Ana Sayfa Blog Sayfa 332

Plastik Anlaşmasında önerilen ulusal eylem planlarının etkinliği nasıl sağlanabilir?

Daha önce de bahsettiğim gibi uzun bir süre bu köşede Plastik Anlaşmasına dair fikirlerimi ve değerlendirmelerimi yazmaya devam edeceğim. Bu hafta da, Sıfır Taslakta yer alan ve müzakere görüşmelerinde de sıkça atıfta bulunulan Ulusal Eylem Planı (UEP), Ulusal Uygulama Planı (UUP) ve Ulusal Katkı Beyanlarını (UKB) ve bunların plastik kirliliğinin çözümü için ortaya çıkartılacak bir anlaşma metnindeki varlığının sorunun çözümüne nasıl katkılar sağlayabileceğini konuşacağız.

Çok taraflı çevre anlaşmaları da dâhil olmak üzere, çok uluslu anlaşmalar, devletlere, uluslararası yasal belgeleri uygulamak için bireysel veya ortak eylemde bulunma yükümlülüğü getirmektedir. Burada bahsedilen uygulama, ülkelerin antlaşma yükümlülüklerini yansıtan ulusal politikalar oluşturma sürecini ifade eder. Dolayısıyla antlaşmalardaki uygulama hükümleri, antlaşmanın etkinliğini sağlamak üzere tasarlanır ve genellikle bir antlaşma belgesinde belirtilen yükümlülüklerin yerine getirilmesi için ulusal tedbirlerin alınmasını gerektirir. Bu tedbirler de çoğunlukla yönetmelikler, usule ilişkin tedbirler ve ekonomik tedbirler şeklindedir. Dolayısıyla bu kısmın kapsamının ve odağının tartışılması, ortaya çıkacak anlaşma metninin uygulamasının nasıl olacağının da anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Aslında burada biraz da olması gereken konusunda bazı fikirler ortaya koyacağım denebilir.

Fotoğraf: AFP

Plastik anlaşması müzakerelerinin (INC) ilk iki oturumu öncesinde ve sırasında UEP, UUP ve UKB’lere dair dile getirilen potansiyel uygulama tedbirleri, aslında daha önceki deneyimlerden hareketle pozisyon alan devletlerin öğrenilmiş reflekslerine ve anlaşma metinlerinin doğasına dayanmaktadır. Dolayısıyla Plastik Anlaşması kapsamında gerçekleştirilen INC’ler esnasında da birçok devlet UEP’lerden veya UUP ve UEP’lerin bir kombinasyonundan bir şekilde bahsetmişlerdir. Ancak bu bahsedişlerin arasında ciddi uçurumlar olduğunu söylemek mümkün. UEP’lere olan atıfların yaygınlığı, hükümetlerin kendi içlerinde ve aralarında, anlaşma metninin öne sürdüklerinin koordinasyonunu kolaylaştırması, küresel veya bölgesel taahhütleri ulusal eyleme dönüştüren eylem katalizörleri olması gibi sahip olduğu bazı potansiyellerinden kaynaklanmaktadır. Benzer yaklaşımlar Paris Anlaşması ve Stockholm Sözleşmesi gibi mevcut uluslararası veya çok taraflı anlaşmalarda da bulunmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki UEP’lerin kabul edilmesi, onların her zaman işe yarar olacakları anlamına gelmez. Çünkü geçmiş tecrübelerimiz UEP’lerin genellikle gönüllü taahhütlere dayandıklarını ve yaptırım mekanizmalarından yoksun oldukları için de herhangi bir etkin yaptırımı garanti edemediklerini göstermektedir. Yani bu beyanların içerisindeki en riskli kelime ve düğümü de çözecek olan yaklaşım, planların zorunluluğa mı yoksa gönüllülüğe mi dayanacağıyla ilgilidir. Daha önce bu işin gönüllülüğe dayanması gerektiğinin, ABD gibi bazı etkili pozisyondaki devletlerin arzusu olduğunu belirtmiştik. İşte dananın kuyruğunu tam olarak bu durumun koparacağını söylersek abartmış olmayacağız.

Daha önceki uygulamalardan da anladığımız kadarıyla UEP’lerin pek bir işe yaramamasının nedenleri olarak aşağıdakiler sıralanabilir:

  • UEP’ler için gerekli olan çabaların tanımları ve ölçütlerinin yeterince tanımlanmaması ve uygulamadaki koordinasyonsuzluk,
  • UEP’lerin hazırlanması için gerekli olan yetkilerin içeriğinin yeterince tanımlanmayarak muğlak bırakılması,
  • UEP’lerin uygulanmasının denetlenememesi, uygulayıcıların hesap verebilirliğindeki eksiklik,
  • UEP hedefleri için gerekli olan şeffaflığın olmamasının yanında, finansman ve yasama desteğinin eksikliği.

Tüm bu saydığımız eksiklikler, anlaşmaların etkisiz çıkması için bilinçli olarak mı bırakılıyor yoksa gerçekten de müzakere komitelerinin konu hakkında gerekli liyakate sahip olmadıkları için mi ortaya çıkıyor derseniz bence her ikisinden birden kaynaklanıyor denilebilir. Çünkü belki de tarihte sadece bir kere elde edilen bir fırsatın heba edilmesi, hem çıkar odaklarının hem de beceriksizlerin ortak çabasıyla mümkün olabilir.

Plastik kirliliği konusunda hazırlanan UEP’lerdeki gönüllülük ilkesinin baskın olmasında çoğunlukla kirletici endüstrinin belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Endüstri ile uzlaşmalıyız gibi bir yaklaşıma sahip olanların özellikle müzakere komitelerine danışmanlık yapması bunun arkasında yatıyor. Bakın işte büyük kirleticiler hep belirli bir yılı işaret eden çeşitli gönüllü taahhütler yayımlıyor ama nedense hiçbiri o yıl geldiğinde o hedefe bir türlü ulaşamıyor. Zaten temel amaç da bu: İlgili hedefe ulaşmaktan ziyade ilgili hedefe sahip olmanın ekmeğini yemek! Zaten bu hedeflerin hemen hemen hiçbiri tutarlı bir veri toplama ve izleme mekanizmasına sahip değil. Dolayısıyla bu da etkinliklerini değerlendirmek için gerekli kanıtların oldukça sınırlı bir şekilde ortaya çıkmasına neden oluyor. Bakın Türkiye’nin kendi girişimiyle ortaya koyduğu Sıfır Atık yaklaşımının etkinliğine dair, veriye dayanan ne bir analiz ne de bir rapor söz konusu değil. Tüm değerlendirmeler oldukça üstün körü grafiklere dayanan basın brifinglerinden ibaret. İşte bu nedenle, gönüllü UEP’lerin plastik kirliliğiyle mücadeleye yönelik küresel ve ulusal eyleme etkili bir şekilde katkıda bulunacağı düşünülse de bunun böyle olmadığını etrafınıza bakarak anlamanız mümkün. Zaten etkili olsalardı bugün Plastik Anlaşması yapmak gibi bir gerekliliğe ihtiyaç duymazdık. Ancak hâlâ birçok ülke Plastik Anlaşması görüşmelerinde gönüllülüğe dayalı UEP’lerin savunusunu yapmaktadır. Bu da önümüzdeki en önemli risk olarak kabul edilebilir.

Bu riskin oluşmaması ve UEP’larının etkili bir anlama sahip olabilmesi ancak UEP’lerin yasal olarak bağlayıcı olması, ulusal yasal ve kurumsal çerçevelerle desteklenmesiyle mümkündür. Çünkü yasal olarak bağlayıcı UEP’lere sahip olmak, ülkeleri taahhütlerinden sorumlu tutmak için bir mekanizmanın da oluşmasını sağlar ve ülkeler için de eşit bir oyun alanı oluşturur. Bu da bazı ülkelerin sorumluluklarından kaçmasının ve diğerlerinin de aşırı adımlar atmasına neden olacak eşitsizliğin önlenmesine yardımcı olur. Tabii bu da yeterli değil. UEP’ler, ulusal taahhütlerin yerine getirilmesini sağlamak için sıkı uyum önlemlerine sahip olmalıdır. Yani UEP’ler ülkeler için tek zorunlu gereklilik olmamalı, bunun yanında ülkeler kendi ulusal bağlamlarında antlaşma gerekliliklerine nasıl uyacaklarını da somut olarak göstermelidir. Peki, bu nasıl olacak? Şöyle ki: Açık ve net bir şekilde bazı tedbirler tanımlanabilir, kısa orta ve uzun vadede yasal bağlayıcı bazı hedefler ortaya konulabilir ve tüm bunların da kâğıt üzerinde kalmaması için de bir uyum mekanizması oluşturulabilir. Burada bağımsız ve etkin yaptırım mekanizmalarını da kontrol eden, bilim insanlarının belirleyiciliğinde, yasamanın ve yürütmenin birlikte yer aldığı bir üst kurul oluşturulabilir. Bu kurul ceza ve teşvik mekanizmalarının uygulanmasını taahhüt edebilecek bir kapasitede olursa o zaman işte hiçbir şey kâğıt üzerinde kalmaz.

UEP’lerin işe yarar olmasının bir diğer kriteri de güçlü izleme, değerlendirme, raporlama ve veri paylaşımı prensibine sahip olmasıdır. Böylelikle değerlendirme ve etkinlik analizi de sağlıklı bir şekilde yapılabilecektir. Bu durum da beraberinde ceza ve ödül mekanizmalarının işletilmesine katkı sağlayacaktır. Eğer ki bunlar olmaz ise ortada hesap verebilir bir UEP mekanizması olmaz bu da etkinliğin olmaması anlamına gelir. Aksi durumda, sadece kendi kendine yapılan bir raporlama ve detayları olmayan veri paylaşımının herhangi bir anlamı olmayacaktır. Burada, Aarhus Sözleşmesi Uyum Komitesine benzer şekilde özel bir bağımsız inceleme komitesi örnek alınabilir.

Oluşturulacak bu komite ile hem endüstrinin manipülasyonlarının önüne geçilebilir hem de caydırıcılık sağlanabilir.

Fotoğraf: Greenpeace

Tabii burada UEP’lerin güncelliğinin sağlanması konusuna da değinmekte fayda var. Çünkü plastik kirliliği, plastiğin şekillenebilirliği ve sahip olduğu esneklik göz önünde bulundurulduğunda değişken şekillere bürünme potansiyeline sahip. Dolayısıyla UEP’ler yeni bilgileri içerecek ve politikaların başarı veya başarısızlıklarına uyum sağlayacak şekilde sık sık gözden geçirilerek güncellenmelidir. Bu da ancak UEP’lerin yaşayan bir doküman olmasıyla mümkündür. Ayrıca UEP mekanizmasının mali olarak desteklenmesi de diğer saydıklarımız kadar önemlidir. Gerektiğinde teknik olarak ihtiyaç duyulan destek ve mali olarak ortaya çıkabilecek olan gerekliliklerin sağlanması mekanizmanın işlevselliği için olmazsa olmazdır. Düşünün ki ithal edilmesi gereken bir bilginin ve teknolojinin yerinde izlenmesi ve değerlendirilmesi gerekliliği ortaya çıktığında mali destek mekanizması oldukça kolaylaştırıcı olacaktır. Bu durum modeller üzerinden gerçekleştirilecek yerli ve ulusal mekanizmaların ve teknolojilerin de geliştirilmesine katkı sağlayacaktır.

İşte tüm bunların uygulandığı UEP’ler bir de uluslararası anlaşmalarla paralellik içerir ve onların uygulamalarıyla bağlantılı olarak kurgulanırsa o zaman anlamı ve etkisi olan mekanizmalara dönüşürler. Ancak Türkiye özelinde artık ayyuka çıkan; uluslararası anlaşmalardan uzaklaşma ve onları uygulama isteksizliği eğilimi ne yazık ki geleceğin plastik kirliliği açısından oldukça sıkıntılı olacağı izlenimini veriyor. Biz yine de zamanın ruhunun sahip olduğu olumlu havayı soluyarak karamsarlığa kapılmama yolunu tercih edelim derim.

‘Parlak’ bir yengeçten talihsiz bir foka: İşte yılın yaban hayatı fotoğrafları

Londra‘daki Doğa Tarihi Müzesi tarafından düzenlenen Yılın Yaban Hayatı Fotoğrafçısı yarışmasında ödüller sahiplerini buldu. Atnalı yengecinin “unutulmaz güzellikteki” fotoğrafı, prestijli Yılın Yaban Hayatı Fotoğrafçısı yarışmasında birincilik ödülünü aldı. Fransız deniz biyoloğu Laurent Ballesta tarafından çekilen fotoğraf, 95 ülkeden 50 bine yakın başvuruyu geride bırakarak ikinci kez ödülün sahibi oldu.

Ziyaretçiler bugünden (13 Ekim) itibaren Doğa Tarihi Müzesi‘nin özel sergisinde bu çarpıcı yaban hayatı fotoğraflarından 100’ünü görebilecek. İşte tüm ihtişamıyla kazanan fotoğraf da dahil, yarışmanın 19 kategorisinden öne çıkan fotoğraflar:

Yılın kazananı: Antik Denizci

yaban hayatı fotoğrafları
Laurent Ballesta‘nın antik denizcisi. Portföy Ödülü kategorisinin kazananı. Laurent Ballesta/Yılın Yaban Hayatı Fotoğrafçısı – Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı 2023’ün kazananı Antik Denizci fotoğrafı oldu. İlk bakışta neredeyse anlamlandırılamayacak kadar yabancı görünüyor. Ancak üzerindeki üç balık, havada asılı duran bu altın kürenin gerçekten de gezegenimizden bir şey olduğunu doğruluyor.
Sualtı fotoğrafçısı Laurent Ballesta, Filipinler‘deki Pangatalan Adası‘nın koruma altındaki sularında üç altın trevali balığının eşlik ettiği üç omurgalı atnalı yengecini yakalayarak ödülün sahibi oluyor.

Koruma, bu eşsiz türün hayatta kalması için kilit önem taşıyor. Üç omurgalı atnalı yengeci 100 milyon yıldan fazla bir süredir varlığını sürdürüyor ancak şu anda yaşam alanlarının tahrip edilmesi, yiyecek ve aşıların geliştirilmesinde kullanılan mavi kanı için aşırı avlanma ile karşı karşıya.

Jüri başkanı ve editör Kathy Moran, “Bir atnalı yengecini doğal ortamında böylesine canlı, böylesine unutulmaz güzellikte görmek hayret vericiydi” diyor ve ekliyor:

“Nesli tükenmekte olan ve aynı zamanda insan sağlığı için kritik öneme sahip eski bir türe bakıyoruz. Bu fotoğraf ışıl ışıl parlıyor.”

Laurent, yarışmanın 59 yıllık tarihinde Grand Title ödülüne iki kez layık görülen ikinci fotoğrafçı oldu; ilk kez 2021 yılında Fransız Polinezyası’ndaki Fakarava’da çektiği kamuflajlı orfoz balığı fotoğrafıyla kazanmıştı.

Hayatını okyanusları keşfetmeye adamış bir deniz biyoloğu olan Laurent, daha önce de bilimsel gizemler ve zorlularla dolu dalışların olduğu bir dizi büyük keşif gezisine liderlik etti.

Yılın Genç Yaban Hayatı Fotoğrafçısı ödülü 17 yaşındaki Bechler’e

yaban hayatı fotoğrafları
İsrail‘de yaşayan 17 yaşındaki Carmel Bechler, ‘Baykuşların moteli’ adını verdiği dinamik çekimiyle bu yılki ana gençlik kategorisi ödülünü kazandı. (15-17’ler kategorisinin kazananı.)
Hof HaSharon‘da işlek bir yolun yakınındaki terk edilmiş beton bir binada birkaç peçeli baykuş keşfeden Carmel ve babası, ödülü getiren bu kareyi çekmek için aile arabasını bir siper olarak kullandı.

İsrail dünyadaki en yoğun peçeli baykuş nüfusuna sahip. Ulusal bir proje kapsamında tarım alanlarının yakınına yuvalar yerleştirilerek baykuşların tarım arazilerinin yakınına yuva yapması sağlandı. Baykuşlar tohumları ve ekinleri yiyen kemirgenleri avladıkları için, bu düzenleme çiftliklerde böcek ilacı kullanımını da azalttı. Moran ise fotoğrafla ilgili şu yorumda bulunuyor:

“Bu fotoğrafın içerik ve kompozisyon açısından çok fazla katmanı var. Aynı anda hem ‘habitat tahribatı’ hem de ‘adaptasyon’ diye bağırıyor ve şu soruyu akla getiriyor: ‘Eğer vahşi yaşam bizim çevremize uyum sağlayabiliyorsa, biz neden onlarınkine saygı gösteremiyoruz?”

Eline ilk kez 11 yaşında fotoğraf makinesi alan Carmel, “doğal dünyanın güzelliğinin her yanımızda, hatta hiç beklemediğimiz yerlerde bile olduğunu, sadece gözlerimizi ve zihnimizi açmamız gerektiğini” göstermeyi umduğunu dile getiriyor.

Kazanan üç fotoğrafta da objektife ilginç hayvan davranışları yansıdı

yaban hayatı fotoğrafları

Bertie Gregory‘den Balinalar Dalga Yapıyor. Davranış kategorisinin kazananı: Memeliler kategorisi. – Bertie Gregory/Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı
Doğa Tarihi Müzesi (NHM) de hayvanların iç dünyalarını normalde asla bilemeyeceğimiz bir şekilde ortaya koyan fotoğrafları ödüllendiriyor.
Antarktika’da bir Weddell fokunu ‘dalgayla yıkamaya’ hazırlanan bir orka (katil balina) sürüsünün drone ile çekilen bu fotoğrafı dram dolu. Fotoğraf, İngiliz fotoğrafçı Bertie Gregory’ye ‘memelilerin davranışları’ kategorisinde birincilik ödülü kazandırdı.

Bertie Gregory, dondurucu koşullarda şiddetli rüzgarlarla mücadele ederek geçirdiği iki aylık orkaları arama serüvenini “Uyanık olduğumuz her dakikayı teknenin çatısında tarama yaparak geçiriyorduk” diye anlatıyor.

Fotoğraftaki orkalar, buza doğru hücum ederek fokları avlamakta uzmanlaşmış bir sürüden ve foku suya sürükleyen bir dalga yaratıyorlar. Öte yandan artan sıcaklıkların buz kütlelerini eritmesiyle birlikte foklar karada daha fazla zaman geçirmeye başladı ve eriyen buzullarla birlikte ‘dalga yıkama’ davranışı da yok olabilir.

Hadrien Lalagüe’nin yılan gösterisi için sessizlik…

yaban hayatı fotoğrafları
Davranış kategorisinin kazananı: Kuşlar kategorisi – Hadrien Lalagüe/Yılın Yaban Hayatı Fotoğrafçısı-
‘Kuşların davranışları’ kategorisinde Fransız fotoğrafçı Hadrien Lalagüe son derece gösterişli bir anı yakaladığı fotoğrafıyla yer aldı.

Mükemmel bir hizada, bir sıra boz kanatlı borazan kuşu, Guyana Uzay Merkezi‘ni çevreleyen yağmur ormanında bir boanın kayarak geçişini izliyor. Bu görüntüyü elde etmek için bir kamera kapanı ve altı ay boyunca sabırla çalışmak, ekipmanı yüksek neme, plastik parçalayan karıncalara ve kaçak avcıların verdiği zararlara karşı korumak gerekti.

Adını yüksek sesle ötüşlerinden alan borazan kuşları zamanlarının çoğunu orman zemininde olgun meyveler, böcekler ve ara sıra küçük yılanlar yiyerek geçiriyor. Üç metreden daha uzun olan boa yılanı onları bir öğün haline getirebilirdi.

yaban hayatı fotoğrafları
Sriram Murali’den harika ışıklar, Davranış ödülünün sahibi: Omurgasızlar kategorisi. – Sriram Murali/Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı
Hindistan’ın Anamalai Kaplan Koruma Alanı’ndaki ormanın ışıltısını gösteren bu muhteşem görüntü bizi çok özel bir omurgasızın dünyasına götürüyor: Ateş böceği.

Sriram Murali, memleketi Tamil Nadu yakınlarındaki ormanlarda 16 dakika boyunca ateşböceklerinin ışıklarını göstermek için elli adet 19 saniyelik pozlamayı birleştirdi.

Aslında böcek olan ateşböcekleri, biyolüminesans kullanarak eşlerini cezbetmeleriyle ünlüdür. Performans alacakaranlıkta, sadece birkaç tanesiyle başlıyor, ardından frekans artıyor ve ormanda bir dalga gibi hep birlikte titreşiyorlar.

Karanlık, bu sürecin başarısı için gerekli bir etken. Ancak ışık kirliliği ateş böcekleri de dahil birçok gece canlısını olumsuz yönde etkiliyor.

Küçükten büyüğe: Doğal dünyadan diğer olağanüstü portreler

yaban hayatı fotoğrafları
Agorastos Papatsanis’ten sonbaharın son nefesi. – Bitkiler ve Mantarlar kategorisinin kazananı Agorastos Papatsanis/Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı –
Ormanda sporlarını bırakan bir mantarın bu büyülü görüntüsü ancak bazı sıra dışı tekniklerle elde edilebildi.

Uzun zamandır mantarlarla ilgilenen Yunan fotoğrafçı Agorastos Papatsanis, fotoğraf makinesinin ıslanmasını önlemek için gümüş bir fotoğraf şemsiyesi kullandı ve flaşını plastik bir torbayla örttü.

Şapkalı mantarlar, şapkalarının altındaki solungaçlardan sporlar salgılar. Milyarlarca küçük spor hava akımında genellikle görünmeden- seyahat eder. Bazıları nemin ve yiyeceğin olduğu yerlere inerek orman tabanının altında ağlar oluşturmalarını sağlar.

Tehdit altındaki yaşamlar

yaban hayatı fotoğrafları
Vishnu Gopal’dan Ormanın Yüzü. Hayvan Portreleri kategorisinin kazananı – Vishnu Gopal/Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı-

Ormanın karanlığı içerisinde objektife bakan bu gözler, Hintli fotoğrafçı Vishnu Gopal tarafından Tapiraí, São Paulo‘daki bataklıklı Brezilya yağmur ormanından çıkarken ustaca kaydedilen bir ova tapirine ait.

Ova tapirleri meyve ve bitki örtüsüyle beslenmek için ormana muhtaç ve buna karşılık tapirler de tohum dağıtıcı olarak görev alıyor. Bu önemli ilişki habitat kaybı, yasadışı avlanma ve trafik kazaları nedeniyle tehdit altında.

Son nefes

yaban hayatı fotoğrafları
Lennart Verheuvel‘den Son Nefes. Okyanusların kazananı: Lennart Verheuvel/Yılın Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı
Hollandalı fotoğrafçı Lennart Verheuvel karaya vurmuş bir katil balinanın (orka) son anlarını gösteriyor.

Dalgaların arasında yan yatan bu katil balinanın yaşamak için sadece kısa bir zamanı kalmıştı. Başlangıçta kurtarılan katil balina kısa süre sonra tekrar sahile vurdu ve öldü.

Daha sonra yapılan bir araştırma, sadece ciddi şekilde yetersiz beslendiğini değil, aynı zamanda son derece hasta olduğunu da ortaya koydu.

Araştırmalar, Avrupa sularındaki orkaların dünyanın en yüksek poliklorlu bifenil konsantrasyonlarına sahip olduğunu gösteriyor. Yasaklanan bu kimyasallar deniz besin ağlarında uzun yıllar kalabiliyor, bağışıklık sistemlerini zayıflatıyor ve balinalar, domuz balıkları ve yunusların üremelerini tehdit ediyor.

[İklim Masası] Su krizi, su kıtlığından ibaret değil

İklim değişikliğiyle ilgili güvenilir bilgileri yaygınlaştırmayı hedefleyen İklim Masası‘yla olan işbirliğimiz çerçevesinde, Dr. Akgün İlhan‘ın kaleme aldığı su krizinin kirlilikle ilişkisi ve kapsamına ilişkin makalesini yayımlıyoruz. 

*

 

İstanbul barajlarının doluluk oranları gibi çeşitli vesilelerle sık sık tartışılan su kıtlığı, aslında su krizinin yalnızca bir boyutu.

Yağmurun yağmadığı, göl, baraj ve akarsuların suyla dolmadığı kurak bir dönemde, su kıtlığından söz edilebileceği gibi, suyun bol miktarda bulunmasına rağmen kirli olduğu durumlarda da susuzluktan söz edilebilir. Nitekim su krizi, suyun kıtlığıyla ilgili olduğu kadar kirliliğiyle de ilgili bir olgudur.

Artık ‘su stresi’ yaşayan bir ülke olarak sınıflandırılan Türkiye’de de kişi başına düşen tatlı su miktarı, geçtiğimiz 60 yılda neredeyse dört kat azaldı. Bunun sebebi Türkiye’deki yüksek nüfus artışı. Ancak, suyun sadece miktarına odaklı bir indeksin işaret ettiğinden çok daha büyük sorunlarla karşı karşıyayız.

Türkiye’de atıksuyun beşte biri, yalnızca ön arıtmadan geçiyor

Hem temel ihtiyaçları gidermek hem de ekonominin istisnasız her sektöründe üretim yapmak için kullanılan sular, kirlenerek atıksuya dönüşüyor. Arıtılmadan doğaya bırakılan atıksu, daha fazla suyun kirlenmesine, canlı ve cansız varlıklarıyla su ekosistemlerinin bozulmasına neden oluyor ve halk sağlığını tehdit etmeye başlıyor. Bütün dünyada, endüstriyel ve kentsel atıksuyun yüzde 80’i, herhangi bir ön arıtmadan dahi geçmeksizin doğaya bırakılıyor.

Kirlilik söz konusu olduğunda Türkiye’de de durum çok farklı değil. Ülkemizde belediyeler, toplam atıksuyun yaklaşık yüzde 88’ini arıtsa da, bu atıksuyun yalnızca yarısı gelişmiş arıtmaya tabi tutuluyor. Atıksuyun yüzde 27’si biyolojik arıtmadan geçerken, yaklaşık yüzde 22’si, arıtmanın ilk aşaması olan fiziksel arıtmadan geçiyor.

Başka bir ifadeyle, toplam atıksuyun yaklaşık yüzde 43’ü gelişmiş arıtmadan geçerken, beşte biri ise yalnızca ön arıtmaya tabi tutuluyor. Bu durumun sonuçlarına, 2021 Marmara Denizi müsilaj felaketiyle tanık olduk. Bunun yanı sıra, Türkiye genelinde göllerde ve sulak alanlarda da su kalitesinde bozulma, su miktarında azalma ve biyoçeşitlilikte düşüşler gözlemleniyor.

Azalan su değil, temiz su

Su kirliliği söz konusu olduğunda, tarım sektörü kaynaklı kirlilik büyük önem taşıyor: Tarım sektörü, küresel su kullanımının yaklaşık yüzde 70’inden sorumlu. Türkiye’de de toplam su kullanımının yüzde 77’si, tarımsal sulama amaçlı yapılıyor. Ayrıca bu sektörde kullanılan agrokimyasallar, sedimanlar ve tuzlanmış drenaj suları, ciddi bir kirlilik kaynağı oluşturuyor. Kirlilik öyle boyutlarda ki, Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın neredeyse tüm nehirlerinde, su kalitesi bozulmuş durumda.

Özetle, su krizinden bahsedilirken karşı karşıya olduğumuz tek sorun erişilebilir su miktarındaki azalma değil, aynı zamanda temiz suyun da azalması.

Dünya geneline baktığımızda da, temiz suya erişimin ciddi bir sorun olduğu görülüyor. Yakın zamanda yayımlanan Birleşmiş Milletler (BM) raporuna göre, 2022 yılında, dünya nüfusunun yüzde 27’si güvenilir içme su hizmetinden mahrum kalırken, yüzde 43’ü ise güvenilir atıksu hizmeti alamadı. Her sene, kirli su kaynaklarını kullanmak zorunda kalan yaklaşık 829 bin insan, ishalli hastalıklar nedeniyle hayatını kaybediyor.

İklim değişikliği, su döngüsünü bozuyor

Su krizinin bir diğer boyutu ise küresel ısınma ile beraber gelen iklim değişikliği. Gezegenimizin, Sanayi Devrimi öncesine göre yaklaşık 1,2 °C daha ısınmış olması, yağış rejimlerini değiştiriyor ve su döngüsünü bozuyor.

Suyun gaz haline geçerek atmosfere ulaşması ve oradan tekrar yoğunlaşarak yeryüzüne inmesi sürecine, su döngüsü deniyor. İklim değişikliği nedeniyle aylarca yağmayan yağmurun saatler içinde yeryüzüne düşmesi sellere sebep oluyor; can ve mal kayıpları kaçınılmaz hale geliyor. Aşırı yağışların yanı sıra, iklim değişikliğiyle uyumsuz yapılaşma ve arazi kullanımı nedenleriyle de ortaya çıkan bu afetler, bozduğumuz su döngüsünün en çarpıcı sonuçları.

Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre, 1970 ve 2019 yılları arasında iklim afetleri tam beş kat arttı. Giderek daha sık karşı karşıya kaldığımız seller, can, mal ve toprak kaybına sebep olmakla kalmıyor. Bunun yanı sıra, çevrede bulunan patojenleri nehirlere, kıyı sularına ve kuyulara taşıyor; nehirlerin akışını ve içeriğini değiştiriyor; kanalizasyon ve atıksu arıtma tesisleri üzerindeki yükü artırarak içme suyunun kirli suyla karışmasına neden oluyor; su baskınlarıyla insanları doğrudan patojenlere maruz bırakıyor.

İklim değişikliğiyle birlikte sudaki kirletici yoğunluğu artıyor

Türkiye, daha sıcak, kurak ve değişken bir iklime sahip olacağı yakın gelecekte, su yeterliliği açısından da ciddi sorunlarla karşılaşacak. Nitekim kuraklık ve sıcak dalgaları, yüzey sularının beslenememesine ve aşırı buharlaşma sonucu su kaybı yaşanmasına neden oluyor. Bunun sonucunda, suya en çok ihtiyaç duyulan sıcak aylarda, su kıtlığı yaşanabilir.

Mesela buzullarda ve kar örtüsünde depolanan su kaynaklarının azalması, özellikle sıcak ve kurak dönemlerde, erime suyla beslenen bölgelerde suyun kıtlaşmasına sebep oluyor. Buzulların erimesi sonucu deniz suyu seviyelerinin yükselmesi ise, özellikle kıyı bölgelerinde, yeraltı suyunun tuzlanmasını hızlandırıyor ve yine su kıtlığı yaratıyor.

Diğer yandan, artan sıcaklıklarla birlikte su kaynağının buharlaşarak azalması, sudaki mevcut kirletici yoğunluğunu oransal olarak artırıyor. Bu, başta balıklar olmak üzere, pek çok su canlısının toplu ölümüne neden olabiliyor.

Türkiye, su stresi çeken ülke kategorisinde

Su kıtlığı tabii ki küresel su krizinin en göze çarpan boyutlarından biri. Dünyada bulunan yaklaşık 1,4 milyar km³ suyun yalnızca yüzde 2,5’u, içme, temizlik gibi temel ihtiyaçlarımızda kullanabileceğimiz ve ekonomik üretimde gerekli olan tatlı sudur. Ancak bu miktarın da çok küçük bir bölümü, akarsu, göl ve erişilebilir yeraltı su rezervlerinde bulunuyor.

Erişilebilir tatlı su miktarı, dünya nüfusuna bölündüğünde, kişi başına yaklaşık 438 bin m³ tatlı su düşüyor. Bu veri, su stresi yaşanmaması için gereken miktarın yani 1.700 m³’ün çok üzerinde olsa da tatlı suya, gezegenin her yerinden aynı kolaylıkla erişmek mümkün değil. Örneğin Kuveyt’te kişi başına düşen yıllık tatlı su miktarı yalnızca 10 m³ iken, İzlanda ve Kanada gibi ülkelerdeki erişilebilir tatlı su miktarı 100 bin m³ civarında.

Kanada ve İzlanda gibi, kişi başına düşen tatlı su miktarı 10 bin m³’ten fazla olan ülkeler, su zengini kabul ediliyor. Türkiye’de ise kişi başına düşen tatlı su miktarı, son 60 sene içerisinde neredeyse dörtte birine inerek yaklaşık 1.300 m³’e düşmüş durumda. Bu da Türkiye’yi, su stresi çeken bir ülke yapmaya yetiyor. Dünya geneline baktığımızda da, yaklaşık 2,3 milyar insan, su stresi olan ülkelerde yaşıyor.

Ancak su kıtlığının tek nedeni, tatlı suyun dağılımındaki coğrafi farklılıklar değil. Bir ülke su kaynakları bakımından zengin olsa bile, nüfusu yüksekse, kişi başına düşen su miktarı az olabilir. Türkiye’de, kişi başına düşen su miktarında yaşanan keskin düşüşün sebebi de nüfus artışı. Nüfusun büyümesine bağlı olarak artan yapılaşma ve yanlış arazi kullanımları, su kalitesinin düşmesine ve su döngüsünün bozulmasına da neden oluyor.

1,2 milyar insan, su hakkından faydalanamıyor

Farklı durumlarda ise yetersiz yağışlar, su kaynaklarının zaman içinde azalmasına neden olabilir. Veya nüfusun ve ekonomik faaliyetlerin artmasıyla büyüyen su talebi, su kaynaklarının kapasitesini aşabilir; su altyapıları ve su yönetimi, yetersiz kalabilir.

Mesela dünyanın en yoksul 25 ülkesinden biri olan Uganda, su kaynakları bakımından yoksul olmasa da, ülke nüfusunun beşte birinin içecek temiz suya erişimi yok. Nüfusun yarısı ise sanitasyona erişemiyor. Bu ülkede, sürdürülebilir bir su yönetimi ve yeterli yatırımlar ile çözülebilecek, yönetimsel ve ekonomik bir su kıtlığı var.

Hangi sebeple olursa olsun, su kıtlığı nedeniyle dünya genelinde 1,2 milyar insan, BM üyesi 193 ülke tarafından 10 yıl önce kabul edilen su hakkından yeterince faydalanamıyor. Evlerinde veya barınaklarında su olmayan bu insanlar, uzun mesafelerden su taşımak zorunda kalıyorlar. Oysa, yine BM’nin tanımına göre, kişinin ekonomik gelirinin yüzde 3’ünü aşmayan fiyatta ve taşınması 30 dakikayı bulmayan mesafede günlük 50 ila 100 litre temiz su, her insanın hakkıdır.

Su krizine bütüncül yaklaşmak gerekiyor

2000’li yıllara kadar yoksul ülkelerin sorunu olarak kabul edilen su krizi, iklim değişikliğiyle birlikte, ABD, Avustralya, Büyük Britanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin de en önemli meselelerinden biri haline geldi. Su krizi, su döngüsünün bozulmasına neden olan iklim kriziyle birleşerek büyüyor; ancak artan nüfus, aşırı yapılaşma ve yanlış arazi kullanımları gibi etmenler nedeniyle daha da şiddetleniyor. Bu durum, en fazla yoksul ülkeleri, zengin ülkelerin yoksul kesimlerini, kadınları, çocukları ve gelecek nesilleri etkiliyor.

Su krizini çözme konusunda ciddiysek, onu, kıtlık, kirlilik ve iklim değişikliği boyutlarıyla birlikte düşünmemiz gerekiyor:

  • Su kıtlığını ve su kirliliğini azaltmak için suyu her sektörde daha verimli ve döngüsel kullanarak su tasarrufu yapmalı, böylelikle su kaynakları üzerindeki kullanım ve kirletme baskılarını azaltmalıyız.
  • Su ekosistemlerini korumak ve onları gelecek nesillere en iyi biçimde aktarmak, öncelikli hedefimiz olmalı.
  • Su krizini daha da şiddetlendiren iklim kriziyle mücadele için ise sera gazı emisyonlarını durduracak, iklim ve su dostu planlama ile daha yeşil ve daha mavi kentler kuracak politika ve uygulamalar geliştirilmeli. Son olarak, nüfus, kentleşme, sanayi ve tarım politikaları da bu yeni iklim ve su politikalarıyla uyum hale getirilmeli.

[Dünya Hali] Gael Garcia Bernal’den ‘El Tema’: Dünyanın ‘asıl meselesi’ iklim değişikliği!

Oyuncu- yönetmen kimliği ile tanınan ve Meksika‘da birçok dizi ve film projesinde yer alan  Gael Garcia Bernal, toplumsal sorunlara da sırt çevirmeyen bir sanatçı. “Kötü Eğitim”in LGBTİ+ bireylerinden “Paramparça Aşklar”daki  kesişen hayatlara ruh verdiği pek çok filminin yanı sıra  “Zapata” ve “Fidel”deki  Ernesto “Che” Guevara rolleriyle de tarihsel kişilikleri başarıyla canlandırdı.

Bernal’ın dert ettiği bir başka konu da; iklim krizi, çevresel yıkımlar, doğa tahribatı ve yerli halkların çevresel faktörler ,doğanın tahribatı ve yerli halkların bu durumdan nasıl etkilendiği. Konuyla ilgili çektiği çok sayıda belgeselle de yerlilerin seslerinin duyulmasına olanak sağladı.

Bunlardan biri de “El Tema” belgeseli.

12 Nisan 2021’de, Meksika’da yayınlanan yapım, (Resmi sitesi, Lacorrientedelgolfo) ülkede iklim krizinin yarattığı temel temel sorunlara ışık tutan altı kısa belgesel dizisinden oluşuyor. Belgeselde oyuncu, yapımcı ve yönetmen olarak yer alan Bernal ile yazar ve dilbilimci Yásnaya Aguilar’ın hikayelerinin iç içe geçen tanıklıklar şeklinde ele alındığı belgeselde, kendileri dışında çevre aktivistleri, insan hakları savunucuları, yerli topluluklar, akademisyenler ve sivil toplum örgütlerinden çeşitli temsilcilerinin deneyimleri aracılığıyla da Aztek ülkesinin iklim krizinden nasıl etkilendiği altı alanda işleniyor: Su, hava, kömür, enerji, okyanuslar ve gıda.

YouTube‘da yayınlanan dizinin yönetmeni Santiago Maza. Yapımcılığını iseLa Corriente del Golfo üstlenmiş.

Mazlumlar ve galiplerin, cesurlar ve fırsatçıların hikayesi

Siyaset bilimci, çevre ve sürdürülebilir kalkınma alanında çalışan Pablo Montaño ile birlikte oluşturdukları fikri hayata geçiren Bernal,  belgeselde bu insan grupları içindeki zalimlerin, mazlumların, adaletsizlikler ve felaketlerin yanı sıra galiplerin, cesur insanların, kanunsuzların ve fırsatçıların hikayelerini de gözler önüne seriyor.

Altı bölümlük belgesel web dizisinde ülkenin farklı yerlerinde, insanın tehdit ettiği ekosistemlerin eşsiz doğal manzaralarla çelişkisine de çarpıcı şekilde yer veriliyor. Chihuahua‘da su, Monterrey‘de hava, Coahuila’da kömür, Cozumel’de okyanuslar, Tabasco‘da enerji ve  Chapala‘da gıda sorununu ele aldığı her bir bölüm “iklim değişikliği” başlığında birleşiyor.

Maza: Kafamızı çiviye vuruyoruz

Dizinin yönetmeni Santiago Maza, bir röportajında neden böyle bir diziyi çektiklerini şu sözlerle anlatıyor:

İnsanları, yaptığınız işi görmeye davet eden çekici bir başlıkla kastedilen her şeyi sentezlemek zordur. Ancak bence “Temel sorun iklim değişikliğidir ” demek çok güçlü, çünkü bu gerçekten herkesi etkiliyor. Hayatı tüm katmanları ve aşamalarıyla etkileyen iklim değişikliğinin sürekli olarak her şeyle kesiştiğini fark etmeden dünyanın diğer meseleleri hakkında konuşamayız.

Ele aldığımız konu, başka şeylere öncelik vermememiz gerektiğine dair bir davet ve uyandırma çağrısı. “El Tema” (Asıl konu) başlığına gelince, “çiviye kafayı vurduğumuzu” ve bunun iklim krizini konumlandırmak için doğru araç olduğunu düşündük.

Meksika’da, Arjantin‘de ve çoğu Amerika ülkesinde, insan yaşamını ve gezegenin geleceğini daha iyi anlayan istisnalar dışında, aynı şey oluyor. Dolayısıyla iklim krizinin öncelikli bir konu olması ve tam olarak değerler hiyerarşisini değiştirmesi dileğimizdir ; çünkü ekonomik kalkınma, gezegene ve üzerindeki hayata önem vermenin önünde olamaz. Bu dönüşümlerin ontolojik bir tarafı da var: Yani tür olarak anlayışımızı değiştirmeyi ima ediyor. Ancak organizasyon gerektiren, makro ve mikro dönüşümleri gerektirecek pratik, acil ve acil değişiklikler de yapmamız gerekiyor. Özetle, bireyselden yerele, küresele kadar mesele iklim krizidir.”

Bernal: Her şey birbirine bağlı

Gael Garcia Bernal de belgesel filmi çekilirken neler yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Bol bol madencilerle sohbet ettik. İklim krizi konulu bir sohbeti yürütmek bazen çok zordu, çoğu kez de madenden uzak bölgeleri seçtik. Bazı zamanlar tüm gün boyunca kameraları maden bölgesinde açık bıraktık. Meksika’daki birçok maden bölgesi birbirlerinden oldukça uzak bölgelerde. Epey zorlu bir süreç olsa da keyif vericiydi ”

Kısa filmler yoluyla anlatmak istediklerini söylemeyi nasıl başardıklarına, neden Youtube’u seçtiklerine ilişkin soruya verdiği yanıtsa şöyle:

“Konunun doğru konumlandırıldığından emin olmak istedik. Bu nedenle çevik ve kompakt bir araç seçtik: YouTube’da ücretsiz kısa filmler. İnsanların izlemesi, paylaşması ve yorum yapması için orta yol, kısa filmlerdi. Bu anlamda YouTube , onları başlatmak için  doğru platformdu.

Her bölümün ülkenin bir bölgesinde var olan bir durumdan kaynaklanan bir kökü var.  Bu durumdan musdarip olan ve iklim değişikliğine bir çözüm bulmak için aklını ve yüreğini ortaya koyan kişilerin ifadelerinin belgeselde yer alması da çok etkili ve belirleyici oldu. Tüm olasılıklar arasında bu altı olasılık, anlatmak istediğimiz hikayede, bu özellikleri en iyi karşılayanlardı. İklim değişikliği aşırı karmaşık ve aşırı bağlantılı olduğundan, en büyük zorluk her zaman ‘sentez'”di.”

İklim değişikliği’nin binlerce durumda dallanıp budaklanan bir ağaç gibi olduğunu, bu anlamda bir konuşmanın tetiklenmesi için sentetik olmaya çalıştıklarını belirten Bernal, “Sonuçta her şeyin gerçekten birbirine bağlı olduğunu gördüğünüz başlangıç ​​noktasına geri dönüyoruz . Su kıtlığından bahsetmek sosyal adaletten, hava kirliliğinden ya da halk sağlığından bahsetmek demektir” diyor.

“Deli olmadığımızı ve iklim kriziyle ilgilenen , bu bilgilendirme ve ifade çalışmalarını takdir eden binlerce insanın olduğunu gördük” cümleleriyle belgesel dizisinin yansımalarına değinen Bernal, “İklim değişikliği bazen sadece Pasifik‘teki plastik ada veya kutupların erimesi olarak, yani zaman ve mekânda uzak olaylar olarak temsil ediliyor. Sonuçta iklim değişikliğinin hepimizi etkilediğinden, çok yakınımızda olduğundan ve çözümü için herkese ihtiyaç duyulduğundan bahsediyoruz” diyor.

Belgesel dizisini Youtube’de “El Tema” olarak bulabilirsiniz.
Instagram hesaplarıysa şöyle: lacorrientedelgolfo / ambulante ve #EltemaMx

Cinayet, düşünce yoksunluğunun itirafıdır!

Özne ol(a)mayanların oluşturduğu toplumsallığı benimseyerek yaşayanların bir diğer özelliği ise acı çekmek istememeleridir.

Çünkü bir sorun çözme aracı olan “kendi adına düşünmek” acı veren, hatta, uzun süren bir sabır, çalışkanlık, kararlılık ve tek başınalığın yanı sıra öldürme bilgisini de gerektiren bir eylemdir.

“Düşünülmemiş olan” olarak düşüncenin varlığını görünür kılması “düşünülmüş olan” olarak varlığını babasından kopyalayarak sürdüren ve bu kopyayı sürekli tekrarlayan düşünceyi öldürebilme yeteneğine bağlıdır çünkü.

Üstelik daha radikal ve sonuç alıcı başka bir eylem türü de yoktur.

Üstelik bu tek ve meşru öldürme biçimidir.

Bu yüzden:

Düşünmek, kendisini kendisi dölleyerek kendisini yeniden doğurmanın en etkili ve sonuç alıcı biçimidir.

Böylece:

Kişi kendisini kendi sevmeye ve bir başkası tarafından sevilebilir kılmaya doğru da bir adım atmış olacaktır.

Özne ol(a)mayanların oluşturduğu toplumsallığı benimseyerek yaşayanların sorun çözme yöntemi bu yüzden cinayettir.

Cinayet, düşünce yoksunluğunun itirafıdır.

Cinayetin azlığı ve çokluğu düşüncenin azlığı ve çokluğu ile doğru orantılıdır. [1]

*

[1] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

 

Yeşil Gazete TV’nin yeni dönemi, ‘Adalet Arası’ ile başladı

Yeşil Gazete TV’nin yeni yayın dönemi, 3 Ekim Salı günü 21’de hukukçu Özgür Özdemir’in hazırladığı ve sunduğu “Adalet Arası” programı ile başladı.

Gündemdeki insan hakları ve hukuku ilgilendiren gelişmelerin irdelendiği ve iki haftada bir salı günleri yayınlanan Adalet Arası, ikinci sezon yayınlarına devam ediyor. İkinci sezonun ilk bölümünde; Yeşiller Partisi kurucularının Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruları, Yargıtay’ın Gezi Parkı Kararı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27. Dönem 5. Yasama Yılı’nın açılışı üzerine konuşuldu.

Adalet Arası, yeni bölümüyle 17 Ekim Salı günü sizlerle birlikte olacak!

 

Özgürlük Yürüyüşü 13’üncü gününde: Bu adalet mi?

Türkiye İşçi Partisi (TİP), tutuklu Hatay Milletvekili Can Atalay‘ın da aralarında bulunduğu Gezi Davası tutuklularının cezalarının onanmasına karşı Hatay’dan Ankara‘ya başlattığı “Özgürlük Yürüyüşü”nün 13’üncü gününde TİP Genel Başkanı Erkan Baş, barınma krizine karşı yürüdüklerini belirtti.

Özgürlük Yürüyüşü’nün 12’inci gününde ise doğanın talanına karşı adımlar atılmıştı. 12’inci günde yürüyüşte TİP örgütüne Yeşiller Partisi Kurucu Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı da eşlik etmişti. Urbarlı bundan sonra da Özgürlük Yürüyüşü’nde yer alacağını bildirdi.

“Doğanın talanına karşı” Mersin’in Çamalan Köyü‘nde başlayan yürüyüş, Gülek‘ten Akçatekir‘e kadar sürdü. Baş, yürüyüşte “Biz özgürlük için mücadele etme cüretini her zaman göstereceğiz, Can Atalay o cüreti her zaman gösterecek, Türkiye İşçi Partisi o cüreti her zaman gösterecek” açıklamasında bulunmuştu.

Yürüyüşün 13’üncü gününde gündem barınma krizi

Yürüyüşün 13’üncü günü ise Adana‘nın Pozantı ilçesine bağlı Akçatekir mahallesinden başladı. Pozantı’ya doğru ilerleyen yürüyüş Çiftehan’da sona erecek.

13’üncü günde Erkan Baş, barınma krizine dikkat çekti. Baş “Türkiye’de kiracı sayısı her geçen gün artıyor. Maalesef şu anda ülkenin herhangi kent merkezinde bir konut kiralayabilmek dahi işçiler için, emekçiler için büyük bir lüks haline geldi. Adını koyalım; işçiler, emekçiler, memurlar kent merkezlerinden sürülüyoruz. Üstelik yine ülkemizde yüz binlerce boş konut mevcut. Bu ne yaman çelişki?” diye sordu ve sözlerine şöyle devam etti:

“Bunun adı kapitalizm. İnsanların insanca yaşayacakları basit, sade bir evi, hayatta kalmak için alacakları sağlık hizmetini, temel eğitimi, suyu, bu temel ihtiyaçlardan bir avuç para babasının kâr etmesini isteyip hepimizi büyük bir krize sokan bu sistemin adı kapitalizm. Buna mecbur değiliz. Neden konutlar alınıp satılsın? Neden bir yanda yüz evi, bin evi olan az sayıda insan varken biz milyonlarca insan evsiz olalım? Neden öğrenciler yurtsuz kalsın? Bu hak mı? Bu adalet mi? Üstelik mevcut ev stoğu da ağırlıklı olarak sağlıksız ve denetimsiz.”

“Üçten, dörtten fazla ev sahibi olmayı ve bu işin ticarileşmesini ortadan kaldırabiliriz” diyen Erkan Baş, şu ifadeleri kullandı:

“Artan oranlı vergilerle bu sorunu ilk adımda çözebiliriz mesela. Bu kadar basit. Çok evi olandan, evinden para kazanandan fazla vergi alırsınız. Bu vergilerle de gençlere yurt yaparsınız. Evsizler için toplu konutlar inşa edersiniz. Bu arada gençler için nasıl büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu da lütfen unutmayalım. Özellikle yurt sorunu açısından devletin tarikatları nasıl palazlandırdığını, neden kendi yapması gereken işleri yapmayıp öğrencileri tarikatların kucağına ittiğini bir düşünmenizi istiyorum.”

[Bir konu/k] Genç sporcu, Akbelen için koşuyor: Doğa olmadan spor olmaz!

MUĞLA – Genç sporcu Ramazan Akgül, yarın gerçekleştirilecek Cappadocia Ultra Trail‘de Akbelen için koşacak. Akgül, ekoloji mücadelesiyle sporu bir araya getiren sporculardan biri. Genç sporcu daha önce de Milas‘a bağlı İkizköy‘de bulunan Akbelen ormanını tahrip eden Limak ve IC-İçtaş ortaklığındaki YK Enerji‘ye karşı, kömür madenleriyle ormanların yok edilmesine karşı  İzmir‘den Akbelen‘e pedal çevirmişti.

Akgül, zorlu parkurların bulunduğu 38 kilometrelik koşusunun öncesinde Yeşil Gazete‘ye konuştu:

14-15 Ekim tarihlerinde yapılacak Cappadocia Ultra Trail’de Akbelen için koşacaksın, bu senin için ne anlam ifade ediyor?

Aktivizmin barışçıl yollarla topluma daha iyi mesajlar verebileceğine inanıyorum o yüzden yıllardır mücadele ettiğim ekoloji alanını çocukluğumdan beri yaptığım sporla birlikte yürütmeye çalışıyorum, sporun hem medya gücünü hem de toplumdaki pozitif imajını en verimli şekilde kullanmak istiyorum. Daha önce Akbelen için İzmir’den bisiklet sürmüştüm ve oldukça pozitif bir etkisi oldu mücadeleye o yüzden bu sefer koşacağım Kapadokya yarışıyla da bu etkiyi sürdürmek istiyorum.

‘Verdikleri destek yarışın zorluğunu minimum seviyeye indirdi’

Ultra patika koşusu oldukça zorlu görülüyor. Koşu öncesinde hem mental hem de fiziksel olarak nasıl bir hazırlık yapman gerekti?

Fiziksel olarak uzun bir süredir hazırlık yaptığımı söyleyemem çünkü özellikle son aylarda sürekli Akbelen’de sahada mücadele ediyordum, fakat mental olarak inanılmaz güçlüyüm.

Koşuyu Akbelen için yapacağımı paylaştıktan sonra başta Akbelen’deki köylüler olmak üzere birlikte mücadele ettiğim arkadaşlarım ve çevremden çok güzel bir destek gördüm ve bu destek yarışın zorluğunu benim için minimum seviyeye getirdi.

Pedallar İzmir’den Akbelen’e direniş için çevrildi: Susmayın, susuz kalmayın! 
Akbelen Ormanı Yaşıyor: Mücadele edip duruz
Şirketler için ağaçların kesildiği Akbelen’e beton döküldü

‘Doğa olmadan spor olmaz’

Genç bir sporcu olarak doğaya karşı işlenen suçların karşısında yer aldığını en çok da Akbelen mücadelesinde gördük. Spor hayatında bu tarz direnişleri desteklemek senin için ne gibi getirilere ve/veya götürülere neden oldu?

Başta da söylediğim gibi hem verdiğim ekolojik mücadele hem de yaptığım sporu bir araya getirerek bir süreç yönetmek en büyük amacım, barışçıl aktivizm konusunda iyi bir etki yaratmak istiyorum, 23 yaşındayım ve verimli kullanabileceğim bir enerjim var o yüzden bu enerjiyi bu alanlarda kullanmaya devam edeceğim.

Beni ekolojik mücadelenin içine sürükleyen süreç spor hayatım oldu çünkü “Doğa olmadan spor olmaz” mottosunu benimsiyorum bu yüzden sporu ve ekolojik mücadeleyi birbirinden ayırmayacağım.

‘Her yer Akbelen, her yer direniş!’

Üç farklı parkurun bulunduğu koşunun yapılacağı Kapadokya’da da benzer çevresel problemler sıkça yaşanıyor. Bu bağlamda koşunun burada yapılması senin için ayrıca bir anlam ifade ediyor mu?

Ne yazık ki ekstra bir duygu içinde değilim Kapadokya için çünkü ülkenin hangi bölgesine gidilirse gidilsin hangi şehrine uğranılırsa uğranılsın ekolojik yıkımla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum, o yüzden Akbelen mücadelesinin ülkenin her yerinde sahip çıkılması gereken bir mücadele olduğuna inanıyorum,
İşte bu düşünceden yolla çıkarak “Her yer Akbelen her yer direniş” sloganıyla koşacağım.

Akbelen keyfi uygulamalar, ekokırım ve işkenceyle abluka altında: Sizi çağırıyor

Akbelen neden madene terk edilmemeli?

‘Ekoloji mücadelesi sporla daha iyi bir yere gelecek’

“Her yer Akbelen, her yer direniş” diyerek katılacağını duyurduğun bu koşu, profesyonel spor dallarında da direnişin sergilendiğini gösteriyor.  Spor direnişe nasıl ses oluyor? Bu konuda neler söylersin?

Spor ve ekoloji mücadelesinin birlikte yürütülmesi ve bunun yaygınlaşması için elimden geleni yapıyorum, inanıyorum ki ekoloji mücadelesi sporla daha iyi bir yere gelecektir, yaptığım işlerden sonra da özellikle spor camiasından insanların geri dönüşleri ve destek mesajları beni umutlandırıyor.

Sporun çok ciddi bir medya gücü var ve verdiğimiz ekolojik mücadelenin sesini duyamayan insanlara bu alandan ulaşmaya çalışıyorum.

18. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali başlıyor

18’inci Uluslararası İşçi Filmleri Festivali 14-19 Ekim tarihleri arasında Ankara’da izleyicilerle buluşacak.

Pandemi nedeniyle üç yıllık aranın ardından fiziksel olarak yapılacak festival, Kavaklıdere Sineması’nda açılış etkinliğiyle başlayacak. Açılışa Sputnik’te greve çıkan gazeteciler, direnişteki FEDAŞ işçileri, ev eksenli üretim yapan kadınlar ve özel okul öğretmenleri katılarak, mücadelelerini anlatacak.

Festival kapsamında gerçekleştirilecek tüm gösterimler ücretsiz.

Açılış filmi ‘Aşk, Mark ve Ölüm’

Festivalin açılış filmi yönetmenliğini Cem Kaya’nın yaptığı “Aşk, Mark ve Ölüm” belgeseli olacak.

Festival kapsamında Mülkiyeliler Birliği’nde 15 Ekim Pazar günü “Aşk, Mark ve Ölüm”, “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” ve “Yaramaz Çocuklar”, 16 Ekim Pazartesi günü “Zeytinliğin Ardı”, “Metamazon” ve “Fatma’dan Sonra 40 Yıl”, 17 Ekim Salı günü “Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada”, “Moloz’da Çekiç Sesleri” ve “Lacivert Gece”, 18 Ekim Çarşamba günü “Çöpün Dünyası”, “İşçilerin Haziranı” ve “Kızıl Şehir”, 19 Ekim Perşembe günü ise “Beyaz Motosiklet, Devrimin Beyaz Küheylanı”, “Örgütlendikçe Güçleniyoruz” ve “Carare’nin Yeniden Doğuşu” adlı filmler gösterilecek.

Kavaklıdere Sineması’nda ise 16 Ekim Pazartesi günü “Beyaz Motosiklet, Devrimin Beyaz Küheylanı”, “İşçilerin Haziranı” ve “Moloz’da Çekiç Sesleri”, 17 Ekim Salı günü “Fatma’dan Sonra 40 Yıl”, “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”, Örgütlendikçe Güçleniyoruz”, “Zeytinliğin Ardı”, “Çöpün Dünyası” ve “Metamazon”, 18 Ekim Çarşamba günü “Yaramaz Çocuklar”, “Metamazon” ve “Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada”, 19 Ekim Perşembe günü ise “Lacivert Gece” ve “Kızıl Şehir” adlı filmler izleyicilerle buluşacak.

‘İklim değişikliği 50 yıl içinde Birleşik Krallık’ta gıda kaynaklı iç karışıklıklara yol açabilir’

Birleşik Krallık‘ta 58 gıda uzmanıyla yapılan anketi içeren yeni araştırmaya göre aşırı hava olaylarından kaynaklanan gıda kıtlığı 50 yıl içinde ülkede iç karışıklıklara yol açabilir.

Uzmanlara göre, buğday, ekmek, makarna ve tahıl gibi temel karbonhidratların kıtlığı olası bu tür karışıklıkların muhtemel tetikleyicisi olabilir.

The Conversation’ın aktardığına göre, gıda uzmanlarının yüzde 40’ı ülkede 10 yıl içinde gıda kıtlığı kaynaklı iç karışıklıklardan 30.000’den fazla insanın zarar görmesinin mümkün olduğunu söylüyor. Uzmanların yüzde 80’i ise önümüzdeki 10 yıl içinde gıda kıtlığına yol açan lojistik dağıtım sorunlarının gıda ile ilgili iç karışıklıkların en olası nedeni olacağının altını çiziyor.

Aşırı hava olayları en büyük etken

50 yıllık projeksiyonlarda uzmanların yüzde 80’i iç karışıklığın yaşanmasının mümkün olduğunu değerlendirirken, yüzde 57’si Birleşik Krallık nüfusunu ayakta tutmak için yetersiz gıda arzının gıda sistemindeki huzursuzluğun en olası nedeni olacağını söylüyor.

Fırtına, sel, kar ve kuraklık dahil olmak üzere aşırı hava olayları, hem 10 hem de 50 yıllık projeksiyonlarda gıda arzı kıtlığının ve dağıtım sorunlarının önde gelen nedeni olarak işaret ediliyor.

Meyvelerin yüzde 80’i, sebzelerin yüzde 50’si ve sığır ve kümes hayvanlarının yüzde 20’si dahil olmak üzere Birleşik Krallık’ın tüm gıda tedarikinin neredeyse yarısı ithalata dayalı. Dolayısıyla ithalat ve tedarik zincirlerinde yaşanacak herhangi bir aksama ülkenin gıda tedarik sisteminde akşamlara neden olabilir. Gıdanın erişilemez oluşu fiyatların yükselmesine ve potansiyel olarak iç karışıklıklara sebep olabilir.

2007 yılında Avustralya, Hindistan ve ABD‘de yaşanan kuraklık, sel ve sıcak dalgaları nedeniyle küresel tahıl üretiminde yüzde 8’lik bir düşüş yaşanması düşük küresel tahıl stokları, finansal spekülasyonlar ve yüksek gübre fiyatları ile birleşince tahıl fiyatları iki kattan fazla artmıştı. Kriz, 30’dan fazla ülkede isyanlara yol açmıştı.

Gıda sistemi yeniden tasarlanmalı

Gıda kıtlığının bir sonucu olarak iç karışıklıkların yaşanması riskini azaltmak için gıda yoksulluğunu ele alınması, gıda sistemini şoklara karşı daha dayanıklı hale getirecek seçenekleri araştırılması ve finanse edilmesi gerekiyor.

Bunun için bozulmuş toprakların ve tozlayıcıların kullandığı habitatların restore edilmesine, gıda tedarik zincirindeki çalışma koşullarının iyileştirilmesine ve sürdürülebilir tarım uygulamalarına öncelik verilmesi gerekiyor.

Daha dayanıklı mahsul çeşitleri ve türleri yetiştirmek, kaynakları daha verimli kullanmak ve yedek depolama ve dağıtım sistemleri kurmak da daha dirençli bir gıda sisteminin kilit unsurlarından.

Gelecekteki gıda kıtlığı ve dağıtım sorunlarının en olası nedeni olan iklim değişikliğinin zararlı etkilerini azaltmaya yönelik çabaların da artırılması gerekiyor.