Editörün SeçtikleriKentManşetVideo

Özel Çevre Koruma Bölgeleri ne kadar korunuyor?

0

Dosya Haber: Müjgan HALİS

*

“Biyolojik çeşitliliğin, doğal ve bununla ilişkili kültürel kaynakların korunması ve devamlılığın sağlanması amacıyla ilgili mevzuata göre yönetilen koruma statüsü bulunan kara, su ya da deniz alanlarıdır”. Bu tanım, Resmî Gazete’nin 19 Temmuz 2012 tarihinde yayınlanan sayısında “korunan alan” terimi için kullanılıyor.

Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgesi ise “Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması (Barselona), sözleşmesinin taraf ülkelere getirdiği bir yükümlülük gereği ülkemiz ve dünya ölçeğinde ekolojik öneme haiz ancak sanayi, turizm ve yapılaşma gibi baskılar nedeniyle bozulma veya yok olma riski altında oldukları için Bakanlar Kurulu Kararı ile özel koruma altına alınan alanlardır” olarak tarif ediliyor.

Türkiye’de Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, 19 Ekim 1989’da yayınlanan kanun hükmünde kararname ile kuruldu. Şu anda ülkemizde Belek, Foça, Datça-Bozburun, Fethiye-Göcek, Gökova, Göksu Deltası, Gölbaşı, Ihlara, Kaş-Kekova, Köyceğiz-Dalyan, Pamukkale, Patara, Tuz Gölü, Uzungöl, Saros Körfezi, Finike, Salda Gölü, Karaburun-Ildır, Marmara Denizi ve Adalar olmak üzere 19 özel çevre koruma bölgesi var. Yani resmiyette var.

Kesici: Kamu yararı artık şahıs yararı oldu 

Peki gerçekte neler yaşanıyor?

Dr. Erol Kesici

İlk sözü Göl Uzmanı Dr. Erol Kesici alıyor ve önce Salda Gölü’nde yaşananları, sonra da Tuz Gölü’nün geldiği son hali anlatıyor. Bu iki göl de ÖÇK statüsünde. Sözlerine şöyle başlıyor Kesici:

“Ülkemiz coğrafik açıları, bulunduğu enlem ve boylam dereceleri açısından da dünyada çok ender hassas alanlardan bir tanesi. Dünyada belirli alan içerisinde yer alan en çok sayıdaki doğal göllere sahip olan tek ülke idi. 1970’li yıllardan itibaren suların korunması, ormanların korunması, milli parkların korunmasıyla 10 milli parktan, 47 milli parka gelmişiz. Sulak alanlar, gen alanları var ama bunlar unvansız alanlar haline gelmiş. Yani siz birçok rütbe veriyorsunuz ama hiçbir yetki yok. Bugün baktığımız zaman bizim ülkemizde ne doğal göl kaldı ne doğal alan kaldı.

Millet bahçelerini ele alalım, doğal SİT alanıyla başlıyor, sonra buraya okul yapacağız, cami yapacağız deniyor. Ardından da bir sürü yapılar geliyor. Kamu yararı artık şahıs yararına dönüştü. O nedenle bizim ülkemizde ne yazık ki koruma alanlarıyla ilgili yapılan unvanlar, verilen statüler hiçbirinin doğru dürüst uygulandığını görmedim. Çok mücadele ettim sulak alanlarla ilgili. En az 50 yıldır bu iş içerisindeyiz, bir sürü özel alan ilan ettirdiğimiz yerler var. Ama maalesef yasaların hep arkasından dolaşılıyor.”

özel

Salda Gölü

‘Şu anda Salda korunamıyor’

Salda’nın 1989’da çevresiyle birlikte birinci derecede doğal SİT alanı ilan edildiğini, yine belirli bir kısmının 1992’de ikinci derecede SİT alanı olduğunu, 2012’de ise ÖÇK’ya dönüştürüldüğünü hatırlatan Kesici sözlerine şöyle devam ediyor:

“Bugün Salda Gölü özel koruma alanı olmasına rağmen maalesef korunamıyor. Salda Gölü sadece göl aynasından ibaret değildir, çevresiyle bütün halindedir. 45 kilometrelik bir göl aynasının olduğu yerde 290 kilometrelik bir özel koruma alanı var deniliyor ama bugün buradaki beyaz adacıkların oluşturduğu Maldiv toprağı, Mars toprağı dediğimiz alanın belirli bir kısmı korunuyor.”

özel,

Salda Gölü

“Doğal alanlar ormanından tutun, göllerinden tutun; benim vücudum gibidir. Şimdi siz diyorsunuz ki senin sadece kolunu koruyalım, ayağını koruyalım veyahut da başını koruyalım, halbuki tümüyle korunması gerekir. Bu işe ilk başladığımız zaman demiştik Salda Göl alanına ayakkabınızla bile basmayın, burası çok hassas alandır, oradaki canlıları öldürüyorsunuz, o beyazlıklar canlıdır, biyomineralizasyon sonucu oluşan yapılardır. Beş senede zor anlattık ayakkabıyla basılmayacağını. Fakat siz şimdi öyle bir gölü plaj olarak kullanıyorsunuz, öyle bir göle millet bahçesi yapmayı düşünüyorsunuz. Engellendi ama Salda’ya bungalov ya da diğer tipli konutlar yapılması düşünülüyordu.”

Salda Gölü’nün 43 kilometrelik göl yüzeyi olduğunu ve 295 kilometrelik alanın ÖÇK olarak belirlendiğini belirten Dr. Erol Kesici; ama özel korumanın içerisinde de farklı korumalar olduğunu belirterek şöyle konuşuyor:

“Bu beyaz adacıkların en yoğun olduğu bölgede aşağı yukarı iki kilometrelik bir alana giriş yasak. Bir yeri koruma alanı ilan edeceğiniz zaman o doğal değerin özelliklerini çok iyi bilmeniz gerekir. Salda Gölü kapalı bir havza gölüdür, kapalı havza gölleri dışarıya sularını akıtamazlar. O zaman ne oluyor? Salda Gölü’ndeki biriken en küçük bir atık gölün dibine çöküyor, dışarıya akıtılamıyor. Ve göl zemininde bulunan toprak yapısını çok iyi bilmemiz gerekiyor.”

“Plaj olarak kullanılan kısımlarda bakterileşme, salyalaşma giderek arttı. Hala araç trafiği var, hala tarifeler yapılıyor, motosikletler şu kadar para, taksiler bu kadar para, otobüsler bu kadar para diye. Salda Gölü’nün bulunduğu alanın uzaktan sevilmesi gerekir, Salda Gölü’nün suyuna girilmemeli, etrafında tarım yapılmamalı, etrafına yol yapılmamalı, etrafında taş ocaklarının istilası olmamalı. Çünkü burada çok değerli bir biyotop var. Gölü besleyen çok az sayıda dere var, siz bunların üzerine göletler yapmaya başladınız. Defalarca gittik dava konusu oldu, bilirkişi olarak da bulunduk, oradaki insanlara da söyledik, sulama birliği başkanlarına söyledik. Dediler ki ‘hocam haklısınız buraya bu göletin yapılmaması gerekir, ama benim maaşımı çiftçiler veriyor.’ Burası oy potansiyeli değil ama maalesef bizim doğal alanlarımız oy deposu haline dönüşmüş, siyasi bakış var, popülist bakış var.”

‘Salda’da neler yaşandı?’  

Salda’daki bu politikalarla bölgedeki çok özel aromatik bitkilerin de yok edildiğini belirten Dr. Kesici; bölgeye gelenlerin tuvalet, ibadet, yeme-içme ihtiyaçlarının gözetilerek yapılar yapıldığını hatırlatıyor:

Salda yosun balığı dediğimiz endemik bir tür sadece burada yetişiyor, giderek azaldı. Eskiden dik kuyruklar gelirdi. Onlar da gelmiyor. Ekosistem değişti. Gölün içerisinde tatlı su süngerleri giderek kararmaya başladı. Günümüzde mobilize sistemler var, getirirsiniz bunları yaparsınız. Beş kilometre ilerisinde yerleşim alanı var, ibadetse oraya gidebilirsiniz. Bir de Türkiye’deki bazı tırnak içerisindeki bilim insanlarının gayretleriyle NASA buraya laboratuvar yapmaya kalkıştı biliyorsunuz. Salda Gölü’ne benzer bir göl Meksika‘da da var, Alicia Gölü. Orası NASA’ya bin kilometre uzaklıkta, Salda ise 17 bin kilometre uzaklıkta.”

Türkiye’de doğaya saygı duyulmadığını, doğayla barışık olunmadığını dile getiren Kesici; Pamukkale örneğini veriyor:

“Dedik ki Pamukkale nasıl korunuyorsa Salda Gölü’nü de öyle koruyun. Pamukkale’ye gittiğiniz zaman bir kilometre aşağıdan ayakkabılarınızı çıkarmak durumundasınız, her tarafa giremezsiniz, piknik yapamazsınız, çünkü travertenlerde kararma başlar. Salda’da da bunlar uygulansın dedik ama kimse dinlemedi, Salda’daki beyazlıklar giderek yok oluyor. Salda’daki plaja kaç kişinin geldiğiyle övünülüyor, bir vücut yağı, bir kıl, bir tüy hep orada kalıyor ve suyu kirletiyor. Otuz-kırk defa korumayla ilgili yasa ve yönetmenlikler çıkarılmış. Uygulanmıyor. Uygulasınlar. Uygulayamayacaklarını da çıkarmasınlar. Biyolojik çeşitlilik yok olursa renkler azalırsa çeşitlilikler azalırsa tek tipe gidilirse yaşam da kalmayacaktır, ekonomi de kalmayacaktır, sağlık da kalmayacaktır.”

Salda Gölü

‘Tuz Gölü’nü yanlış tarım ve su politikaları yok ediyor’

Dr. Erol Kesici Tuz Gölü’ne dair ise şu bilgileri vererek başlıyor sözlerine:

“Tuz Gölü’nde birinci doğal derecede doğal SİT alanı özelliği vardı ki, uygulanmadı. Yine aynı şekilde uluslararası A sınıfı sulak alandı. 1500 kilometrelik bir alanı oluşturmaktaydı, 16-17 metre ortalama su seviyesi vardı. Türkiye’nin yüzde 60’na yakınının tuz ihtiyacını karşılıyordu, burada her şeyden önce bir biyolojik zenginlik vardı, biyoçeşitlilik vardı, ekosistem vardı. Tuz Gölü’nde en büyük felaket ekokırım yaşandı, siz oradaki türleri de yok etmiş oldunuz. Önemli bitki türleri vardı. Tuzcul bir ortam ve aynı zamanda obrukların da güvencesiydi Tuz Gölü. Bazı kaynaklarda görüyoruz diyorlar ki obruklar artınca Tuz Gölü’nde de su seviyesi çekilmeye başladı. Eğer obruklarda su olmuş olsaydı Tuz Gölü korunmuş olacaktı. Tuz Gölü’nün başına gelen en önemli şey, yanlış sulama politikaları. İklimin kuraksa burada sulak tarım yapmak kadar yanlışlık olamaz. Kırk yıldır söylüyoruz. Şeker pancarının ne işi var, ayçiçeğinin burada ne işi var, vahşi bir sulama yapılıyor üstelik hem yeraltı suları var hem de yüzbinlerin üzerinde yeraltı kuyuları var, kimi yasal kimi yasal olmayan. Melendez Çayı’ndan gelen suyla göletleri yapıyorsunuz, barajları yapıyorsunuz, bu sefer aortu da tıkamış oluyorsunuz, yani gölü besleyen damarları kesiyorsunuz.”

Yanlış tarım politikaları ve yanlış su yönetiminin Tuz Gölü’ndeki su seviyesini yok ettiğini belirten Kesici; Tuz Gölü’ne su taşınma yönteminin çok palyatif ve ilkel tedbirler olduğunun altını çiziyor:

“Su kuşları için burası çok çok değerli, çok sayıda su kuşu var. Su bitkileri aynı şekilde. Biyoçeşitlik açısından, zooplankton ve fitoplankton açısından çok değil. Eğer orada zooplankton ve fitoplankton yoksa Tuz Gölü’yle özdeş olan flamingolar oraya gelmeyecektir. Hep söylüyoruz, kuşlar bir yerin göstergesidir. Eğer oraya kuş gelmiyorsa orada yaşam yok demektir. Ve orada kuşlar gerçekten katledildi yani, insan eliyle katledildi.”

‘Tuz Gölü’ne taşınan atık sular, göle zarar veriyor’ 

Tuz Gölü’nde yaşanan susuzluğa gerekçe olarak belirtilen küresel ısınmanın bir gerekçe olamayacağına da vurgu yapan Kesici “Ya kardeşim sen suyunu iyi yönetmiyorsun, su yönetimin yok, su kanunun hiç yok. Mevcut su kaynaklarının yüzde 80’ini tarıma ayırıyorsun ve popülist yaklaşımlarda son zamanlarda giderek artan sondaj kuyuları var. 200-300-500 metreye kadar gidiyor, su zor çıkıyor, çıkmıyor artık. Eğer sizin neminiz yoksa sizin Tuz Gölü’nüz kurumuşsa, sizin Beyşehir Gölü’nüz yok olmuşsa, Salda Gölü giderek kötüleşiyorsa orada hangi iklimi bekleyeceksiniz, hangi yağışı bekleyeceksiniz? Nem varsa yağış var. Nem olmazsa yağış olmaz.”

Tuz Gölü’ne taşıma suyu getirilmesini ise bir aldatmaca olarak niteleyen Kesici, bunun zaman kaybı olduğunu, atık suların bile Tuz Gölü’ne götürüldüğü bilgisini aldıklarını söylüyor ve bunun tehlikesine dikkat çekiyor:

“Tuz Gölü doğal bir alan. Aynı kan uyumu gibi, su uyumu da şarttır. Dışarıdan getireceğiniz suyun içerisindeki bulunan mikroorganizmalar virüsler, bakteriler veyahut da diğer organizmalar oraya uyum sağlayacak mı? Orası bakir, doğal bir ortam ve bu şekilde daha tehlikeli organizmaları getirmiş olacaksınız.”

Tuz Gölü’nde öncelikle tuz alımlarına ara verilmesi gerektiğini kaydeden Erol Kesici; “Zaten göl kurumuş, gölün tuz kısmı var göl kısmı yok, orası Tuz ovası olmuş” diyor ve son olarak şunları söylüyor:

“Savaşların nedeni susuzluk, gıdanın yetersiz olmasının nedeni susuzluk, tarım yapılamayışın nedeni susuzluk, enerjiye ulaşamamanın nedeni susuzluk. Doğaya saygı duymamız gerekiyor, doğada yaşıyoruz. Doğa olmazsa ne ekonomi kalır ne siyaset kalır.”

Serdar Denktaş Gökova’yı anlatıyor 

ÖÇK alanlarından biri de Muğla’nın Gökova bölgesi. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Gökova gönüllülerinden Serdar Denktaş, Gökova’nın 1988 yılında ÖÇK bölgesi ilan edildiğini ve bölgenin büyük oranda birinci derecede doğal SİT alanı statüsünde olduğunu hatırlatarak, bölgenin bundan beş-altı yıl öncesine kadar nispeten iyi korunduğunu, ancak Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın Türkiye genelinde yaptığı doğal SİT alanlarının koruma statüsünü değerlendirme çalışmasıyla her şeyin tepe taklak olduğunu anlatarak başlıyor sözlerine:

Serdar Denktaş

“Bakanlık bu çalışmayı yaparken de şimdiye kadar ÖÇK bölgelerinin daha doğrusu doğal SİT alanlarının bilimsel olmayan çalışmalarla belirlendiğini, bu işi ekolojik temelli bilimsel temelde yapacağını ileri sürdü ve projeyi başlattı. Türkiye’yi 22 bölgeye böldüler, bunlardan bir tanesi de Muğla bölgesiydi. Muğla bölgesi için bir ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu hazırlandı ve bu rapora bağlı olarak da bütün koruma statüleri yeniden belirlendi. Ne ilginçtir ki bu ekolojik temelli bilimsel çalışma sonucunda daha önce ‘kesin korunacak alan’ statüsünde olan yani eski deyimiyle birinci derece doğal SİT alanı olan yerlerin çok büyük bölümünün koruma statüleri düşürüldü.

Yeni tanımlar getirdiler. Eskiden birinci, ikinci, üçüncü derece sit olarak tabir ediliyordu. Birinci derece en yüksek korumayı sağlıyordu, onun yerine ‘kesin korunacak hassas alan’ tanımı getirildi. İkinci dereceye karşılık gelen ‘nitelikli koruma statüsü’, üçüncü dereceye karşılık olarak da ‘sürdürülebilir koruma alanı’ tanımları yapıldı.  Ve eskiden birinci derece koruma alanı olan yerler büyük ölçüde ‘nitelikli’ ya da ‘sürdürülebilir’ koruma alanına dönüştürüldü, hatta bazı yerler koruma statüsünden çıkarıldı.”

MUÇEP’in bu bilgi üzerine kurulduğunu belirten Denktaş; “Çünkü bütün korunacak alanlarımız tehlike altındaydı ve yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıyaydı” diyor ve devam ediyor:

“Burada ilginç olan bakanlığın bu çalışmayı bir sır gibi saklaması, hala saklıyor. Bilimsel çalışma yapılmış ama hiçbir şekilde, hiçbir yerde yayınlanmadı. Hatta bu raporu büyükşehir belediyesine dahi göndermediler. Sadece birtakım fotoğraflar gönderdiler. Artık yeni koruma statüleri bunlardır, dediler. Biz bu çalışmayı defalarca Bilgi Edinme Yasası kapsamında bakanlıktan istedik, verilmedi. Tam dört yıl sonra bu rapora ulaşabildik, o da şöyle oldu. Datça’da Alavara‘da da koruma statüleri düşürüldü ve ona karşı Datçalı arkadaşların açtığı dava mahkemeye intikal ettiği için mahkeme bu raporları talep etti bakanlıktan, mahkemeye intikal ettiği için biz bu raporları nihayet görebildik. Peki, ne gördük? Tamamen masa başında, hiçbir şekilde saha çalışması yapılmadan hızlıca yapılmış ve yeni rant alanları oluşturmak üzere yeni statüler belirlenmiş.”

‘İlk önce Okluk Koyu elden gitti’

Raporda Gökova’nın ÖÇK bölgesi olarak ilan edilirken, bakanlığın tayin ettiği bilim insanlarının ‘modifiye alan’ diye bir tanım getirdiklerini de söyleyen Denktaş bu alanın tanımının da şöyle yapıldığı bilgisini veriyor:

“Zamanında biyolojik çeşitliliği olan ancak sonrasında aşırı insan baskısı, turizm gibi nedenlerle tehlike altına girmiş, yani özelliğini yitirmiş alanlar. Ve bu alanların statüsünü düşürmüşler. Ekolojik bilimsel yaklaşım böyle mi olur? Eğer bir tehdit varsa, bu tehditlerin bertaraf edilmesi gerekmez mi? Çevre Şehircilik Bakanlığı daha önceki yapısında Özel Çevre Koruma Kurumu vardı ve nispeten özerk bir yapıya sahipti. Bu yeni hükümetle birlikte bu yapı da değişti, önce bakanlığın yapısı değişti ve Özel Çevre Koruma Kurumu’nun o özerk yapısı kaldırıldı. Ve yani daha önceden üniversitelerle, bilim çevreleriyle yakın temas halinde bu çalışmalar yapılırken bunlar bir kenara bırakıldı ve bilimsel çalışmalar ihaleyle yapılmaya başlandı.”

Peki bu statü değişikliği Gökova’ya ne yaptı, nasıl bir tahribat oluştu? Denktaş bu sorumuza ise önce Okluk Koyu’nu hatırlatarak yanıt veriyor:

“İlk şu oldu, Okluk’taki Cumhurbaşkanlığı konutunun yapıldığı yer daha önce birinci derece SİT alanıyken, yani hiçbir şey yapılması mümkün değilken statüsü değiştirildi. Sorduğumuzda bakanlık yetkilileri açıkça söylediler, ‘Cumhurbaşkanımızın inşaatının bir an evvel başlaması gerekiyor, o yüzden oraya öncelik verdik’ dediler. İlk tahribat o oldu. Onun dışında bizim Gökova sulak alanının olduğu bölge, yani buradaki biyolojik çeşitliliğin kalbi diyebileceğimiz bölge nitelikli koruma statüsüne düşürüldü. Bir kısmı da sürdürülebilir korumaya düşürüldü. Kıyı alanında yapılaşma başladı. Kitesurf sporuyla ilgili okulların binaları yapıldı, ova içinden ciddi bir araç trafiği başladı. Bunların dışında bir karavan meselesi var, her yere karavanlar konulmaya başlandı. Bir ara Süzer Holding‘le uğraştık, 14-15 karavan getirdiler ve karavan tatil köyü gibi bir şey planlamışlardı. Çünkü nitelikli koruma statüsü bunlara el veriyor, mücadelelerimiz sonucunda ondan kurtulabildik. O karavanlar kaldırıldı ama kitesurfun sahilde yarattığı tahribat devam ediyor.”

Serdar Denktaş; son yedi yılda Gökova sahilinde tahribatın gözle görülür olduğunu belirterek “Özellikle Azmak kenarındaki restoran ve otel işletmelerinin kıyı kenarını tahribatları çok ciddi olarak arttı, oradaki kamuya açık alanlar bir kere ticari alana dönüştürüldü. Yaptığımız bütün şikayetler de ne yazık ki karşılıksız kalıyor. Bakanlık yetkilileri, iki yıl önce toptan bir çalışma yapacaklarını söylediler ama henüz bir şey yapılmış değil” diyor.

‘Muğla Valiliği yasayı çiğneyerek yol yaptı’

Peki şu an Gökova’da tam koruma sağlanan, gerçekten korunan yerler var mı?

Denktaş bu soruya yanıt vermenin çok zor olduğunu vurguluyor ve geçen yıl yaşanan bir vakayı örnek veriyor:

“Geçen yıl kesin korunacak alan statüsünde olan bir orman alanında valilik kanalıyla bir çevre yolu projesi başlatıldı, bunu tesadüfen valiliğin web sitesine girdiğimizden öğrendik. Valilik ve Ula Belediyesi, Ula Kaymakamlığı saha çalışması yapmışlar. Gittik, gördük ağaçlar kesilmiş, 20 metre genişliğinde iki kilometre uzunluğunda bir alandaki bütün ağaçlar yok edilmiş, hemen bir suç duyurusunda bulunduk, öğrendik ki hiçbir yasal izin alınmamış. Vali hakkında bulunduğumuz suç duyurusuna Vali’nin imzasıyla, soruşturmaya gerek olmadığı şeklinde bir cevap geldi.

Devlet tarafından yaptırılan ve adına ‘ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu’ denen raporlarla bütün ülkedeki koruma alanlarının statülerinin düşürüldüğünü bir kez daha vurgulayan Denktaş; bunun korkunç bir tehlike olduğunun altını çiziyor ve ekliyor:

“Korunan alanlar yeniden koruma statüsüne kavuşturulmalı, tehditler varsa da bu tehditleri ortadan kaldıracak çalışmalar yapılmalı.”

‘Adalar’ın eski silüeti yok oldu’  

Dünya Mirası Adalar Girişimi’nden Derya Tolgay, ÖÇK alanı olarak bilinen Adalar’ın yüz ölçümlerini hatırlatarak başlıyor yorumuna ve Büyükada’nın 5.4 kilometrekare, Heybeliada’nın 2.34 kilometrekare, Burgazada’nın 1.5 kilometrekare ve Kınalıada’nın ise 1.3 kilometrekare olduğu bilgisini paylaşarak; Adalar’ın kendi ekosistemlerine sahip olduğunu, bu yönüyle İstanbul’dan ayrıştığını vurgulayarak devam ediyor:

Derya Tolgay

“Adalar’ın henüz bozulmamış kesintisiz bir tarihi var, yüzde 60’a yakını ormanlık alan, son İstanbul diyebileceğimiz bir yer. Ancak ÖÇK bölgesi olmasına rağmen artık Adalar’da devasa mikserler, damperli araçlar ve kocaman vinçler görüyoruz. Öyle ki eskiden vapurla geldiğinizde adanın bir ön silüeti vardı, yeşil ve tarihi bir dokuyu görebiliyordunuz, şimdi orada sadece kocaman çıkmış vinçleri görüyorsunuz. Aşağı yukarı bir buçuk sene öncesine kadar Adalar yaya bölgesiydi, Atatürk’ün sanırım 1931’de ilan ettiği bir otomobil yasağı vardı, bu yasak bir buçuk sene önce kırıldı. Bugün ada yollarında birçok araç görüyoruz ismine elektrikli de dense, elektriğin nereden geldiğini de unutmamamız gerekiyor. Hangi enerji kaynağıyla biz bu elektriği üretiyoruz? O aküler nereye dönüşüyor?”

Derya Tolgay, Adalar için 1984 senesinin önemine dikkat çekiyor ve Adalar’da ilk kez belediye başkanının seçildiği bu senede, yönetime gelen ANAP’lı belediye başkanının “Adalılar benden inşaat istiyor” diyerek belediye meclisine de inşaat sektöründeki pek çok kişinin alındığını hatırlatarak şöyle konuşuyor:

“O zamanki kırımı size şöyle anlatabilirim. O kadar çok inşaat molozu çıkıyor ki, Büyükada İskelesi‘ne yanaştığınızda çok geniş bir alan vardır; orası bir falezdir ve falezlerden molozların tamamı denize dökülüyor, yetmiyor daha da çok moloz çıkıyor ve adanın doğu tarafındaki kumsal bölgesi bu inşaat molozlarıyla doluyor. Günümüzde o dolgu alanları değişen iklim krizi ve su seviyelerindeki yükselmeyle sular altında kalıyor, yani doğa geri alıyor. İlginç olan kamu idareleri doğayla büyük inatlaşmaya girmiş durumda, giden yeri tekrar asfaltlıyor, tekrar dolduruyorlar.”

‘Tiraje Dikmen’in mirası yerine getirilmedi’ 

Derya Tolgay Adalar’daki tek tek önemli yer ve noktaların da tahribattan payını aldığını belirterek örnekler veriyor. Bu örneklerden biri Tiraje Dikmen’in evi.

“Tiraj Dikmen çok önemli bir sanatçı ve ailesinin yaptırdığı modern mimarlık mirası tescilli bir binası var. Dikmen burada yaşarken birçok insanla birlikte Adalar’ın elden gittiğini fark ederek bütün köşklerinin, modern mimarlık miraslarının doğasının yok olduğunu görerek kuvvetli bir çalışmayla Adalar’ın SİT bölgesi ilan edilmesini sağlıyor. Kendisi çok varlıklı bir insan ve ölmeden önce bütün mal varlığını, tablolarını, eşeklerini, evinin mobilyalarını, evini İstanbul Üniversitesi‘nde burslu okuyan kız öğrenciler için bırakıyor. Fakat gelin görün ki maalesef vasiyeti getirilmiyor. Ve bu ev şu anda atanan kayyum avukat tarafından pansiyon, balıkçı lokantası olarak belli güç odaklarına veriliyor. Bugün o güzelim, üzerinde el işçiliğinin en nadide örneklerinin olduğu köşk, peynir kalıbı gibi beyaza boyanmış durumda, içindeki antika eşyalar kayıp.”

Derya Tolgay bir başka önemli yerin de Seferoğlu Korusu ve içindeki tarihi köşk olduğunu anlatarak sözlerine devam ediyor:

“Seferoğlu Korusu olarak bildiğimiz yine Adalar’ın ön peyzajından geldiğiniz zaman yemyeşil bir alandır ve muazzam tarihi bir köşk vardır, 1985 yılında mimar Perikles Fotiadis tarafından yapılmış birinci derecede tarihi eser. Koruda 450 kadar ağaç varmış eskiden, bunlar yok ediliyor. Bu alan dip dibe, yan yana apartman şeklinde üç-dört katlı binalar yapılıyor. Yassıada‘ya yaptıkları gibi bu bölgeyi SİT alanı olmaktan çıkıp çıkarıp Seferoğlu turistik tesisleri ilan ediyorlar, denize sıfır binalar, oteller yapılıyor.”

‘Sadık Bey Plajı’nda kent suçu işlendi’ 

Adalar’ın talan edilen bir diğer önemli noktası ise Sadık Pey Plajı ya da Güzel Osman Plajı. Bu plajın önemi, ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün denize çivileme atladığı yer olması.

Heybeliada’nın en güzel koylarından biri olan Sadık Bey Plajı’nda günümüzde bir kent suçu işlendiğini söyleyen Derya Tolgay “Peyzajı değiştiriliyor, topografyası değiştiriliyor, yeşil bitki örtüsü yok ediliyor, palmiyeler taşınıp getiriliyor ve yine devasa boyutta binalar yapılıp önüne de altı katlı bir apartman boyutunda Cevahir Holding aqua park yapılıyor. Aqua parkın inşaatı defalarca durduruldu. Üstelik bütün bu anlattıklarım ‘basit onarım’ izniyle yapılıyor. Örneğin Tiraje Dikmen evinde bahsettiğim düzenlemeler de basit onarımla yapılıyor, oysa basit onarımda bir evi otele çeviremezsiniz, lokantaya çeviremezsiniz. Koruma kurulları bunları görmezden geliyor, bütün kurumlar üç maymunu oynayarak işlerine devam ediyor.”

Derya Tolgay Asaf Plajı’na dair verdiği bilgelerde ise sadece altı aylık dönemde kazanılan ranta dikkat çekiyor:

“Orası da doğal SİT alanı, kıyısına 50 ton beton dökülüyor. Adalı bir avukat dava açtı, söküm kararı çıktı. Ancak belediye başkan yardımcısı sökmek için altı ay sezonun bitmesini beklediklerini söyledi. Nasıl paralar kazanılıyor biliyor musunuz o altı ay içinde, hayal edemeyeceğiniz miktarlar.”

Tolgay son olarak bir antroposen anıtı olarak Yassıada’ya sözü getiriyor ve 1960 askeri darbesinden, adanın Demokrasi ve Özgürlükler Adası adıyla müzeleşmesi sürecine kadar yaşanan süreci şöyle aktarıyor:

“2011 yılından başlayarak Yassıada adım adım, bir nevi hukuksal ayak bağından kurtarılarak, türlü SİT statüsü ve plan değişiklikleriyle tüm itirazlara rağmen inşaata açılıyor. Bu süreci özetlemek gerekirse, ada Hazine mülkiyetinde ve askeri alan olarak belirlenmişken 2011 yılında müze olarak kullanılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis ediliyor. 2011 yılının 1/5000 ölçekli planında Yassıada I. Derece Doğal SİT, Tarihi Sit ve üçüncü Derece Arkeolojik SİT alanı olarak gösterilirken, 2012 yılında Doğal ve Tarihi SİT statüleri kaldırılıyor ve ada Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı olarak belirleniyor.

2013 yılında da yapılan plan revizyonlarıyla turizm ve kongre merkezi üst başlıklı her türden kullanıma açık hâle geliyor ve adanın ismi de resmen Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştiriliyor. Nitekim 2015 yılında da dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Mimar Çiğdem Karaaslan tarafından adayı restoran, otel, müze, konferans salonu gibi yapılarla bir kongre ve turizm merkezi olarak işlevlendirmeye yönelik hazırlanan ve MESA Holding tarafından yürütülen projenin temel atma töreni gerçekleştiriliyor. Darbenin 60. yıldönümü olan 27 Mayıs 2020 tarihinde de Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nın açılışı yapılıyor. Ve ada, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neoliberal hat üzerinden ilerleyen kentsel siyasetinin canlı bir örneği hâline geliyor.”

Adalar’da “atların iyiliği” denilerek 800’e yakın atın öldürüldüğünü ve bunun bir kırılma noktası olduğunu belirten Derya Tolgay; atların bir günde ahırlara kapatılmasının, Adalar’ın yaya yolu statüsünün kaldırılmasının, bugün 10 binden fazla yasadışı akülü aracın Adalar’da var olmasının, çoğu devlet kurumu tarafından yapılan inşaatların her birinin birer gösterge olduğunu vurguluyor.

‣Adalar’daki atlara ne oldu?

Son olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 27 Temmuz 2023 tarihinde Adalar İlçesi 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve 1/1000 Ölçekli Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı askıya çıkarıldı. Adalılar bu plana itiraz etti.

Erçil: Bir Bakanlık hem şehircilik hem çevrecilik yapamaz 

MUÇEP Datça Gönüllüleri‘nden Avukat Güngör Erçil, Datça’nın en önemli farkının bütün ilçenin doğal SİT alanı yani yeni adlandırmayla ÖÇK sınırları içinde yer alması olduğunu belirterek başladığı sözlerinde öncelikle Datça Bozburun Yarımadası’na dikkat çekiyor:

Güngör Erçil

“1992 yılının Kasım ayında ilan edilen Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen ÖÇK kararının kötü gidişatın başlangıcı olduğunu düşünüyorum. 2014 sonlarında yürürlüğe konulan çevre düzeni planından sonra hem Datça’da hem de Hisarönü Yarımadası’nda doğal SİT alanları ilan edildi.”

ÖÇK’ların yararı düşünüldüğünde esas sorumlu olan koruma kurullarının idari kurumlara dönüştüğünü belirten Erçil; sorunun ana kaynağının devletin örgütlenmesi olduğuna dikkat çekiyor ve “Bir bakanlık hem çevre hem şehircilik bakanlığı olamaz” diyerek şöyle devam ediyor:

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yönetilemez düzeyde büyümüş durumda. Bu bakanlık hem koruma işlevini yerine getirmekten söz ediyor, hem şehircilik ilkelerinden. Bunlar birbiriyle çelişen şeyler. Şehirleşme ve korumanın birbiriyle zıt olduğu çok açık. Bu çerçevede bakanlığın kesinlikle bölünmesi lazım, zaten 2019’daki 2020’deki 2021’deki Sayıştay raporları da bakanlığın yönetilemediğini gösteriyor.”

Av. Güngör Erçil, bir ÖÇK bölgesi olan Datça’nın kaçak yapılaşma ile karşı karşıya olduğunu, belediyenin bununla az ya da çok uğraştığını ama ilçenin bir ÖÇK bölgesi olmasına rağmen bu yapılaşmaya göz yumulduğunu belirtiyor:

“Datça’da birçok doğal SİT alanı, kültürel SİT alanı, arkeolojik SİT alanı var. Buna rağmen değişik biçimler altında kaçak yapılaşma sürüyor. Bence bu sorun, bir süre sonra bütün Türkiye’nin derdi olacak.”

Karavanla yapılan yerleşimlerin de kaçak yapılaşma sayıldığını, plaka alma zorunluluğunun yapı olmasını engellemediğini belirten Erçil şu bilgileri veriyor:

“Su, elektrik, atık su gibi ihtiyaçlarla ilgili bir çeşit arkadan dolanma yöntemi yaygınlaştırmış durumda. Mesela komşudan alınıyor elektrik, su.”

‘Koruma-kullanma dengesi’nde inisiyatif kullanmadan yana’

Karavanların yapı sayılmaması durumunda tüm arsaların karavanlarla doldurulabileceğini söyleyen Erçil, Datça’ya dair yaşananları şöyle ifade ediyor:

“Bu sorun Datça’da giderek yaygınlaşıyor, giderek bütün Türkiye’ye de yayılacak. Bunun varacağı yer, koruma mantığının tümüyle terk edilmesi olacaktır. Datça açısından bakıldığında pek çok sorun var, mesela Bakanlık tarafından korumalı alanlar yönetmeliğine uygun olmayacak şekilde, çevre düzeni planında değişiklikler yapılıyor. Planlar delik deşik olmuş durumda. Yani koruma işlevi tartışmalı olan çevre düzeni planı dahi, parsel düzeyinde değiştiriliyor. Mevzuata ‘koruma-kullanma dengesi’ diye bir kavram girmiş durumda; koruma- kullanma dengesi dendiğinde artık kullanmayı amaçlayan değişikliklerin yapılacağını anlıyoruz.”

Avukat Güngör Erçil, kıyı bölgelerinde artan nüfusun da bir başka tehlike etkeni olduğuna dikkat çekerek, pandemi döneminde belediyenin Datça-Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi‘nin nüfus öngörüsünün 35 bin kişi olduğunu ancak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın aynı bölgeye 50 bin kişilik nüfus öngörüsü yaptığını belirtiyor:

“Bunun adı gayrı ciddiliktir. Birinde 35 bin diyorsunuz, başka bir planda 50 bin. Pandeminin büyük şehirlerden kıyılara ciddi bir akım yarattığını bütün Türkiye biliyor, şu anda Datça’da nüfusa kayıtlı olanın iki katı kadar nüfus olduğu söyleniyor, bu bizzat belediye başkanının verdiği rakam. Türkiye’de artık bir gayrimenkul rant düzeni işliyor, koruma amacı iyice geriye itilmiş durumda.

Eğer siz korumayı ekonomiye bağlarsanız ekolojiyi es geçmiş ve ekolojik varlıkların yok edilmesine göz yummuş olursunuz. Türkiye’de açıkça bu yapılıyor, ekoloji ekonomiye feda edilmiş halde, kalkınma adı altında doğaya saldırı devam ediyor. İklim krizi önlemlerinde Muğla pilot illerden biri, Avrupa Birliği finansal destek sağlıyor ancak bu eylem planında çok ilginç bir şekilde termik santrallerin iklim değişiminden nasıl etkileneceği, sigortacılık sektörünün bunun karşısında ne yapacağı tartışılıyor. Bunun ekolojiyle, ekolojik varlıkların korunmasıyla ilgisi yok.”

‘İmar affı ile yasa çiğnendi, çiğneniyor’  

Devletin kamu adına doğayı korumakla görevli olduğunu hatırlatan Erçil; “Ancak Türkiye’de yurttaşın devlete karşı doğal varlıkları, ekolojiyi korumak gibi bir durumu var, benim bizzat davacı olduğum dava sayısını artık hukukçu olarak neredeyse unuttum” diyor ve özellikle altını çizdiği imar affı meselesine dikkat çekiyor:

“2017’de İmar Kanunu‘na bir geçici madde eklendi, Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu özel bir kanun olmasına rağmen korunan alanlara imar uygulanmaya başlandı ve uzatılırsa bir süre daha uygulanacak. Ve bu İmar Affı Kanunu’nun ‘koruma-kullanma dengesi’ denilen tabirden hoşlanmıyorum ama koruma işlevinin çok ciddi biçimde yara almasına yol açacağı açık. Keza Özelleştirme İdaresi korunan alanlarda planlar yapıyor, Çevre Kanunu’na göre de Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na göre de Özelleştirme İdaresi özellikle özel çevre koruma bölgelerinde plan yapamaz. Ama yürüyor bunlar, hukukçu olarak utanç verici bir şey olduğunu altını çizerek söylüyorum, yürüyor. Ve açıkça kanun çiğneniyor.”

You may also like

Comments

Comments are closed.