Ana Sayfa Blog Sayfa 3052

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Büyük Tuzak

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Büyük Tuzak

Masallar Ülkesi’nde her şey yolundadır. Ta ki küçük bir fare Arşiv Odası’ndaki Sözcüklerin Masalı’nı yiyene kadar. Farenin suçu yoktur. Onu Sesler Ülkesi’nin prensi Prens Milla kandırmıştır. O, kandırmakta ustadır çünkü. Bir rivayete göre Masallar Ülkesi’ni ele geçirmenin yolu, dili yok etmektir. Dil yok olursa önce sözcükler yok olur. Sözcükler olmadan masallar yazılamaz.

Zamanla insanlar bazı sözcükleri hatırlayamaz olur. Önce bunu pek önemsemezler fakat zamanla kendilerini bile ifade edemez hale gelirler. Küçük Cadı Şeroks, bu sorunu çözmek durumunda kalır. Bir anlamda mecbur bırakılır çünkü Prens Milla, bu suçu Şeroks’a atar. Cadı Şeroks, Masallar Ülkesi’ni kurtarmak için zorlu bir maceraya atılır.

 

Görevi yeni bir masal yazıp kemirilen Sözcükler Masalı kitabına koymaktır. Bunu başarırsa insanlar sözcükleri yeniden hatırlayacaklar ve Masallar Ülkesi eski mutlu günlerine dönecektir.

Cadı Şeroks’a bu yolda yardım edenler vardır neyse ki. Masalı kemiren faremiz (Pibo) Başmasalcı Lutta, Prens Almina, büyücü çırağı Borga gibi…

Bu yolda ilerlerken sevdiklerinin, özellikle Prens Hortim ve Cadı Şeroks’un babası Loran’ın bile Prens Milla’nın etkisinde kaldığını görmek onu üzer. Maceralar ilerledikçe Herkes Cadı Şeroks’a inanır. Bu macera öyle kolay atlatılır türden değildir, türlü engellerle karşılaşır Şeroks. Her seferinde bir çözüm üretir.

Buraya kadar harika giden kitapta yazarımız Aslı Der, kitabın finalinde aceleci davranmak gibi bir hata yapmış. Karakterlere önceden biçilen görevleri eksik bulmuş olmalı ki Borga’ya finalde önemli bir görev vermiş. Bir anlamda Çehov’un tüfeğini patlatmaya çalışmış diyebilirim ama ne gerek vardı buna? Bütün yükü Borga’ya taşıtmanın anlamı neydi?

Bu eleştirim bir yana kitap önemli bir meseleyi anlatıyor. Anadilin önemini vurgulayan, hatta metne felsefi bir anlam yükleyen bir kitap niteliği taşıyor. Bu anlamda Büyük Tuzak, pek çok çocuk kitabı içerisinde özgün bir kitap diyebilirim.

Sözcüklerin ne denli önemli olduğunu karakterler kendilerini ifade edemedikçe anlıyorlar. Dil, insanoğlunun en önemli icadıdır bana göre. Aslı Der, önemli bir meseleyi, keyifli bir macera ile çocuklara sunmayı başarmış.

Yazan: Aslı Der 
Resimleyen: Huban Korman
Günışığı Kitaplığı 
10-12 YAŞ
196 SAYFA

 

Tunç Kurt

Almanya, Belçika’ya komşu Aachen kentinde nükleer kaza veya sızıntı ihtimaline karşı iyot hapı dağıttı

Almanya, Belçika’nın çatlaklar nedeniyle kapatılan ve sonra yeniden çalıştırılan nükleer reaktörlerine 70 Kilometre mesafedeki Kuzey Vestfalya Eyaleti’ne bağlı Aachen kentinde güvenlik nedeniyle iyot hapı dağıttı.

Belçika’nın nükleer reaktörleri

Genelde kazanın ardından dağıtılması öngörülen iyot hapları bu kez emniyet amacıyla kent sakinleri tarafından istendi.

Nükleer santralde bir kazanın veya sızıntının meydana gelmesi halinde tehlikeli radyoaktif partiküllerden korunulması amacıyla hamile kadınlar, çocuklar ve 45 yaşın altındakiler önecelikli olmak üzere Aachen kent nüfusunun üçte birine dağıtıldı.

Tihange Nükleer Santrali

Kaza meydana geldikten sonra eczanalerde panik yaşanmaması için bu önlemi aldıklarını belirten Aachen Kenti Çevre Birimi uzmanlarından Marcus Kremer nükleer santralin risklerinden doğabilecek kötücül sonuçların politik bir amaçla değil gayet insanı nedenlerle üzerinde durduklarının altını çizdi.  “Bu hapları dağıtarak insanların panik olmasını amaçlamıyorsak da riski düşünmemiz ve buna karşı önlem almamız şarttı”dedi.

Tihange Nükleer Santrali Meus Nehri’nin kıyısında kurularak sırasıyla 1975 , 1982,1985 yıllarında operasyona başlamış olan 1000 küsur Megawatlık 3 reaktörden oluşuyor. Tihange Nükleer Santrali’nin reaktörlerinde tespit edilen ve resmi olarak raporlanan çatlak formundaki deformasyon uzunca bir süredir 70 Kilometre mesafedeki Aachen sakinlerini tedirgin ediyordu. En son Yeşil Gazete okuduğunuz gibi Tihange Nükleer Santrali’nde olası bir felakete karşı Belçika-Almanya ve Hollanda üç komşu ülkenin sakinleri 90 Kilometrelik sınıraşırı bir insan zinciri kurarak Tihange reaktörlerinin kapatılmasını talep etmişti.  Aachen Teknik Üniversitesi’nden Reaktör Teknolojileri uzmanı Hans-Josf Allelein insanların bu dağıtılan iyot tabletleriyle nükleer kazadan korunabileceklerini sanmaması gerektiğini, bu tabletlerin alımıyla radyoaktif iyottan korunulsa bile sezyum, stronsiyum, plutonyum gibi diğer radyoaktif elementlerden korunmanın mümkün olmayacağını dolayısıyla bu konuda tedirgin olaların şimdiden kontamine olmamış su ve gıda depolaması gerektiğini, pencere ve kapıların izolasyondan geçirilmesi gerektiğini hatırlattı.

 

Haber: Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

Yenilenebilir enerji çağında elektrik şebekelerinin ilk büyük sınavı: Güneş tutulması!

Reuters’da Ruthy Munoz imzası ile yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cem Sabuncu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz

***    

 Güneş tutulmasının yenilenebilir enerji çağında elektrik şebekeleri için ilk büyük sınav olması bekleniyor

Oakland, Kaliforniya’da bir dizi güneş panelleri, 4 Aralık 2016 ,Lucy Nicholson.

ABD’li elektrik şirketleri ve şebeke operatörlerinin yakından takip ettiği, geçtiğimiz hafta Pazartesi günü Oregon’dan Güney Carolina’ya kadarki alandan izlenebilen güneş tutulması yenilenebilir enerji dönemi için ilk büyük sınav olarak değerlendiriliyor.

Elektrik şirketleri ve şebeke operatörleri, tutulma anında güneş santrallerindeki çıktının ne zaman ve ne oranda düşeceğini hesaplayarak, elektrik talebinin ne derecede etkileneceğini saptamak için simülasyonlar yürüterek ve yedek güç kaynakları belirleyerek yaşanacak olan güneş tutulmasına yıllardır hazırlanıyorlar. Bu olay yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen elektriğin önemli bir kısmının aniden kaybedilmesi durumunda yetkililerin nasıl bir tepki göstereceklerini ortaya koyacak.

1964 yılında yaşanan büyük elektrik kesintisinden sonra kurulmuş ve ABD’deki enerji sistemlerini geliştirmeyi görev edinmiş olan Kuzey Amerika Elektrik Güvenilirlik Kurumu’nun (NERC) verilerine göre ABD’de güneş santrallerinde üretilen toplam enerji 2000 yılındaki 5 megavat (MW) iken, şu anda 42,600 MW ile ulusal enerji talebinin %5’ini karşılıyor. Bir sonraki güneş tutulması gerçekleştiğinde bu oranın %14’e çıkması bekleniyor.

Güneş ve rüzgâr gibi enerji kaynaklarının ölçeğinin ve öneminin hızla arttığı bir dönemde yaşanan olay, elektrik şirketleri ve güneş santrallerinin elektrik üretimindeki ani sapmalara ne kadar hazırlıklı olduğunu gösterecek.

Kuzey Amerika Elektrik Güvenilirlik Kurumu’nun güvenilirlik değerlendirmesi ve sistem analizi bölümü müdürü John Moura, pazartesi günü yaşanan olayın elektrik şirketlerinin enerji arzındaki büyük değişiklikleri nasıl yöneteceklerini göstermesi açısından iyi bir fırsat olduğunu söyledi.

ABD’nin en kalabalık eyaletinin elektrik dağıtımını kontrol eden, Kaliforniya Bağımsız Sistem Operatörü (CISO) temsilcisi Steven Greenlee: “Bu tip olaylar daha önce de yaşandı, ancak bu kadar büyük bir ölçekte değil.” dedi.

Carson’daki Güney Kaliforniya Edison elektrik istasyonunun yanındaki güneş panelleri,4 Mart 2015 , Lucy Nicholson

CISO verilerine göre, Kaliforniya’daki güneş santrallerinden normal zamanda 8,800 MW elektrik çıktısı alınırken, bu sayının tutulmanın zirve noktasında 3,100 MW’a düşecek ve sonrasında hızla 9,000 MW’a çıkmış olması hesaplanıyor.

CISO tutulmaya hazırlanırken, Almanya’daki enerji şirketlerinin 2015 yılında yaşanan güneş tutulmasında aldıklarını önlemlerden yararlandı ve mevcut 200 MW’lık güç rezervlerine 250 MW daha eklemeye karar verdi.

Greenlee: “Hesaplamalarımıza göre tutulma anında güneş santrallerinin enerji çıktısı dakikada 70 MW oranında azalacak. Sonrasında ise dakikada en az 90 MW’lık bir artış yaşanacak.” diye ekledi.

Elektrik şirketleri asıl odaklanacakları noktanın tutulma anında yaşanacak hızlı düşüş ve sonrasındaki artışın yönetilme biçimi olduğunu söylediler. Şirket yetkilileri herhangi bir kesinti beklemediklerini, ancak müşterilerin olası bir kesinti durumunda bir süre elektriksiz idare etmeye hazır olmaları gerektiğini söyledi. San Diego Doğal Gaz ve Elektrik Şirketi (San Diego Gas & Electric Co) yöneticisi Caroline Winn: “Müşterilerimiz emin olsunlar ki tutulma anında güneş enerjisindeki yaşanacak düşüşe rağmen elektrik talebinin karşılanması için şirket kaynakları en iyi şekilde kullanıldı.” dedi.

Michigan ve Kuzey Carolina arasındaki 13 eyaletin elektrik dağıtımını yapan PJM Interconnection şirketi, ABD’nin doğusundaki elektrik şirketlerinin batıdakileri izleyip ders çıkartmak için zamanlarının olacağını söyledi. Ayrıca, güneş enerjisi haricindeki hidroelektrik ve fosil yakıtla üretilen enerjinin yaşanacak 400-2,500 MW arası kaybı rahatça karşılayabileceğini de ekledi.

Google’ın Mountain View, Kaliforniya’daki genel merkezinin çatısındaki güneş panelleri, 18 Haziran 2007,  Lucy Nicholson.

Küçük ölçekli güneş enerjisi üreticileri içinse güneş tutulması kazançlarını kısa bir süreliğine sekteye uğratan bir olay olarak görülüyor. Kuzey Carolina’da bir emlak danışmanı olan Ron Strom, Chapel Hill’de bir ticari mülkün çatısına kurduğu 58 KW’lık sistemin çıktısını Duke Energy şirketine satıyor. Strom: “Bu olay, güneş panellerim hiç elektrik üretmezse üç saat içinde 18 cent’e mal olacak.” dedi.

 

Haberin İngilizce orijinali

 

Muhabir: Ruthy Munoz

Yeşil Gazete için çeviren: Cem Sabuncu

 

(Yeşil Gazete, Reuters)

 

 

Aslı Erdoğan’a psikolojik işkence

Pasaportuna el konması nedeniyle Almanya’da kendisine verilecek Barış Ödülü’nü almaya gidemeyecek olan PEN (Uluslararası Yazarlar Birliği) Onursal Üyesi Aslı Erdoğan, “Bu bir psikolojik işkence. Çok ağır bir işkence. Bana, açlık grevi ya da intihardan başka bir seçenek bırakmayacaklar mı?” dedi.

Özgür Gündem davasında tutuklu yargılanan Erdoğan, 4 ay sonra görülen ilk duruşmasında tahliye edilmişti. Hakkında verilen yurt dışına çıkış yasağı 22 Haziran’da kaldırılan Erdoğan’ın pasaportuna daha sonra, alınan karar gereği el konmuştu. Erdoğan,  22 Eylül tarihinde Almanya’nın Osnabrück kentinde düzenlenecek ödül törenine katılamayacak.

Alman kanalı ZDF de, Erdoğan’ın pasaportuna el konulduğu için törene katılamayacağını duyurdu.

Aslı Erdoğan, ödül törenleri dışında, ana konuşmacı olarak davetli olduğu Frankfurt Kitap Fuarı’na da katılamayacak.

Erdoğan, Evrensel Gazetesinden Fatih Polat’a yeni bir haber olarak da, Fransa’nın en yüksek onur nişanı olan Legion d’Honneur’a layık görüldüğünü de açıkladı.

(Evrensel)

Çatılar böyle boş mu kalacaktı?

Almanya’da güneş enerjisinden elektrik ve/veya ısı üretilen (kalorifer kazanı suyunun güneşle ısıtılması, solartermi) evlerde oturan nüfus  2008 yılında 4,5 milyon kişi iken 2015 yılında 9 milyon kişiye ulaşmış; nüfusun % 11’i güneş enerjisinden yararlanan bir tesisle içiçe. Solarbürger  burada yapay bir kelime, “güneşli, güneşsever  yurttaş” gibi bir anlamı var.

Almanya’da 1 650 000  G.E.S. (Güneş Enerji Santrali)  kurulmuş. 2009-2015 arası rakamlara göre küçük düzeyde kurulu gücü olan G.E.S. sayısı yaklaşık 1 milyon. 0-10 kW ile 10-40  kW grupları kurulu gücü düşük olan sistemler  kategorisinde görülüyor. Bu 1 milyon mütevazı fotovoltaik  elektrik üretim tesisinin kurulu güçlerinin toplamı ise 10 GWp.

Almanya ya da Hollanda’da yurttaşlar fosil yakıtlardan çıkış için, güneş enerjisinden yararlanmaya gönül verdiklernden bu tesisleri  finanse  ettiler. Satın alan  tüketici konumundan ürettiğini tüketen konumuna geçtiler. Almanya için diyebilirim ki yenilenebilir  enerjilerin yerleşmesi mücadelesi çatılarda kazanıldı. Bu 1 milyon Güneş Enerji Santraline Yurttaşın Enerji Santrali demek çok uygun düşüyor.

Çatılarda kurulan G.E.S. ler diğer ülkelerde olduğu gibi Almanya’da da on grid yani, şebeke bağlantılıdır. Ancak Almanya’da teşvik  için çok etkin bir yol uygulandı. Güneş enerjisinden fotovoltaik  panel ile üretilen elektriğin Yenilenebilir Enerjiler Yasası’nın (almanca kısatılmış haliyle EEG) kabul  edildiği 2000 yılında çok çok yüksek olan maliyeti alım fiyatı olarak belirlendi. Bu durumda küçük büyük tüm üreticiler ürettiklerinin tümünü satıyorlardı. Kendi  evimden örnek veriyorum. 1996 yılında kurulumu yapılan 1,6 kW  kurulu gücü olan santralimiz yılda (yuvarlak bir rakamla) 1000 kWh  üretiyor. Yasanın çıktığı 2000 yılından itibaren 20 yıl için alım fiyatı yasayla belirlenmiş ve bu 50 Avrosent. Tüm elektrik kullanımımız ise yıllık 3000 kWh. Bunun için dağıtım şirketine ödediğimiz fiyat 20 yıl önce 15 sent iken şimdi 25 senti geçiyor. Bizim için bu fiyattan alım garantisi bitince, şebeke bunu bizden  2017 yılı fiyatı ile 12,3 avrosent karşılığında alacak. (Eğer fiyatlar şimdiye kadar 2004, 2009, 2012, 2014 ve 2017 yıllarında olduğu gibi yasayla yeniden düzenlenmez ise). Bu paraya satıp kullanmak üzere alınan elektriğe  25 sent ödemeye   kimsenin niyeti yok. Gerçek öztüketim çağı Almanya’da şimdi başlıyor! Çatınızda ürettiğiniz elektriğin fazlasını pil ile depolamak ve geceleri kullanmak. Peki,  gün boyu gene de kullanamadığınız ve deponuz da dolu olduğu için depolayamadığınız bir üretim fazlası ortaya çıkarsa?                                                                                                                                                                                                                                              Almanya’daki Enerjik Yurttaşlar çözüm arıyorlar. Enerjik yurttaşlar, çatılarına Y.E.S. kuran, konu komşuyu ikna eden, yenilenebilir enerji  kooperatifleri kuran aktif yurttaşlar. Aralarında bütün bir köyü hatta kasabayı ikna edip bütün köy/kasaba sakinlerini yenilenebilir enerjilerin kokusuz, dumansız, tozsuz ve iklim dostu yoluna sokanlar da var. Fakat  maliyetlerdeki düşüşler,  güneş, rüzgar vd elde edilen elektrik fiyatlarında düşmeyi getirince gerek  bireysel çatı kurulumları gerekse yenilenebilir enerji kooperatifleri sektörü ciddi sarsıntı geçirmekteler. Bir kaç yıldır yurttaşların enerji dönüşümüne yeni katkı sunmalarında, yeni kurulan kooperatif sayısında bir bocalama var. Çareler: Öztüketim ve bunun dışında ihtiyaç fazlası olan solar elektriği doğrudan komşuya satmak?  Kiracılar için ev sahiplerinin çatıya bir GES kurması ve kiracılara elektrik satması?  (Şebekeden 25 avrosente almak yerine, ev sahibinden 20 sente al modeli. Rakamları alabildiğine yuvarlak veriyorum). Üretici ise 12 sente şebekeye  satacağına 20 sente satıyor. Peki ama 1,6 kW kurulu gücün ürettiği elektrikten öztüketim vd uygulamalardan  sonra şebekeye vermeye değer bir üretim fazlası  kalacak mı?

Türkiye’de çatılar

5 yıl kadar oluyor Türkiye’de yenilenebilir enerji üretimi uygulaması yasal çevreye oturdu. Yurttaşlar da mütevazı kurulumlar ile evlerinin çatılarından  bu atılıma katılabileceklerdi. Üretim fazlalarını satmak üzere onlar da lisanssız üretici olabileceklerdi, olmadılar.

Çare aramalı….  Bunun için bir yandan yeniliklere bakalım, başka ülkelerin tecrübelerini değerlendirelim. Beri yanda  insan psikolojisine varana dek Türkiye’ye özgü faktörleri göz önünde tutalım.

Çatılarda, bahçede, balkonda  yalnızca öztüketim için üretim düşünülebilir mi? Enerjik yurttaşlar için bu bir alternatif olabilir mi?  Yoksa yalnızca çatıdaki YES’in üretim fazlasını şebekeye satmak, mahsubi sayaç kullanan lisanssız üretici olmak stratejisini önermeye devam etmek ve engellerin kaldırılması yönünde kamuoyunu etkileme çabalarını yoğunlaştırmak mı? Bence hangisi daha iyi tartışması yapmak doğru değil, ama öztüketim yolunu da artık tartışmamız ve araştırmamız lazım.

Akülü ve  akıllı invertör ile  gerektiğinde şebeke destekli (kısmi) öztüketim modeli

Akıllı invertörler dağıtım şebekesi ile  tek taraflı ilişki kurmanıza  imkan veriyor.  İhtiyaç hasıl olduğunda akıllı inverter şebekeden cereyan çekmenizi sağlıyor. Ama üretim fazlanızı şebekeye vermiyor.  Yani ihtiyacınızın bir kısmını güneşten bir kısmını şebekeden karşılıyorsunuz.

Satıcı olmadığınız için, trafoda yer istemek ve bürokratik süreçlerle bir işiniz yok.

Tüketici olarak şebekeden daha az  cereyan almakla enerjide otonom olmanın ilk  adımını atıyorsunuz. Bu adım yerel düzeyde adem-i merkeziyetçi elektrik üretim tüketimine de  ilk adım olur.  Türkiye’de henüz gündem değil ama enerji kooperatifleri zamanla serbest satıcı da olabilirlerse (Organize Sanayi Bölgeleri gibi lisanslı üretici olmak) o zaman lokal üretim ve lokal tüketim hedefine yaklaşıyoruz. Bu konuyu “yüzde yüz ve derhal, hemen şimdi ve tümden gerçekleşmesi istenecek” bir talep olarak düşünmek doğru değil,  tutulacak yol, göreceli olarak her gün biraz daha fazla otonom ve yerel olmak.

Ürettiğiniz elektriği şebekeye verince bağlandığınız trafodan başlayarak  mevcut altyapıyı kullanıyorsunuz, her halükarda  şebekeye “yük oluyorsunuz”. Akülü, akıllı invertörlü gerektiğinde  şebekeden destekli YES’te ise, şebekeden alacağınız elektrik miktarı azalacağı için,  altyapıya yol açtığınız  yük bir nebze azalıyor

Bu model size yapacağınız yatırımın/kuracağınız sistemin gücü yahut kaç para harcayacağınız  konusunda büyük bir özgürlük, büyük bir hareket serbestisi sağlıyor. Yani insanlara panel kurulabilecek yeriniz ve paranız ne kadar ise o kadar kurulu gücü olan YES kurun diyebiliyoruz.  (%100 bağımsız olan GES ler ise ancak şebeke bağlantısı olmayan yerlerde gerekli.)

Güneşten elektrik üretmek politik bir eylemdir diye düşünüyorum. Bu bir yandan tercih imkanı veriyor, kömürden  elektrik istemiyorum deyip hayata geçiriyorsunuz! Büyük değişiklikler olmuyor hemen,  görece küçük adımlar ama aslında büyük bir değişim potansiyeli taşıyor. Her başlangıç iyidir. Ortalama kurulu gücü 1000 W=1KW olan 1 milyon yurttaş (YES) toplamda 1000 MW =1 GW güce sahip olur. Watt olarak düşünürsek çok değil ama enerjik yurttaş  (enerji politikalarında katılımcı demokrasiyi hayata geçiren yurttaş)  olarak bu sayı büyük bir kamuoyu gücüne tekabül eder

Görüldüğü gibi yurttaşların enerji santrali kurması yolunda -mahsubi sayaca dayanan lisanssız üretici olma  modeli dışında- modeller ararken özetle  insan faktörüne ağırlık veriyorum, yenilenebilir enerjilerin ülkemizde yaygınlaşması  çabalarına katılan insan sayısının artmasını  ana kriter olarak alıyorum . Bunun için mütevazı modeller ve mütevazı fiyatlar gerekiyor.

Yenilenebilir enerjiler üretip sisteme vererek  genel enerji üretimine katkı yapmak ne kadar doğru ise, fosil yakıtlara dayanan  merkezi sisteme olan talebi azaltmak da o kadar doğru bir yol. Enerji dönüşümünün bir ayağı da -halen  futurist   bir yaklaşım olarak görülse de-  enerji otonomisine  geçmek olarak tarif ediliyor ve bunun için ilk adımı atmak  bence yalnızca aydınlatmaya yönelik yapılacak 2000 – 3000 YTL civarında bir harcama ile dahi mümkün. Bunları yazarken enerji verimliliği, enerjinin etkin kullanımı için yapılabilecek her şeyi yapmak gerektiğini de vurgulamak  istiyorum. Kısmen de olsa elektrik pazarından  çıkmış bir insanın bu konuda farklı bir bilinç geliştirebileceğini düşünüyorum.

Güneş Gönüllülerine  düşen, insanlara  enerjik yurttaş, enerji üreten yurttaş olmalarını  önerirken onların ödeyebilecekleri  modelleri geliştirmek için de katkı yapmak. Teknisyenler, mühendisler,  firmalar ve mucitler bir araya gelsek…Bu alanda öncü olan Güneş Gönüllüsü bir arkadaşın dediği gibi   “aslında insanların tek istediği kazıklanmadan ve doğru bir sistem kurmak”.

Toplumsal duyarlılık projeleri ile güneşten  elektrik üretmenin “zenginlere has hobi”  olmadığını göstersek, örneğin başarılı yoksul öğrencilere güneş enerjisi ile aydınlatma ödülü versek…

Kentin insanlarının ve kaynaklarının azami derecede seferber edilmesi amacıyla belediye halk işbirliği için adımlar atsak. Güzelbahçe ve Bornova belediye meclisleri gibi teşvik kararı almaktan  tutun,  yenilenebilir enerjiler için belediye başkanının tüm aktörleri bir yuvarlak masaya çağırmasına dek. Kooperatif kurmaktan kamu binaları çatılarına Y.E.S kurmaya dek. Belediye -halk işbirliğinden, yenilenebilir enerji kooperatifleri kurulmasından başlayıp  temiz enerji tedarikçiliğine ulaşabilecek yolları bugün hayal etmek.

Unutulmaması gereken bir nokta: Güneş enerjisinden yararlanmayı savunurken  yalnızca temiz  cereyan  değil enerji tüketiminin her alanında günes enerjisini   önermeliyiz; ev, işyeri, sokak ve sair alanlar  için elektrik (aydınlanma, her çeşit motorlu cihazlar, mobilite/ulaşım) ısınma ve sıcak su (Solartermi, günısı ve solarhava) ve diğer…

SON SÖZ DEĞİL

Mühendis ve Makina dergisinden bir alıntı: “Mevcut güneş enerjili sıcak su üretme sistemleri, bugünkü petrol fiyatlarıyla Türkiye ekonomisine yılda 1 milyar USA doları civarında katkıda bulunmaktadır. Türkiye’de, konutların % 18–20’sinde yani 3,5 – 4 milyonunda güneşli su ısıtma sistemi bulunmaktadır. (Altuntop, N., Erdemir, D. 2013. “Dünyada ve Türkiye’de Güneş Enerjisi ile İlgili Gelişmeler,” Mühendis ve Makina, cilt 54, sayı 639, s. 69-77.)

Buna göre  nüfusumuzun %20’si güneş enerjisinden yararlanıyor diyebiliriz. Yani ülkemizde 15  milyon Solarbürger var. Bu çok büyük bir başarı sayılıyor ve başarının nedeni  bu konuda yasal bir düzenleme, yönetmelik  olmaması deniliyor. Enerjik Yurttaş’ın önü açıkmış,  işi hızla başarıya  götürmüş. Çatılarda elektrik üretimi için yeni arayışlara girişelim önerim  son dönemde umut veren bir yönetmelik değişikliğine de dayanıyor.  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 1 Ekim 2017 tarihinden itibaren geçerli olacak Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’ne  göre;  “…binanın kendi ihtiyacı için yapılacak güneş kaynaklı yenilenebilir enerji sistemleri ruhsata tabi değil…”.

……………………………………………………….

Kısmi  öztüketim  için uygun fiyatlı Y.E.S.

1,2 kW, akülü akıllı invertörlü şebeke bağlantılı konut tipi  9999,00 YTL

Bu bir reklam değildir!

Alper Öktem – Güneş Gönüllüsü

Mevcut rejim, iktidar veya devlet faşist midir?- Ahmet İnsel

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

Nicos Poulantzas, 1970’de yayımlanan Faşizm ve Diktatörlük’ün sonunda, olağanüstü hal devleti ve faşizm üzerine yaptığı çalışmaya faşizmin güncelliği nedeniyle giriştiğini belirtir. Her zaman yeniden doğması mümkün olan faşizmin ve onu ortaya çıkaran faşistleşme sürecinin, muhakkak geçmişteki biçimler içinde var olmasını beklememek gerektiğini ilave eder. Tarihin hiçbir zaman aynı şekilde tekerrür etmediğini hatırlatıp, aynı istisnai rejim biçimi ve benzer siyasal krizlerin, içinden çıktıkları tarihsel dönemlerin özelliklerine göre farklılıklar göstereceğinin altını çizer. Buna, yalnız tarihsel dönemin özelliklerinin değil, faşist hareketlerin içinden çıktıkları toplumsal formasyonun da tarihsel-toplumsal özelliklerinin damgasını vurması kaçınılmazdır.

Poulantzas’ın dikkatimizi bundan neredeyse yarım yüzyıl önce çektiği bu olguyu, Umberto Eco’nun hangi eserinde okuduğumu veya hangi konuşmasında dinlediğimi hatırlamadığım şu cümlesi destekliyor: “Yirmi birinci yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.”

Evet, otoriter, otokratik, popülist, radikal milliyetçi, aşırı derecede baskıcı, şiddet kullanmaya eğilimli siyasal güçlerin, giderek daha fazla ülkede iktidara geldiği, iktidarda kaldığı günümüz dünyasında, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, faşizmi Nazi üniforması, Kara Gömlekliler veya Falanjist milisler suretinde aramak, bu simgeler ve ona tekabül eden söylem ve eylemlerin aynısı karşımızda olmadıkça, faşizm nitelemesini zinhar kullanmamak, kavramsal püritenlik olarak değerlendirilebilir.

Ne var ki bunun tam tersi tavır da sorunludur. Faşisti, kavramın içini boşaltarak, bir karşı tezahürat nesnesine, toplu küfür etmeye yarayan bir genelgeçer sıfata dönüştürmek de mümkündür. Bunun en canlı örneği, Tayyip Erdoğan’ın, Almanya ve Hollanda hükümetleriyle giriştiği ağız dalaşında, en sonunda, “Siz ‘Tayyip Erdoğan diktatör’ dediğiniz sürece, Tayyip Erdoğan sizlere ‘faşist’ de diyecek, ‘Nazi’ de diyecek”, diye bağırmasıdır (24.3.2017). Günümüzde faşizm kavramının demeyeceğim, kelimesinin “mutlak kötü”yü ifade eder biçimde kullanılması, öfkeyi haykırma aracına dönüşmesi, bu kavrama dayanarak somut durumun somut siyasal analizini yapma kapasitesini büyük ölçüde zayıflatıyor.

Türkiye’de bugün yürürlükte olan rejim, bazılarının konuşma ve yazılarında işaret ettiği gibi, faşizm midir? Ya da rejim tam faşizm olmasa da, bir faşistleşme süreci mi devam etmektedir? Bunların yanıtları etraflı çözümlemeler gerektiriyor. Birikim’in Ekim 2016’da yayımlanan 330. sayısında, Hamit Bozarslan’la yapılan söyleşide, bugün Türkiye’de yürürlükte olan rejim ve benzerlerinin faşizm olarak nitelenip nitelenemeyeceği konusu etraflı biçimde ele alınmıştı (link).

Bu sorulara kesin biçimde hayır yanıtı vermek elbette mümkün değil. Buna karşılık, gözü kapalı evet faşizmdir demek de, Türkiye toplumunun haldeki durumunu, siyasal güç dengelerini, toplumsal sınıf yapılarını, toplumsal tahayyülü bulanıklaştıran büyük çalkantıları dikkate almamak, bütün bunları bir stadyum sloganı kıvamında düzleştirip, anlamsızlaştırmaktan pek öteye gitmiyor. Belki içimizi boşaltıp, rahatlama hissi elde ediyoruz ama aynı zamanda bu bir siyasetsizleşme aracı haline de gelebiliyor.

Daha önemlisi, eğer bugün rejim, iktidar, devlet faşistse, bu rejime, iktidara veya devlete karşı nasıl mücadele edilebilir, bu mücadelenin araçları nelerdir sorusunu da yanıtsız bırakıyor. Dolayısıyla faşizm kavramını ve faşist nitelemesinin ne anlama geldiğini ince eleyip, sık dokuyarak tespit etmeye çalışmak, malumatfuruşluk ya da akademik ukalalık değil, özgürlükçü ve barışçı ilkeleri terk etmeden, “ne yapmalı ve ne yapabiliriz?” sorularına somut siyasal yanıtlar verme çabasının bir ön adamı olarak değerlendirilmelidir.

***

Adlandırma, anlamsız bir eylem değildir. Adlandırma anlamanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yirminci yüzyılda faşist rejimler kendilerini özgüllükleri içinde adlandırmaya genellikle özen gösterdiler. Faşizm, bunun en anlamlı örneğidir. Antik Roma’da otorite simgesi olan demet, silah çatısı gibi anlamları olan fascio simgesini benimseyen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’nın hak ettiği payı almadığı inancıyla hareket eden bir eski asker grubunun adıdır. Sonra Mussolini’nin 1919’da kurduğu hareketin adı (Fasci Italiani di combattimento) ve simgesi oldu. Nazi veya Natzi, nasyonal-sosyalist parti üyeliğini (Nationalsozialist) belirten bir kısaltmadır. Daha sonra bu partinin siyasal faaliyetlerini tanımlayan bir sıfat oldu. İtalya ve Almanya gibi faşizmin prototipi konumunda olmayan Franco rejimi de, kendisine özgü bir adlandırmaya sahiptir. Falanjist, 1922-1930 arasında iktidarda olan diktatör Miguel Prima de Rivera’nın oğlunun 1933’de kurduğu Falange Espanola adlı milliyetçi örgütün üyelerinin sıfatıdır. Falanx, antik Yunan’da bir savaş düzenidir.

İtalyan faşizminin ideologu Giovanni Gentile, 1932’de faşizmi şöyle tanımlıyordu: “Faşist için her şey Devlet’tedir. Devlet olmadan, insani veya manevi hiçbir şey var olamaz, ne de bunların bir değeri olur. Bu anlamda faşizm totaliterdir.” Gentile, totaliter kavramını ilk kullananlardan biridir. Faşizm totaliterdir çünkü toplumu mutlak ve eksiksiz, total bir denetim altına almayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, yirminci yüzyıl faşizmleri devrimci projelerden yakından esinlenmiştir. Bu faşizmlerin en önemli ortak yönleri, bireyci ve eşitlikçi niteliklerini eleştirdikleri liberal demokrasiye karşı ve aynı zamanda komünist/bolşevik devrim tehdidine karşı, reaksiyoner bir damardan beslenmeleridir.

Seçimleri, eğer seçimle iktidara gelirlerse ki bu genellikle istisnadır, sadece iktidara gelmeye yarayan bir araç olarak görürler ve bunu açıkça savunurlar. Diğer yandan faşist hareketler önce paramiliter örgütlere, milislere dayanarak iktidara gelir. İktidara gelmeden önce, bu paramiliter güçler aracılığıyla büyük bir bastırma, sindirme, yıldırma politikası güder ve iktidara gelince hemen bir iç savaş sistemi içinde örgütlenir. Toplumdan sadece itaat değil, iktidarın desteklenmesi konusunda kitlesel bir mobilizasyon, total devlete aktif bir katılım talep ederler (bu konuda bkz. Bozarslan’la söyleşi).

Poulantzas, faşizmi, kapitalist toplumda, sınıf savaşı içinde toplumsal ilişkilerin gelişmesinin ortaya çıkardığı özgül bir siyasal krizden kaynaklanan istisnai hal olarak tanımlıyordu. Faşist devlet, istisnai hal veya olağanüstü hal devletinin özel bir biçimidir. Bu biçim, özel nitelikte bir kitle partisinin devlet kurumları içinde hâkim olması demektir. Bu kitle partisi, başlangıçta devletdışı bir partidir. İktidara gelince devlet-parti bütünleşmesi az veya çok gerçekleşir. Ama devlet yapısı içinde esas hâkim güç, siyasal polis teşkilatıdır. Devlet içi hiyerarşi, siyasal polis en yukarıda olmak üzere, onun altında faşistleşmiş sivil kamu kurumları ve üçüncü seviyede ordudan oluşur. Faşist devlet bu anlamda, bütün devlet yapılanmasını değiştirir.

Poulantzas’ın faşizm tanımı ve analizi, dönemin yapısalcılığının izini güçlü biçimde taşısa ve faşizmlere içkin olan ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, antisemitizmi pek dikkate almasa da, Üçüncü Enternasyonal’den miras kalan faşizm tanımından çok daha fazla somut tarihsel süreçleri dikkate almaya çalışır. Dimitrov’a atfedilen Üçüncü Enternasyonal’in faşizm tanımı, “finans kapitalin en emperyalist, en şoven, en reaksiyoner unsurlarının terörist açık diktatörlüğü” idi. Bu çerçevede faşizm, nihai iktisadi kriz beklentisi içinde, çökmekte olan kapitalizmin son çırpınışı olarak ele alınıyordu.

Marx’ın bonapartizm ve Gramsci’nin sezarizm çözümlemelerini birleştiren ve geliştiren Poulantzas, faşizmin bonapartizme veya iki dünya savaşı arasında bol rastlanan askeri ya da sivil diktatörlüklere indirgenmesine karşı çıkıyordu. Faşizmin ayırıcı niteliklerinden biri, tek parti rejimi olması ve bu tek partinin sürekli kıldığı bir kitle mobilizasyonuna dayanması, ondan güç almasıdır. Diğer taraftan, faşist liderlerde ortak özellikler bulmak da mümkündür. Örneğin kendini fikir insanı değil, eylem insanı olarak tanımlamak; erkek egemen temaları aşırı biçimde kullanmak; her türlü eleştiriye karşı aşırı tahammülsüz olmak; şoven ve yabancı düşmanı temaları sürekli işlemek; kendini dünyayı ele geçirmiş büyük ve gizemli güçlere karşı “temiz ve korunaksız halkın”, “mazlum milletin” savunucusu olarak sunmak vb… Elbette Mussolini ile Hitler arasında, faşist lider profili olarak önemli farklar vardır ve zaten faşizm, bir siyasal liderin psikolojik özelliklerine, karakter yapısına indirgenemez. Ama faşizmde liderin kitleyi etkileme kapasitesi son derece önemli olduğu için, liderin karakter yapısı, psişik özellikleri faşizmin yerel renklerini belirler.

Bu kesintisiz olağanüstü hal devletlerini faşizm kavramı içinde birlikte ele almayı mümkün kılan esas etmen nedir? Totalitarizm kavramına başvurmadan, sağcı, reaksiyoner, aşırı muhafazakâr rejimler, partiler, hareketlerle faşizmleri ayırt edemeyiz. Poulantzas’ın faşizm analizinde de bu eksiklik kendini hissettirir. Sovyetler Birliği’ni de totalitarizm çerçevesinde ele almak ve Stalinizmi tanımlamak zorunda kalmaktan kaçınmak için, Poulantzas totalitarizm kavramına başvurmaz. Hâlbuki totalitarizm faşizmi anlamak için anahtar kavramdır. Mussolini sadece otoriter bir devlet kurmak, diktatör olmak arzusuyla yola çıkmamıştır. Zihinleri faşistleştirmek, yeni bir insan yaratmak, bu insanı varoluşla ilgili total ve nevzuhur bir kavrayışla donatmak arzusuyla harekete geçmiştir. Farklı biçimler altında Hitler’in mutlak egemenlik tahayyülünü besleyen ana dürtülerden biri, belki en önde geleni budur. Bu, Sovyetler Birliği’nde komünist parti diktatörlüğünün de az veya çok paylaştığı bir ülküdür. Bu açıdan Franco rejiminde totaliter nitelik ön planda değildir. Daha çok reaksiyoner muhafazakârlık öne çıkar.

***

Bugün faşist hareket kavramını Macaristan’da JOBBICK, Yunanistan’da Altın Şafak, Bulgaristan’da ATAKA için kullanmak bir şeydir, Victor Orban’ın “illiberal demokrasi” olarak tanımladığı rejimini, Putinizmi veya Erdoğanizmi faşist olarak nitelemek başka bir şeydir. Putinizm faşizm değildir. Faşist tınılar gösterir, faşist eğilimler içerir ama bunlar ne rejimin ne de iktidarın merkezî ve baskın nitelikleri değildir. Aynı şey Türkiye için geçerlidir. AKP faşist bir parti midir? Rant dağıtıcı, milliyetçi ve içindeki İslâmcı nüve giderek ağır basan bir kitle partisini tanımlayabilecek yegâne kavram, faşist parti midir? Reaksiyoner sağ partilerin hepsi faşist midirler? AKP’den çok, bir kişinin etrafında kümelenmiş bir güç yoğunlaşması durumunu yansıtan bugünkü devlet yapılanmasını niteleyecek başat kavram, faşist midir? “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” gibi bir ucube tanım getirmek zorunda kalan Erdoğanizm, “total devlet” savunucusu mudur yoksa esas derdi iktidarda kalabilmek için total denetim midir? Güçler ayrılığının yürürlükten kalkması, polis devleti olma niteliğinin ağır basması, yüzyıldır devam eden kültür savaşında reaksiyoner karşı atağı yöneten bir iktidar gücünün hâkim olması, rejimi faşist olarak nitelemeye ne kadar izin verir?

Türkiye’de AKP iktidarının devraldığı, Tayyip Erdoğan’ın iktidarda dönüştürüp güçlendirdiği otoriter yönetim geleneği ve otoriter devlet yapısı, iniş çıkışlar içinde bütün Cumhuriyet tarihi boyunca süreklilik gösterir. Buna, derin ve sürekli gizli devlet oluşumu ilave olur. Bu oluşumda da faşizan nitelikler vardır ve bunu topluma salgılar. Örneğin Kürt sorununu devletin bir varlık yokluk sorunu olarak telakki eden zihniyet, ne çıkışı itibarıyla AKP kaynaklıdır ne de AKP iktidarına özgüdür. Bu varlık-yokluk sorunsalı içinde Kürt meselesini telakki etmek bugün giderek hızlanan ve yoğunlaşan otoriterleşmenin güçlü taşıyıcılarından biridir.

Bir de süreç sorunu var. AKP on beş yıldır iktidarda. Bu süre zarfında yerel ve genel birçok seçim yapıldı ve en azından 2015 Haziran’ına kadar bu seçimlerin iktidara sağladığı asgari demokratik meşruiyeti inkâr etmek mümkün değil. Dolayısıyla faşist nitelemesini benimseyince, on beş yıldır iktidarda olup, hâlâ toplumun takriben yarısının açıkça karşı çıktığı, oy oranı yüzde elliyi geçmeyen bir “faşist iktidar”la, tek parti diktatörlüğünün ve totaliter bir ideolojinin hüküm sürdüğü rejimleri nasıl ayırt edeceğiz?

Bir rejim çok baskıcı, çok kanlı olabilir. Hapishaneleri dolup taşabilir. Gazeteciler, siyasetçiler siyasal nedenlerle tutuklanıyor olabilirler. Bütün güç ve yetki bir kişinin elinde toplanmış olabilir. Bütün bunlar yürürlükte olanın faşizm olduğu anlamına gelmez. Eğer ifade edilmek istenen rejimin aşırı baskıcı olması, tek adamlığı, bütün kaynakların tek elde toplanması, güçler ayrılığının olmaması ve bir dinî değer ve pratikleri topluma dayatma projesinin hayata geçirilmeye çalışılması ise, sivil diktatörlük, seçimli otokrasi, reaksiyoner otoriter tahakküm, milliyetçi radikal popülizm kavramları faşizmden çok daha anlamlı ve operasyonel kapasiteleri daha geniştir.

Buna karşılık, 2010’larda şekillenmeye başlayan Erdoğanizm’in, 2015 Haziran seçimleri sonrasında, demokratik seçim meşruiyetinin açık biçimde zayıfladığını da dikkate almak gerekiyor. Uzun süren ve giderek şahsileşen bir iktidar döneminin, lider ve etrafında kenetlenen zümre açısından iktidarda kalmayı olmazsa olmaz bir şart haline getirmesinin dünyada birçok örneği var. Ama iktidardaki güç için iktidarda kalmanın varlık yokluk meselesi haline gelmesi, faşizmin ayırt edici bir niteliği değildir. Günümüz dünyası, on yıllar süren bu tür diktatörlük örnekleriyle doludur. Bazı açılardan faşistleşme sürecine benzeyen bir politikayı iktidarın yürütmeye çalışması, rejimi ve devleti faşist olarak nitelemek için yeterli değildir.

Tarihsel karşılaştırmalar benzeşmeleri göstermek açısından anlamlıdır ama bu türdeşlik yaratma çabasına dönüşünce analitik niteliklerini yitirmeye başlar. Sorunu daha kestirme biçimde şöyle de ifade edebiliriz: Bugün Türkiye’de faşist bir rejim vardır demenin son derece önemli siyasal sonuçları vardır. Çünkü faşist rejimlere, faşist iktidara veya devlete karşı, ancak ona uygun yöntem ve araçlarla mücadele edilebilir. Liderin vefat etmesi veya ülkenin kendisinin başlattığı savaşta büyük bir yenilgi alması dışında, yirminci yüzyıl faşist rejimlerinden çıkış yolu bulunamadı. Seçim yoluyla iktidarı kaybetmiş bir faşist rejim örneği yok. O zaman seçimli faşizm gibi, kendi içinde çelişkili bir kavram kullanmamız mı gerekecek?

Seçimlerin iktidarı değiştirmek için artık anlamsız bir işlem olduğunu iddia etmek, buna inanmak, ya rejime teslimiyete yol açar ya da demokratik ilke ve yöntemleri terk eden örgütlenmelere başvurmayı kışkırtır. İç savaşa dönüşmesi büyük bir olasılık olan böyle bir gelişme, Türkiye’de gerçek faşizmi o zaman getirebilir.

İktidarın niteliğini tanımlamak, onunla mücadelenin araç ve yöntemlerini de belirleyeceği için, iktidara karşı duyulan tepki ve öfkeyi en radikal biçimde ifade etme işleviyle sınırlı kalarak kullanılması sakıncalıdır.

Ahmet İnsel – birikimdergisi.com

Teksas’ın Harvey ile imtihanından yeni bir Fukuşima çıkabilirdi!

İklim değişikliğine bağlı olarak meydana gelen hava olaylarındaki aşırılıklara en son 26 Ağustos günü başlayarak saatte 210 kilometre  hıza ulaşan  Harvey Kasırgası eklendi.  Bölgeye düşen yağmurun 127 santimetreye ulaşatığını açıklayan Ulusal Kasırga Merkezi bu miktarın değil Teksas, ABD tarihinde bile rekor seviye anlamına geldiğini  duyurdu. Yeşil Gazete’de günbegün haberlerini  takip edebildiğiniz kasırga, kategorik olarak “yüksek”tehlike derecesi tayin edilen 4.seviyeye kadar çıkarken beş kişinin  hayatını kaybetmesine ve büyük tahribata neden oldu.

Olağanüstü şartların  altüst ettiği  yaşam alanları ve endüstriyel  tesisler için tehlike çanları çaldı. Nitekim Teksas Eyaletine bağlı La Porte ve Shoreacres bölgelerindeki bir tesisten kimyasal  sızıntı olduğuna dair haberimizle paylaştığımız gibi duyurular ve akabinde kapalı yerlerde kalınmaması  ve klimaların kapatılması konusunda  uyarılar yapıldı.

Tüm bunlar olup biterken, bir eyaleti alarma durumuna geçiren kasırganın  felaket bölgesi içindeki Güney Teksas Nükleer Santrali’nde  güç kesintisi yapılmadan  tam kapasite ile üretime devam edildi. Oysa deniz seviyesinden 9,7 Metre yüksekteki Güney Teksas Nükleer Santrali’nin 3 ve 4 no’lu reaktörleri açısından Meksika Körfezi’nden  16 Kilometre içerde ,  soğutma suyu barajını besleyen Colorado Nehri’nin de 23 Kilometre batısında yer alan nükleer santral sahasında su taşkınının yaşanması  halinde bir nükleer felaketin meydana gelmesi olasılık dahilindeydi.

Nitekim  11 Mart 2011 yılında meydana gelen ve 6 yıldır  ürkütücü sonuçları izlenen Fukuşima Nükleer Felaketi’nin başlama sebebi de depremin ardından meydana gelen tsunamiye bağlı olarak yaşanan elektrik kesintisi ve  soğutma sisteminin arızalanması değil miydi?  Fukuşima ile öğrenilmişti ki  tsunami olmasa da meydana gelebilecek sel felaketi, su taşkınları benzer şekilde dünyanın herhangi bir yerindeki nükleer   santralde bir Fukuşima’nın yaşanmasına sebep olabilirdi. Nitekim önceki bir yazımızda ele aldığımız gibi iklim değişikliğinin yol açabileceği olağanüstü şartlar artık nükleer santralleri çok daha fazla riskli konuma getirmiş bulunuyor.

Benzer şekilde Fukuşima’dan alınan derslerin ışığında,  Harvey Kasırgası’nın yıkıcılığını Fukuşima’daki gibi bir felakete yol açabileceği endişesiyle değerlendiren Sürdürülebilir Enerji Ekonomik Gelişme Koalisyonu(SEED), Beyond Nuclear ve Güney Teksas Sorumlu Enerji Derneği’nden temsilciler de ,  29 Ağustos günü politikacılardan ve santral işletmecisinden Teksas‘ı sular altında bırakan eyalet genelinde acil durum ilan edilmesine neden olan Harvey süresince reaktörlerin devreden çıkarılmasını talep etti.

2 reaktörlü Güney Teksas Nükleer Santrali

Nükleer santral yetkilileri tarafından web sitesinden yapılan açıklama ise  reaktörlerin kapatılmasını gerektirecek şartların bulunmadığını, rüzgarın saatte 40-50 Mil hızda estiğini, rüzgarın 70-73 Mil seviyesini aşması halinde  reaktörlerin devreden çıkarılacağını, tesisin  kategori 5 seviyesindeki kasırgaya hazırlıklı olduğunu bu nedenle kategori 4 seviyesindeki kasırganın sorun yaratmadığını bildikleri yönünde oldu. Bununla beraber şirketten, sivil toplumun ısrarına rağmen nükleer santralin içinde biriken su seviyesine dair bir açıklama yapılmadı ve web istesinde herşeyin “iyi ve  kontrol altında” olduğu yazıldı.

Konuyla ilgili olarak, Nükleer santral yetkililerine uyarı yapmış olan sivil toplum örgütleri  Enenews’e değerlendirmelerde bulundu. SEED’den Karen Hadden, Nükleer santral yetkililerinin   “Sel sularının nükleer reaktörlere erişerek  operasyonu çok tehlikeli bir hale getirebileceğini, canlı yaşamını düşünmeyen endüstrinin en azından milyarlarca dolar borç batağına düşeceğini” öngörmesi gerektiğini  ifade ederken elektrik üretiminin fırtına da bile devam ettirilmesini gerektirecek bir ihtiyacı bulunmadığının da altını çizdi. Hadden’ın verdiği bilgiye göre: Güney Teksas Nükleer  Santrali’nin yetkilileri 40 yaşını doldurmuş ve izleyen 20 yıl için operasyona devam etme izni koparmaya çalıştığı reaktörlerin kasırgadan sağlam çıkarak yola devam edebileceğini ispatlamaya çalışıyor bile olabilir.

Beyond Nuclear’den Paul Gunter ise  kasırga gibi olağan dışı sert hava koşulları ile  karşılaşıldığında önlem amacıyla nükleer reaktörlerin manuel olarak kapatılması gerektiğine dikkat çekerek“soğutma suyu sisteminin su taşkınına maruz kalması halinde çalışmayabileceğini, reaktörlerin devreden çıkarılmasının reaktörde meydana gelebilecek tam erime riskini azaltacağını” vurguluyor.

Sorumlu Enerji Derneği adına konuşan Susan Dancer ise nükleer santralden 3 Kilometre  mesafedeki alanlarda  Colorado Nehri üzerinde  taşkınların yaşandığını söyleyerek  aşırı yağış miktarının birikmesi ve nehir taşkının birlikte kümülatif etkisi düşünülürse nükleer santralde de beklenmedik sonuçların oluşabileceği yönünde uyarıda bulunuyor.

Eyalet genelinde alarm durumuna geçilmiş, Harvey karşısında ölüm kalım mücadelesi verilirken, Güney Teksas Nükleer Santrali’nin güç kesintisi yapmadan operasyona devam etmesi, üstelik bunu sivil toplumdan gelen uyarılara  ve isteklere rağmen sürdürmesi  Fukuşima felaketiyle belirginleşen nükleer santrallerin risklerini yok saymaya dönük bir pozisyon almaya çalışmış olduğunun göstergesidir. Lakin, adeta nükleer santrallerin namını temizlemeyi amaçlayan bu eylemle, Güney Teksas Nükleer Santrali yetkililerinin  bir Fukuşima’nın daha yaşanmasına yol açmalarının an meselesi olduğu çok nettir. Esasen, hayatı askıya alan bir felaket karşısında en dirayetli ve sorumlu duruş, olası bir tehlikeye karşı  zararı minimum seviyeye indirmek için aksiyon almak olacakken Nükleer endüstri umursamazlığını fütursuzca sergileyerek toplum nezdinde  bir kez daha sınıfta  kalmıştır.

Pınar Demircan 

(NIRS, Enenews, Yeşil Gazete)

Avrupa Birliğinden GDO’lu mısıra izin yok

Avrupa’da genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) üç çeşit mısırın ekim izni konusunda AB içinde görüş birliği sağlanamadı.

Deutsche Welle’nin haberine göre Avrupa Birliği’ne (AB) üye devletlerin temsilcilerinin Cuma günü Brüksel’de yaptığı toplantıda GDO’lu olarak bilinen genetiği değiştirilmiş (transgenik) üç mısır çeşidinin ekimine izin verilmesi konusunda gereken çoğunluk sağlanamadı, ancak bu ürünlerin ekiminin yasaklanması için gereken nitelikli çoğunluğa da ulaşılamadı.

AB Komisyonu’nun önümüzdeki toplantılarda GDO’lu mısırların ekimine izin verilmesi için gereken çoğunluğun sağlanması yönünde çaba göstereceği, aksi takdirde gereken kararı AB Komisyonu’nun alabileceği belirtildi.

Monsanto tarafından üretilen GDO’lu mısırın ekimine 2007 yılında izin verilmişti. Ancak iznin yenilenmesi gerekiyordu. İsviçre merkezli Syngenta’nın ve ABD’li Dupont tarafından üretilen transgenik mısırların ekimi için ise ilk kez izin alınması öngörülmüştü.

Zararlı böceklere karşı dirençli olan GDO’lu Monsanto mısırı İspanya ve Portekiz başta olmak üzere Romanya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da üretiliyor.

Almanya, Fransa, İtalya, Macaristan, Polonya ve Avusturya’da ise genetiği değiştirilmiş mısırların ekimine izin verilmiyor.

Ülkeler AB’den bağımsız onay verebiliyor

Geçen yıldan beri geçerli olan yönetmelikler uyarınca, genetiği değiştirilmiş ürünlere AB düzeyinde onay çıksa bile ülkelerin kendi topraklarında ekime izin vermeme hakkı bulunuyor. Buna göre, aralarında Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, Polonya, Danimarka ve Lüksemburg’un bulunduğu 17 ülke GDO’lu ürünlere izin vermeyeceğini duyurdu. Belçika’nın Valon Bölgesi ile Birleşik Krallık’ın İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda bölgelerinde de transgenik ürünlerin ekimi yasak. Almanya sadece bilimsel araştırmalarda GDO’lu ürünlerin yetiştirilmesine izin veriyor.

( DW, Yeşil Gazete)

İklimin küresel barışa ve güvenliğe etkisi – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

İklim değişikliği, artık tartışmasız şekilde yaşadığımız yüzyılda barışa ve güvenliğe nüfuz eden en yaygın tehditlerin başında geliyor. Ancak, bunu uluslararası ilişkiler ve ulusal refah açısından kaç kişi önemli bir faktör olarak görüyor? Şüphesiz çok az…

Günümüzde iklim değişikliği gerçek anlamda, güvenlik, barışın inşası ve kalkınma alanlarına temas eden yegane olgulardan biri. Diğer yandan, iklim değişikliğinin etkileri hali hazırda savunmasız ve kırılgan toplulukları olumsuz şekilde etkiliyor, toplumların ve hükümetlerin kapasitelerini de zorluyor.

Elbette dünyanın pek çok yerinden onlarca örnek verilebilir ancak yaşadığımız son günlere bakalım. Türkiye, arka arkaya aşırı yağışlarda kötü sınav verirken, bugünlerde dünyanın en gelişmiş ülkelerinden Amerika Harvey kasırgası ile mücadele ediyor. Güney Asya’da geniş bir coğrafyayı etkileyen muson yağmurları, arkasında korkunç bir tablo bıraktı. 24 milyon kişinin etkilendiği Hindistan, Nepal ve Bangladeş’teki aşırı yağış ve sellerde binden fazla insan hayatını kaybetti. Oysa gezegendeki her bir bireyin adil, eşit, sağlıklı ve temiz bir dünyada yaşamak hakkı…

İklim değişikliği bugün en iyi “tehdit çarpanı” olarak tanımlanıyor ki, aslında bu tanımlama hiç de yanlış değil. Toplumsal çatışma, ekonomik eşitsizlik, büyük ölçekli göç ya da doğal kaynaklara dayalı rekabet gibi mevcut baskılara müdahale eden bir unsur olarak iklim değişikliği, bu bahsedilen durumları ya daha da karmaşık hale getiriyor ya da istikrarsızlık veya çatışma olasılığını yükseltiyor.

Geçenlerde tam da bu konuda okuduğum bir makale, SIPRI 2016 (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) yıllığındaki bazı unsurları ve analizleri kullanarak iklim değişikliğinin etkileyebileceği en önemli yedi faktörü incelemiş.

1– Yerel kaynaklar rekabeti

İklim değişikliğinin yarattığı etkiler, doğal kaynaklara, özellikle suya, tarıma elverişli arazilere, ormanlara ve yeraltı kaynaklarına erişimi de doğrudan etkiliyor. Yeterli yönetim vasıflarına sahip kurumların ve mevcut uyuşmazlıklara yönelik çözüm mekanizmalarının olmadığı yerlerde, arzın talebi karşılayamadığı durumlarda artan rekabet, istikrarsızlığa ve hatta şiddet içeren çatışmalara yol açabilir. Daha kötü senaryoda ise, zaten doğal kaynaklardan kaynaklı rekabetin yaşandığı yerlerde, bölgesel istikrarsızlıklar ve iç çatışmalar artış gösterir. Örneğin, 1990 ile 2009 yılları arasında Afrika’da meydana gelen 30 çatışmanın 27’sinde arazi paylaşımları önemli rol oynamış.

2- Geçim güvensizliği ve göç

İklim değişikliği, geçimi doğal kaynaklara dayalı insanları doğrudan ve fazlasıyla etkiliyor. İnsanların yaşadıkları yerlerde geçimin tehlikeye düşmesindeki artış, insanları alternatif, yasadışı gelir elde etmeye yönlendirebiliyor ve bu da doğal olarak yeni çatışma alanları meydana getiriyor. Doğal kaynaklar kıt hale gelmeye başlayınca, ilk gelenlerle sonra gelenler arasında rekabet kızışıyor. Örneğin, sığırlara çobanlık yapan Kenyalı göçebeler kuraklık nedeniyle Turkana Gölü’nde balık avlamaya başladı. Bu durum, Kenya’daki diğer kabileler ve gölün diğer tarafındaki Etiyopyalı balıkçılar arasında ölümcül çatışmalara neden oldu.

3- Aşırı hava olayları ve felaketler

Hükümetlerin aşırı hava olayları kaynaklı olarak yaşanacak felaketlere nasıl hazırlandığı ya da nasıl tepki gösterdiği temel olarak çatışma riskini artıran ya da hafifleten belirleyici unsur olarak gösteriliyor. En kötü senaryoda, iklim bağlantılı bir felaket sonrasında hükümetin ortaya koyacağı eylemler, mağduriyetler yaratarak, çatışma riskini artırabilir. İyi senaryoda ise, hükümet bu durumu barışı inşa etmek için bir fırsat olarak görebilir. Bu tür felaketlerin zaten zayıf olan hükümet sistemlerine ek yükler bindiriyor, ekonomik aktivitelerin işleyişini bozuyor, büyük sayılardaki toplulukların yerinden olmasına neden oluyor. Zayıf devletler, daha büyük ölçekli insani tepkilerle karşılaşıyor.

4- Dalgalı gıda fiyatları ve tedarik

İklim değişikliği, nüfus artışı, yükselen enerji fiyatları ve biyoyakıt üretiminin tarımsal üretimden hızla ilerlemesi gibi faktörlerle birlikte, dünya genelindeki gıda kaynaklarının ve gıda fiyatlarının oynaklığını artırıyor. Yüksek gıda fiyatları her zaman şiddetli çatışmalara yol açmıyor belki ancak, ani gıda fiyatlarındaki artışlar sivil kargaşa ve protestolarda önemli bir itici güç. Aynı zamanda siyasi istikrarsızlığı da körükleyen yüksek işsizlik, sosyal ve ekonomik ötekileştirmenin yanı sıra gıda fiyatlarına yönelik ayaklanmalar, çoğu zaman halkın hoşnutsuzluğunu göstermek için politik bir araç olarak da kullanılıyor. Küresel gıda krizi sırasında, başta Bangladeş, Burkina Faso, Haiti ve Pakistan olmak üzere 48 ülkede gıda ve yakıt enflasyonuna tepki olarak ayaklanmalar yaşanmıştı.

5- Sınır aşan su yönetimi

İki veya daha fazla ülkenin sınırlarından geçen ortak su kaynakları çoğunlukla gerginlik sebebidir. İklim değişikliğinin etkileri suyun arz ve kalitesini etkiliyor ve aynı zamanda su talebi büyümeye devam ederken su üzerindeki rekabet, mevcut su paylaşımı anlaşmaları ve yönetişim yapıları üzerindeki baskıyı da artıracak gibi görünüyor. İklim değişikliğine bağlı olarak su kaynaklarının azalmasıyla talebin artması ve karşılanamaması durumlarında ortaya çıkan riskler yeni çatışmalar doğurabilir.

6- Deniz seviyesinin yükselmesi ve kıyı bozulmaları

İklim değişikliğine bağlı olarak yükselen deniz seviyeleri, deniz seviyesindeki yaşam alanlarında yaşayanların hem hayatını hem de geçimlerini tehdit ediyor. Daha sık şekilde görülecek su taşkınları, taşkınlarla meydana gelen karasal alan kayıpları riski, yerinden edilmeleri, zorunlu göçleri ve huzursuzluğun yaygınlaşmasını artıracak. Özellikle risk altındaki küçük ada devletleri, topraklarının tamamını kaybetmek üzere… Aynı şekilde nehir deltalarında ve kıyılarında inşa edilen kentlerin maruz kalacağı sel ve fırtına dalgalanmaların ekonomik kalkınmaya, göçe, çeşitli bölgesel kayıplara önemli etkileri olacak.

7- İklim değişikliğinin istenmeyen etkileri için uyum ve azaltma

Zayıf, kırılgan ve savunmasız toplulukların iklim değişikliğine uyum sağlamasına yardımcı olacak politikalar, daha geniş ekonomik, siyasi ve sosyal etkileri dikkate alınmadığında kırılganlık riskleri artabilir. Yeşil teknolojilere ve yenilenebilir enerjiye geçiş yoluyla karbon emisyonlarını azaltma çabaları da, kimi zaman kimi yerlerde çatışma riski oluşturabilir. Bunlar, siyasal açıdan hassas enerji sektörlerinde yeni güç dinamikleri yaratacak.

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

200 milyon yıllık fosilin karnından doğmamış bebek çıktı

İngiltere’deki bilim insanları, 200 milyon yıllık bir deniz sürüngenine ait fosilin karnında doğmamış bir bebek bulduklarını açıkladı. Yaklaşık 20 yıl önce bulunan ihtiyozor (ichthyosaur) fosili üzerinde daha önce detaylı çalışma yapılmamıştı. Boyu yaklaşık 3.5 metre olan ihtiyozor, şu ana kadar bulunan fosiller içinde türünün en uzunu. İhtiyozorun erken Jura (Jurassic) döneminde yaşadığı tahmin ediliyor.

Deniz ejderhası da denen ihtiyozorlar, aynı dönemde yaşadıkları yumurtlayan dinozorların aksine, doğurarak çoğalıyorlardı. Fosilin karnında bulunan fetüsün yaklaşık 7 santimetre büyüklüğünde olduğu belirtildi.

İngiltere’nin Somerset bölgesinde bulunmuş olan fosil, yaklaşık 20 yıldır Almanya’nın Hannover kentindeki Aşağı Saksonya Eyalet Müzesi’nde tutuluyordu. Paleontolog Sven Sachs’ın fosili fark etmesi üzerine, deniz ejderhasının fosili üzerinde yeni çalışma yapıldı.

Deniz ejderhalarının fetüsleri, plasentalı memelilerinkilere göre daha küçük ve sayıları daha fazla oluyor. Dinozorlar döneminde okyanuslarda çok farklı türlerde ihtiyozorlar yaşıyordu. Günümüzden 251 milyon yıl önce başlayıp 205 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilen Trias devrinde ortaya çıktığı tahmin edilen deniz ejderhaları, yaklaşık 66 milyon yıl önce yok oldu.

 

(BBC Türkçe)