Ana Sayfa Blog Sayfa 511

TİP ile Yeşiller Meclis’e

Türkiye‘de bir siyasi parti kurmak, partinin örgütlenmesini yapmak ve yaşamasını sağlamak gerçekten mücadele isteyen bir süreç. Büyük medya desteği yahut geniş ekonomik olanaklar ile kurulanlardan bahsetmiyorum elbette. Onların yolu başka. Benim sözünü ettiğim bir idealin etrafında toplanan insanlar ve onların kurmaya çalıştıkları partiler. Yeşiller Partisi tam da bu partilerden biri. Daha doğrusu biriydi. Çünkü önüne başka hiçbir partiye çıkartılmayan bir başka engel daha çıkartıldı: Bürokratik engel. Devlet, ki burada Süleyman Soylu olarak ifade edilebilir, Yeşiller Partisi’nin kurulmasından bir nedenle çekindi ve bunu engellemek için Anayasa ya da yasa takmadan gidiyor. 21 Eylül 2020’den beri bu böyle. Belli ki Anayasa ve yasaların uygulanması için 14 Mayıs’ı bekleyeceğiz.

Fakat bu bekleme süresini de elbette boş geçirmeyeceğiz. 21 Eylül 2020’den beri bir çok konuşmanın içerisinde oldum. Partiyi anlattım. Politikalarımızı anlattım. Destek verenlerle de karşı çıkanlarla da konuştum. Hepsinin ortak konularından bir tanesi seçimdi. İş mutlaka seçime geliyordu. Türkiye’nin antidemokratik yapısı Seçim ve Siyasi Partiler Kanunları‘na da sinmiş durumda. Partiyi kurmanız yetmiyor seçime girmek için. Belli bir örgütlenme barajı var. Onu da aşmanız gerekiyor. Yasanın bu halini bilmeyen, çok da bilmesi de gerekmeyen, insanların gözünde ise denklem basit. Bir parti seçimlere girmiyorsa aslında yoktur. Bir grup insanın zihinsel sporlar yaptığı bir alandır seçime girmeyen partiler. Seçmenle iletişim kurmayan parti mi olur?

TİP’le işbirliği sadece seçimle sınırlı değil

Bana bu soru bu sertlikte sorulmadı elbette. Daha çok bir istek, bir temenni olarak geldi bu soru. Yeşiller Partisi’ni seçimde görmek istediklerini ifade etti insanlar. Ben ve diğer sözcü arkadaşlarım hep aynı yanıtı verdik. “Seçimlerde olacağız! Türkiye’nin idari yapısı ülke için kötü ama yeni kurulan ve gelişimini tamamlamayan partiler için iyi. Üstüne de ittifaklar sistemi var. Biz bu fotoğrafa göre seçimlerde olacağız!” dedik. Herkesin alanını korumaya çalıştığı, kimsenin gelecek için heyecan veremediği, kimsenin geleceğe yönelik ufka “hücum” edemediği bir ortamda biz bunu yaparız dedik.

Dedik ve kendimiz gibi bir parti ile, Türkiye İşçi Partisi ile yollarımız kesişti. İlk paragrafa döneyim. Bu sadece bir seçim işbirliği değil. Bu hukuksuzluğun halen devam ettiği, Yeşiller Partisi’ne yönelik engellemenin devam ettiği bir dönemde aynı zamanda büyük bir dayanışma örneği. Fakat sadece bir dayanışma da değil. İktidarından muhalefetine herkesin siyasetini muhafaza etme üzerine kurduğu ve kaygılar üzerinden kendisini anlatmaya çalıştığı bir dönemde TİP de Yeşiller de sözleriyle, davranışlarıyla, gelecekle ilgili düşünceleriyle ileriyi, geleceği, ufku gösteriyor. Bu yüzden de heyecan veriyor.

Yeşiller’in adayları olarak bu seçimde Türkiye İşçi Partisi listelerinden seçime gireceğiz. 21 Eylül 2020’den beri verdiğimiz sözü tuttuk ve 40 yıla yakındır sadece bağımsız adaylar çerçevesinde ses duyurmak için seçimlerde olan Yeşiller Hareketi bir seçenek olarak insanların önüne koymayı başardık. Şimdi sıra sesimizi İstanbul 2. ve 3. bölgelerden tüm Türkiye’ye taşımaya. Antalya‘ya, Muğla’ya, Bursa‘ya, Maraş‘a, Hatay‘a, Artvin‘e, Akkuyu‘ya taşımaya. Yüzü bize dönük olan herkesle birlikte Yeşiller’in siyasetini yapmakta.

Deprem bölgesinde adım adım felakete doğru

Geçen hafta Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) ayrı ayrı deprem bölgesi ile ilgili ikinci ay raporlarını yayımladı. Her iki rapor da bölgede yaşanan doğal afetin sonuçlarının; koordinasyonsuzluk, bilgisizlik ve kötü yönetimin sonucu felakete doğru gittiğini gösteriyor.

TTB raporuna göre dört milyondan fazla insan şu ana kadar deprem nedeniyle ülke içinde göç etmek zorunda kaldı, altı milyondan fazla insan ise barınma sorunu yaşıyor. Her iki rapora göre geçici yerleşim alanlarının (GYA) durumu iç açıcı değil. Deprem bölgesinde çok sayıda GYA uygun olmayan, yumuşak ve düz zeminli alanlara kurulduğundan, geçtiğimiz günlerdeki yağışlardan büyük zarar gördü, çadırları; hatta konteynerleri su bastı. 28 Mart tarihinde Antakya ve Defne’de çıkan fırtınada ise çok sayıda çadır uçtu, bir bölümü tekrar kullanılmaz hale geldi.

HASUDER tarafından hazırlanan ikinci ay raporunda da açıkça belirtildiği gibi deprem bölgesinde GYA alanlarında çadırlar arası mesafeler yetersiz, iç yollar dar, tuvalet ve duş sayısının da GYA’da kalanların sayısına göre çok az olduğu görülüyor. GYA’larında depremin üzerinden iki ayı aşkın bir zaman geçmesine rağmen hala güvenli içme suyu sağlanamıyor. Kanalizasyon bağlantıları ise tüm bölgede sorunlu, deprem nedeniyle atık su sistemleri hala gerçek anlamda onarılamadı. Kanalizasyon sistemine verilen atık sular kanalizasyon sisteminden dış ortama sızıyor. Sızdırmaz foseptik sistemine sahip GYA’lardan vidanjörlerle alınan atık suların ise nereye götürüldüğü belli değil. Bu durum yeraltı ve yer üstü su kaynaklarının, tarım alanlarının kirlenmesine ve bulaşıcı hastalık tehditinin günden güne artmasına yol açıyor. Gözlemler yaptığım Hatay ilinde depremden zarar gören atık su arıtma tesisi çalışmıyordu. Düzenli ve düzensiz GYA’lardan kaynaklanan atık sular kanalizasyon sisteminden toprağa sızıyordu. Hatay’ın önemli bir bölümünün içme ve kullanma sularının yeraltı su kaynaklarından sağlandığını belirtirsek durumun gelecekte çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini kolayca söyleyebiliriz.

Hatay, Samandağ’da asbestli molozlar Akdeniz’in kıyısına Milleyha Kuş Cenneti’ne dökülüyor. Üstelik bölgede hakim rüzgarlar batı-doğu istikametinde ve enkaz yığınlarının doğusunda Samandağ ilçe merkezi yer alıyor.

Gerek TTB; gerekse HASUDER’in deprem bölgesi ile ilgili raporlarında ve açıklamalarında vurguladıkları başka bir tehdit daha var: Asbest. Deprem bölgesinde şu anda yaşanan ana sorunların başında geliyor asbest maruziyeti.

Yönetmelik var, ama…

Enkazların içindeki asbest, 2010 yılına kadar ülkemizde sık kullanılan, Dünya Sağlık Örgütü’ne göre (DSÖ) insanlar için kesin kanserojen olan bir mineral. Çok iyi ve ucuz bir yalıtkan olması nedeniyle bu binaların izolasyonunda, kalorifer sistemlerinde, çatı ve zemin yalıtımında kullanılmış. 25.01.2013 tarih ve 28539 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ‘Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelike göre ülkemizde asbestin her türünün kullanımının yasak olduğunun vurgulanmasının yanı sıra asbestli binaların yıkım koşulları da düzenleniyor. Yönetmelik çok açık; asbestli binaların yıkım ve enkaz kaldırma işlemleri öncesinde asbestli malzeme uzman ekiplerce temizlenmeli…

Yönetmeliğin 7. maddesi; özellikle de üçüncü bendi yıkım ve enkaz kaldırma işlemini sürdürenlere büyük bir sorumluluk getiriyor. Bu maddeye göre “işveren, söküm, yıkım, tamir, bakım ve uzaklaştırma işlerine başlamadan önce, asbest içerebilecek malzeme ve yerlerini belirlemek için tesis, bina, gemi ve benzeri yapı ve sistemlerde inceleme yaparak gereken tedbirleri alır.” Yine aynı maddeye göre yıkım izni için 18.3.2004 tarihli ve 25406 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Hafriyat Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliğinin ilgili hükümleri uygulanmak zorunda…

Aynı madde daha da önemli koşullar getiriyor; bugün acele ile molozları kaldırarak; sulak alanlara, tarım arazilerine dökenler için;  İşverenin çalışma yaptığı herhangi bir yapı veya ortamda asbest veya asbestli malzeme bulunduğu şüphesi varsa bu Yönetmelik hükümleri uygulanır. İşveren; asbest içerebilecek malzemelerin, söküm, yıkım, tamir, bakım ve uzaklaştırma işlerini sekizinci maddede belirtilen uzman nezaretinde ve yine aynı maddede belirtilen çalışanlarca yapılmasını sağlar” deniyor. Teknik önlemler alınmasına rağmen, havadaki asbest konsantrasyonunun 11 inci maddede belirtilen sınır değeri (Madde 11: İşveren, bu Yönetmelik kapsamındaki çalışmalarda çalışanların maruz kaldığı havadaki asbest konsantrasyonunun, sekiz saatlik zaman ağırlıklı ortalama değerinin (ZAOD-TWA) 0,1 lif/cm3’ü geçmemesini sağlar) aşabileceği söküm, yıkım, tamir, bakım ve uzaklaştırma gibi belirli işlerde; çalışanların korunması için işveren, özellikle aşağıda belirtilen önlemleri almak zorunda…

  • Uygun solunum sistemi koruyucusu ve diğer kişisel koruyucu donanım ile bunları kullanacak çalışanların ve çalışma sürelerinin belirlenmesi ve kişisel koruyucuların kullanılmasını sağlar.
  • Sınır değerin aşılması ihtimali olan yerlere uyarı levhalarının konulmasını sağlar.
  • Asbest veya asbestli malzemeden çıkan tozun, tesis veya çalışma alanı dışına yayılmasını önler.

Üstelik yönetmeliğe göre enkaz kaldırma ve yıkım işlerine başlamadan önce, alınacak önlemler hususunda çalışanlar veya temsilcilerini bilgilendirilmeli ve görüşlerini de alınmalı…

Bu ülkenin karar vericileri bizzat kendi çıkarttıkları yönetmeliğe bile uymuyorlar. Başta Hatay olmak üzere tüm deprem bölgesinde asbestten korunmak için çıkarılmış yasa ve yönetmelikler yok sayılarak hızla enkaz kaldırılıyor. AFAD koordinasyonunda yapıldığı iddia edilen enkaz kaldırma işlemlerinde bırakın çevrede yaşayanları; enkaz kaldırma işinde çalışanlar bile filtreli maske kullanmıyor. Oysa o çalışanlar yönetmeliğe göre filtreli maskenin yanı sıra koruyucu donanım da kullanmak zorunda…

Yaratacağı sorunlar yıllar boyu sürecek

Enkazın kaldırıldığı ve döküldüğü noktalarda ortamda bulunan asbest de ölçülmüyor.  Oysa yönetmeliğe göre akredite edilmiş laboratuvarlar ile bu yapılmalıydı. Üstelik asbestli molozlar, sadece sonuçları önümüzdeki 30 yıl içinde ortaya çıkacak asbestosis, akciğer kanseri ve mesotelioma gibi insan sağlığı üzerine tehdit oluşturmakla kalmıyor.  Yanı sıra kalıcı ekosistem yıkımına da neden olacak. Çünkü o molozlar Hatay Samandağ’da olduğu gibi sulak alanlara, tüm deprem bölgesinde görüldüğü gibi tarım alanlarının ortasına, su havzalarının üzerine dökülüyor.

6 Şubat’ta yaşadığımız büyük doğal afetin öncesinde almadığımız önlemlerle yıkıcı sonuçlarını büyüttüğümüz yetmezmiş gibi şimdi de bu afetin çevre ve insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini önümüzdeki yıllara uzatacak yanlış adımlar atıyoruz.

Farkında mısınız?

Temsil, katılım, demokrasi ve seçimler

Yaklaşan seçimler giderek, toplumun bütün dikkatinin nerdeyse tek bir noktaya/ tek bir amaca yönelmesine neden oluyor. Cumhurbaşkanlığı seçimini bir yana bırakacak olursak meclisin yenilenecek olması, bizi yine temsili demokrasinin nitelikleri (eğer kendi bütünlüğü içinde ve kapsamlı bir teorisi olduğunu söyleyemiyorsak) ve katılımcı demokrasinin temsili demokrasiyle birlikte daha gelişmiş ve demokratik ilişkilerinin nasıl geliştirilebileceği sorusuna getiriyor.

Parlamentodaki temsilin her parti için coğrafi bir temeli bulunuyor. Milletvekilleri, yasaya göre, bütün ülkeyi ve bütün toplumu ilgilendiren sorunlar üzerinde tartışmak ve kararlar üretmek üzere orada bulunuyorlar. İşlevin bu biçimde tanımını “merkeziyetçi” olarak niteleyebiliriz.

Oysa her milletvekili, ülkenin bir yerinden bir kentinden, bir bölgesinden ya da yöresinden seçiliyor. Coğrafi olarak her yerin kendi nitelikleri, gelişmişlik düzeyi, toplumun yerel bir kültürü ve bütün bunlara göre farklı gereksinimleri var. Milletvekilleri, temsil ettikleri coğrafyanın/ toplum kesiminin sesi olmalı, onun ihtiyaçlarını da dile getirebilmeli. Bakış açısının odağında bu yaklaşım olmalı. İşlevin bu biçimde nitelenmesini de (şimdilik daha iyi bir terim bulamadığımız için) “adem-i merkeziyetçi” ya da merkezden uzak temsil olarak adlandırıyoruz.

Aşırı merkezileşmeye karşı direniş noktaları

Ekolojik bakış açısının, her yerin/ coğrafyanın, habitatların özelliklerine göre çok farklı varoluş ve yaşam biçimlerinin farklı tutumlara ve hatta korunması gereken habitatların, farklı duyarlıklara, gereksinimi var. Genel/ toptan kararlar hiçbir zaman gereken incelikleri ve ayrıntıları taşımaz ve yerel özelliklerle ve ihtiyaçlarla uyuşmaz. Ülkesel-merkeziyetçi bakış açısının politikaları sürekli olarak ekolojik dengeleri yıpratır ve bozar. Politik tutum genelleştikçe ve küreselleştikçe ekolojik yaşam üzerindeki baskılar daha da artar.

Diğer yandan milletvekillerinin her iki işlevi birlikte yerine getirdikleri, kendilerinin veya partilerinin politika yapma anlayışına göre bir dengeyi gözettiği de iddia edilebilir. Ancak Türkiye’deki genel eğilimin her zaman merkeziyetçilikten yana olduğunu yüz yıllık deneyimden biliyoruz. Ancak burada bütün sorumluluğu milletvekillerine yani yasama organının üyelerine yüklemek de haklı bir tutum olmayacak.

Yasama organı, ülkeyi yöneten güçlerden sadece biridir. Merkeziyetçiliği asıl kuran ve uygulayan birim yürütme erkidir ve bu erk her zaman katı bir tutumla uygulanır. Özellikle yürütme, yerleri ve her birinin özgün ve farklı olan gereksinimlerini, orada yaşayan topluluklarının kendi habitatlarıyla uyum sürecinde geliştirmiş oldukları yerel özellikleri/ kültürü görmeyi asla istemez. Alt toplulukları, insanları, farklı nitelikleri değil, toplamın ortalaması olduğunu iddia ettiği tek bir (varsayılan) homojeniteyi görmek ister. Türkiye’de, yürütmenin sahiplendiği kuram her zaman böyle biçimlenmiş ve uygulanmıştır.

Ancak yukarıda anlatılanlar, elbette olduğunu varsaydığımız demokratik ama “merkeziyetçi” modele göre geçerlidir. İçinde bulunduğumuz “cumhurbaşkanlığı” yönetim sistemine göre bu anlayış daha da merkezileşmiş, artık bir erkler ayrılığı bile kalmamış ve her türlü erk tek bir elde toplanmış durumdadır.

Bu aşırı yoğunlaşmış merkeziyetçi tutum nedeniyle ülkenin her yanında/ kırlarında ve kentlerinde, yerel ekolojik kırıma ve dengesizliklere karşı bir direniş örgütlenmekte… Üstelik bu merkeziyetçiliği, kapitalizmin çok daha küreselleşmiş ve gezegenin bütününü yok edebilecek bir gelişme aşamasında olduğu bir dönemde yaşıyoruz.

Vekillerin yerelle ilişkisi

Böyle bakıldığında, içinde bulunduğumuz sistematik ekolojik yıkıma karşı koruma ve onarım programlarının da yine küresel-merkezi politikalarla başlayarak giderek yerelleşen bir özellik taşıması gerekecektir. Böyle baktığımızda merkezcil ve merkezcil olmayan yaklaşımların birlikte kullanılabileceğini, asıl önemli olanın politikaların içerikleriyle/ nitelikleriyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda yukarıdaki tartışmaya içerikle veya temel odak noktalarının tanımına dair bir boyut eklemek gerekecektir.

Yeniden Türkiye’deki seçim dönemine gelecek olursak, parlamentodaki milletvekillerinin geliştireceği tartışmanın ve kararların yerel/ kendi ait oldukları habitatın çıkarlarına ve taleplerine uygun, ama aynı zamanda diğer yerelliklerle çatışmayan veya onların yerelliklerini koruyabilmelerine zarar vermeyen bir nitelikte olmasını sağlamamız gerekecektir. Bu adem-i merkeziyetçi yaklaşımın ülkesel düzeyde işleyebilmesi ve bütün ülke için olumlu sonuçlar sergileyebilmesi ancak demokrasinin varlığına ve tanımına/ kurallarına uygun işleyişine bağlı olacaktır.

Adem-i merkeziyetçi politikaları benimsemiş olsa da milletvekillerinin parlamentoda, seçildikleri illerin/ yörenin ya da ekolojik bölgenin, yerel toplumun çıkarlarını savunmada bunu nasıl yapacaklarını yurttaşların önceden bilmesi gereklidir. Yurttaşlar olarak seçim yaparken seçilecek milletvekilinin ve bağlı olduğu partinin bu temel özelliğinin dikkate alması gerekecektir. Kendi yerel habitatını ve yerel toplumunu merkeziyetçi bakış açısına ve merkezi geleneğe karşı korumak uğruna mücadelede bugüne kadar genellikle Kürt bölgelerinden gelen milletvekilleri başarılı oldular. Bunun temelinde elbette Kürt toplumunun merkeziyetçi yönetimin sistematik ayrımcı politikalarına hedef olmaları vardı.

Sorumluluk kime?

Artık bütün milletvekillerinin kendilerini seçen yerel topluma karşı sorumlu olduklarını ve sadece merkeziyetçi bakış açısına göre düzenlenmiş, bazı durumlarda küresel çıkarlara bağlanmış genel/ ülkesel kararlar üretmekle yetinemeyecekleri/ yetinmemeleri gerektiği bilgisiyle davranmalarını bekliyoruz. Politikacıların bunu anlamaları, kendilerini seçen yurttaşların bu talebi dile getirme biçimlerine, sıklığına ve yoğunluğuna bağlıdır. Eğer temsili demokrasiyi yeterli görmüyor ve katılımcı bir demokrasinin gelişmesini istiyorsak ve hala temsili demokrasinin genel kalıpları içinde davranmak durumundaysak yurttaşlar olarak milletvekillerine bunu anlatabiliriz.

Parlamentoya gönderilecek her temsilci seçildiği yerin/ bölgenin ekolojik-kamusal çıkarlarının ve yerel toplumunun ve yerel kültürel özelliklerinin, merkezi bir tutum tarafından önlenmesine karşı görevli olmalıdır. Yoğun ve sistematik bir ayrımcılığa uğradıkları için Kürt bölgelerinden gelen temsilciler, ötekileştirilenlerin yerel hakları savunmakta ustalaştılar. Ancak bunu giderek her milletvekilinden istememiz gerektiğini, özellikle yerel ekolojik sorunların, özel habitatların buna ihtiyacının arttığını biliyoruz. Beri yandan birçok milletvekilinin bu yerel özelliklerin ve kaynakların sömürülmesini kolaylaştırmak için yerel bilgiyi merkeziyetçi politikalara dönüştürmek amacıyla kullandığını da biliyoruz.

Yurttaşlar olarak bu aşamada yapabileceğimiz, yöremizden seçilmek isteyen milletvekillerine ve partilerine yerel özellikleri ve kaynakları/ kültürü ve bunlara dair sorunları nasıl ele alacaklarını sormak olmalıdır. Biliyoruz ki, parlamentoda merkeziyetçilikle merkeziyetçiliğe karşı tutumlar arasında bugüne kadar bir denge olmadı. Yerel ekolojik ve toplumsal durumu ve sorunları özel olarak gözetmeyi/ dikkate almayı önceleyen politikalar, geliştirilmedi.

Kentlerde ve özellikle metropoliten kentlerde bir milletvekili yerel sorunları bilmek ve gündemleştirmek için neler yapmalı/ yapabilir, henüz bilmiyoruz. Milletvekili adaylarının kendi habitatları (yerel topluluk ve ekolojik durumun bütünü) için politikaları katılımcı bir biçimde geliştirebilmek üzere ne tür arayışlar içinde olduklarını yurttaşlar olarak bilmek isteyebiliriz. Bilmeliyiz.

Parlamentodaki temsilcilerimizin, hangi partiden olursa olsun kendi habitatıyla ilgilenerek katılımcı bir demokrasiyi geliştirebilmesi için ne yapacağını bilmek yurttaş bakımdan önemli. Merkeziyetçiliğin gücünü kırmak, yerelleşmek ve katılımcı demokrasiyi geliştirmek için buna ihtiyacımız var.

 

Kusmuk, mutluluk ve seçim

Her toplumun asıl suçluları, günahkârları, ahlaksızları ve zalimleri sürekli mutluluk kahkahası atanlardır.

Onlar her akşam mutluluklarını televizyondan yüzümüze sürekli kusarlar. Kustukları için mutlu olurlar, mutlu oldukları için de kusarlar.

Bu kusmuktan pay alma oranını tartışmak ise kusmuğun hep yüzümüzde kalacağı anlamına gelir.

Taşımaktan utanmadığımız bir yüz’ün ilk koşulu ise kusmuksuz bir yüz sahibi olmaktır.

Böylece önce kendi yüzümüzü kendimiz için bakılabilir kılar, kendi yüzümüzle baş başa kalmaktan hoşnut kalır, sonra bir başkasıyla yüz yüze gelecek bir adım atarız.

Çünkü:

Kusmuk ya vardır ya da yoktur; üçüncü bir seçenek mevcut değildir.

 

Kazdağları’nın raporu çıktı: Doğayı korumanın faturası vatandaşa kesiliyor

Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği, Kazdağları‘nda yaşanan çevre tahribatını raporlaştırarak gözler önüne serdi. Elli sayfalık raporda Kazdağları bölgesindeki, termik santraller, metalik madencilik (altın, bakır, uranyum vb.), taş ve kum ocakları, rüzgar enerji santralleri (RES), jeotermal enerji santralleri (JES), artan yapılaşma, eko-turizm, tarım alanlarının, sulak alanların, tarihi ve doğal yapıların tahribi, yeni kıyı imar planları ve yoğunluğu arttırılmış imar planlarına dikkat çekildi.

Ayrıca Türkiye‘nin dört bir yanında doğasını korumak için mücadele eden insanların açılan davalarla nasıl bir ekonomik tahakküm altında olduğuna da işaret edildi. Projelerin tanıtımından, açılan sondajlara, verilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) olumlu ve/veya muafiyet raporlarına, bilirkişi raporlarından açılan davalara kadar birçok aşamada aktivistlerin ödemeler yaptığı ve bunları kendi aralarında toplamak zorunda kaldığına, hukuka erişimin önündeki ekonomik engellere vurgu yapıldı.

‣[Bir konu/k] Kazdağları direnişinin üçüncü yılı: Her köyün tepesinde bir maden projesi
‣‘Kazdağları’nın toparlanması için en az 30 yıla ihtiyaç var’
‣Distopik bir gerçekliğin sınırlarında solumak: Termik Santraller
Kazdağları
Şahinderesi Kanyonu, Edremit, Kazdağları.

Kazdağları Bölgesinde Çevre Mücadelesinde Adalete Erişim Önündeki Maddi Engeller başlıklı raporda çok sayıda ekolojik örgütlenme olmasına rağmen olası bir çevre tahribatına karşı dava açmak için bir tüzel kişiliğin gerektiğine ve bu nedenle davaların ancakı meslek odaları, birlikler, belediyeler ve derneklerin açabildiğine işaret edildi.

Kazdağları
JES sondaj sahası, Çakıllıtepe, Gülpınar

Ek olarak yapılan rapor kapsamında gerçekleştirilen incelemelere değinilerek bazı köy derneklerinin avukatlık hizmetlerine ulaşmada zorluk çektiğini söylediğinin görüldüğü bildirildi. Raporda avukatlık hizmetine dair şunlara yer verildi:

“İzleme çalışmamızda, dava açmış dernekleri çoğunlukla aynı birkaç avukatın savunduğunu, bu avukatların gönüllü hizmet verdiğini ve bazılarının da bu derneklere üye veya yönetici olduklarını tespit ettik. Bir zorunluluğun ürünü olan bu gönüllülük hali aslında avukatın ücret hakkı göz önünde bulundurulduğunda sorunun başka hak kayıplarına da yol açtığını söylemek mümkün.

Bize ulaşan dava gerekçeli kararları üzerinden yürüttüğümüz çalışmada; açtığı davaları kaybeden derneklerin kendi bütçe büyüklüklerine göre orantısız yargılama giderleri ile karşı karşıya kaldıklarını gördük.”

Kazdağları
Kazdağları Bölgesinde Maden Ruhsatları, TEMA, 2020

Araştırma kapsamında “Çevre, Doğal Hayat, Hayvanları Koruma
Dernekleri” başlığı altında faaliyet gösteren Çanakkale’de bulunan 29, Balıkesir’de bulunan 31 dernekle görüşmeler gerçekleştirildi. Raporda derneklere sorulan sorular çerçevesinde birtakım bulgulara ulaşıldı.

Raporda öne çıkan bulgular şöyle:

  • Birçok dernek, yüksek yargılama giderleri nedeniyle dava açmaktan
    vazgeçmekte ya da ortak dava açmak için dava giderlerini karşılayacak
    bütçeye sahip olan meslek odaları veya belediyeleri ikna etmeye çalışmaktadır. Bu durum bir insan hakkı olan adalete erişim hakkını zorlaştırmakta ya da engellemektedir.

Kazdağları

  • Avukatlık ücreti, bilirkişi ve keşif ücretleri, harç gibi yargılama giderleri
    derneklerin finansal gücünü aşmaktadır. Avukatlık ücretini karşılayamayan dernekler, baroların çevre komisyonlarındaki gönüllü avukatlarla çalışma yollarını aramaktadır. Baroların yönlendirdiği az sayıdaki gönüllü avukatlar da çok yoğun tahribatın yaşandığı Kazdağları bölgesindeki davalara yetişmekte zorlanmaktadır.
  • Çevre davalarına katılan bilirkişi sayısı, birçok bilimsel disiplinin bulgularının birlikte değerlendirilmesi gereksinimi nedeniyle en az yedi kişiden oluşmakta, bu da bilirkişi ücretlerinin tüm dava giderleri içinde en yüksek kalem olmasına yol açmaktadır. Ayrıca bilirkişi keşifleri, davaya konu projenin bulunduğu yerde yapıldığından, keşif ücreti adı altında bilirkişilerin ulaşım giderleri de kaybeden tarafa yüklenmektedir.
Kazdağları
Altın madeni için ağaç kesimi – Kirazlı, Çanakkale
  • Türkiye’nin de taraf olduğu, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’nin 14. maddesinde, taraf devletlerin, kadın ve erkeklerin eşitliği prensibine dayanarak, kırsal kalkınmaya katılmalarını ve bundan yararlanmalarını sağlamak için kırsal kesimdeki kadınlara karşı ayırımı ortadan kaldıran tüm uygun tedbirleri ve özellikle kırsal kesim kadınlarının ekonomik, sosyal ve kültürel hayatlarının iyileştirilmesi doğrultusunda CEDAW hükümlerinin uygulanması için gerekli önlemleri alacaklarından bahsedilmektedir. Kazdağları’nda çevreyi tahrip eden şirketler, toprağı, su kaynaklarını, havayı kirletmekte, ormansızlaştırma ile biyolojik çeşitlilik krizine yol açmakta, tarım alanları verimsizleşmekte; tüm bunlar işsizlik, yoksulluk ve göçe neden olmakta ve bu olumsuzluklara en çok kadınlar, kız çocukları ve LGBTİ+’lar başta olmak üzere haklara erişim olanakları engellenen gruplar maruz kalmaktadır. Bu tablo kadına yönelik her türlü ayrımcılığı önlemek ve önlem almak konusunda devlete görev ve sorumluluk veren CEDAW’ın da ihlal edildiği anlamına gelmektedir.
Kazdağları
Hasan Boğuldu Kanyonu – Kazdağları, Edremit
  • Günümüzde Türkiye’de, belde ve köylerde yaşayan nüfusun yüzde 7’nin altına düşmesi, tarımda istihdam edilen nüfusun azalması ve küresel ısınma ile iklim krizi sonucu ortaya çıkacak olan gıda üretimi darboğazı da düşünüldüğünde, madencilik ve enerji projeleri ile Kazdağları bölgesindeki tarım üretiminin göreceği zarar daha da önem kazanmaktadır. Tema Vakfı’nın Kazdağları Yöresinde Madencilik Raporu’nda “Tarımsal üretimiyle öne çıkan bu zengin coğrafyada tarım alanlarının yüzde 41’i aktif ruhsat sahasında, yüzde 37’ü ihale sahasındadır. Tarım alanlarının sadece yüzde 22’si herhangi bir ruhsat alanına dahil edilmemiştir. Aktif ruhsat sahalarının yüzde 64’ü arama, yüzde 36’sı işletme statüsündedir” denilmektedir.
  • Kazdağları bölgesinde gerçekleşmekte olan çevre yıkımı, idarenin ekoloji
    ve toplum yararından ziyade sermaye sahiplerinin kısa vadeli kazanımlarını gözetmesinden kaynaklanmaktadır. Çevrenin, ormanların ve tarımın korunmasına yönelik kanunlar uzun yıllar boyunca, enerji ve maden firmalarının lehine değiştirilmiştir. Kanun değişiklikleri ile “ÇED Gerekli Değildir” kararı almanın kriterleri firmalar için kolaylaştırılmıştır. Bu da Kazdağları bölgesini her geçen gün daha da artan çevre talanına açık hale getirmiştir.
Tabloya göre davası reddedilen dernekler, ilgili satırlarda yazılı olan yargılama
giderinin avukatlık ücreti kısmını davalı devlet kurumlarına (Bu tutar 2022
itibariyle maksimum 3.890,00 TL’dir. Önceki senelerde daha düşüktür); bu kısım
dışında kalan kısmı ise Maliye Bakanlığına ödemek zorunda bırakılmaktadır. – Kaynak: Kazdağları Bölgesinde Çevre Mücadelesinde Adalete Erişim Önündeki Maddi Engeller
  • Kazdağları, barındırdığı ekolojik ve kültürel çeşitlilik, tarım potansiyeli, doğal güzellikleri; tarihi varlıkları ile binlerce yıldır var olduğu haliyle bu bölgedeki insanların nesiller boyunca sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlayacak potansiyele sahiptir. Sivil toplum örgütleri ve aktivistler, doğayı ve yaşam alanlarını korumak, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını savunmak için çevre tahribatına yol açan madencilik, enerji projeleri ve eko-turizm adı altındaki çarpık yapılaşmayı yargıya taşıyor. Hukuki mücadele, yaşam savunucularının elindeki önemli araçlardan biri. Bölgedeki yaşam savunucularının çabaları, çok kısıtlı maddi imkanlar, sınırlı insan gücüyle ve dayanışmayla sürdürülüyor.
  • Avukatlık ücretleri, dava harçları gibi yargılama giderleri ile bilirkişi ve keşif ücretleri gibi adalete erişimin önündeki maddi engeller, sivil toplum örgütlerinin kaynaklarını ve enerjisini tüketmekte, adalete erişim hakkı ihlal edilmektedir.
Kirazlı, Çanakkale

Raporda bulgulara ek olarak bir de tavsiyelere yer verildi:

  • Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, çevre haklarıyla insan haklarının buluşma metni olan Aarhus Sözleşmesi’ne taraf olması için gereken süreçleri başlatmalı ve TBMM zaman kaybetmeden onay kanununu çıkarmalıdır,
  • Çevre hakları alanında çalışan derneklerin çalışma alanlarıyla ilgili yargısal mekanizmaları hayata geçirebilmesi için adli yardım mekanizmasına erişimi sağlanmalı, bu dernekler kamu yararı statüsüne sahip derneklerin yararlandığı imkanlardan yararlandırılmalıdır, çevre davalarındaki yargılama ve bilirkişi giderlerinin idare tarafından karşılanması veya makul bir sınırı aşmayacak şekilde belirlenmeli, bunları sağlamak için TBMM Hukuk Muhakemesi Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu ile Avukatlık Kanunu’nda gerekli değişiklikleri yapmalıdır,
  • Mahkemeler, dava konusu idari işlemin iptal edilip edilmemesine ilişkin
    hukuki değerlendirmeden ayrı olarak; davanın (reddedilse bile) bir
    dayanağı olup olmadığı; Anayasa’nın 56. ve 125. maddeleri bağlamında
    idari işlemin hukuki denetimini gerektiren bir ihtiyacın somut olarak
    mevcut olup olmadığını değerlendirmeli, bunu teminen TBMM tarafından İdari Yargılama Usulü Kanunu‘nu değiştirmelidir,
  • Derneklerin borç ödemeden aczi halinde kapanmalarına neden
    olabilecek olan Türk Medeni Kanunun 87/3. maddesi, derneklerin
    çalışma alanlarında açtıkları davalar sonucunda aleyhlerine hükmedilen
    borçlar için uygulanmamalı, TBMM tarafından gerekli kanun değişikliği
    yapılmalıdır.

[Seçim Günlüğü] Oylarınız hangi hallerde geçersiz sayılacak?

Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 14 Mayıs 2023 Pazar günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve 28. Dönem Milletvekili Genel Seçimleri’nde oyların hangi hallerde geçersiz sayılacağını açıkladı.

Seçmenleri bilgilendirme amaçlı kamu spotları ve afişler hazırlayan YSK, geçerli ve geçersiz oylarla ilgili sıklıkla merak edilen soruların yanıtlarını paylaştı.

Buna göre seçmenlerin oylarının geçersiz olacağı haller şöyle:

  • “Evet” ya da “Tercih” mührünün basılmaması,
  • Birden fazla ittifaka, siyasi partiye veya adaya oy basılması,
  • Oy pusulasının bütünlüğü bozulacak şekilde yırtılması veya koparılması,
  • Oy pusulasının üzerine mühür dışında veya mühür yerine herhangi bir özel işaret, imza kaşesi veya parmak izi basılması,
  • Oy pusulasının belirgin şekilde özel olarak karalanması, çizilmesi veya işaretlenmesi
  • Zarftan işaret anlamı taşıyan herhangi bir madde çıkması.

Oylar nasıl sayılacak?

YSK’nın verdiği bilgilerde, oyların nasıl sayılacağı da belirtilmiş.

Buna göre, oyların kullanılması, sayılması ve tutanağa geçirilmesinde yedi kişilik sandık kurulunun beş üyesi, o ilçede en çok oy alan siyasi partiler tarafından belirleniyor.

Seçim sonuçları sandık kurulu tarafından tutanak altına alınıyor, tutanağın bir örneği siyasi partilere veriliyor. Tutanağın bir örneğinin de sandığın kurulduğu yere hemen vatandaşların göreceği şekilde asılması gerekiyor.

Oyların Seçim Bilişim Sistemi‘ne (SEÇSİS) girilmesi ve birleştirilmesi de ilçe seçim kurullarında siyasi parti temsilcileri huzurunda gerçekleşiyor

SEÇSİS’e girilen bu veriler YSK’ya ulaşıyor, eş zamanlı olarak seçime katılan siyasi partilerle paylaşılıyor.

‘Şeffaf, güvenilir, denetlenebilir bir seçim’

Kurul,  “şeffaf, güvenilir ve denetlenebilir bir seçim” için aldığı önlemleri şu şekilde sıraladı:

  • Sandık kurulunun düzenlediği imzalı ve mühürlü sandık sonuç tutanağının bir sureti sandığın kurulduğu yere asılırken, birer sureti de sandık kurulunda görev yapan siyasi parti üyeleri ve müşahitlere verilecek.
  • Seçim sonuçları kesinleştikten sonra tüm sandık sonuçları ve ıslak imza tutanakları YSK’nın internet adresinden vatandaşların erişimine açılacak.

Görme engelliler için şablon

Görme engellilerin oy kullanması için de özel bir şablon hazırlanacak.

Talep etmeleri halinde sandık kurulu başkanı, akrabalarından biri veya orada bulunan herhangi bir seçmenin yardımıyla oy pusulasını mühür deliklerine gelecek şekilde hazırlanan şablona yerleştirmek suretiyle oy kullanabilecek.

Bir seçmenin birden fazla engelliye yardımcı olması ise yasak.

Hollanda, 12 yaşından küçük çocuklara ötanazi hakkı verecek

Hollanda hükümeti, dayanılamaz acı çeken ve iyileşme umudu olmayan 12 yaşından küçük çocuk hastalara ötanazi hakkı tanımaya hazırlanıyor.

Sağlık Bakanlığı’nın hazırladığı ve hükümet ortaklarının üzerinde anlaştığı düzenleme Bakanlar Kurulu’na sunuldu.

Dünyada ötanazi uygulamasını kabul eden ilk ülke olan Hollanda’da, 2002 yılından bu yana, çaresiz hastalığı olanlara belirli koşullar altında ölme izni veriliyordu.  Ancak bu uygulama sadece 12 yaş ve üzeri kişileri kapsıyordu. 

Daha önce Belçika 12 yaşın altındaki çocuklara ölme izni veren ilk ülke olmuş; hükümet, 2014 yılında, iyileşme umudu olmayan ve büyük acı çeken 12 yaşından küçük çocuklara ötanazi hakkı tanımıştı.

Hollanda’daki çocuk hekimlerinin ısrarı sonucu hükümet, 12 yaşın altındaki çocuklara ötanazi hakkı verilmesi konusunda yetkililerden görüş istedi. Uzmanlar ise, yaşamın son evresinde olan, bakım ve tedavinin yetersiz kaldığı, 1-12 yaş arası çocuklara “ölüm hakkı” verilmesini önerdi.

Sağlık Bakanlığı’nın hazırladığı düzenleme 0-1 yaş arası çocukları kapsamayacak.

Hollanda’da yayımlanan De Telegraaf gazetesine bilgi veren hükümet kaynakları, yeni düzenlemenin Bakanlar kurulu tarafından kabul edilmesinin beklendiğini bildirdi.

Koalisyon partileri de destek verdi

Hekim örgütlerinin onayını alan yasal düzenleme konusunda, koalisyon hükümetini oluşturan dört parti de anlaştı. Meclis çoğunluğunun desteklediği düzenlemeden, yılda 12 yaşından küçük yaklaşık beş çocuk yararlanacak.

Ötanazi hakkı, sürekli epileptik atak geçiren ve öngörülebilir bir gelecekte hayatını kaybetmesi beklenen çocukları kapsayacak. Düzenlemeye göre, çocuğun ne istediğini belirtemeyeceği var sayılan durumlarda hem anne hem de babasının ötanazi konusunda aynı fikirde olması gerekecek. Çocuğun doktoru da, konuyla ilgili karar vermek için en az bir bağımsız hekime danışmak zorunda olacak.

Hollanda’da 2021 yılında iyileşme umudu olmayan 12 yaş ve üzeri 7 bin 666 kişi, 2022 yılında da 8 bin 720 kişi kendi isteğiyle ölme halkını kullandı.

HDP’den soru önergesi: Akkuyu’ya nükleer yakıt hangi yolla, nasıl getirilecek, kim denetleyecek?

İnşaatı halen süren Mersin Akkuyu‘daki Nükleer Güç Santrali için (NGS) 27 Nisan’da bir “açılış töreni” yapılacak.

Bu törenle birlikte ilk nükleer yakıtın da getirilmesi planlanıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ardından Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, kararı 29  Mart’ta duyurmuş ve Akkuyu NGS’ye nükleer yakıt yükleyerek, resmen nükleer tesis statüsü kazandıracaklarını” söylemişti.

27 Nisan’daki ‘açılış’ için nükleer yakıt geliyor: Uzmanlardan Akkuyu NGS için uyarı yağıyor

Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Hüda Kaya, bugün Akkuyu NSG’nin açılış gündemini TBMM‘ye taşıyarak, Bakan Dönmez’in yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.

Santral projesinin imzalandığı ilk günden beri Türkiye kamuoyu tarafından endişe ile takip edildiğini hatırlatan Kaya, “Özellikle nükleer enerji üretimi ve tüketiminin gelişmiş ülkeler tarafından terk edilerek yenilenebilir doğa dostu enerji üretimine yönelmesine rağmen Türkiye’nin nükleer enerji üretimine yönelmesi kamuoyundaki endişenin oluşmasındaki rolü temel faktördür” dedi.

Deprem riski

Santrale dair deprem riskini de hatırlatan kaya şunlara dikkat çekti:

“Akkuyu sahasının, ilk ruhsatın verildiği 1976’da ‘Nükleer santral inşaatına uygun ve sismik açıdan güvenli’ olarak kabul edilse de bilim insanları tarafından Akkuyu Nükleer Santrali’ninin Ecemiş-Deliler fayı ile bu fayın Akdeniz‘deki devamı olan Biruni fayına yakın olduğu ve 7 büyüklüğünde bir depremin beklendiği belirtilmektedir.  Ayrıca 2022 yılında Akkuyu’ya 150 kilometre uzaklıkta, Kıbrıs açıklarında meydana gelen 6.4 büyüklüğündeki depremden de etkilendiği belirtilmektedir.”

Türkiye tüm Akdeniz’e karşı sorumlu

Olası bir nükleer felaket sonrası “sınıraşan kirlilik“ nedeniyle Türkiye’nin tüm Akdeniz ülkelerine karşı sorumlu olacağını vurgulayan Kaya, ekolojistlerin, çevre örgütleri ve inisiyatiflerinin Akkuyu nükleer santralinin, tüm dünyanın başta kanser hastalığı olmak üzere, bir çok ağır hastalıklarla, ölümlerle ve ekolojik tahribatlarla deneyimlediği yeni bir Fukuşima faciasına dönüşmesin diye uzun zamandır bu projeye itiraz ettiğini hatırlattı.

Kaya, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez’in yanıtlaması için şu soruları yöneltti:

  • Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı iddiasıyla  Akkuyu Nükleer Santrali’nin reaktörlerinden birinin 2023 yılı içinde devreye alınması için uranyum yakıtı nereden, hangi firmadan ve kaç kg/ton ağırlığında temin edilecektir? Bu yakıt çubuklarının maliyeti ne kadar olacaktır?
  • Akkuyu NGS için kullanılacak yakıt çubuklarının taşıma, yerleşme ve saklama konularında denetçi kurum kim olacaktır? Nükleer Düzenleme Kurumu kapsamında TENMAK’ın  bu süreçleri dahiliyeti nasıl olacaktır?  Tesisin inşaatı henüz sürdüğü göz önüne alınırsa 27 Nisan’da geleceği söylenen yakıt nerede muhafaza edilecektir?
  • Akkuyu NGS reaktörünün kullanılan yakıt çubukları tesis sahasındaki havuzlarda 20-30  yıl soğutulduktan sonra bu yakıt çubuklarının  içindeki plütonyumun Rusya tarafından kullanılması için Rusya’daki tesise  gönderileceği bilgisi doğru mudur? Bu nakil sırasında güvenli bir şekilde taşınması ve olası kaza/sızıntı risklerine dair sorumluluğu üstlenecek kurum ve ülke kim olacaktır?
  • Akkuyu Nükleer Santrali için,  kkuyu’ya 150 km uzaklıktaki gerçekleşen deprem ve bölgeye çok yakın aktif fay hattı üzerinden olduğunun belirtilmesi ile beraber fay hattından etkilenme,  deprem ve tsunami riski konusunda detaylı bir değerlendirme yapılmış mıdır? NGS için 300 kilometre mesafeye kadar deprem riskinin etkili olduğu dikkate alınmakta mıdır, yoksa yalnızca bilim insanlarının ifade ettiği gibi yakın bölge fayları mı dikkate alınmaktadır?
  • Rusya’da nükleer yakıt çubuklarının içinden plütonyum alındıktan sonra Rusya yasalarına göre muhafaza edilmesi mümkün olmayan nihai nükleer atığın Türkiye’ye nasıl geri gönderilmesi öngörülmektedir? Söz konusu nihai nükleer atıkların “2022 yılında TENMAK’a tahsis edileceği öğrenilen “Radyoaktif Atık Yönetimi Merkezi, Radyoaktif Atık Bertaraf ve Depolama Yerleşkesi”nde mi depolanması öngörülmektedir? Söz konsusu  nihai nükleer atık sahası depremsellik riski analiz edilmiş midir?
  • Nihai atığın taşıma ve ve muhafazasının maliyeti ne olacaktır? Nihai atığın kaç yıl muhafaza edilmesi gerekmektedir? Nihai atığın taşınma ve saklanma süreçlerinde sorumluluk ve kontrol kimde ve hangi kurumlarda olacaktır?
  • Akkuyu NGS’nin soğutma suyunun deşarj aşamasında yüksek olması nedeniyle Su Kirliliği Kontrol Yönetmeliği’nde Akdeniz’in sıcaklığının 35 dereceyle sınırlayan maddede değişiklik yapılmak istendiği doğru mudur? Bu durumda değişecek Akdeniz ekosisteminin yaratacağı biyoçeşitlilik riski için bir değerlendirme çalışması yapılmış mıdır?

İstanbul Boğazı’ndan mı geçecek?

  • Akkuyu NGS soğutma suyu 28 derecenin üzerine çıkmaması gerekirken, 2022 yılı ağustos ayında deniz suyu sıcaklığı 30,5 dereceye çıkmış olup, bu yıl deniz suyu sıcaklığının daha da yükseleceği projeksiyonları varken, Akkuyu NGS 30 dereceyi aşan deniz suyu sıcaklığıyla nasıl çalıştırılacaktır?
  • Akkuyu NGS’ye yakıt sevkiyatı hangi yoldan yapılacaktır?  Eğer İstanbul Boğazı kullanılacaksa kaza ve deprem riski konusunda bir eylem planı hazırlığı var mıdır?
  • Ülkemize geleceği söylenen nükleer yakıtların nerede saklanacağı, kimler tarafından gözetlenip güvenliğinin sağlanacağı ETKB ve ilgili kuruluşlara bildirilmiş midir?
  • Nükleer Düzenleme Kurumu Kanununa göre santralin sahibi ve işletmecisi Rusya’nın üstleneceği sorumluluk tutarı sadece 300 milyon Euro olup, santralin olası zararı bu teminatın yaklaşık 3000 katı olacağından geri kalan risk tutarının nasıl karşılanması planlanmaktadır?
  • Nükleer yakıtları hazırlayan firmanın, teslim alan kuruluşun ve nükleer yakıt taşıyan geminin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın güvelik standartlarına göre sertifikaları var mıdır?

 

 

Bahar yağışları da yaramadı: Van Gölü’nde çekilme sürüyor

İklim değişikliğine bağlı yağışların azalması, yağış rejimi düzensizliği ve aşırı buharlaşma nedeniyle Van Gölü‘nde yaşanan çekilme, ilkbaharda etkili olan yağışlara rağmen devam ediyor.

Edremit, Gevaş, Erciş, Muradiye ile Bitlis‘in Tatvan ilçelerindeki kıyılarda daha önce su altında olan mikrobiyalitler ile birçok yapının gün yüzüne çıktığı gölde, kışın beklenen yağışların gerçekleşmemesi, su seviyesinde yaşanan düşüşü artırdı.

Kuraklık: Van Gölü’ndeki binlerce yıllık mikrobiyalitler yok oluyor
Van Gölü’ndeki kuraklık uydudan dahi görünüyor

AA‘nın kıyı bölgelerde çektiği dron görüntüleri, hem mevsimlerin değişken yüzünü hem de çekilmenin boyutlarını ortaya koydu.

‘Her yıl, bir önceki yılı arıyoruz’

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Faruk Alaeddinoğlu, küresel ısınma nedeniyle iklimin sürekli değiştiğini ve artık kriz boyutuna geldiğini söyledi.

Neredeyse her yıl, bir önceki yılı arar hale gelindiğine dikkati çeken Alaeddinoğlu, “Bu günler, gerçek anlamda iklim krizinin sonuçlarını gördüğümüz yıllar değil. Dolayısıyla hem içinde bulunduğumuz havza hem Türkiye hem de bütün dünya için önümüzde 2030 ve sonrası senaryoları çok daha ağır olacak. İklim krizi boyutu artarak devam edecek. İnsan yaşamını, bütün ekolojiyi ve doğal sistemin tamamını derinden etkileyecek bir sürece hızla ilerliyoruz ” dedi.

Van Gölü Havzası’ndaki kuraklık kuşların yaşam alanlarını daralttı

Alaeddinoğlu, küresel ısınmanın geçici bir şey olmadığına, çok uzun sürüp ritmini artırarak devam edeceğine vurgu yaptı:

“Son yıllarda Türkiye’de hem yağışların hem karın yerde kalma süresinin hem de yağışın şeklinin değiştiğini görüyoruz. Yağışların azalması, yağışta değişmeler başta Van Gölü olmak üzere bir çok gölde geri çekilmelerle kendini gösterdi. Havzada neredeyse baharın üç hafta daha erken geldiğini söyleyebiliriz. Bu da kış aylarının giderek daraldığını, azaldığını gösteriyor. Bahar ve yaz ayları artık uzayacak. Bu da bünyesinde birçok gölü barındıran Van Gölü Havzası için çok ciddi bir tehdit. Sadece göller için değil hayvancılık ve birçok tarımsal faaliyet için de tehdit. Sıcaklıklardaki artışlar, sel felaketleri gibi ekstrem olayları sıklıkla görmemize neden olacak. Bu da hayatı daha da olumsuz etkileyecek. Şehirlerin altyapısının bu yeni duruma hazır olup olmadığını gündeme getirecek.”

Ülkenin doğusundan batısına kuraklık endişesi sürüyor

‘Sıcaklıklar düzenli olarak artıyor’

Van Gölü ve havzasında son 20-25 yıldır sıcaklığın düzenli bir şekilde arttığını ve yağış oranının da düştüğünü ifade eden Prof. Alaeddinoğlu, iklim değişikliğinin, insanların hayatına yeni normaller katacağına işaret etti:

“Van Gölü’nde bir önceki yıl yaz aylarının sonlarına doğru gördüğümüz manzarayı şimdi ilkbaharda görüyoruz. Muhtemelen sonbaharda buharlaşmanın maksimum düzeye çıktığı, çok daha fazla bir alanın su kaybına ve toprak alanına dönüştüğüne tanıklık edeceğiz. Yani her yıl Van Gölü’nün biraz daha küçüldüğüne, üzülerek tanıklık edeceğiz. Van Gölü’ndeki bu seviye düşmesi, şüphesiz beraberinde göle dökülen akarsuların göle döküldüğü noktalarda çok ciddi sorunlara neden olacak. Balıkların göçü zorlaşacak. Küçük göletler ortadan kaybolacak. Balıklar belki de o adaptasyonu yaşamadan yukarılara çıkmak zorunda kalacak. Bu durum inci kefalinin popülasyonunu olumsuz etkileyecek. Muhtemelen balık göçü önümüzdeki yıllarda büyük ölçüde zarar görecek.”

 

Maraş depremlerinde yaşamını yitirenlerin sayısı 50 bin 500 olarak açıklandı

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 6 Şubat’ta meydana gelen ve 11 ilde yıkıma neden olan Maraş merkezli depremlerle ilgili son durumu açıkladı.

Afet Koordinasyon Merkezi’nde konuşan (AFAD) Soylu, can kaybıyla ilgili resmi sayının 50 bin 500’e yükseldiğini duyurdu.

Soylu’nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

  • Deprem bölgesinde Hatay hariç enkaz kaldırma çalışmalarında birinci periyodu bayramdan önce tamamlamış olacağız.  57 bin 29 yıkık binanın 40 bin 969’unun enkazı kaldırıldı.
  • Tüm bu süreçte ilk önce açıklanan hasarlı hanelere 10 bin lira verilecekti. Yüzde yüzüne yakını olmak üzere ödeme yapılmış oldu.
  • Taşınma yardımı 15 bin lira verilecekti. 431 bin hane sahibine nakit yardımı gönderildi.
  • 50 bin 500 vatandaşımızın hayatını kaybettiği söz konusu. 5 bin kişilik hayatını kaybeden vatandaşımızla ilgili ödemeler bulunmuyor. Ödemeler bloke edildi.

Kira ödemeleri önümüzdeki hafta başlayacak

  • Kira ödemeleri önümüzdeki hafta başlayacak. Konteynerde kalanlar yararlanamayacak. Diğerleri yararlanabilecek.
  • Deprem bölgesinde takibe rağmen kira fiyatlarının iki üç kat arttığına dair tespitlerimiz var. Hepimizi üzmektedir. Devlet üzülmekle kalmaz gereğini yerine getirmekle sorumludur. CİMER‘e, 112′ye, karakol ve kaymakamlıklarımıza başvurularında takip başlatılacaktır.
  • Vatandaşlarımız kiralık ev bulamazsa onlara burada ev sahipliği yapmak görevimiz. 18’inde Çin‘den gelen konteynerlar köylere sevk edilecek.
  • Depremin ilk gününden itibaren sahra hastaneleri hizmete devam etmektedir.
  • Bölgeye yüzde 20 oranında tespit ettiğimiz bir dönüş var.