha çok teknolojik uç noktalarda gezinen de nükleer silahları üreten ve satanlar/ oligarklar da küresel kirlenmelere neden olanlar ve iklim değişikliğine yol açan uygulamamaları yönetenler de politikalarıyla veya ideolojileriyle/ dinleriyle insanları uyuşturanlar ve tutsak alanlar da aynı sınıftan: Sermaye sınıfından.

Eğer sermaye sınıfının bu acımasız kötülüğü ile baş edemeyeceksek onlar en hafif anlatımıyla, futbolcu soyunma odalarına, otobüslerle fahişe göndermeye devam edecek; ama biz hiçbir zaman sermaye sınıfı yöneticilerinin maketlerini bile kötülüğün temsilcileri olarak sergileyemeyeceğiz ve kitleleri popülist olmayan politikalara/ daha ekolojist bakış açılarına ikna edemeyeceğiz.

 

Zeytinin tek düşmanı madenciler değil

İktidarın bir torba yasaya eklediği zeytinlikleri madenciliğe açmaya dönük yasa maddesi daha önceki sekiz değişiklik teşebbüsünde olduğu gibi yoğun kamuoyu tepkileri nedeniyle şimdilik geri çekildi.

Torba yasaya eklenerek TBMM’ne getirilen maddeye göre Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı zeytinliklerin madenciliğe açılmasına izin verebilecekti. “Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”  ile “madencilik faaliyetlerinin zeytinliklere denk gelmesi ve faaliyetlerin başka alanlarda yürütülmesinin mümkün olmaması durumunda” bakanlık izni ile zeytinlik alanlarda da madencilik yapılabilecekti.

Dokuz kez denediler

İktidar söz konusu teklifi, çeşitli yollardan ülke gündemine tam sekiz defa getirmişti. Son teşebbüsünde AKP iktidarı daha on ay önce bir yönetmelik değişikliği ile dikkat çekmeden zeytinlikleri madenciliğe açmaya çalışmıştı. Geçtiğimiz mart ayında kamuoyunda “zeytin yönetmeliği”olarak adlandırılan “Maden Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” kamuoyunda yoğun tepkilerle karşılanmıştı. Yönetmelik değişikliği için hukuka, Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi’nin ilgili kararlarına aykırı olduğu belirtilerek iptali için dava açılmıştı. Danıştay’ın yönetmelik değişikliği ile ilgili yürütmeyi durdurma kararı vermesi üzere iktidar söz konusu yönetmelik değişikliğini geri çekmişti. Geri çekilen yönetmelik değişikliği, maden lobisinin ısrarlı baskıları sonucu bu kez “Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” ile gündeme getirildi. Ancak daha önceki sekiz teşebbüste de olduğu gibi yoğun kamuoyu tepkisi üzerine teklif TBMM’de komisyon aşamasında geri çekildi.

Zeytinliklerin madenciliğe açılmaya çalışılması; özellikle tarihin ilk dönemlerinden bu yana yoğun zeytincilik yapılan ve zeytinyağı üretiminin büyük bir bölümünü karşılayan Marmara ve Ege bölgelerini yakından ilgilendiriyor. Kazdağları da dahil olmak üzere iki bölgenin her tarafını delik deşik eden madenciler, gözlerini yasal nedenlerle bugüne kadar dokunamadıkları zeytinliklere dikmiş durumdalar… Fakat geçtiğimiz hafta içinde Bergama Çevre Platformu’ndan gelen bir haber, zeytinliklere tek göz dikenin madenciler olmadığını gösterdi. Yapılan açıklamada İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin eylül ayı meclisinde onaylanmış olduğu kararla Bergama Çalıbahce köyümüzdeki zeytinlik arazilerinin yanındaki 233 dönümlük alan sanayi bölgesi ilan edilmiştir. Bölgemizin en iyi zeytinlerinin yetiştiği Zeytindağ, Bozyerler, Tekkedere, Yenikent, Çalıbahçe ve Kurfallı köylerimizdeki en az 500 bin zeytin ağacı tehdit altındadır.  Zeytincilik yasasını her fırsatta ihlal eden AKP’ye karşı zeytinliklerimizi birlikte korurken şimdi de CHP’li bir belediyede bunların yaşanıyor olması yöre köylülerimizi ve bizleri çok üzdü.   Dava açmaktan başka bir çıkış yolumuz kalmadı.  Dilerim yargı kararıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni bu yanlıştan döndürürüz” deniyor.

Zeytinliklere bitişik sanayi bölgeleri

Açıklamadan da anlaşıldığı gibi sanayiye açılan 233 dönümlük alanda zeytin ağacı yok ama alan bölgenin en iyi zeytinlerini yetiştiren Zeytindağ, Bozyerler, Tekkedere, Yenikent, Çalıbahçe ve Kurfallı hemen yanı başında… Üstelik bu yerleşimlerden Zeytindağ adını zeytin ağacından alıyor ve sadece bölgenin değil, belki de ülkemizin en iyi zeytinleri bu yöreden çıkıyor. Şimdi Bergama’da kurulacak sanayi bölgesinin yaratacağı hava, toprak ve su kirliliği ile bu bölgede antik dönemden bu yana yapılan zeytinciliği öldüreceği endişesi hakim… Geçtiğimiz hafta içinde bu köylerde köylerinde yaşayan bir grup köylü 500 bin zeytin ağaçlarını korumak için 233 dönümlük alanı sanayi bölgesi ilan eden planın iptali için dava açtı.

Madenciler; zeytinlikleri yok etmek, bu ülkenin havasını, toprağını ve suyunu siyanürle zehirlemek için zeytinlikleri kesmek istiyor. Fakat görüldüğü gibi zeytinlikleri bekleyen tek tehlike maden lobisi ile bitmiyor, zeytin ağaçlarını kesmese de, zeytinlik alanların hemen dibine kurulacak sanayi bölgeleri de yaratacakları kirlilikle ölmez ağacını öldürebilir. O nedenle hepimizin daha dikkatli olması ve zeytini sadece baltadan değil, dolaylı çevresel tehditlerden de korumamız lazım…

Zeytinlik alanları madenciliğe açmaya dönük girişimler değil dokuz defa, 19 defa da gelse toplumdan aynı tepkiyi görecek. Ayrıca zeytinlikleri dolaylı tehditlere karşı da kararlı duruşla savunmaya sürdürecek, ağacını ve yaşam kültürünü ranta teslim etmeyecek. Çünkü yüzlerce yıl Anadolu insanı zeytinle büyüdü, zeytinle yaşadı; yaşamaya da devam edecek…