Ana Sayfa Blog Sayfa 580

Yerkabuğu faylarının açığa çıkardığı sosyal faylar-1

Kahramanmaraş Depremi’nin[1] üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Gerçekten iki hafta demek dile kolay ama depremzedeler için asırlar kadar uzun bir zaman olmalı. Bütün iyi dileklerimiz onlarla.

Ne var ki, sorunlar iyi dileklerle çözülmüyor. Ulus olarak çözüm üretmeli, çözüm üretmek içinse ders almayı başarmalıyız. Ders almak demek salt öğrenmek demek değil. Kuru bilgi hiçbir şeye yaramaz. Ders almak demek önce öğrenmek, sonra da öğrenilenleri hayata aktarmak demek.

Bu yazıda, ben, kişisel olarak bu büyük felaketten öğrendiklerimi ya da daha önceden bilip de pekiştirdiklerimi aktaracağım, hiç olmazsa tarihe not düşmek adına. Hayata aktarıp aktaramayacağımızı önümüzdeki süreç gösterecek.

Hayatta en hakiki mürşit ilimdir

Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 25 Eylül 1924 tarihinde Samsun İstiklal Ticaret Okulunda öğretmenler tarafından verilen çay ziyafetine katılır ve bir konuşma yapar. O konuşmada tarihe geçen şu sözleri de söyler[2]:

“Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır.”

Kurucusunun, önderinin bu kadar aydınlık olduğu bir ülke ondan 100 yıl sonra nasıl bu kadar karanlık olabilir? Yanıtı çok basit; önderinin gösterdiği akıl ve bilim yolundan saparak. Ülkeyi yönetenler ve siyaset, bürokrasi, teknokrat silsilesindeki hemen herkes akıl ve bilim yolundan uzaklaştıkça uzaklaştı günbegün. Deprem(ler)in gelişi sürpriz değildi. Alınması gereken önlemler, yapılması ve yapılmaması gerekenler biliniyordu. Akıl ve bilim bunları açıkça ortaya koymuştu. Sırtımızı akıl ve bilime dönüp yüzümüzü siyasi ve ekonomik ranta çevirdik. Yapılması gereken hemen her şeyi unutup yapılmaması gereken ne varsa yaptık. Sonuç ortada.

Kapitalizmin ezdiği milyonlar

Depremin yarattığı can ve mal kayıplarının altında onlarca farklı neden var. Ama bence temel nedenlerden biri de ülkemizde egemen olan kapitalist anlayış. Kapitalizm, doğası gereği zengini sever. Bu nedenle, kapitalizmde zengin daha zengin yoksul daha yoksul olur sürekli. Aradaki uçurum hem genişler hem derinleşir. Milyonlarca insan küçük bir azınlık için karın tokluğuna, hatta karnını bile doyuramadan çalışmaya başlar bir süre sonra. Kapitalizmin acımasız gücüne diş geçiremeyenler, onu toptan reddetmeye cesareti olmayanlar, sosyal devlet ilkesi ve güçlü bir hukuk-adalet sistemi ile yukarıdaki çarpık durumu bir derece kontrol altına almayı deniyorlar. Ancak Türkiye gibi sömürünün kontrolsüz bir güç haline geldiği ülkelerde durum vahamet derecesine yükseliyor. Sosyal devlet ve hukuk yalnızca anayasada yazılı işlevsiz terimler durumuna geliyor.

Kapitalist çarkların arasında ezilen halkın çok büyük çoğunluğu depremde de, salgında da, sel ve taşkında da, orman yangınında da en büyük zararı görüyor. Kapitalizm, onların önlem alabilmesi ya da kendini koruyabilmesi için hiçbir fırsat tanımıyor. Çünkü bu sistemde her şey paraya dayanıyor ve para halkı ezmek yoluyla sadece belirli bir kesimin elinde toplanıyor. Sonra o kesim, son yaşadığımız deprem benzeri büyük bir felaket olduğunda, birkaç akşam önce düzenlenen ve televizyonlardan canlı olarak yayımlanan yardım şovunda olduğu gibi, halkın gözüne soka soka, aslında halkın kaynaklarından edinilen (çalınan) büyük servetlerinden birkaç kırıntı serpiştirerek kendilerini aklıyor. Kapitalizm tam da bu değil mi? Büyük halk kitlelerinin hakkına el koy, o kitleler bin bir sorun ve acıyla cebelleşirken zevk-ü sefa içinde yaşa, sonra da, arada sırada bu tür aklama şovlarıyla kendine minnet duyulmasını bekle.

Yoksulluğu ortadan kaldırmak için çözümler üretecek sistemler geliştirmek yerine yoksulları daha da yoksullaştıran acımasız kapitalizme bel bağlamak, kuşkunuz olmasın, depremlerden çok daha can yakıcı bir felakettir. Bu felaket sisteminde suçlu bellidir; kapitalizmin ipine sarılarak yükselen, hep alttakinin sırtına basarak ilerleyen herkes suçludur. O nedenle TV şovlarında bağıra bağıra, göstere göstere, böbürlene böbürlene yapılan sadaka dağıtmaların benim gözümde zerre kadar kıymeti yok. Oscar Wilde şöyle diyor[3]:

“(Yoksullar) Zenginlerin sofrasından dökülen bir iki kırıntı için neden gönül borcu duysunlar ki? O sofraya onlar da oturmalıdır ve artık bunun farkına varmaya başlıyorlar.”

Felaket mi büyük devlet mi küçük?

Öncelikle şunu söyleyeyim, devlet sözcüğünü kasıtlı olarak kullandım. Aslında devlet ve hükümet farklı kavramlar, bunun farkındayım. Ancak hükümete yapılan eleştirileri devlete yapılıyormuş gibi gösterme ve yanlışları bu yolla savunma çabası öylesine ayyuka çıktı ki, ben de mahsus hükümet yerine devlet sözcüğünü kullandım. Deprem büyüktü, evet. Böylesine büyük bir felaketi zararsız atlatmak mümkün olamazdı, buna da evet. Peki, kaybedilen hayatlar başta olmak üzere oluşan olumsuz tablonun boyutu küçültülemez miydi? Kesinlikle küçültülebilirdi. Günlerdir, kamuoyunda yapılmayanlar ya da eksik yapılanlar detaylarıyla anlatılıyor zaten uzmanları tarafından. Böylesine netken hatalar, acıları yalnızca felaketin büyüklüğüne bağlamak, bunun bir kader planı olduğunu söylemek devletin büyüklüğüne yakışır mı?

Çok değil 20-25 gün önce, daha önce de defalarca yapıldığı gibi, bundan 80 yıl önce dünyanın bugüne kadar görüp geçirmiş olduğu en büyük felaket olan 2. Dünya Savaşı yaşanırken, ülkesini savaştan uzak tutmayı başararak yurttaşlarını savaşın yıkıcı etkilerinden korumak için sağlam bir irade gösteren büyük devlet adamlarının, yine yurttaşlarının gıda güvenliğini sağlamak için uyguladıkları ekmek karnesi uygulamasını günlük siyasette rant aracı olarak kullananların, deprem sonrasında ‘büyük felaket’ ya da ‘kader planı’ söylemlerine sığınması, soruyorum size, devleti büyütür mü küçültür mü? Deprem engellenemez, ancak vereceği zararlara karşı önlemler alınabilir. Bunu yapmayanlar, devleti küçültenler, depremin ya da diğer felaketlerin büyüklüğünü gerekçe gösteremez.

Bitmedi. Ancak yazı çok uzadı. İlk fırsatta kaldığım yerden devam edeceğim.

*

[1] Uzmanlar iki farklı deprem olduğunu söylüyor. Kahramanmaraş Depremi her ikisini de ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
[2] Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı resmi internet sayfasından alınmış hâlidir. 
[3] Wilde, O. 2016. (Çeviren: Fatih Özgüven) Sosyalizm ve İnsan Ruhu. Metis Yayınları. (Eserin özgün hali 1891 yılında kaleme alınmıştır)

Uzmanlardan asbest uyarısı: FFP3 maskeleri takılmalı

Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından yıkılan binaların enkazları kaldırılmaya başlandı. Depremin büyük yıkıma yol açtığı 11 kentte toz bulutu olduğu belirtilirken, meslek örgütleri bina inşaatlarında kullanılan asbestli malzemeler nedeniyle havada asbest liflerinin olabileceği uyarısı yapıyor.

ANKA‘dan Ceylan Sağlam‘ın aktardığına göre; TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi ve çevre mühendisi Cevahir Efe Akçelik, deprem bölgesindeki bina enkazlarına ilişkin asbest uyarısında bulundu. Depremzedelerin ve arama kurtarma çalışmalarına katılan personellerin FFP3 toz maskesinin kullanılması gerektiğini belirten Akçelik, “Yıkım esnası etrafında da mümkün olduğunca herkesi uzaklaştırıp maskeleri taktırıp, eğer bulunabiliyorsa arazözler ile basit bir şekilde enkaz üzerine su dökerek toz çıkmasını engellenmesi gerekir. Dolayısıyla orada kalan depremzedeler, orada çalışan arama ve kurtarma personelleri, orada çalışan askerinden polisine kadar böyle bir riskin altında olduğunu söylemek yanlış olmaz” dedi.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ/WHO) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ/ ILO) tarafından “kesin kanserojen” olarak tanımlanan asbest, 55 ülkede kullanıma da yasakladı. Cevahir Efe Akçelik de söz konusu büyük yıkımın ardından asbest malzemesinin ayrıştırılmasının teoride mümkün olduğunu ancak depremin niteliği itibarıyla gerçeği yansıtmadığını ifade etti. Solunum yoluyla maruz kalınan asbest liflerine karşı basit önlemlerin alınmadığı takdirde gelecek yıllarda bölgede olan insanlar için sağlık sorununa yol açabileceğini kaydetti.

‣TTB’den deprem bölgelerinde asbest uyarı

‘Kanserojen bir malzeme’

Akçelik, “Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen deprem sonrası Hatay’da hem inceleme hem de depremzedeler yardım etme fırsatı buldum. Şimdi asbest denen malzeme aslında inşaat alanında konuşmak gerekirse binaların izolasyonunu veya çeşitli elektrik ve ısınma gibi borularda kullanılan bir lif, bir yalıtım malzemesi olabilir. Çeşitli çatı malzemelerinde ya da sıvada bile rastlanan ve 1980 öncesi yapılan birçok binada mevcut olduğunu tespit ettiğimiz malzeme. Güçlü bir malzeme ve inşaatlarda çok sık kullanılıyor” diyerek asbestin kanserojen içeriğine dikkat çekti:

“Aynı zamanda da kanserojen bir malzeme. Solunum yoluyla vücuda girdiği zaman akciğer kanserine kadar yol açan bir madde. Dünyada da yasaklanmış hem çıkarılması hem de kullanılması yasaklanan bir malzeme.”

‘Yıkımlardan kaynaklı asbestli hava var’

Hatay’da ve yıkımın gerçekleştiği diğer dokuz ilde bu yıkımlardan kaynaklı mutlaka asbestli havanın olduğunu söyleyen Cevahir Efe Akçelik, “Teori açısından da konuşmak gerekirse hem ağır hasarlı ya da orta hasarlı olarak tespit edilmiş yıkım kararları verilen binalarda hem de mevcut enkazlarda asbestin ayrılıp ayrı bir şekilde bertaraf edilmesi gerekir. Ancak bu teoride yapılacak bir şey” dedi ve ekledi:

“Pratiğe baktığımız zaman özellikle benim bulunduğum Hatay’da, Antakya merkezde yıkım sayılarının çok olması bunu yapılabilmesini mümkün kılmıyor maalesef. Çünkü, şu an hala enkaz altında canlılardan bahsederken, şu an devletin halen yardımları götürmelerindeki koordinasyonsuzluğundan bahsederken bir de oradaki mevcut enkazlardan ‘asbest temizlensin‘ gibi bir söylem gerçeğe uygun bir söylem olmaz. Teoride ‘evet, yapılması gerekir’, enkaz alanındaki asbestli malzemenin uzaklaştırılması gerekir. Ancak yıkım sayısı çok fazla, inanılmaz boyutlarda yıkım var. Türkiye’de ne bunu temizleyebilecek sayıda asbest söküm uzmanı bulmak mümkün değil.”

Kaynak: KD Asbestos

‘FFP3 maskeleri takılmalı’

Şu aşamada en doğru çözümün hem arama ve kurtarma faaliyetlerinde bulunan personelin hem de enkaz alanında çalışan personelin FFP3 maskelerini takması gerektiğini ifade ederek “Eğer bulunabiliyorsa da arazözler ile yıkım esnasında sulama yapılması gerekir. Bunun dışında söylenebilecek her söz gerçekliğe uygun olmaz” dedi.

Yıkımın boyutunun çok fazla olduğunu anlatan Akçelik, “Daha ufak çaplı bir yıkım olsa ya da daha ufak çaplı bir orta ya da ağır hasarlı binalarımız olsa asbestli malzemenin uzaklaştırılmasını tartışabilirdik. Bunun kavgasını da verebilirdik ama çok büyük boyutlardaki bir yıkımda bu kadar koordinasyonsuzluğun olduğu bir ortamda bu söylemin gerçekliği olmaz. Bunun dışında çok pratik çözümler var” ifadelerini kullanarak şu değerlendirmede bulundu:

“İnsanların en azından asbeste maruzunu azaltacak bir şekilde, oradaki çalışanların hatta yıkım esnasında bölgede çadır kent ya da konteyner kent varsa orada ikamet eden depremzedeler de dahil olmak üzere herkese FFP3 toz maskesinin dağıtılması gerek. Yıkım esnası etrafında da mümkün olduğunca herkesi uzaklaştırıp maskeleri taktırıp, eğer bulunabiliyorsa arazözler ile basit bir şekilde enkaz üzerine su dökerek toz çıkmasını engellenmesi gerekir. Bunun dışında teorik ile pratiğin çakıştığı bir süreçten geçiyoruz. Halk sağlığı açısından en doğru yöntem toz maskesi ve sulama yöntemiyle tozun bastırılmasıdır.”

‘İstanbul’da 1980 öncesi yapıların bazılarında asbeste rastlıyoruz’

Asbestin bugün İstanbul’daki kentsel dönüşüme giren binalarda, 1980 öncesi yapılan binaların belli bir oranında asbeste rastladıklarını aktaran Akçelik şunları ifade etti:

“Kullanım sıklığı çok fazla. Ancak, solunum yoluyla vücuda geçtiği zaman kansere yol açan bir madde. Solunum süresiyle de alakalı. Akut etkisi de var. Bugün hemen soludunuz ertesi gün ya da bir ay sonra beş ay sonra sizde etki göstermiyor. Ama ilerleyen yıllarda 20-30 yıl arasında sağlığa etkisi bilim insanları tarafından kanıtlanmış. Akciğer zarı kanseri, akciğer kanseri gibi çeşitli hastalıklara yol açıyor.”

Antakya merkezinin toz bulutu içerisinde olduğunu aktaran Akçelik, “İnanılmaz derece toz var ve inanılmaz derece yıkım var. Sadece ilk gün yağmur yağmış ve depremin ertesi gününde gündüzleri nispeten açık bir hava var. Bu tozları dağıtabilecek bir rüzgara da rastlanmıyor. Dolayısıyla o tozun içerisinde asbest liflerinin olması muhtemel. Dolayısıyla orada kalan depremzedeler, orada çalışan arama ve kurtarma personelleri, orada çalışan askerinden polisine kadar bütün kamu görevlilerinin böyle bir riskin altında olduğunu söylemek yanlış olmaz” dedi ve ekledi:

“Bunun etkilerinin oradaki soluma ile orantılı olduğunu söyleyerek ilerleyen dönemlerde bu tip hastalıklarının çıkmasını zaten bilim insanları, Türk Tabipler Birliği, akademisyenler söylüyorlar. Basit koruyucu önlemleri ile önüne de geçilebilir. Çünkü solunum yoluyla alınan bu lifleri engellemenin bir yolu da bu toz maskelerini kullanmak olduğunu söyleyebilirim.”

‘Molozların suya karışabilecek sıkıntılı alanlara taşınmaması gerekiyor’

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi ve Mimarlar Odası Genel Merkezi, depremlerin ardından bölgede incelemeler yaptı. Bölgeden dönen heyet, dün Ankara’da bir basın toplantısı düzenledi. Burada konuya ilişkin konuşan Mimarlar Odası Genel Başkan Yardımcısı Bülent Batuman ise şunu kaydetti:

“Bu enkazla uğraşmaya devam edeceğiz. İnsanlar bir taraftan soluyorlar. Diyelim ki Antakya’da sokaklar çok dar, yıkım olduğu yerde duruyor ama Kahramanmaraş’ta geniş bir açık alan yıkıldığı için rüzgâr esiyor ve o toz toprak kilometrekarelik alanı belki dolaşıp gidiyor. Bunlarla ilgili ölçüm yapılması gerekiyor, önlem alınması gerekiyor ve o enkazın nereye taşınacağı ile ilgili kararların buna göre verilmesi gerekiyor. Mesela yer altı suyu olan, suya karışabilecek sıkıntılı alanlara taşınmaması gerekiyor. Bunun yer seçimi çok kritik.”

Seçimi yağmalattırmayacağız!

Adalet ve Kalkınma Partisi için Anayasa‘nın çok da önemli olmadığını defaatle gördük. Bu durumu ülke olarak da deneyimledik; bireyler olarak da deneyimliyoruz. 6 Şubat Depremleri’nden önce tartışmamız AKP Genel Başkanı Erdoğan‘ın üçüncü kez aday olma isteğiydi. AKP’nin ve koalisyon ortağı MHP’nin bu meselede Anayasa’da yazanlara aykırı hareket etme çabası vardı. Siyasi kariyerleri, hatta bireysel özgürlükleri, Erdoğan’ın iki dudağı arasında olan insanların “Cumhurbaşkanlığı seçim ve adaylığı süreci masanın konusu değil, anayasa konusudur. Bunu daha önce de böyle izah ettik.” diyerek Anayasa’ya aykırı davranmayı normalleştirdiği dönemler yaşadık. Konu Anayasa, yasalar vb. durumlar olduğunda “Atı alanın Üsküdar’ı geçmesi!”, AKP’nin en sevdiği yöntem olarak karşımıza çıkıyor.

‘Asrın felaketi’

Ancak bu tartışma 6 Şubat Depremleri’nden önceydi. Deprem ve sonrasında ortaya çıkan tablo ile durum başka bir boyuta geçti. İnsanlar enkaz altında can derdindeyken; yakınlarının cansız bedenlerine ulaşıp onları gömebilenler şansı hissetmeye başlamışken AKP iki adım attı.

Bir yandan depremle ve sonrasındaki sorunlarla mücadelenin ne kadar başarılı yürütüldüğünü medya ve sosyal medya araçlarıyla yaymaya çalışmak için tüm güçlerini ortaya koydular. Öte yandan gerçeğin bu olmadığını bilerek yaklaşan seçimlerden ve kaçınılmaz sonlarından kurtulmaya çalıştılar. İşte o utanılacak “Asrın Felaketi” halkla ilişkiler çalışması ilkinin, yönetime el koymak anlamına gelecek seçim erteleme dedikoduları ise ikincisinin sonucu olarak ortaya çıktı.

Başta da söylediğim gibi AKP için Anayasa’nın bir önemi yok, ilgili maddeyi kendileri yazmış dahi olsa… Kayıtlara geçmesi için ilgili maddeleri buraya da eklemek isterim:

  • Madde 78 – Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkan görülmezse, Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir.
  • Madde 92 – Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilanına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde Cumhurbaşkanı da, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verebilir.

‘Demokrasiyi, sandığı yağmalama girişimi’

Görüldüğü gibi Anayasa’nın ilgili maddeleri çok açık. Savaş olacak. Bu savaşı belli kurallar içerisinde TBMM ilan edecek. TBMM’nin ilan ettiği savaş da yetmiyor. Bu savaşın da seçimlerin yapılmasına bir engel teşkil etmesi gerekiyor. Örneğin ülkenin belli bir kısmının işgal altında olması gibi…

Neyse ki ne bir savaş içerisindeyiz, ne Türkiye’nin her hangi bir kısmı işgal altında. Kısacası ne Madde 78’in ne de Madde 92’nin günümüzle ve yaşadıklarımızla bir ilgisi yok. Durum içinden çıktığı cenah tarafından bile ciddiye alınmayan ve tam da bu sebeple de muhalifler tarafından ciddiye alındığı siyasi halüsinasyonuna kapılan Bülent Arınç vb. insanların yazdıkları metinlerle bulandırılamayacak kadar açık.

Açık olan bir konu daha var. O da bunun bir yağmalama girişimi olduğudur. Bu nabız yoklamalar seçimi, demokrasiyi, sandığı yağmalama girişimidir. Bir doğal felaketi ve arkasından gelen ve %100 payı olan yönetimsel felaketi fırsata çevirme çabasındadır. Türkiye’nin ağır aksak da olsa işleyen sandık demokrasisini, iktidarı korumak adına baltalama girişimidir. Buna izin vermeyeceğiz. Seçimi, demokrasiyi yağmalattırmayacağız.

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği, ‘kayıp çocuklarla’ ilgili suç duyurusunda bulundu

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği üyeleri, deprem bölgesinden kaçırıldığı iddia edilen refakatsiz çocuklar için dün (17 Şubat) suç duyurusunda bulundu.

Suç duyurusunun ardından Antalya Adliyesi önünde bir araya gelen üyeler basın açıklaması yaptı. Üyeler “İstanbul’un Beykoz ilçesi Çavuşbaşı Mahallesi’nde 60 refakatsiz çocuk için üç tane villa ayarlandığı, çocukların yerleştirildiği öğrenilmiştir. Bu villalar hakkında elimizde video bulunmaktadır. Bu bulgular ışığında soruşturma açılması ve iddiaların araştırılarak tespit edilerek, tüm şüpheliler hakkında dava açılması amacıyla İstanbul Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduk” ifadelerini kullandı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının konuya müdahil olması yönünde çağrı yapan üyeler “Tarikat ve cemaatler çocuklarımız için deprem kadar büyük bir afettir. Küçüklerimizin yaşadığı trajedinin tarikatlar tarafından istismarına, küçüklerimizin istismarına izin vermeyiz” dedi.

Üyeler, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nı göreve çağırarak şu soruları yöneltti:

  •  Depremzede olan refakatsiz 60 çocuğumuz nerededir?
  • Refakatsiz çocuklarımız, tarikat olduğu tespit edilen villalara neden yerleştirilmektedir?
  • Bakanlık, refakatsiz depremzede çocuklarımızın kaçırılmasına göz mü yummaktadır?

Deprem Türkiye’si ve gelecek

[email protected]

Deprem bölgesi için nasıl bir gelecek?

Son depremin gerçekleştiği yer, şimdi 11 ilden oluşan deprem bölgesi (dp) için gelecek, nasıl kurulacak? Bu konuda kim söz söyleyecek, karar sahibi kim olacak, dp’nin geleceğini kim/ nasıl belirleyecek?

Zor bir soru.

Yanıtı üzerine düşünmeye başlamadan önce akla gelen ilk soru şu: Bugün egemen olan politik yapı ve güçler- mevcut yasalar/ kurumlar ve mevcut kaynaklar/ mali olanaklar vb. çerçevesinde mi düşüneceğiz, yoksa zaten çürümüş ve çökmüş olduğu artık açıkça ortaya çıkmış olan bu düzenlemelerin hepsini elimizin tersi ile itmeli miyiz? Olması gereken/ olması hem bilimsel bilgilere, hem eşitlikçiliğe ve demokrasiye, hem de bölge toplumunun taleplerine/ kimliğine uygun olan üzerinde mi düşünmeliyiz?

İktidar değişse bile anlayış değişecek mi?

Eğer ikinci seçeneği, yani veri koşullara göre gerçekçi olmayanı yeğlersek bunun bir anlamı olabilir mi? Neden hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olan bir gelecek üzerine düşünerek zaman kaybedelim? Bu soru doğru gibi/ gerçekçi gibi gözükse de toplumu, özellikle depreme uğramış insanları körleştiren, yaralı bırakan ve geliştirmeyen/ köleleştiren bu seçenek olacağı için bunu savunabilir miyiz?

“Gerçekçi” olmayan ikinci seçeneğin, gerçekleşemeyecek olsa bile şöyle bir yararı olabilir: Toplumun gelişmesinin önünü açmak isteyen toplum kesimleri, onların toplumsal ve politik örgütleri için geleceğe bakarken yeni bir tartışma ve dolayısıyla talep ve program geliştirmede yeni fikirler/ girdiler sağlayabilir. Eğer iktidarda politik bir değişiklik olursa, şimdiki iktidar bloğuna seçenek olduğunu söyleyen politik blok topluma önereceklerinin programını yaparken, bu düşüncelerden yararlanabilir.

Ancak verili koşullarda bunun bile gerçekçi olmadığını biliyoruz. İktidar değişse bile iktidarı elde edecek olanın otoriter/ merkeziyetçi/ devletçi, demokratik olmayan/ bürokratik ve “çıkarcıların”/ “yandaşların”/ “nepotizmin” vb.nin “gölge popülizmi” vb. içeren yapısı değişecek mi? Politik iktidar değişse bile değişmeyecek olan bu yapısal düzenlemeler bakımından ikinci seçenek yine de işlevsiz kalmayacak mı?

Yine de “gerçekçi olmayan seçeneğin” daha da önemli şöyle bir yararı olabilir: Toplumun daha ilerici, gelecekte toplumu daha eşitlikçi/ demokratik ve ayrımcılıklardan arınmış, emek-insan eksenli, insana/ doğaya ve gezegene karşı sömürüsüz ve adil/ barışçı bir seçeneği olabileceğine inanan kesimi kendi “seçenek radikal” programını, bu tartışmalardan da yararlanarak oluşturabilir.

‘Hayalci’ düşünmeye başlangıç

Gerçi böyle söylediğimizde bile acil ihtiyaçlar ve acı içindeki insanlara dokunamayacakmış/ hiçbir gerçeği değiştiremeyecekmiş ve hiçbir işe yaramayacakmış gibi duruyor. Ama insanlık tarihindeki toplumsal gelişmeler/ devrimci dönüşümler bu tür “hayalci” düşüncelerden kaynaklanıyor. O zaman bu doğrultuda düşünmeye başlayalım. Bu çabayı şimdilik “planlama” olarak adlandıramayız. Şimdilik, sadece gelecek düşünceleri/ ana ilkeler ve geleceğin etik sorunsalı çerçevesinde düşünmeler/ öneriler olarak adlandıralım bu arayışı…

Gelecek üzerinde düşünürken,

  • zamansal dönemlemelere göre,

bazı temel belirleyici kümeleri mutlaka ele almak gerekecek. Bu olası yapısal kümeler kısaca:

  • yapılacak bütün işler ve çalışmalar (“planlama”) açısından, toplumsal örgütlenme/ örgüt düzenlemelerinin yapısı,
  • enformasyon/ bilgi ve iletişim/ etkileşim (alt) yapısı ve
  • bütün bu çabaların gerçekleşebilmesi için gerekli olacak kaynaklar/ finansal boyut (ya da kamu finansmanının) yapısı

olarak adlandırabilir.

Zamansal olarak üç farklı dönemi dikkate almalıyız. Bu zaman dilimlerinin her biri için geliştirecek önerilerin/ programın farklı bir işlevi olacaktır; bu zamansal dönemler bir yandan kendi içlerinde bir tutarlılık ve sistematiklik oluştururken bir zaman döneminden diğerine doğru da yine sistematik bağların oluşmasına olanak sağlayacaktır. Zamanı “çok yakın ve yakın gelecek”, “orta erim” ve “uzak erim” olarak düşünürsek yapılabilecek işleri tanımlamaya, sınıflamaya ve sıralamaya çalışabiliriz.

Deprem bölgesinin geleceğini kurmak için örgütlenme yapısı ve bu örgütün bir iş yapabilmesi/ eylemli ve işlevsel olabilmesi açısından; devletin ve AFAD’ın, belediyelerin, siyasi partilerin vb. geliştirdikleri/ geliştirmeye çalıştıkları örgütlenme yapılarını ve eylem kapasitelerini de dikkate almalıyız. İdeal olarak, bu yapılarla çatışmayan ve karşıtlıklar üzerine bir kutuplaşmayla enerji tüketmeyen ama ona alternatif olan ve onun yapmadıklarını/ yapamayacaklarını/ yapmak istemediklerini de dikkate alan öneriler geliştirilmeliyiz. Yapılması kaçınılmaz bir gereklilik olan işlerin yapılabilmesi için geliştirilecek demokratik ve katılımcı, toplumsal cinsiyet odaklı bir örgütlenme yapısının dönemlere göre düşünülmesi gerekecektir.

Ağ yapılarının önemi

Enformasyon/ bilgi ve anlık gelişimlere göre tazelenen iletişim-etkileşim altyapısının oluşturulması açısından; deprem bölgesine ait (deprem öncesi) sayısal verilerin/ istatistiklerin, bazı temel özelliklerin db (ve ülkenin bütünü) açısından yeniden derlenmesi/ ve oluşan yeni duruma göre tazelenerek/ kalibre edilerek yeniden düzenlenmesi bilimsel bilgi tabanını oluşturacaktır.

İçinde bulunulan durumda [özellikle kentlerde, mülkiyet/ imar yasaları vb.den başlayarak eğitime, sağlığa, sosyal yardıma, güvenlik (polis-jandarma-bekçi vb.) kadar uzanan yönetmelikler, yasalar/ yasaklar üzerinde bilgili olmak üzere] geçerli olan mevzuat haritasının çıkartılması ve (istatistikiler/ mevzuat vb. alanındaki) mevcut ve veriyi dikkate alarak yenilenmesini gerekli gördüğümüz yeni hukuka dair öneri/ bilgi akışının-paylaşımın yataklığını yapan ağ yapılarının oluşturulması arayışlarını kurgulamalıyız.

Bütün bu gönüllü çabaların gerçekleşebilmesine destek sağlayabilmek/ bu tür dayanışmaları artırabilmek için gerekli maddi/finansal ihtiyaçların en alt düzeyde karşılanmasını gerçekleştirmek üzere, yeni bir kamusal maliye/ parasal altyapı/ yapı üzerinde buluşçu düşüncelerin geliştirilmesini sağlamalıyız.

Şimdilik ana başlıkları ve her biri açıldığında işe-vuruk eylem tanımlara ulaşana kadar ayrıntılandırılabilecek biçimde düşünülmesi gereken konuları düzenlemeye çalışalım:

Çok kısa ve kısa erim (ilk 1 ay ve 2 ay-12 ay) için söz konusu olabilecek başlıkları kabaca aşağıda sıralayalım ve bu toplumsal cinsiyet odaklı/ katılımcı/ demokratik bir yaklaşımla db’de geleceği kurmak üzere bu ana başlıkları ayrıntılandıralım:

  • Beslenme (sağlıklı gıdaya ve suya güvenli-düzenli erişim ve bölgenin giderek kendi temel ihtiyacını yeniden üretmesi)
  • Barınma (ve geçici de olsa barınma/konut dokusu ve daha ilerisi için ilk kolektif ve kamusal tartışmalar)
  • Bireysel ve toplumsal Sağlık
  • Çevre Sağlığı ve altyapı
  • Güven Ortamı ve güvenlik
  • Örgütlenme/ Sivil Örgütlenme Altyapısının oluşumuna doğru somut arayışlar/ adımlar

Geleceğin oluşması arayışında sizlerin eleştirilerini ve katkılarını beklediğimi belirterek ileriki haftalarda düşünmeyi sürdürmek istiyorum.

 

Doç. Dr. Pelin Giritlioğlu: Deprem riskine karşı İstanbul seyreltilmeli

10 ili etkileyen Maraş depremlerinin tablosu giderek ağırlaşıyor. Ülkeyi yasa boğan depremin etkileri devam ederken Büyük İstanbul Depremi’ne yönelik endişeler de artıyor. Uzmanlar tarafından gerçekleşme olasılığının yüzde 80’e ulaştığı belirtiliyor ve İstanbul depreminde oluşabilecek hasarın Maraş depremlerinin yarattığından çok daha büyük olacağı tahmin ediliyor.

BirGün‘den Havva Gümüşkaya‘nın aktardığına göre, beklenen İstanbul depreminden İstanbul’un yanı sıra Bursa, Kocaeli, Balıkesir, Tekirdağ, Sakarya ve Yalova’nın da etkileneceği tahmin ediliyor. Buna göre deprem, İstanbul ve komşu illerde toplamda 24,9 milyon insanı doğrudan tehdit ediyor.

Depremin ülke ekonomisine etkisi de göz önüne alındığında İstanbul depremi daha da korkutucu bir hal alıyor. Çünkü Türkiye’nin en büyük 500 sanayi kuruluşunun 244’ü İstanbul ve çevre illerde bulunuyor. 2022 yılında 254,2 milyar dolar olan toplam ihracatın yüzde 49’luk bölümünü tek başına İstanbul gerçekleştirdi. Türkiye’nin ihracatının yüzde 63’ü ise bu bölgedeki iller tarafından gerçekleştirildi.

2019 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü yürütücülüğünde tamamlanan ‘Olası Deprem Kayıp Tahminlerinin Güncellenmesi İşi’ kapsamında üretilmiş hasar öngörülerine göre İstanbul’daki 1 milyon 166 binanın büyük bir kısmının deprem riski yüksek. 7,5 büyüklüğündeki olası bir deprem senaryosuna göre 194 bin bina orta ve üstü hasar, 48 bin bina ağır ve çok ağır hasar alabilir, binlerce can kaybı yaşanabilir. 463 hasarlı içme suyu noktası, bin 45 hasarlı atık su noktası ve 355 hasarlı doğalgaz noktası zarar görebilir.

Uzmanlar, İstanbul’u tehdit eden potansiyel deprem tehlikesi ile başa çıkabilmek için, orta ve uzun vadeli uygulamalar göz önüne alınarak depremin etkileyeceği bölgelerin acil kurtarma planı ve yeniden yapılanma planı hazırlanması noktasında uyarılarda bulunuyor.

2030’a kadar 16 milyonluk planlama

Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Pelin Giritlioğlu da öncelikle bir plandan söz edilmesi gerektiğini belirtiyor. İl Çevre Planı’nı işaret eden Giritlioğlu, “Bu plan göre İstanbul’un nüfus eşiği 2030’a kadar 16 milyon olarak belirlenmiş. Bu demek oluyor ki 2030 yılına kadar bu kent 16 milyon olarak planlanıyor. Ancak nüfus daha şimdiden 21 milyona dayanmış durumda. Bu plana göre yapılan mekânsal kararlar zaten şu anki nüfus açısından yeterli değil. Kaynak paylaşımının sorunlu olduğunu söylememiz gerekiyor” ifadelerini kullandı.

Canlı fay hattına 2 milyon nüfus

Planın da olduğu gibi kalmadığına, ‘mega’ projelerle defalarca delindiğine vurgu yapan Giritlioğlu, “Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı, Kuzey Marmara Otoyolu, Avrasya Tüneli en son olarak da Kanal İstanbul Projesi… Üç tane canlı fay hattının üzerine 2 milyon nüfusu yığacak olan bir projeden bahsediyoruz. Bir yandan depremle mücadele edelim diyoruz, diğer yandan da deprem ve başka afet risklerini artıracak kararları hayata geçiriyoruz. Planı planla delmek yoluyla riskleri artıyoruz” şeklinde konuştu.

Kent, afetlere dirençsiz hale getirildi

Kamusal alanların dönüştürülmesiyle kentin giderek afetlere karşı dirençsizleştirildiğini belirten Giritlioğlu, acil toplanma alanlarının dönüştürülmesi ile ilgili şunları söyledi:

AVM’lere ve rezidanslara tahsis ediyoruz. Yeşil alan bırakmıyoruz, onun yerine millet bahçesi diye bir şey uyduruyoruz. İçi yapılaşmış bir alan olarak bunu koyuyoruz. Rant siyaseti bütün kenti şekillendiriyor. Plan dediğimiz şey de bunun gölgesinde kalıyor ne yazık ki… Kenti de daha fazla dirençsiz hale getiriyoruz.

Dengeli nüfus politikası gerekli

Maraş depreminin ardından iç göç başlaması da İstanbul’un nüfus yoğunluğunu artırdı. Dengeli nüfus dağılımı açısından bir politikanın uygulanması gerektiğini söyleyen Giritlioğlu, “Türkiye’de bir tek erken Cumhuriyet döneminde nüfusun dengeli dağılımı açısından bir politika geliştirilmişti. Devlet eliyle küçük ve orta büyüklüklerdeki kentlere fabrikalar açılmıştı. O dönemin Nazilli ve Ereğli gibi küçük kentler dönemin en hızlı büyüyen kentleri oldu. Böylece küçük kentlerdekiler büyük kentlere göç etmeden kendi yaşam alanlarının yakınlarında iş buldular. Bu nüfusu ülke içinde dengeleyen bir politikaydı. Bu politika 1945’lerden sonra terk edildi. İstanbul’da sanayileşme ile kontrolsüz bir göç başladı ve yönetilemedi. Sonuçta da devlet piyasadan tamamen çekildi. Piyasayı ise gecekondu mafyalarına, müteahhitlere ve arazi spekülatörlerine bıraktı” dedi.

Bölgesel gayri safi hasılanın en yüksek olduğu yerler ülkenin batısında bulunuyor. Uzmanlar, bölgesel planlama ile yatırımın olmadığı bölgelere yatırımların kaydırılmasıyla İstanbul’un yükünün azaltılması gerektiğini vurguluyor.
Kaynak: Türkonfed, Orta Gelir Tuzağı’ndan çıkış: Hangi Türkiye raporu

Sanayinin seyreltilmesi gerekiyor

Bölgesel bir planlama yapılması gerektiğini belirten Giritlioğlu, sanayinin seyreltilmesi gerektiğini ifade ederek şunları söyledi: “Acilen İstanbul’dan yükü almamız gerekiyor. Ne kadar fazla yükle sırtında yürürse o kadar zarar görecek anlamına geliyor. Bir de ekonomi çökerse ülkede başımıza gelecekleri düşünün! Dolayısıyla bölgesel planlama anlayışı içerisinde yatırımın olmadığı bölgelere yatırımların kaydırılması gerekiyor. Böylece tersine bir göç de başlayabilir. Orada yaşayacak sanayi işçilerinin yaşam alanlarını da düzenleyecek planlara ve tedbirlere ihtiyaç olduğunu da hatırlatmak isterim. Büyük bir yeniden yapılanma atağına ihtiyacımız var. Bunu ülke çapında düşünerek yeniden planlamamız gerekiyor. Kaynaklarımızı yeniden paylaşmalıyız.”

Afet tahliye yolları yok

Üretimin merkezinde bir felaketin olması insani yardımların ulaştırılmasına yönelik de riskler barındırıyor. Hatay Havalimanı’nın hasar almasını örnek gösteren Giritlioğlu, üçüncü havaalanının riskli bir alan olduğunu hatırlattı. Kentin erişilebilirliğe hazır olmadığını söyleyen Giritlioğlu, “Afet tahliye yolları yok. Bizim kentlerimizde yüksek nitelikli güvenlikli afet tahliye yollarının mutlaka düşünülmesi lazım. İstanbul’un ara sokaklarını düşünün, daracık yollar normal zamanda araçlar geçmekte zorlanıyor. Bir deprem anında o yolların tamamı kapanacak. O yolların kapanması depremde zarar görenlere daha zor erişilmesi belki hiç erişilememesi demek oluyor. Dolayısıyla geniş alternatif yollara ihtiyacımız var. İlk depremde yarılacak yollardan bahsetmiyorum. Kamusal alanlar çok önemli. Kamusal alanları dönüştürdük. İstanbul’da deprem toplanma alanları kalmadı. Bu alanların yeniden kente iade edilmesi gerekiyor. Yasal olarak toplanma alanları olarak ilan edilen yerlerin kente İstanbul halkına iadesi gerekiyor” ifadelerini kullandı.

İnsanlar seçeneksiz bırakıldı

Kamu hastanelerinin de önemine de değinen Giritlioğlu, şehir hastanesi modeliyle kent içi hastanelerin kapatıldığını vurguladı. Şişli Etfal örneğini veren Giritlioğlu, “O bölgede o kapasitede tek bir hastane yok. Bir deprem olduğunda o bölgede yaralanan insanları yetiştireceğimiz bir tane hastane yok” ifadelerini kullandı. “Mantık ne, şehir içindeki hastaneleri kapatalım bir tane büyük hastane yapalım şehir dışında. O da çöktüğünde ne yapacaksınız?” diyen Giritlioğlu, insanların seçeneksiz bırakıldığını belirtti.

Enkazı kaldıracak iş makinesi yok

İstanbul için bir diğer önemli konu ise depremin ardından enkaz yönetiminin nasıl olacağı. Olası deprem senaryosuna göre yapısal hasar kaynaklı 25 milyon ton enkaz oluşacağı tahmin ediliyor. Devasa boyutlara ulaşan bu enkazın kentsel alanın dışına çıkarılarak uzaklaştırılması da büyük bir önem arz ediyor. Avrupa Yakası’nda dört adet, Anadolu Yakası’nda üç adet olmak üzere toplamda yedi adet döküm sahası bulunuyor ve oluşan enkazın buralara taşınmasına yönelik senaryolar hazırlanıyor.

İBB’nin Enkaz Yönetim Planı’nda mevcut araçlarla enkazın yaklaşık üç yıl sürede kaldırılabileceği ve yeterli miktarda kırıcı/yükleyici iş makinesi olmadığı tespiti yer alıyor. Öte yandan enkaz yönetimi için Fatih, Bahçelievler, Bağcılar, Küçükçekmece ve Adalar ilçelerinde yol kapanma ihtimallerinin göz önüne alınması gerektiği vurgulanıyor. Bütünleşik afet yönetiminin bir parçası olan ‘Enkaz Yönetimi Eylem Planı’ uzmanların katkılarıyla ivedi olarak oluşturulması gerektiğine dikkat çekiliyor.

Türkiye depremde sınıfta kaldı, ya bundan sonrası?

En yüksek düzeyden duyuruldu. Özetle: Depremde yıkılan, yerle bir olan ve kullanılamayacak kadar hasarlı konutların yerine, hemen mart ayından başlanarak bir yıl içinde yenileri yapılacak!

Türkiye‘nin depremselliği ve deprem coğrafyası iyi bilinmektedir.  Her yıkıcı depremden sonra yeni verilere ve analizlere dayalı yeni bilgiler edinilmektedir. Kahramanmaraş depremlerinden de yerbilimsel açıdan çok şeyler öğrenilecektir. 

Geriye depremin kendisi kadar, belki de daha önemli olan, depremlerden ders çıkarma konusu kalmaktadır. Bu noktada Türkiye her seferinde sınıfta kalmıştır.

Bilimin yolundan yürünmeli

Hiç olmazsa bundan sonrasında, yerbilimciler, inşaat mühendisleri, şehir ve bölge plancıları, mimarlar vb. bilimci, uzman ve meslek kuruluşlarının yıllardan beri tartıştığı, önerdiği bilimsel ve teknik, akılcı öneriler mutlaka dikkate alınmalıdır. Özellikle, Kahramanmaraş depreminde bir kez daha çok acı bir biçimde gördüğümüz gibi, çok iyi bilinen diri fay kuşakları üstünde ve yakınlarında ve aynı zamanda ülkenin en önemli verimli tarım alanları niteliğindeki jeomorfolojik birimleri olan alüvyal ovalara, taşkın ve taşkın-delta ovalarına, eski ve yeni akarsu yataklarına ya da taşkın kanallarına ve yakınlarına hiç bir biçimde yeni yerleşimler, konutlar, organize sanayiler, hastaneler vb. yapılmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumlu bakanlık, kurum ve kuruluşları şimdi, pek çok sorunun ve ivedi konunun yanı sıra, bu konuya bilimsel gerçekleri ve bilimin yol göstericiliğini % 100 dikkate alarak çok titiz bir biçimde ve sorumluluk içinde yaklaşmalıdır.

Tüm yurttaşlar bunu ısrarla ve ivedilikle istemektedir ve bu istem tüm yurttaşların hakkıdır.

ÇMO Başkanı Kahraman: Deprem bölgesine çözüm diye sunulan her şey yeni bir soruna yol açıyor

10 ili vuran ve binlerce vatandaşımızın enkaz altında hayatını kaybetmesine yol açan Kahramanmaraş depreminin etkileri sürerken, uzmanlar ise yeni tehlikelere karşı araştırma ve uyarılarına devam ediyor.

Bu uyarılardan biri de TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Genel Başkanı
Ahmet Dursun Kahraman’dan geldi. Şu sıralarda Oda’nın da dahil olduğu Ekoloji Afet Grubu ile deprem bölgesinde bulunan Kahraman, Yeşil Gazete‘ye enkaz haline gelen binalardan yayılan tozların akciğer kanserine yol açan asbest gibi tehlikeli kimyasallar içerdiğini belirterek, “Bölgeye çözüm diye sunulan her şey yeni bir soruna yol açıyor. Havada uçuşan enkaz tozlarının yanı sıra hijyen sorunu ciddi salgın hastalıklara neden olabilir” dedi.

Bölgede uyuz hastalığının başladığını, koleranın da bir risk olduğunu belirten Kahraman özetle şunları kaydetti:

‘Kurtarmada yavaş, enkaz kaldırmada hızlı’

“Hepimiz şimdi depremin o büyük acısını yaşadık. İçimizde onu barındırıyoruz ama asıl bundan sonra kalanlar için ikinci bir tehlike de; hijyen, asbest, kullanım suyu, tuvalet ihtiyacı vs. Bunlar kısa ve uzun vadede riskler içeriyor. Adıyaman’dan geçerken aslında çok yavaş yürüdüğünü izlediğimiz kurtarma çalışmalarının enkaz kaldırma söz konusu olduğunda ne kadar hızlandığını gördük. Kontrolsüzdü. Bina yığınlarında asbest olması kuvvetle muhtemel değil, var. En azından şu an yapılabilecek olan moloz dökümünün yer seçimi, enkaz çalışmalarında çalışanların özel maskelerle korunması, uygun iş elbiseleri giymeleri, çalışmalardan sonra duş almaları…Bunların hiçbirini göremiyoruz.”

Salgın hastalıklara davetiye çıkarılıyor

Kahraman, deprem bölgesinde halen seyyar tuvalet ve içme suyu ihtiyacının giderilemediğini tespit ettiklerini anlattı:

Bu insanların tuvalet ihtiyacına geliyoruz. Adıyaman’da Antep’te de aynı durum var. 100 bin kişi sokakta yaşıyor. Nedir çözüm, seyyar tuvalet. Peki bu tuvaletlerin su ihtiyacı nasıl karşılanacak, yok.

İçme suyunu bir şekilde ulaştırabilecek durumda olanlar ulaştırıyorlar. Hijyen anlamında bir temizlik suyu var mı, yok. Akan şebeke suyunun da bulanık aktığı söyleniyor. Uyuz hastalığının başladığını görüyoruz. Kolera olabilir. Buradaki durum tüm bu salgın hastalıklarına davet çıkarıyor şu an.

Dere yatağına moloz döküyorlar

Adıyaman’da hemen yerleşim yerinin dibine, üstelik “Moloz dökmek yasaktır” gibi bir levhanın dibine kontrolsüzce enkazlardan çıkarılan molozların boşaltıldığını belirten Kahraman, “Dere yatağına dökülüyor ve tozumayı görüyorsunuz. O toz asbest içeriyor. Bunları gördüğümüz zaman, bu iradenin çözüm diye getirdiklerinin yeni sorunların kapısını açtığını da görmüş oluyoruz.

Eko Afet Grubu Adıyaman’da: Yıkıntı atıkları Atatürk Barajı’nı besleyen derelere dökülüyor

Mesela ben şu an deprem bölgesinde, Narlı’dayım. Burada tuvalet yok. Burada ufak tefek yaralılar var. Çadırda bakılabilecek insanlar ama bu
yaralıların tedavisi için su lazım, ama yok” diye konuştu.

Şebekeler zarar gördü mü?

Depremin ardından yetkililerin ne tür çalışmalar yaptığına ilişkin herhangi bir bilgiye ulaşamadıklarını belirten Ahmet Kahraman, şu uyarıları yaptı:

“Şebekesi olan beldelerde yerleşimlerde deprem sonrası şebeke yer altı tesisleri zarar gördü mü mesela. Bunların araştırılması lazım. Çalışmaların ciddi düzeyde hızlandırılması lazım. Bu depremin uzun vadede pek çok başka sorunu tetikleyeceğini biliyoruz. Bu öngörü değil. Siyasi iradenin hassasiyetine de baktığınızda öngörü dediğimiz şeyin gerçek olduğu ortaya çıkıyor.”

Diyanet’ten ‘depremzede evlatlık’ sorusuna yanıt: Evlat edinen, evlatlığıyla evlenebilir

Depremde ailesini kaybeden çocukların durumuna yönelik halen ciddi bir takip sistemi kurulamazken, sosyal medyada, “Depremzede çocuklara koruyucu aile” kampanyaları başlatıldı.

Diyanet İşleri Başkanlığı‘na bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu‘nun fetva  sitesinde 10 ili yıkan depremlerin ardından “ihtiyaç duyulan konulara açıklık getirmek” amacıyla özel bir bölüm oluşturdu. Diyanet, burada “Deprem bölgesinden sıkça sorulan sorular” adı altında, “Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?” ve “Cenaze kefenlenmeden gömülebilir mi?” sorularını yanıtladı.

‘Öz evlat gibi davranmayın’

Birgün‘den Mustafa Bildircin‘in aktardığına göre, Diyanet, ailelerin evlat edindikleri çocuklara, “Öz evlat gibi davranmasının” doğru olmadığını ve “Evlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli olmadığını” açıkladı.

diyanet-ten-depremzede-evlatlik-fetvasi-evlat-edinenle-evlatlik-arasinda-evlenme-engeli-yok-1127922-1.

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun sitesinde, “Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusuna verilen yanıtta şu ifadeler kullanıldı:

“Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukuki birtakım sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesi kabul edilmiş değildir. Buna göre, evlat edinenle evlatlık arasındaki bu ilişki sebebiyle bir evlenme engeli doğmadığı gibi, evlatlığın kendi öz anne babasının yerine, evlat edinenlerin nesebine kaydedilmesi de caiz değildir.

‘Mirasçı olma hakkı söz konusu değil’

Ayrıca evlat edinilen çocukla, evlat edinenler arasında birbirlerine mirasçı olma hakkının da söz konusu olmadığını söyleyen Diyanet, soruya şu yanıtı verdi:

“Ancak evlat edinenler hayatta iken diledikleri kadar malı evlatlık olarak büyüttükleri çocuğa hibe edebilecekleri gibi, mallarının üçte birini vasiyet yoluyla da ona bırakabilirler. Bu itibarla, mahremiyet ile ilgili dini kayıt ve şartlara riayet etmek kaydıyla çocuğu olmayan ailelerin kimsesiz çocukları büyütmek üzere yanlarına almalarında bir sakınca görülmemektedir. Ancak bu davranış, evlat edinme olarak algılanmamalı ve aralarında mirasçılık cereyan etmemelidir.”

Yasalara göre, evlat edinilen çocuk ailenin kan bağı olan çocukları gibi mirastan eşit olarak yararlanıyor.

Tepkiler üzerine Diyanet, açıklamalarını sildi

Diyanet’in açıklamalarına dair haber, özellikle sosyal medyada büyük tepki topladı. Haberden yaklaşık iki saat sonra, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun sitesindeki ilgili sayfa silindi. Depreme dair tüm soru ve yanıtların yer aldığı sayfadan da “Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusu ve yanıtı çıkarıldı. İlgili ifadelerin kaldırılmasına ve silinmesine karşın Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından konuyla ilgili henüz bir açıklama yapılmadı.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun internet sitesinde yayınlanan ve silinen sayfaların web arşivine kaydedilmiş hallerine buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.

Sitede deprem bölgesinde kefen sorununa ilişkin de, kefen bulunamaması halinde defin işleminde neler yapılabileceğine ilişkin de fetva açıkladı.

Denge ve Denetleme Ağı’ndan yetkililere 32 deprem sorusu

Toplumun çeşitli kesimleri ile farklı siyasi görüşlerden ulusal ve yerel 300’e yakın sivil toplum örgütünün, yanı sıra on binlerce destekçiyle takipçinin, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin güçlenmesi için bir arada mücadele ettiği bir hareket olan Denge ve Denetleme Ağı, depremde alınamayan önlemler ve müdahaledeki sorunlara ilişkin, yanıt aranan 32 soruyu yetkililere yöneltti.

Ağ’dan yapılan açıklamada, “Devletin biz vatandaşlara karşı sorumluluklarının farkında olmak, bu sorumluluklara ilişkin talepte bulunmak ve hesap sormak bizleri “muhtaç” olan değil, haklarının farkında olan ve bu haklara ilişkin gerektiğinde hesap soran onurlu vatandaşlar yapar” denildi.

6 Şubat depremlerinde on binlerce vatandaşın yaşamını yitirdiği ve çok sayıda vatandaşın yaralandığı hatırlatılan açıklamada, şu ifadeler kullanıldı:

“Türkiye’nin deprem kuşağında olduğu bilinen bir gerçektir ve bilim insanları depremlerin zamanına ilişkin net veriler sunamasalar da Türkiye’de hangi bölgelerde hangi şiddette deprem olabileceğini kamuoyuyla ve karar vericilerle sıklıkla paylaşmışlardır. Depremlerde yaşanan can kayıplarının insan kontrolü dışındaki “kader” sonucu yaşandığını söylemek, doğru olmayacaktır”

Neden hazırlık yapmadınız?

Yaşanan bu depremler ne ilktir ne de son olacağı hatırlatılan duyuruda, 289 sivil toplum örgütünden oluşan bir ağ olarak, “vatandaşlık onuru” için yaşanılan yıkıcı afete ilişkin yetkililere 32 soru yöneltildi.

  • Bilim insanlarının özellikle 2020 yılında yaşanan Elazığ depremi sonrası bölgede bir deprem riskinin arttığı yönündeki uyarıları neden dikkate alınmamıştır? Bölgede olabilecek depremlere müdahale için neden ön hazırlık yapılmamıştır?
  • Merkezileşmiş, afetlere daha etkin müdahale ve koordinasyonu sağlama konularında etkin olacağı söylenen sisteme rağmen depremin yıkıcı hasarlar verdiği bölgelere neden ekipler uzun süre ulaşamamıştır? 
  • AFAD’ın personel sayısının yetersizliği kendi raporlarına yansımasına rağmen neden gerekli önlemler alınarak kurum liyakatli personel ile kuvvetlendirilmemiştir?
  • İçişleri Bakanlığı, kendisine bağlı çalışan AFAD’ı, bilim insanları tarafından yapılan uyarıları dikkate alarak neden depremin yaşandığı bölgede daha etkin kılamamıştır?
  • Türkiye’nin bir deprem coğrafyası olduğu bilinirken ve uzmanlar tarafından yıkıcı deprem uyarıları sürekli şekilde yapılmışken neden afetlere müdahale ve koordinasyonda tek yetkili kurum haline getirilen AFAD’ın bütçesi düşürülmüştür?
  • Depreme müdahale ve bu müdahaleyi koordinasyonla yetkilendirilmiş olan AFAD’ın personel sayısı deprem riski olan bölgelerde neden arttırılmamıştır? 
  • AFAD gibi son derece önemli yetkilere sahip bir kurumun idari personeli yeterli yetkinlikte midir? Bu kurumun yönetimi liyakatli kadrolardan oluşmakta mıdır? Değilse bu kadar kritik yetkilere sahip bu kurumun idari personeli belirlenirken neden liyakat ilkesi çerçevesinde personel alımı yapılmamıştır?

  • 2011 yılında AFAD bünyesinde kurulan ve üyeleri arasında Genelkurmay Başkanlığı, Bakanlıklar ile diğer kamu kurum ve kuruluşları, mahalli idareler, üniversiteler, meslek kuruluşları, özel sektör kuruluşları, sivil toplum örgütleri, basın ve yayın kuruluşlarının bulunduğu “Türkiye Afet Risklerini Azaltma Platformu” ne kadar işlevsel ve çoğulcu çalışmıştır? 
  • Depremde önemli görevler üstlenmesi gereken bir diğer kurum ise Kızılay’dır. Kızılay yapılan deprem uyarılarına rağmen yeterli miktarda çadır neden üret(e)memiştir? Kızılay gibi köklü bir kurumun yönetici kadrosu, siyasi ilişkisi olmayan liyakatli kadrolardan oluşmakta mıdır?
  • 10 ili etkileyen depremlerde, deprem yönetmeliğinin uygulamada olduğu yıllardaki, hatta 1-2 yaşındaki binalar dahi neden çökmüştür?

Deprem vergileri nereye harcandı?

  • Binaların depreme dayanıklılıkları bağımsız ve yetkin kurumlar tarafından denetlenmiş midir? Bu denetimler yapılmadıysa bunun nedeni nedir?
  • Uzun yıllardır vatandaşlardan toplanan deprem vergileri nerelere harcanmıştır? Özellikle 2020 yılından itibaren deprem riskinin arttığı söylenen bu bölgede bu vergiler ne şekilde kullanılmıştır? 
  • İlgili kanunların (7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınması Gereken Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun ve 5442 sayılı İller İdaresi Kanunu) verdiği yetkiler düşünüldüğünde ilan edilen OHALin gerekçesi nedir?  OHAL neden 3 ay süreyle ilan edilmiştir?
  • Deprem sonrası yaşanan koordinasyonsuzluk nedeniyle daha da hayati hale gelen sosyal medya kısıtlanarak neden işlemez hale getirilmiştir? Bu kararın gerekçesi nedir? 

  • 1999 depreminde gerek güvenlik gerekse arama kurtarma çalışmalarında oldukça işlevsel olan Türk Silahlı Kuvvetleri neden depremin yaşandığı bölgelere ivedilikle sevk edil(e)memiştir?
  • Deprem yaşanan bölgelerde neden etkin koordinasyon sağlanamamıştır? Neden sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimlerle etkin iş birliğine geçilerek yardımlar koordinasyon içerisinde sahaya aktarılmamıştır?

İletişim her depremde neden kesiliyor?

  • Deprem sonrası delillerin karaltılmasını engellemeye yönelik adımlar (enkazlardan numune alma vd.) etkin şekilde atılmakta mıdır?
  • Binaların deprem yönetmeliğine uygun yapılmamasından, proje aşamasından, proje/inşaat denetimine ve onay aşamasındaki ihmallerden sorumlu kişiler, etkin yargılama süreci sonucunda caydırıcı cezalara çarptırılacak mıdır? 
  • Depremzedelerin depremden etkilenen bölgelerdeki barınma, gıda, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçları önümüzdeki süreçte nasıl karşılanacaktır?
  • Deprem sonrası iletişim neden neredeyse tamamen çökmüştür? Diğer depremler sonrasında da yaşanan bu durum neden tekrarlanmıştır? Telekomünikasyon şirketleri neden her depremde bu anlamda sınıfta kalmaktadırlar?
  • Depremin yaşandığı illerden yansıyan yağma olaylarını önlemek için ne gibi adımlar atılmaktadır? Yağmacılara hukukun genel ilkeleri çerçevesinde yaptırımlar uygulanmakta mıdır?
  • Depremzedelere etkin şekilde sağlık hizmetleri sağlanmakta mıdır? Yeterli ilaç, sağlık ekipmanı ve uzman personel sahada mıdır? Salgın hastalık riskini azaltacak hangi önlemler alınmaktadır? 

  • Kadınlar, hamile-emziren kadınlar, yaşlı, engelli bireyler ve diğer kırılgan grupların farklılaşan ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yapılmakta mıdır?
  • Bölgede hijyen koşullarının iyileştirilmesine yönelik atılacak adımlarda Türk Tabipler Birliği gibi meslek örgütleri ile koordinasyon sağlanacak mıdır?
  •  Yetkililer deprem yardımı sağlayan sivil toplum kuruluşlarıyla etkin koordinasyon sağlamakta mıdır? Siyasetçilerin sivil toplum kuruluşlarına yönelik ayrıştırıcı söylemlerinin ve sahada yaşanan zorlukların nedeni nedir? Böyle bir durumda toplumsal olarak seferber olunmuşken neden kutuplaştırıcı söylemler sürdürülmektedir?

Neden hızla enkaz kaldırmaya geçildi?

  • Depremde yakınlarını kaybetmiş çocuklara yönelik ne gibi önlemler alınmaktadır?
  • Arama kurtarma çalışmalarında arama kurtarma kuruluşları arasında engellemeler olduğu doğru mudur?
  • Deprem sonrası alınan, üniversitelerin yaz dönemine kadar uzaktan eğitime geçmesi kararının gerekçesi nedir? Alternatif yöntemler düşünülmüş müdür? Bu karar alınırken konunun tüm paydaşlarıyla etkin istişarede bulunulmuş mudur? 
  • Deprem bölgesindeki okul öncesi ve temel eğitime ilişkin alınan kararlar konunun uzmanları, sivil toplum ve meslek örgütleri ile bir araya gelinerek istişare edilmiş midir?
  • Enkaz altından insanlar hala canlı çıkarılabiliyorken neden arama kurtarma çalışmaları yavaşlatılarak enkaz kaldırma sürecine geçilmiştir? 
  • Deprem bölgelerinde hasar gören ya da görmeyen tarihi yapıların korunmasına yönelik adımlar atılmakta mıdır?
  • Deprem sonrası ortaya çıkan molozlar nerede muhafaza edilecektir ve nasıl kullanılacaktır? Bu malzemeler etkin şekilde geri dönüştürülecek midir?