Ana Sayfa Blog Sayfa 288

Fırtına ve sağanak büyük kentleri etkiledi: Deniz kabardı, ağaçlar devrildi, çatılar uçtu

Meteoroloji Genel Müdürlüğünün (MGM) son günlerde yaptığı uyarıların ardından dün (25 Kasım) Türkiye’nin bazı kentleri fırtına ve sağanak yağıştan olumsuz etkilendi.

Bazı illerde caddeler sular altında kaldı. Büyük kentlerden bazılarında evlerin çatılarının uçtuğu kaydedildi. Şiddetli rüzgarlar, pek çok ilde ağaçları yerinden söktü. Bazı yerlerde ağaçlar, araçların üzerine düştü.

Yaşanan fırtına ve yağışlardan ötürü henüz herhangi bir can kaybı bildirimi yapılmadı.

İstanbul’da fırtına ve sağanak etkili oldu

Fotoğraf: DHA

İstanbul‘da gece saatlerinden itibaren fırtına ve sağanak yağış etkili olmaya başladı.

Meteoroloji Genel Müdürlüğünün günler öncesinden yaptığı uyarıların ardından kent genelinde saat 04.00 sıralarında başlayan sağanak yağış, kentin birçok ilçesinde etkili oldu. Şiddetini artıran fırtınada ise Kağıthane‘de bir binanın çatısı uçtu. Olayda şans eseri yaralanan olmazken, sokaktaki bazı araçlarda hasar oluştu.

Taksim Meydanına çıkanlar fırtına nedeniyle güçlükle yürürken, sahil şeridinde metrelerce yükselen dalgalar oluştu.

Fırtına nedeniyle Üsküdar sahil başta olmak üzere sahil şeridinde metrelerce yükseklikte dalgalar oluştu.

Fotoğraf: DHA

Pendik‘te saat 06.00 sıralarında bir binanın çatısı fırtınadan dolayı uçtu. Uçan çatı park halindeki iki otomobile zarar verdi. İhbar üzerine gelen itfaiye ekipleri, sokakta güvenlik önlemi alarak çalışma yaptı. İstanbul’da bir süre etkili olan fırtına ve yağış, sabah saatlerine doğru etkisini yitirdi.

Fotoğraf: DHA

İstanbul’da fırtına nedeniyle Kadıköy Caddebostan sahil şeridinde denizde dev dalgalar oluştu. Küçükçekmece‘deki Menekşe sahilinde ise, denizde oluşan dalgalar, yosun ve taşları sahil yoluna taşıdı. Sahil yolunu kullanan araçlar yolda ilerlerken zorlandı.

Fotoğraf: DHA

İzmir’de şiddetli yağış ve fırtına; tsunami etkisi yarattı

Fotoğraf: DHA

İzmir‘de şiddetli yağış ve fırtına etkili olurken iki ilçede deniz taştı, yollar göle döndü. Konak ilçesi Alsancak semti ile Karşıyaka‘nın Mavişehir ve Yalı mahallelerinde deniz taştı. Deniz suları kaldırımlar ile birleşti, sitelerin bahçeleri ile iş yerlerini su bastı.

Talatpaşa Bulvarı da sel nedeniyle trafiğe kapatıldı. Kıbrıs Şehitleri Caddesi ile Kordonboyunda mahsur kalan vatandaşlar ise botlar ile kurtarıldı.

Fotoğraf: DHA

Zarar gören elektrik trafolarından kaynaklı bölgesel elektrik kesintileri yaşandı. İzmir Büyükşehir Belediyesi İZSU Genel Müdürlüğü ile İtfaiye Dairesi Başkanlığı ekipleri, deniz seviyesinin bir metre yükseldiği taşkına 1,200 personel ve 250 iş makinesi ile müdahale etti. Sağanak nedeniyle çalışmalar, güçlükle sürdürülüyor.

Fotoğraf: DHA

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer de deniz kabarması olarak adlandırılan durumun tsunami etkisi yarattığını ve denizin karadan yüzlerce metre içerilere ilerlediğini belirterek “1,200 mesai arkadaşımız, 250 iş makinesi ile geceden beri su tahliyesi yapıyor. Vatandaşlarımızın bu durumdan en az etkilenmesi için İZSU, İtfaiye ve Fen İşleri ekiplerimizle canla başla çalışıyoruz” dedi.

Diğer yandan Meteoroloji Genel Müdürlüğünün hava tahmin modellerine göre, denizde ikinci bir yükselme ihtimalinin düşük olduğu belirtildi. Verilere göre, rüzgarın öğle saatlerinde etkisini kaybetmesi ile denizin çekilmeye başlayacağı bildirildi.

Antalya’da şiddetli yağış ve fırtına; tekneler battı, ağaçlar devrildi

Fotoğraf: DHA

Antalya‘da şiddetli yağış, dolu ve fırtına etkili oldu. Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ‘sarı’ ve ‘turuncu’ kod uyarısı yaptığı Antalya’da, şiddetli yağmur ile fırtına etkisini gösterdi.

Fotoğraf: DHA

Şiddetli yağmur ile kent merkezindeki yollarda su birikintileri oluştu, çok sayıda ev ve iş yerini su bastı. Zemin katlardaki ev ve iş yerleri suyla dolarken, kent trafiği durma noktasına geldi.

Fotoğraf: DHA

Kentte gece saatlerinde şiddetini artıran yağış nedeniyle ana arterlerdeki alt geçitler su ile doldu. Polis ekipleri bu alt geçitleri trafiğe kapattı. Yağış zaman zaman yerini doluya bırakırken, Kepez ilçesindeki kanallar taştı, araçlar yolda kaldı. Bazı evlerin bahçeleri ise suyla doldu. Fırtına nedeniyle Konyaaltı Sahilinde dev dalgalar oluştu.

Fotoğraf: DHA

Manavgat ilçesindeki turizm beldesi Side‘de de iki tekne battı. Kentte fırtına da etkili oldu. Şehrin birçok noktasında devrilen ağaçlardan bazıları otomobillerin üzerine düştü, bazıları da yolları kapattı. Bu nedenle çok sayıda araçta hasar meydana geldi. İtfaiye ve belediye ekipleri, devrilen ağaçları kaldırmak için çalışma başlattı. Antalya’da fırtınanın bugün akşam saatlerinde etkisini kaybetmesi bekleniyor.

Bursa İnegöl’de bir binanın çatısı uçtu

Fotoğraf: DHA

Bursa‘da sabah saatlerinde başlayan lodos hayatı olumsuz etkiledi. Gece boyunca etkisi arttıran lodos, bir ağacın kökünden koparak yola devrilmesine neden oldu.

Kentte sabah saatlerinde başlayan ve saatteki hızı yaklaşık 65 kilometreye ulaşan rüzgar, etkisini gece saatlerinde de gösterdi. Bursa Yolu 460’ıncı Cadde üzerinde bulunan bir ağaç, lodosun etkisiyle kökünden koparak yola devrildi. Yolun kapanması sebebiyle, araçlar ekipler tarafından farklı güzergahlara yönlendirildi.

İnegöl‘ün Mahmudiye Mahallesinde bir binanın çatısı yerinde koparak uçtu. Gürültü üzerine dışarıya çıkan vatandaşlar, sokak üzerinde parçalanmış çatı parçaları buldu. Vatandaşların ihbarı üzerine olay yerine polis ve itfaiye ekipleri sevk edildi. Ekipler, çevredeki binaların çatılarını hasar tespiti için tek tek inceledi. Çatının düştüğü 1’inci Kaya Sokak‘ın arkasında bulunan Lider Sokak‘ta inceleme yapan ekipler, çatının uçtuğu hasarlı binayı buldu. Çatının yaklaşık 100 metre ileriye uçarak diğer sokak üzerine düştüğü tespit edilirken, çatıdan kopan parçalar bir binaya çarparak maddi hasar oluşturdu.

Fotoğraf: DHA

Bursa’da, saatteki hızı 65 kilometreye ulaşan lodos nedeniyle 14 katlı inşaatın 14’üncü katının duvarı, park halindeki üç otomobilin üzerine yıkıldı. Lodosta devrilen bir ağaç da hafif ticari aracın üzerine düştü. Endişe yaratan olayda yaralanan olmazken, otomobillerde maddi hasar oluştu.

Öte yandan, Veysel Karani Mahallesinde lodosun etkisiyle dalı kopan bir ağaç, park halindeki hafif ticari aracın üzerine düştü. İhbarla, olay yerine polis ve itfaiye ekipleri sevk edildi.

Yayaların yürümekte güçlük çektiği lodos nedeniyle İstanbul Deniz Otobüslerinin (İDO) Bursa’dan, Yenikapı ve Kabataş‘a yaptığı bazı seferler karşılıklı olarak, ayrıca Bursa Deniz Otobüslerinin (BUDO) Bursa’dan İstanbul’da Eminönü ve Sirkeci ile Armutlu‘ya yaptığı deniz otobüsü seferleri, olumsuz hava koşulları gerekçe gösterilerek iptal edildi.

Bursa Meteoroloji Müdürlüğü, lodosun bu gece ve yarın, saatteki hızının 90 kilometreye kadar çıkacağını belirtti. Meteoroloji yetkilileri, yarın Uludağ‘da yoğun kar yağışı beklendiğini, hava sıcaklığının gün içinde sıfırın altında 8 dereceye kadar düşeceğini duyurdu.

Ankara’da kuvvetli rüzgarda devrilen ağaç, otomobilin üzerine düştü

Fotoğraf: DHA

Ankara‘nın Çankaya ilçesinde kuvvetli rüzgarda devrilen ağaç, lüks bir otomobilin üzerine düştü. Otomobilde hasar meydana geldi.

Akşam saatlerinde etkili olan rüzgar nedeniyle Ayrancı Mahallesinde park halindeki otomobilin üzerine ağaç devrildi. Devrilen ağaç belediye ekipleri tarafından kesilerek otomobilin üzerinden kaldırıldı. Otomobilde hasar meydana geldi.

Fotoğraf: DHA

Öte yandan Yenimahalle ilçesi Yukarı Yahyalar Mahallesinde bir apartmanın çatısı uçtu, Mamak ilçesi Altınevler Mahallesinde bir apartmanın dış yalıtımı koptu.

Her iki olayda da yaralanan olmadı.

Yalova’da fırtınanın savurduğu çatı 2 kişiye çarptı

Yalova‘nın Termal ilçesinde saat 17.30 sıralarında hızı 36 kilometreye ulaşan rüzgarın etkisiyle bir evin çatısı uçtu. Sokakta bulunan bir binaya çarparak parçalanan çatının parçalarının isabet ettiği iki kişi yaralandı.

Olayı gören çevredekilerin ihbarı üzerine bölgeye jandarma ve sağlık ekibi sevk edildi. Sağlık ekiplerince olay yerinde ilk müdahalesi yapılan yaralılar Yalova Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırıldı. Jandarma ekipleri de çatının koptuğu binada incelemede bulundu. Tedavi altına alınan yaralıların sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi.

Gökçeada ve Bozcaada feribot seferleri iptal edildi

Fotoğraf: DHA

Çanakkale‘de, kuzey Ege‘de etkili olması beklenen fırtına nedeniyle Bozcaada ve Gökçeada ilçelerine yarın için planlanan bazı feribot seferleri iptal edildi.

Çanakkale Boğazı ile Adalar hattında yolcu ve araç taşımacılığı yapan GESTAŞ firması, Ege Denizi‘nin kuzeyindeki olumsuz hava şartları nedeniyle feribot seferlerinin iptal edildiğini duyurdu.

Fotoğraf: DHA

Bölgede gün boyu etkili olan fırtına nedeniyle saat 23.00 itibariyle Çanakkale Boğazı kuzeyden, güneye tek yönlü olarak gemi trafiğine kapatıldı. Çanakkale Boğazı Gemi Trafik Hizmetleri Müdürlüğü, telsiz anonsuyla boğazın kuzeyden, güneye kapatıldığını diğer gemilerin kaptanlarına bildirdi.

Çanakkale Liman Başkanlığının olumsuz hava şartlarından dolayı aldığı kararla, LapsekiGelibolu hattındaki seferler geçici olarak durduruldu.

Fırtına, Körfez’de tekneleri batırdı

Fotoğraf: DHA

Kocaeli‘nin Körfez ilçesinde çıkan fırtınada 7 tekne battı. Balıkçılar, teknelerini kurtarmak için sahile koştu.

Kentte sabah saatlerinden itibaren etkili olan fırtına, yaşamı olumsuz etkiledi. Körfez ilçesi sahilinde oluşan dalgalar nedeniyle Tütünçiftlik sahilindeki Balıkçılar Kooperatifine kayıtlı olan 50’ye yakın tekneden dördü battı.

Fotoğraf: DHA

Yarımca sahilinde de üç teknenin battığı öğrenildi. Sahile koşan balıkçılar, teknelerini fırtına ve dalgadan etkilenmemeleri için kıyıya çıkardı.

Yurdun dört bir yanında kadınlar şiddete, cinayete, sömürüye, eşitsizliğe ‘hayır’ dedi

Türkiye‘nin birçok kentinde kadınlar, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü kapsamında erkek şiddeti, emek sömürüsü, eşitsizlik ve yaşadıkları sorunlara karşı sokaklarda, meydanlarda ve kampüslerde bir araya geldi.

Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere İzmir, Antalya, Diyarbakır, Manisa, Bursa, Balıkesir, Kocaeli, Urfa, Mardin, Bolu, Şırnak, Artvin ve birçok ilde düzenlenen yürüyüşlerde kadınlar cinayetler, patriyarka, cezasızlık, sömürü ve erkek şiddeti karşıtı kitlesel eylemler gerçekleştirdi.

Polisin tüm engelleme çabalarına rağmen gerçekleşen eylemlerde bazı kentlerde gözaltılar oldu. Bazı kentlerde ise valiliğin yasak kararına rağmen kadınlar alanlara çıktı.

Şırnak’taki eylemde 21 kişi gözaltına alındı birçok kentte kadınlar polis tarafından engellenmek istendi.

Fotoğraf: Asena Tunca / BirGün

İstanbul

Megakentte yürüyüş Mecidiyeköy Meydanında başladı. Kadınların toplanmasına engel olmaya çalışan polis, barikat kurarak yolu kapattı. Kadınlar, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganı attı. Polis, Mecidiyeköy’de Harbiye kavşağından başlayarak Şişli Camii‘ne kadar uzanan Halaskargazi Caddesini kapattı. Kadınlar, ıslık, alkış ve sloganlarla polisin engellemesini protesto etti.

BirGün‘ün aktardığına göre, Taksim’de de dün sabahtan itibaren polis ablukası vardı. Kadınların miting yapacağı alanın etrafı polis barikatları ile kapatıldı ve seyyar bir polis merkezi kuruldu.

“Failler evde, iş yerinde, sokakta erkek-devlet şiddetin karşı kadınlar bir arada mücadelede” pankartı açan kadınlar, polis barikatının kısmi olarak kalkmasıyla birlikte Büyükdere Caddesinden Taksim istikametine doğru yürüyüşe geçti. Cevahir AVM‘den Osmanbey istikametine giden yol ise polis tarafından kapatıldı. Barikatın açılmaması üzerine kadınlar açıklamalarını burada gerçekleştirdi.

Fotoğraf: Asena Tunca / BirGün

Açıklamada şunlar kaydedildi:

“25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde kadınlar olarak bir aradayız, isyandayız!

Birlikteyiz, çünkü bizim gücümüz ve umudumuz birbirimizde. Birlikteyiz, çünkü yan yana geldiğimizde; sokaklarında katledilmediğimiz, enkazlarında ölmediğimiz, yurtlarında İstismar edilmediğimiz, iş yerlerinde ve ailelerde sömürülmediğimiz; eşit, özgür, şiddetsiz ve sömüsürüz bir dünyayı yaratabileceğimizi biliyoruz.

Her birimiz için özgür bir yaşam kurana dek mücadelemiz bitmeyecek. Geceler bizim, sokaklar bizim, meydanlar bizim!”

Yürüyüşten bazı kadınlar, Beşiktaş‘a geçti. Bu sırada polislerden bazıları, kadınlara müdahale etmeye çalıştı. Komitenin araya girmesiyle polis müdahalesi engellendi. Polis, küçük gruplar halinde geçişlere izin verdi.

Fotoğraf: Havva Gümüşkaya / BirGün

Ankara

Ankara Kadın Platformunun çağrısıyla yüzlerce kadın Kolej Meydanında bir araya gelerek Sakarya Caddesine yürüdü. Yağmura rağmen Sakarya Caddesine kadar yürüyen kadınlar sık sık “Kadın cinayetleri politiktir”, ” Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganları attı.

Filistin’e destek mesajlarının yazılı olduğu pankartlar ile yürüyen kadınlar, siyasi tutsak kadınların fotoğraflarını da taşıdı. Açıklamayı Mukaddes Aygan okudu.

AKPMHP ittifakının kadınların yaşam hakkını korumak bir yana kadın mücadelesinin kazanımlarına dönük saldırılarını arttırdığına dikkat çeken Aygan; iktidarın İstanbul Sözleşmesinden çekilmesi ardından yeni hedefinin Anayasa değişikliği, 6284 sayılı kadına yönelik şiddetle mücadele yasası, nafaka düzenlemesi ve aile arabulucusunu da içeren Medeni Kanun’da değişiklikler olduğuna vurgu yaptı.

Açıklamada ayrıca, iktidarın kamusal alanları ve özellikle eğitimi siyasal İslamcı politikalarla kuşattığına dikkat çekilerek, “Tarikatların ve cemaatlerin karanlığına teslim olmayacağız” denildi.

İzmir 

İzmir’de kadınlar Alsancak‘ta bulunan Kıbrıs Şehitleri Caddesinde buluşarak yürüyüşe başladı.

İzmir Kadın Platformu tarafından Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde yapılan açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“6284 sayılı yasa, nafaka hakkımız gasp edilmeye, boşanma hakkımız engellenmeye, çocuk istismarı aklanmaya, medeni kanun değiştirilmeye çalışılıyor. Evde, okulda, sokakta, iş yerlerinde ve adliyelerde mücadele etmeye devam edeceğiz.”

Açıklamada ekonomik krizin her geçen gün derinleştiği ve kadınların yoksullukla boğuşurken eve mahkûm edildiği vurgulandı.

Dersim

Dersimli kadınlar Sanat Sokağında toplanarak Seyit Rıza Meydanına yürüyüş gerçekleştirdi. Eylemde, “Kadınlar birlikte güçlü”, “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Nefrete inat yaşasın hayat”, “Kadına şiddet suçtur” ve “Gülistan Doku nerede?” sloganları atıldı.

Seyit Rıza Meydanında yapılan basın açıklamasını Dersim Kadın Platformu üyesi Fatoş Taşkale okudu. Taşkale, AKP iktidarında kadınlara yönelik yaşanan sistematik saldırılara dikkat çekti.

Açıklamada “Gülistan bulunana kadar davanın takipçisiyiz” ifadelerine yer verildi.

Dersimli kadınlar, “Yolumuzu aydınlatanlar direniş tarihin yazanlardır” dedi.

Fotoğraf: X

Diyarbakır

Diyarbakır’da valilik yürüyüşü yasakladı. Buna karşın Kayapınar ilçesinde bulunan Dünya Kavşağında bir araya gelen kadınlar, burada bir yürüyüş düzenledi.

DKDER’in bildirdiğine göre kentte kadına yönelik şiddete karşı yürümek isteyen kadınlara polis müdahalesiyle karşılaştı. En az üç kadın işkenceyle gözaltına alındı. Haber takibi yapan gazeteciler darp edildi, kameraları kırıldı.

Şırnak

Şırnak kent merkezinde 25 Kasım eylemine müdahale eden polis, kadınları şiddet uygulayarak gözaltına aldı.

Polisler, aralarında Mezopotamya Ajansı (MA) muhabirleri Zeynep Durgut ve Ömer Akın, Jinnews muhabiri Rozerin Gültekin‘in de bulunduğu 21 kişiyi gözaltına aldı.

Fotoğraf: MA

Gözaltına alınan bazı kadınlar arasında HDP‘li Silopi Belediye Eşbaşkanı Adalet Fidan, HEDEP Şırnak İlçe Eşbaşkanı Elfesya Nas, aktivist Güler Tunç, DBP Cizre İlçe Eşbaşkanı Zilan Yaman, yerine kayyım atanan Şırnak Belediye Eşbaşkanı Songül Erden, HDP Şırnak İlçe Eşbaşkanı Evin Erden, HDP Silopi İlçe Eşbaşkanı Asuman Külter ve Songül Küçük‘ün bulunduğu öğrenildi.

Gözaltına alınanlar İl Emniyet Müdürlüğüne götürüldü.

Artvin

Artvin‘in Hopa ilçesinde bir araya gelen kadınlar, “Erkek şiddetine, gericiliğe, yoksulluğa, savaşa karşı sokaktayız” pankartı ile yürüyüş gerçekleştirdi.

Kadınlar ellerinde “AKP’den hesabı kadınlar soracak” ve “Şiddet, yoksulluk kaderimiz değil” yazılı dövizler taşıdı.

Kocaeli

Kocaeli‘nin Gebze ilçesinde bir araya gelen Gebze Kadın Platformu üyeleri, “Karanlığa karşı dayanışma var” yazılı pankartla yürüdü.

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Gebze’deki Corning Kablo grevindeki kadınları ziyaret etti.

Fotoğraf: @ArzuCerkezoglu / X

Çerkezoğlu, Corning Kablo’da grevde olan @lastikis1949 üyesi kızkardeşlerimizle beraberiz: Haklarımıza sahip çıkacak, kadın dayanışmasını ve örgütlü mücadelemizi büyüteceğiz” dedi.

Giresun

Giresun‘da bir araya gelen kadınlar, “Filistinli kadınlar yalnız değildir” ve “Savaşa, şiddete yoksulluğa karşı barışı hayatlarımızı ve haklarımızı savunuyoruz” yazılı pankartlar taşıyarak yürüyüş gerçekleştirdi.

Sivas

Sivas’ta Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Şubeler Platformu vesilesiyle açıklama yaptı.

Cumhuriyet Meydanında bir araya gelen KESK üyeleri sık sık “Yaşasın kadın dayanışması”, “Kadın yaşam özgürlük “, “Jin jiyan azadi”, ” Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz” sloganları attı.

Antalya

Antalya Kadın Platformu, Aydın Kanza Parkından Cumhuriyet Meydanına kadar yürüyüş gerçekleştirdi.

Sağanak yağışa rağmen yapılan yürüyüşe çok sayıda kadın katıldı.

Muğla

Fotoğraf: @datcakadinplt / X

Muğla‘nın Datça ilçesinde de kadınlar şiddete ve cinayetlere son verilmesi çağrısıyla sokaklarda buluştu. Kadınlar, “Katledilen kadınları aklınıza mıh gibi kazıyacağız. Adaleti sağlayacağız” sözü verdi.

Datça Kadın Plaftormu, sosyal medya platformu X üzerinde yaptığı paylaşımda “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’nde Datça’da sokaklarda, meydanlarda kadın cinayetlerine, erkek şiddetine sessiz kalmayacağımızı haykırdık” ifadelerini kullandı.

Mersin

Fotoğraf: Mersin Mercek

Mersinli kadınlar, erkek devlet şiddetine, savaşa, yoksulluğa, nefrete karşı mücadeleyi büyütmek için sokağa çıktı.

Mersin Kadın Platformu‘nun çağrısıyla Kushimato Sokağında bir araya gelerek Özgecan Aslan Barış Medyanına yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşte “Erkek şiddetine, savaşa ve yoksulluğa karşı mücadeleyi büyütüyoruz”, “Kutsal aileniz bir yalan”, “Adalet sarayı kadınların mezarı” yazılı pankart ve dövizlerin taşındığı yürüyüşte, “Erkek vuruyor devlet koruyor”, “Tayip kaç kaç, kadınlar geliyor”, “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” ile Türkçe, Farsça, Arapça ve Kürtçe “Jin, jiyan, azadî” sloganları atıldı.

Denizli

Fotoğraf: @Denzlitoplumsal / X

Denizli’de sokağa çıkan kadınlar hayatlarından, haklarından, özgürlüklerinden, örgütlü mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerini yineledi.

Adana

Adana’da düzenlenen yürüyüşte, “Kadına karşı şiddet uygulayan failler hakkında etkili ve caydırıcı cezalandırma yoluna gidilmeli ve cezasızlık politikalarından vazgeçilmelidir” denildi.

Eskişehir

Fotoğraf: @eskkadinmeclisi / X

Eskişehir Kadın Meclisi tarafından kadın mücadelesini büyütmek amacıyla düzenlenen yürüyüşe onlarca kadın katıldı.

Kadınlar, “İntihar denileni şüpheli bırakmayacağız, kadın cinayetlerini durduracağız” sözü verdi.

Van

Fotoğraf: @SesVanSubesi / X

Van‘da gerçekleştirilen yürüyüşte “Jin, jiyan, azadi ile özgürlüğe doğru” şiarlı kampanyalarını sonlandıran kadınlar, bu yüzyılı kadın devrim çağına dönüştürmek için mücadeleyi, örgütlülüğü gerçekleştirme çağrısı yaptı.

KESK Van Kadın Meclisi, “Savaşa, Şiddete, Yoksulluğa Karşı; Barışı, Hayatlarımızı ve Haklarımızı Savunuyoruz! ” şiarıyla basın açıklaması gerçekleştirdi.

AB plastik çöp sevkiyatına kısıtlama getirdi, peki Türkiye’yi neler bekliyor?

Geçen ay İtalya’nın Napoli kentinde plastik çöp ticaretinin İtalya’daki birçok tarafının da katılımcı ve dinleyici olduğu bir toplantıda Avrupa’nın neden plastik atık ihracatından vazgeçmesi gerektiğini anlatmış ve katılımcılardan biriyle ilginç bir diyalog yaşamıştım. Çevre suçlarıyla mücadele eden İtalya’nın yasal bir organında çalışan katılımcı bana AB’nin komisyonda görüştüğü plastik atık sevkiyatına dair kısıtlama içeren yasa tasarısı hakkında ne düşündüğümü sormuş ve beklentimi merak ettiğini ifade etmişti. Ben de kendisine kapsamlı bir yasak kararı çıkmasa da en azından OECD üyesi olmayan ülkeler için bir yasağın çıkacağını ve üye ülkeler için de bazı kodlara yasaklama geleceğini kendimden emin bir şekilde ifade etmiştim. O da bana fazla iyimser olduğumu söylemişti.

Gerçekten de onun dediği gibi oldu ve ben iyimser kaldım. Çünkü AB kendi plastik çöpleriyle etkin bir şekilde baş etmek yerine yükü bir şekilde üzerinden atabileceği başka bir opsiyona yönelmeyi tercih etti.

OECD üyeliği kriterleri hayal kırıklığı yarattı

Durumu daha iyi anlamak için gelin süreci bir kere daha hatırlayalım. 2023’ün başlarında Avrupa Parlamentosu,  AB çöp sevkiyatlarını elden geçirmek amacıyla revize edilmiş bir yasa için müzakere etmeyi kabul etmiş ve plastik atıkların AB ve EFTA dışına ihraç edilmesi yasağının önerilmesini kararlaştırmıştı. Daha sonra, Atık Sevkiyat Yönetmeliği, yasama sürecinin üçlü aşamasına geçiş yapmış ve burada Avrupa Parlamentosu ve Konsey, Atık Sevkiyat Yönetmeliğinin son versiyonu üzerinde fikir birliğine varmak için müzakerelere başlamıştı. Ne yazık ki Konsey üyelerinin, AB plastik çöp ihracatının neden olacağı zararın önlenmesi konusunda benzer düzeyde bir kararlılık gösterememesi nedeniyle konunun nihayete erdirilmesi bu ay yapılan üçlü toplantıya kalmıştı.

İşte geçtiğimiz hafta yapılan bu üçlü toplantıda AB çöp sevkiyatına dair nihai karar verildi. En nihayetinde birkaç ay süren müzakerelerin ardından, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve AB Konseyi’nin, AB’nin plastik çöp ticaretinin akıbetini belirledikleri kararı yayımlandı. İlan edilen yeni AB Atık Sevkiyat Yönetmeliği’ne göre AB, OECD üyesi olmayan ülkelere plastik çöp ihracatını iki buçuk yıl içinde sona erdirmeye karar verdi. OECD üyesi olmayan ülkeler açısından oldukça önemli olan bu karar, ne yazık ki OECD üyesi ülkeler için benzer bir kararın alınmamış olması nedeniyle gölgelendi dersek yeridir.  Yeni yönetmelikte OECD ülkeleri için ve AB içi plastik çöp sevkiyatlarına yönelik ne tür koruma politikalarının kabul edildiğini bilmiyoruz. Çünkü detaylar henüz açıklanmadı.

AB’nin kaçındığı çöp sorunu Türkiye’ye ihraç ediliyor

Bu köşeden de sıkça tekrar ettik. Plastik atık ticareti bir sömürü biçimidir ve derhal sonlandırılarak her ülkenin kendi çöpüyle ilgilendiği bir uluslararası düzenlemeye tabii tutulmalıdır. Örneğin AB, kişi başına en büyük plastik atık üreticisi ülkelerden biri!  Bu durum AB’yi aynı zamanda dünyanın en büyük plastik atık ihracatçılarından biri yapıyor. Örnek vermek gerekirse, 2022 yılında AB, bir milyon tondan fazla plastik çöpünün, yüzde 33’ünü tek başına Türkiye‘ye gönderdi. Yaklaşık 400 bin tona eşdeğer olan bu miktar Türkiye’nin kendi topladığı plastik çöp miktarına eş değer.

Dolayısıyla AB’nin kaçındığı çöpleri daha henüz kendi atık yönetim alt yapısını düzenleyememiş olan bir başka ülkeye göndermesi kabul edilemez. Bunun önlenmesi gerekiyor. İşte bu son çıkan düzenleme bunun için bir fırsattı ancak olması gerektiği gibi değerlendirilemedi. Peki, temel olarak hangi konularda mutabakata varıldı? Yapılan açıklamalardan hareketle Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve Konsey’in şu konularda mutabakata vardığı görülüyor:

  • Plastik atıkların OECD üyesi olmayan ülkelere ihracatı 2,5 yıl içinde yasaklanacak
  • OECD ülkelerine plastik atık ihracatına ilişkin yükümlülükler güçlendirilecek
  • Başka bir AB ülkesine bertaraf edilmek üzere gönderilen atıkların nakliyesine yalnızca istisnai durumlarda izin verilecek.

Türkiye ikinci Çin olur mu?

Buradaki kilit nokta denetim mekanizmasının ne olacağıdır. Eğer ki mevcut denetim yaklaşımı kökten değiştirmezse değişimin Türkiye için hiçbir olumlu anlamı yok hatta oldukça riskli bir durum yaratacak. Çünkü denetimin işe yaramadığını Çin’den biliyoruz. Uçan kuşu bile takip edebilen dünyanın neredeyse en otoriter ülkelerinden biri olan Çin’in yapamadığı neyin tam olarak yapılacağını görmemiz gerekiyor. Hatta Çin örneğine kadar gitmemize bile gerek yok. Almanya’nın önünden ve arkasından müfettiş göndererek denetlediği 2B-3B Plast şirketlerinin neden olduğu skandal, denetim yapılan bir ortamda meydana gelmiş bir skandaldı. Yani denetim mekanizmalarının varlığı değil ne olduğu önemli. Çünkü mevcut denetim mekanizmasının işlevselliği oldukça şüpheli. Nereden mi biliyoruz? Sürekli denetlendiği iddia edilen Türkiye’nin geri dönüşü sektöründe her ay çıkan 10-15 adet yangından biliyoruz.

AB’nin bu düzenlemesi ile ortaya şöyle bir soru çıkıyor. AB’nin OECD üyesi olmayan ülkelere gönderdiği yaklaşık 700 bin ton plastik çöpe ne olacak? Bunun için birkaç ihtimal var.

  • Ya bu çöpler AB içinde bertaraf edilecek
  • Ya bu çöpler doğrudan Türkiye’deki yeni meraklı geri dönüşümcülere gönderilecek
  • Ya da bu çöpler diğer bir OECD üyesi ülke olan ülkelere gönderilecek ve oradan da üçüncü ülkelere nakledilecek.

Birinci ihtimal olması gereken! Ancak şimdilik bunun zayıf bir olasılık olduğunu ya da en azından AB’nin böyle bir niyeti olmadığını söylemek mümkün. Olsaydı tümden bir yasaklama yapardı. Diğer iki ihtimalin gerçekleşmesi daha olası! Çünkü mesela AB ile Latin Amerika ülkeleri arasında imzalanması planlanan gümrük muafiyet anlaşması, plastik çöpleri de kapsıyor. Özellikle Şili ve Meksika bu konudaki hedef ülkelerden. Bunun yanında diğer bir OECD hedef ülkesi de Türkiye. Yani diyebiliriz ki Türkiye ikinci bir Çin pozisyonuna yükselebilir ki bu da hiç hayırlı bir haber değil.

Ayrıca burada özel olarak şunu belirtmemek yanlış olur. Oldu ki AB oldukça sert bir kriter listesi yayınladı ve Türkiye’de bu şartları karşılayamadı. İşte o zaman Türkiye de yasaklı ülkeler listesine girebilir ve böylece AB’nin yaptığı iş alkışlanabilir. Henüz bu detaylara hâkim olmadığımız için bir şey diyemiyoruz o nedenle de erken konuşmanın da manası yok. Sonuç olarak artık cinin şişeden çıktığı bu yeni konjonktürde kimse kafasına estiği gibi sömürgecilik oynayamayacak.

Üstümüze basan yüzde 1 ve sol popülist an!

En son aşırı sağcı bir palyaço olan Javier Milei’nin Arjantin’de devlet başkanı seçilmesiyle dünyayı saran bu “aşırı sağcı palyaço”ların kendileri ciddiyetsiz olsa da ciddiye alınması gereken bir akım olduğunu biraz daha net gördük sanıyorum.

Arjantinliler için “Kendilerini İngiliz sanan İtalyanlar’dır” denir. İngiltere’de Boris Johnson, İtalya’da ise Giorgia Meloni başa geçebildiğine göre kendilerinde de Milei’nin geçmesinde bir beis görmemiş olmalı Arjantinliler. Hemen hemen her ülkede kimisi aşırı sağcı palyaço, kimisi aşırı sağcı otokrat olmak üzere halkın duygularına oynayarak iktidara gelen insanlar görüyoruz. Burada tüm dünya halklarının yanlış bir bilinç içinde olduğunu söyleyerek kendimizi siyasi ve ahlaki olarak “temiz” bir noktaya çekebiliriz. Ya da insanları neden ikna edemediğimizin üzerinde durup, bunların yollarını arayabiliriz.

Oxfam raporu neler söylüyor?

Fakat önce konuyu biraz daha zenginleştirmek için bir rapordan bahsetmek istiyorum. Ekonomiyi, ekolojiyi ve toplumsalı aynı anda bize anlatan Oxfam’ın “Climate Equality: A planet for the 99%” (İklim Adaleti: %99 İçin Bir Gezegen) başlıklı raporu geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu rapora göre insanlığın en zengin yüzde 1’lik kesimi, en yoksul yüzde 66’lık kesimden daha fazla karbon emisyonundan sorumlu. Rapor milyarderler, milyonerler ve yılda 140 bin ABD dolarından fazla kazananlar da dahil 77 milyon kişiden oluşan bu elit grubun, 2019’da tüm karbondioksit (CO2) emisyonlarının yüzde 16’sından sorumlu olduğunu gösteriyor.

Raporun “ölüm maliyeti” kısmı daha net bir tablo ortaya koyuyor. Hesaplamalara göre bu grubun saldığı karbondioksitin yaratacağı sıcaklığın bir milyondan fazla ölüme eşdeğer bir büyüklüğü var. Yani sadece yaşam tarzlarıyla bir milyondan fazla can alabilecek bir yüzde 1! Her bir milyon ton karbon için dünya çapında 226 fazla ölüm anlamına geldiği tahmin ediliyor. Zenginlerin bize ölüm olarak yansıyan maliyetine göre sadece yüzde 1’in emisyonlarının önümüzdeki on yıllarda 1,3 milyon insanın sıcaklığa bağlı ölümüne neden olacak. Çarpıcı bir veriyle bu duruma nasıl yanıt vereceğimize dönelim: En yoksul yüzde 99’luk kesimden bir kişinin (yani senin sayın okuyan), en zengin milyarderlerin bir yılda ürettiği kadar karbon üretmesinin yaklaşık bin 500 yıl alıyor. Durum bu kadar çarpıcı.

Yüzde 99, yüzde 1’e ve ‘aşırı sağcı palyaçolar’a karşı

İçinde bulunduğumuz dönem Chantal Mouffe’un “Sol Popülizm” adlı kitabında adını koyduğu şekliyle tam bir popülist an (moment). Aşırı sağcı palyaçoların yönettiği bir dünya insanların bir yanıt aradığı ama solun henüz inandırıcı bir yanıt sunamadığı bir dünya bu. Yüzde 1’e karşı yüzde 99, geçtiğimiz yıllarda daha çok duyduğumuz şimdilerde biraz gündemden düşse de gerçekliğini koruyan bir karşıtlık. Gerçekliğini koruyor çünkü bize oldukça fazla düşünme imkânı veriyor.

Öncelikle bu karşıtlık tek boyutlu değil. Sözünü ettiğimiz elit kesim aynı zamanda medya kuruluşlarına ve sosyal ağlara sahip olarak, reklam ve halkla ilişkiler ajansları ve lobiciler tutarak ve genellikle en zengin yüzde 1’in üyesi olan üst düzey politikacılarla sosyal ilişkilerde bulunarak muazzam ve giderek artan bir siyasi güce sahip. Kendisi de oldukça sorunlu pozisyonlar alan Elon Musk’un Milei’ye verdiği desteği aklınıza getirin. Alternatif ve isyankâr görüntülerinin altında sistemin devamı için çalışan komik görüntülü insanlar sürüsü. Ve ne yazık ki halkların değişim arzularını da kendilerinde soğuruyorlar. Bu görüntü bir taraftan büyük bir adaletsizlik ve karşı karşıya gelme hali; bir taraftan da muazzam bir potansiyel.

Peki bu potansiyeli ortaya çıkartarak bu adaletsizliği “kırmak” için ne yapabiliriz? Elbette bunun kolay ve tek bir yanıtı yok. Olsaydı zaten bu yazının yazıldığı ana kadar çoktan hallolmuş olurdu. Fakat yüzde 1’i ve onların yarattığı krizleri hedef alan, bu kişilerin bu kadar zengin ve pervasız olabildiği sistemi hedef alan bir yanıt geliştirmemiz gerekli.

En baştaki soruya dönersek ekolojik, ekonomik ve sosyal bir krizin ortasında neden insanları ikna edemiyoruz? İkna etmek için neler yapmalıyız? Üstümüze basan bu 77 milyon kişiye bu hakkı veren sistemi değiştirmek için ne yapmalıyız? Sınıf kimliğini günümüz gereklilikleriyle (ekoloji, toplumsal cinsiyet ve dahası…) birleştiren bir siyasi hareket oluşturmalıyız. Dünyanın bu sisteme, insanlığın bu palyaçolara dayanacak gücü yok çünkü.

 

 

[Bir şarkının hikayesi] Now and Then/ The Beatles

Paul McCartney, 1994 yılında, 14 yıl önce suikasta kurban giden grup arkadaşı John Lennon’u The Rock’n Roll Hall Fame‘e dahil etmek üzere New York’a gitmişti. The Beatles‘ın dağılmasında etkisi olduğu rivayet edilen Lennon’un dul eşi Yoko Ono ile McCartney arasındaki buzlar da artık erimeye yüz tutmuştu. Yoko Ono, kuliste McCartney’e Lennon tarafından kaydedilen bir “demo” kasetten bahsetti. İsterlerse Lennon’un kaydedilmemiş şarkılarını bitirerek, çıkarmayı planladıkları “Anthology” albümlerinde kullanabilirlerdi.

Kasette üç şarkı bulunuyordu ve 1995 yılında üç Beatle, Paul McCartney’in evinde şarkıları çalışmaya başladı. Stüdyoda prodüktör olarak Electric Light Orchestra’nın kurucusu olan Jeff Lynn vardı. Lennon’un kasetteki zayıf sesini güçlendirmek ve arka plandaki şehir gürültüsünü azaltmak için en son kayıt teknolojisini kullandılar. Beatles üyeleri, her zaman birbirlerinin şarkılarına yaptıkları gibi sihirli dokunuşlarla, şarkıya kolektif anıları canlandıracak harmoniler de ilave ederek “Free as a Bird” ve “Real Love”ı bir Beatles şarkısı kalitesine ulaştırmayı başarmıştı. Öyle ki “Free as a Bird” single’ı İngiltere listelerinde 2 numaraya kadar yükselecekti.

Ancak kasetteki üçüncü şarkı olan “ Now and Then”e sıra geldiğinde işler istedikleri gibi gitmemişti. Piyanonun sesi, John Lennon’un sesini bastırıyordu. Piyanonun sesini azalttıklarında John’un sesi de azalıyordu ve ayrıca kasetin kendi sesini ve evin gürültüsünü yok edemiyorlardı.

Jeff Lynn, şarkı üzerinde bir öğleden sonra boyunca gerçekten uğraşıldığını ve sonunda George Harrisson’un “Daha fazla uğraşmaya değmez” diyerek fişi çektiğini hatırlıyordu. George, demodaki teknik sorunların aşılamaz olduğunu ve yüksek kalitede bir kayda ulaşmanın mümkün olmadığını düşünüyordu.1997 yılında McCartney’nin Q Magazin’e söylediği gibi “Beatles’de demokrasi vardı” ve George’un kararına saygı göstererek şarkıyı yapmamaya karar vermişlerdi.

Fakat Paul McCartney vazgeçmiş görünmüyordu. Bir gün bu şarkıyı mutlaka bitirecekti ama bu ancak 27 yıl sonra mümkün olacaktı.

Yüzüklerin Efendisi‘nin ünlü yönetmeni Peter Jackson’un yönettiği ve The Beatles’ın ünlü “The Rooftop Concert”inin de olduğu 2021 yapımı Get Back belgeselinin yapımında, 1969 yılında alınan 60 saatlik görüntü ve ses kayıtları kullanılmıştı.  McCartney ile Lennon arasında stüdyoda geçen konuşmalar,  yapa zeka teknolojisiyle, ortam gürültüsünden ayırt edilmişti. Aynı teknoloji “Now and Then”de de kullanılabilirdi.

Peter Jackson, yapay zekaya John Lennon’un sesini tanıttı ve bu sayede Lennon’un kasetteki sesi piyanonun sesinden ayrıştırıldı. Artık ellerinde “kristal berraklığında” bir John Lennon vokali vardı. Ancak George Harrison artık aralarında değildi. Grubun en genç üyesi, 2001 yılında, erken yaşta kansere yenik düşmüştü.

Şarkının bir Beatles kaydı olabilmesi için, George Harrison’un 1995’teki ilk denemede kaydedilen ritm gitar kaydı imdada yetişti ve şarkıya George’un tarzı “slide guitar” solosu da eklendi. Ringo Starr davul ve vokalde, Paul McCartney ise ünlü Höfner gitarı ile her zamanki gibi bastaydı. Paul, kasette oldukça silik olan piyano bölümünü de baştan çalmıştı. Bir Beatles klasiği olan “Because”un vokallerinden örneklenen bölüm ise şarkıya nostaljik bir dokunuş olmuştu.

Lennon tarafından yazılan “pre chorus” (Köprü ) bölümü ise şarkıdan tamamen çıkarıldı. The Beatles’ın efsane prodüktörü George Martin’in oğlu olan Giles Martin, bu bölüm için bir yaylı çalgı partisyonu yazdı. Grup geçmişte, “Eleanor Rigby” ,“Strawberry Fields”, “Yesterday” gibi hit şarkılarında da yaylı çalgıları sıkça kullanmıştı. Böylece şarkıya Beatles sounduna özgü bir öğe daha ilave edilmişti.

 

“Now and Then” yeni bir mucize olmadığı taktirde, son Beatles parçası olarak tarihteki yerini almaya artık hazırdı. Başlığı bile o denli esrarengizdi ki, sanki geçen yüzyılın en büyük müzik hikayesinin sonuna geldiğimizin habercisiydi.

John Lennon nakaratta “Now and Then, I miss You “derken, belki de kadim yol arkadaşı Paul McCartney’e  hitap ediyordu. Linda McCartney, John Lennon’un Paul’a söylediği son şeyin “Think about me every now and then my old friend” (Arada sırada beni düşün eski dostum) olduğunu söylemişti. Paul, eski dostu John’u hiç unutmamış ve onun 50 sene önce başlattığını  tamamlayarak, ona ve birlikteliklerine olan saygısını bu son eserle mühürlemişti.

Bugünün (Now) Paul’ünün olgun sesi ile 1974’teki (Then) John’un genç sesini beraber dinlemek de The Beatles hayranları için, “Cennetten gelen bir hediye” olmuştu.

Grubun son şarkısı, “Now and Then” ile ilk şarkısı “Love Me Do” (1962), 2 Kasım’da çıkan single’ın iki A yüzünü paylaştı. Bu da eski bir Beatles geleneğiydi. Son kez, 1969 yılında çıkardıkları “The Ballad of John and Yoko” single’ı ile İngiltere’de ve birçok ülkede 1 numaraya yükselen The Beatles, “Now and Then” ile çok uzun bir aradan sonra önce İngiltere’de sonra da Almanya’da zirveye çıktı.

54 yıl, 4 ay ve 24 günlük bir aradan sonra listelerde tekrar 1 numaraya yerleşen bir şarkı çıkarmak, müzik tarihini değiştiren ve tüm zamanların en çok etki bırakan grubuna nasip olmalıydı ve öyle de oldu.

Kaynakça

  • Kanareck P., The Story Behind Now and Then: The Beatles’ brilliant new track, 02.Nov.2023
  • Erlewine S.T., The untold story behind the last Beatles song, Los Angeles Times, 30.10.2023
  • Youtube, The hidden meaning of the Beatles Now and Then, SHARE FAIL
  • Wikipedia, The Beatles

Her türün neslinin tükenmesine mani olabilir miyiz?

Yazan: Robert Kunzig

Yeşil Gazete için çeviren: Burak Yıldız

*

Gösterişten uzak motorlu teknemizin pruvasındaki iki araştırmacı trol ağını içeri doğru çekme işlemine başladığında bir kel kartal [Haliaeetus leucocephalus] Tennessee Nehri‘nin öbür kıyısındaki ağaçlık bölgede gözlerden kayboluvermişti. ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi‘nde (USFWS veya FWS) görevli olan Warren Stiles, balık ağının iyice yaklaşmasıyla birlikte yaptığı açıklamasında, bu türden kartalların popülasyonun hızlı iyileştiğini ve günümüzde bu bölgeye gelen bir kartal görmemenin alışılmadık bir durum olduğunu ifade etti.

Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası‘nın (ESA) yürürlüğe girmesinin 50. yılında, neredeyse tamamen bulutsuz bir bahar sabahında, ABD’de federal düzeyde elektrik hizmeti veren ve en büyük kamu enerji şirketi olan Tennessee Valley Authority‘nin (TVA) kurduğu Nickajack Barajı’nın yalnızca üç mil (yaklaşık 5 km) aşağısında, ESA’nın adı çıkmış yaralanıcılarından birini arıyorduk: ”Snail Darter” [Percina tanasi]. Bundan birkaç ay önce Stiles ve ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi (FWS), tıpkı kel kartal misali bu küçük deniz canlısının da artık ESA’nın tehlike altındaki türler listesinde yer almaması gerektiğine karar vermişti. Nesli tükenmekte olmayan ilk örneği yakalamayı umuyorduk.

28 Aralık 1973’te ABD eski Başkanı Richard Milhous Nixon tarafından imzalanan ESA’nın çevresinde dönen tartışmaların özünü teşkil ediyor: Acaba bu dünyadaki tüm belirsiz türleri koruyabilir miyiz? Hatta insani zorunlulukların önünde engel teşkil ediyorlarsa bu konuda girişimde bulunmalı mıyız?”

TVA bünyesinde çalışan biyolog Dave Matthews, Stiles’a trol ağının içini temizlemek konusunda yardımcı oldu. Tahta ve kaya parçaları güverteye saçılırken, belki beş santim uzunluğunda Percidae familyasının Percina cinsinde yer alan ışınsal yüzgeçli bir balık grubu olan bir Logperch balığı da ortaya çıkıverdi. Hatta ondan da ufak bir balık vardı; iki santimden biraz uzun, koyu ve açık kahverengiden oluşan dikey çizgileriyle, her biri farklı bir renkle beneklenmişti ve bu örüntü nehrin dibindeki çakıllı tabakada fark edilmesini zorlaştırıyordu. Matthews, bu türün henüz tam olarak büyümemiş, iki yaşlarında — Tennessee Nehri’nin 7,62 santimlik deniz salyangozu yiyici bir levrek türü — bir ”Snail Darter” olduğunu söyledi.

Bir ‘kel kartal’ değil ama, kurtarılmayı hak ediyor

Bir Kel Kartal herkesin hoşuna gider. Snail Darter üzerinde görüş birliğine varan çok daha az kişi var. Yine de 28 Aralık 1973’te ABD eski Başkanı Richard Milhous Nixon tarafından imzalanan ESA’nın çevresinde dönen tartışmaların özünü teşkil ediyor: Acaba bu dünyadaki tüm belirsiz türleri koruyabilir miyiz? Hatta insani zorunlulukların önünde engel teşkil ediyorlarsa bu konuda girişimde bulunmalı mıyız? TVA, 1970’lerde, nesli tükenmekte olan türler listesine önceden girmiş olan Snail Darter’ın düştüğü sıkıntılı vaziyet, kurumun devasa bir barajı tamamlamasına kısa süreliğine ket vurunca bunu pek dikkate almamıştı. ABD Adalet Bakanı, TVA’nın açtığı davada Yüksek Mahkeme‘ye yasanın etrafından dolaşmak amacıyla savunma yaparken, içerisinde ölü ve iyi muhafaza edilmiş bir Snail Darter bulunan bir kavanozu, siyah cübbeli dokuz yargıcın gözü önünde sallayarak bu türün ne kadar sıradan olduğunu ifade etmeye çabaladı.

Artık karşımda kanlı canlı duran bir numuneye bakıyordum. Burnunu yan tarafa çarparak beyaz bir kovanın dibinde fırıl fırıl dolaşıyor ve yarı saydam yüzgeçlerini zarifçe kuyruğuna doğru geriye doğru savuruyordu. “Bu çok şirin,” dedim.

Matthews gülerek omzuma bir şaplak patlattı. “Bu elemanı tuttum!” dedi. “Çoğu kişi şöyle diyor: ‘Gerçekten mi? Bu kadar mı?” Balığın bir fotoğrafını çekti ve DNA analizinde kullanılmak üzere arka yüzgecinden bir parça kopardı, ancak bu şekilde balığı zarar vermeden öylece bıraktı. Ardından da onu nehre geri bırakmamı istedi. Nehrin birkaç kilometre aşağısında yapılan bir sonraki taramada ortaya çıkan yedi balık türü daha bulunmuştu.

Günümüze kadar koruma listesine giren hayvan ve bitkilerin yüzde 6’sından daha azı listelerden çıkarılırken, geri kalanların pek çoğunu kurtarma yolunda ilerleme kaydedilemedi.”

1970‘lerin sonlarına doğru Snail Darter, Tennessee Nehri‘nin tek bir kolunda, Küçük Tennessee‘de, sıkışıp kalmış ve bu kol üzerine inşa edilmekte olan TVA’nın yanlış tasarlanmış Tellico Barajı nedeniyle kaderine boyun eğmiş gibi görünüyordu. Bu türün kurtarılmasına uzanan çetrefilli yolda atılan ilk somut adım, 1978 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin beklenmedik bir karar vererek ESA’nın neredeyse yapımı bitmek üzere olan bir baraj karşısında bile Darter’a verdiği önceliğe dikkat çekmesiyle atılmış oldu. Biyolojik Çeşitlilik Merkezi‘nde (CBD) üst düzey bir bilim insanı olan Tierra Curry, “O zaman hükümet ayağa kalktı ve ‘Her canlı türü hayati derecede önem taşıyor ve Tehlike Altındaki Türler Yasası kapsamında her türlü canlı türünü geleceğe yönelik olarak koruyacağımızı ifade ederken bunu ciddiye alıyoruz’ dedi” diyor.

Kel Kartal [Haliaeetus leucocephalus]. 1967’de nesli tükenme tehlikesi altında olarak listelenmiştir. Durumu: 2007 yılında listeden çıkarılmıştır. [Fotoğraf: Joel Sartore/National Geographic Photo Ark]
Günümüzde Snail Darter, nehrin yaklaşık 400 mil (700 km) uzunluğunda bulunan ana yatağında ve birden fazla kolunda bulunuyor. ESA kapsamında yapılan düzenlemeler sayesinde düzinelerce farklı tür nesli tükenmekten son anda kurtuldu.  Kel Kartallar [Haliaeetus leucocephalus], Amerikan Timsahları [Alligator mississippiensis] ve Alaca Doğanlar [Falco peregrinus], 2023’ün sonlarında “listeden çıkarılacak” kadar iyileşme sürecine girmiş olan yaklaşık 60 türden yalnızca birkaçını oluşturuyor.

Koruma listesindeki canlıların sadece yüzde 6’sı buradan çıkabildi

Oysa tıpkı gezegenin tamamında olduğu üzere ABD de giderek artan bir biyoçeşitlilik kriziyle karşı karşıya. Günümüze kadar koruma listesine giren hayvan ve bitkilerin yüzde 6’sından daha azı listelerden çıkarılırken, geri kalanların pek çoğunu kurtarma yolunda ilerleme kaydedilemedi. Üstelik bu listenin eksiksiz olduğu da söylenemez: Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük, kâr amacı gütmeyen, doğal hayatı korumaya dönük eğitim ve savunma amaçlı bir kuruluş olan Ulusal Vahşi Yaşam Federasyonu‘nun (NWF) başında bulunan bilim insanı Bruce Stein, ABD’deki omurgalıların [Vertebrate] ve damarlı bitkilerin [Tracheophyta] aşağı yukarı üçte birinin neslinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Hatta henüz nesli tükenmekte olmayan canlı türlerinin bile popülasyonlarında düşüş yaşanıyor. Stein, “1970’lere kıyasla şu anda etrafta üçte bir oranında daha az kuş uçuyor” diyor. Örneğin, her iki canlı türünün de nesli henüz tehlike altında olmasa da, Beyaz Boğazlı Serçe [Zonotrichia albicollis] ya da Kızıl Kanatlı Karatavuk [Agelaius phoeniceus] görme olasılığımız çok daha düşüktür.

Öncelikle doğal yaşam alanlarının — ormanlar, çayırlar, nehirler — acımasızca insan kullanımına alet edilmesi nedeniyle ABD, 50 yıl öncesine kıyasla yaban hayatının görünürlüğü ve çıkardığı ses bakımından son derece kısır kaldı. ESA hiçbir zaman bu gidişatı durdurmak üzere tasarlanmamıştı, tıpkı yaban hayatına yönelik bir sonraki büyük tehdit olan iklim değişikliği ile başa çıkabilecek donanıma sahip olmadığı gibi. Her halükârda, pek çok savunucusu, ESA’nın daha akıllıca ve etkili bir yaklaşımla hayata geçirebileceğimiz son derece kuvvetli ve ileriyi gören bir yasa olduğunu, belki de bilhassa özel arazi sahipleri arasında sorumluluk bilincini teşvik edebileceğini dile getiriyor. Ayrıca iki partinin de desteğini alan — ABD Kongresi’nde, ülkedeki yaban hayatının korunmasına yönelik finansman desteği sağlamayı amaçlayan bir yasa tasarısı — Amerika’nın Yaban Hayatını Koruma Yasası [Recovering America’s Wildlife Act (RAWA)] gibi basit yeni tedbirler de bitki örtüsü ve hayvan varlığını korumaya yönelik daha fazla fayda sağlayabilir.

Matthews, “Nesli Tehlike Altındaki Türler Yasası işe yarıyor,” diyor: “Birazcık yardımla [yaban hayatı] iyileşebilir.”

Elbette ki bu, özel çıkarlar yasaları hiçe saymadığı müddetçe söz konusudur. 1978 yılındaki Yüksek Mahkeme kararının akabinde Kongre, ESA’ya getirilen istisnayla TVA’nın Tellico Barajı’nı tamamlamasına yeşil ışık yaktı. TVA, Küçük Tennessee Nehri’nden gelen balıkların bir kısmını başka yerlere taşıdığından, geriye kalan popülasyonların Tennessee Vadisi’nin farklı yerlerinde ortaya çıkmasından ve 1972 Temiz Su Yasası‘nın ardından bölgedeki nehir ve akarsuların kirlenmesinin azalmasından faydalanarak Snail Darter türü varlığını sürdürmeyi başardı ve bu da balıkların çoğalmasına katkıda bulundu.

ESA’yı yürürlüğe sokmaya çalışan tarafların baskısıyla boğuşan TVA, vadi boyunca yer alan barajlarının işletme yönteminde de değişikliğe gitti. Baraj göllerinin derinliklerine, bazı yerlerde oksijen zerk ederek havalandırmaya başlandı. Ayrıca nehir tabanındaki alüvyonları temizleyerek Snail Darter’ların yumurtalarını bırakmak ve salyangozlarla beslenebilmek amacıyla ihtiyaç duydukları temiz çakıl taşlarını ortaya çıkaran asgari debiyi korumak üzere barajlardaki suyu daha düzenli aralıklarla boşaltmaya başladı. Matthews, bu sayede nehir sisteminin “daha çok gerçek bir nehir havasına büründüğünü” söylüyor. Esasında TVA, ESA’nın gerektirdiği üzere yaban hayatının ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmaya başladı. Matthews, “Nesli Tehlike Altındaki Türler Yasası işe yarıyor,” diyor:   “Birazcık yardımla [yaban hayatı] iyileşebilir.”

Hayvanları ve bitkileri koruma yasası insanları kutuplaştırdı

Buradaki asıl problem, çok sayıda hayvan ve bitkinin bu konuda yeterince fayda sağlayamamasıdır — zira devletin elindeki imkânlar çok sınırlı olduğundan, özel arazi sahipleri ESA ile işbirliği kurmak şöyle dursun ESA’ya sırt çevirdiğinden ve ABD bir ulusal devlet politikası çerçevesinde ESA’nın mahiyetine hiçbir vakit bütünüyle bağlılık göstermemişti. Aksine, bu yasa aradan geçen yarım yüzyıl boyunca insanların düşüncelerini kutuplaştıran bir etken hâline geldi.

Günümüzde çevresel konular üzerinde 1973 yılında hâkim kılınan siyasi mutabakatı tasavvur etmek imkânsız görünebilir. Amerikan Senatosu ESA’yı oybirliğiyle onaylarken, Temsilciler Meclisi de 390’a karşı 12 oyla yasayı meclisten geçirdi. ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi‘nde (FWS) müdür yardımcısı görevinde bulunan Gary Frazer, “Bazıları bu yasanın Kongre’den çıkışını adeta bir dini bildiri niteliğinde değerlendirdi” diyor.

Gopher Kaplumbağası [Gopherus polyphemus] 1987’de nesli tükenme tehlikesi altında olarak listelenmiştir. Durumu: Hâlâ nesli tükenme tehlikesi altında. [Fotoğraf: Joel Sartore/National Geographic Photo Ark]
Ne var ki bu konudaki inancın sarsılması beş yıl sonra açılan Snail Darter davasında gerçekleşti. ESA’yı yürürlüğe koyduklarında akıllarında yalnızca kartallar, ayılar ve turnalar olan ve bu nedenle benimsedikleri kapsayıcı mevzuatın ne kadar erişilebilir olduğunun yeterince bilincinde bulunmayan Kongre üyeleri, Yüksek Mahkeme kararıyla hüsrana uğradılar. Baş Yargıç Warren E. Burger, Snail Darter davası karara bağlandıktan sonra yaptığı açıklamada, yasanın “akıllıca ya da değil… nesli tükenmekte olan canlı türlerini korumaya yönelik mutlak bir görev” getirdiğini belirtti. Bu karara dayanarak, yeni keşfedilen küçük bir balığın bile “ne pahasına olursa olsun” kurtarılması gerektiğine kanaat getirmişti.

Peki, bu akıl kârı sayılır mıydı? Bu soruya hem Curry gibi çevrecilerin hem de çevreci olmadığını düşünen pek çok kişinin yanıtı daima “kesinlikle” olmuştur. National Geographic fotoğrafçılarından Joel Sartore, ESA’nın “bizim dışımızdaki canlı türleri açısından temel bir Haklar Bildirgesi” niteliğinde olduğunu ve bu çerçevede çıplak gözle görülebilen her hayvanın neslinin tükenmesine karşı bir “fotoğraf arşivi” hazırladığını söylüyor. (Şimdiye kadar 15.000 farklı canlı türünün tek tek portresini çekti.) Öte yandan eleştirmenlere bakılacak olursa, Snail Darter kararı her zaman sağduyuya meydan okudu. Bunun “çılgınlık” olduğunu düşündüler, diyor şimdi Çevre Savunma Fonu‘ndan emekli olan önde gelen ESA uzmanı Michael Bean: “Bu bakış açısı ikilemi son 45 yıldır bizi hep rahatsız etti.”

Kuzey Benekli Baykuşu’nu korumak için alınan önlemler ve ağaç kesimine getirilen kısıtlamaların kereste endüstrisindeki binlerce istihdamı ortadan kaldırdığı ve ESA’nın insanlara ve ekonomik büyümeye verdiği zarara ilişkin muhafazakâr savları körüklediği öne sürülüyor.”

The Codex of the Endangered Species Act” [Nesli Tehlike Altındaki Türler Yasası’nın Kodeksi] adlı yeni bir tarih kitabının yazarı olan Washington D.C.‘li tecrübeli çevre avukatı Lowell E. Baier‘e göre, hem yasanın bizzat kendisi hem de yasanın erken dönem uygulamaları, hâlen kızgınlığa sebebiyet veren tepeden inmeci, federal bir ”komuta ve kontrol zihniyetini” yansıtıyor. ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi (FWS) sahadaki temsilcileri ilk günlerde kendilerini genellikle yasanın getirdiği yasakların uygulanmasını sağlayan savaş uzmanları şeklinde görüyorlardı. Kuzey Benekli Baykuş‘un listeye alınmasının 1990’larda Kuzeybatı Pasifik’teki yaşlı ormanların kesilmesiyle ilgili şiddetli bir çatışmaya girmesinden sonra, FWS düzenlemeler konusunda daha esnek hâle geldi. Baier, “Ancak ilk 20 yılın karanlık mitolojisi Amerika’nın çoğunun zihninde devam ediyor” diyor.

[Kredi: June Minju Kim (harita); Kaynak: David Matthews, Tennessee Valley Authority (referans)]
1970’lerde ufak bir balık türü olan Snail Darter, devasa büyüklükte Tellico Barajı’nın kurulduğu Küçük Tennessee Nehri’nin belli bir bölümüyle sınırlı görünüyordu. 1978 yılında ABD Yüksek Mahkemesi’nin verdiği bir kararla bu balık türünün ”Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası” (ESA) kapsamındaki koruma hakkı onaylanmıştı. Bu baraj 1979’da tamamlandığında balık türünün yerini değiştirmek ve su kaynaklarındaki kirliliğin önüne geçilmesi, bu balık türünün yayılım alanının genişlemesine yardımcı oldu (siyah daireler). Geçtiğimiz 10 yıl boyunca yürütülen bilimsel araştırmalar neticesinde Snail Darter’ın Tennessee Nehri havzasında giderek yaygınlaştığı tespit edildi (yeşil daireler); 2022 yılında da bu tür nesli tükenmekte olan canlı türleri kapsamından çıkartılmış oldu.
Yasa, arazi sahiplerine ağır külfetler getirebiliyor. Nesli tükenmekte olan bir canlı türünü “rahatsız edebilecek” veya “zarar verebilecek” her türlü eylemden önce, doğal yaşam alanını değiştirmek de dâhil olmak üzere, FWS’den gerekli onayı almaları ve bir “yaşam alanı koruma planı” sunmaları gerekiyor. Bu konudaki kovuşturmalar pek fazla görülmüyor, keza ortada kesin kanıt bulmak güç olabiliyor, ancak Bean’in tabiriyle mülk sahiplerinin neyi yapıp neyi yapamayacaklarını kapsayan “belirsizlik havası” can sıkıcı boyutlara ulaşabiliyor.

Kanıtlar mı anekdotlar mı?

Orman Hizmetleri ve Arazi Yönetimi Bürosu gibi federal kurumlara ya da TVA’ya ESA’nın getirdiği yükümlülüklerin geniş kapsamlı ekonomik etkileri olabilir. Bu yasanın yedinci bölümü, kurumların listelenmiş bir canlı türünün “varlığını sürdürmesini tehlikeye atacak” herhangi bir eyleme girişmesini, buna müsaade etmesini ya da fon ayırmasını men ediyor. Şayet türlerin neslinin tehlikeye düşmesi muhtemel görülüyorsa, kurumun öncelikle FWS’ye (ya da deniz türleri söz konusu olduğunda Ulusal Deniz Balıkçılığı Servisi‘ne) danışması ve bunun ardından konuya ilişkin farklı seçenekler üzerinde durması gerekiyor.

Çevreyi korumakla görevli biyolog Jacob Malcom, “İnsanlar ESA’nın projeleri nasıl engellediğini anlatırken yedinci bölümden bahsediyorlar,” diyor. Bu konuda Kuzey Benekli Baykuşu güçlü bir misal: Yapılan bir ekonomik tahlilde, ağaç kesimine getirilen kısıtlamaların kereste endüstrisindeki binlerce istihdamı ortadan kaldırdığı ve ESA’nın insanlara ve ekonomik büyümeye verdiği zarara ilişkin muhafazakâr savları körüklediği öne sürülüyor.

Çoğu tür, popülasyonları tehlikeye girebilecek kadar azalmadan koruma kapsamına alınmıyor.”

Ne var ki Malcom, son yıllarda bu görüşün “kanıtlara değil anekdotlara” dayandığını iddia ediyor. Malcom, 2022 yılına kadar görev yaptığı Yaban Hayatı Savunucuları‘nda (şu anda ABD İçişleri Bakanlığı‘nda) meslektaşlarıyla birlikte 2008-2015 yılları arasında ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi (FWS) ve diğer kurumlar arasında yapılan 88.290 istişare sürecini analiz etti. Malcom, “Sıfır proje durduruldu” diyor. Grubu ayrıca federal kurumların, TVA’nın Snail Darter türü üzerinde yaptığı çalışmada görüldüğü üzere, yedinci bölümün gerektirdiği türlerin kurtarılmasına yönelik faal önlemleri pek ender olarak aldıklarını tespit etti. Listede yer alan pek çok canlı türü hakkında FWS’nin henüz bir kurtarma planına bile sahip değildir.

Nesli tükenmekte olan canlı türlerinin kurtarılması da pek kolay olmayabilir, zira Columbia Üniversitesi‘nden [resmî adıyla Columbia University in the City of New York] Erich K. Eberhard ve meslektaşlarının 2022 yılında yürüttüğü bir araştırmaya bakılırsa, “çoğu tür, popülasyonları tehlikeye girebilecek kadar azalmadan koruma kapsamına alınmıyor”. Bu türlerin çoğu, ancak FWS’ye bir çevre grubunca (genellikle 742 türün kayıt altına alınmasında etkili olan Biyolojik Çeşitlilik Merkezi) talepte bulunulması ya da bu konuda açılan dava sonucunda listeye alınıyor. Dilekçeyle listeye alınması arasındaki süre yıllar alabiliyor ve türlerin nüfusu bu süre zarfında giderek azalıyor. Merkezin nesli tehlike altında yaşayan canlı türleri sorumlusu Noah Greenwald, FWS’nin tartışmalara mahal vermemek suretiyle kayıt altına almaktan imtina ettiğini, yani ESA’ya yönelik muhalif tutumu içselleştirdiğini düşünüyor.

‘Kongre biyoçeşitlilik krizinin henüz farkına varmadı’

Noah ve beraberindeki pek çok uzman, nesli tükenmekte olan canlı türleriyle yapılan çalışmaların büyük ölçüde finansman yetersizliği yaşadığını belirtiyor. Listeye giren tür sayısının artması nedeniyle buna ayrılan bütçe de azalıyor. Milletvekillerine yönelik düzenli lobicilik faaliyetlerinde bulunan Baier, “Kongre biyoçeşitlilik krizinin henüz farkına varamadı” diyor. “Onlarla biyoçeşitlilik konusunda konuştuğunuz zaman bakışları donup kalıyor.” Daha bu yıl içinde federal kanun yapıcılar, tıpkı Kongre’nin Tellico Barajı’nı kapsam dışı bıraktığı üzere, Mountain Valley Boru Hattı‘nı (MVP) ESA’dan ve karşılaşılan diğer engellerden istisna tutan özel bir düzenlemeyi yürürlüğe soktular. Çevre uzmanları, Batı Virginia‘dan başlayıp Virginia’nın merkezine kadar uzanacak olan doğalgaz boru hattının, rengârenk küçük bir balık olan Şeker Levrek‘i [Candy Darter] tehlike altında bıraktığını ifade ediyor. 2022’deki Enflasyon Düşürme Yasası (IRA) nadir rastlanan bir müjde getirdi: FWS’ye koruma amaçlı planlar hazırlamak üzere daha fazla sayıda biyolog istihdam etmesi için 62,5 milyon dolar verdi.

Bilim insanları, dünya çapında yaşanan birkaç canlı neslinin tükenmesinin başlıca nedeni arasında iklim değişikliğini gösteriyor. Ne var ki uzmanlar bu oranın giderek artacağını öngörüyor.”

ESA çoğunlukla türlerin tutulduğu bir acil servise benzetilir: Kalabalığı fazlasıyla yoğun ve yetersiz sayıda personeliyle bir nebze de olsa hastaların hayatta kalmasını sağlamayı başarmıştır, ancak bundan fazlasına muktedir değildir. Her ne kadar bu tür çalışmaların yaşayan yaban hayatı açısından vazgeçilmez olduğunu kabul etse de, yasa kapsamında ekosistemlerin yenilenmesi yönünde bir yükümlülük bulunmuyor. Bean, “Amacı her durumu düzeltmeye dönük olsa da, kullandığı yöntemler işlerin daha da kötüleşmesine mani olmak üzere tasarlandı” diye konuşuyor. Önümüzdeki 10 yıl içinde bunu bile yerine getirme becerisi, hiçbir zaman mücadele etmek üzere tasarlanmadığı tehditlerce ağır bir imtihandan geçecektir.

ESA, bir canlı türünün “öngörülebilir gelecekte” neslinin tükenme tehlikesi altında olabileceği takdirde “tehdit altında” türler arasında listelenmesini gerektiriyor. Öngörülebilir gelecekte hava sıcaklıkları giderek yükselecektir. Yükselen ortalama sıcaklıklar bir sorun, ancak 2020’de yapılan bir araştırmaya bakılırsa aşırı sıcaklar daha büyük bir tehdide dönüşecektir.

Günümüzde bilim insanları, dünya çapında yaşanan birkaç canlı neslinin tükenmesinin başlıca nedeni arasında iklim değişikliğini gösteriyor. Ne var ki uzmanlar bu oranın giderek artacağını öngörüyor. Frazer, iklim değişikliğinin “en azından son 15 yılda listelediğimiz türlerin hemen hepsinde bir etken teşkil ettiğini” söylüyor. Yine de bilim insanları, Stein ve eş yazarların yakın tarihli bir makalede belirttiği üzere, türlerin “yerlerinde kalıp kalamayacaklarını ya da yer değiştirip değiştiremeyeceklerini” ya da hiç uyum sağlayamayıp nesillerinin tükenip tükenmeyeceğini öngörmekte zorluk çekiyorlar. FWS,, 30 Haziran’da çıkardığı yeni bir kuralla canlı türlerinin tarihsel yayılış sahalarının dışına taşınmasını kolaylaştıracaktır; nitekim bu teamül eskiden ekstrem istisnalar haricinde yasaklanmıştır.

Yine de, Vanderbilt Üniversitesi‘nde (VU) hukuk alanında profesör olan ve onlarca yıl boyunca söz konusu bu sorun üzerinde yazan J. B. Ruhl, “iklim değişikliğinin eninde sonunda ESA’yı bataklığa sürükleyeceğini” söylüyor:  “Giderek artan sayıdaki canlı türünün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkça, kurum bununla ne yapacak bilmiyorum.” Buna ilişkin somut bir yanıt vermek gerekirse, Frazer 2008 yılında yayımladığı bir makalede FWS’yi en fazla risk altında olan türleri titizlikle belirlemeye ve kaynaklarını nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türlerle heba etmemeye çağırmıştı.

Bununla birlikte şu anda dikkatini meşgul eden öncelikli konuların neler olduğunu Frazer’a sorduğumda aklına ilk gelen iklim değil, yenilenebilir enerji oldu. “Yenilenebilir enerjinin hem gezegenimizde hem de ülkemizde büyük bir ayak izi bırakacağını, şayet doğru düzgün uygulanmazsa bu durumun bazı bitkilerin ve hayvan türlerinin neslini tehlikeye atacağını” dile getiriyor. “Enflasyon Düşürme Yasası, dünya çapında giderek yaygınlaşan bir rüzgâr ve güneş enerjisi artışına önayak olacaktır.”

Risk altındaki her tür için mutlak koruma yükümlüğü gerekli mi?

Devlet Başkanı Joe Biden çığır açan bu yasayı imzalamasından epey önce anlaşmazlıklar giderek yaygınlaşıyordu: Bunlar arasında Mojave Çölü‘ndeki güneş enerjisi çiftliklerine karşı mücadele eden Çöl Kaplumbağası [Gopherus agassizii], Wyoming eyaletindeki rüzgâr enerjisi çiftliklerine karşı mücadele eden Kaya Kartalları [Aquila chrysaetos], Nevada‘daki lityum madenciliğine karşı mücadele eden Tiehm‘in Kaliforniya karabuğdayı [küçük bir çöl çiçeği — Eriogonum tiehmii] sayılabilir.

Bu madencilik vakası, Tellico Barajı’na direnen Snail Darters’ınkine oldukça yakın bir paralellik gösteriyor. Henüz geçtiğimiz yıl nesli tükenmekte olan canlı türler arasında listelenen bu çiçek, Nevada’nın batısındaki dağlık bölgede, yani tam da bir maden şirketinin lityum çıkarmak üzere harekete geçtiği yerde, yalnızca birkaç dönümlük bir arazide yetişiyor. Bu bitkiyi kurtarmaya dönük mücadeleyi Biyolojik Çeşitlilik Merkezi (CBD) yürütüyor. Nevada’nın farklı bir noktasında bulunan insanlar, 2017 yılında keşfedilen ve geçen yıl nesli tehlike altında olduğu duyurulan yaklaşık altı santim boyutunda olan Dixie Vadisi Kara Kurbağasının [Anaxyrus williamsi veya Bufo williamsi] neslini tüketebilecek bir jeotermal santral projesini şimdilik engelleyebilmek maksadıyla ESA’yı devreye soktular.

Merminizin olması, her yöne doğru sıkacağınız manasına gelmez, hedeflerinizi iyi seçmelisiniz.”

Peki, böylesi bölgelerde nesli tükenmekte olan tüm canlı türlerinin mutlak bir koruma yükümlülüğüne tâbi tutulmasının bir manası var mı? Yakın zamanda kaleme aldığı “A Time for Triage” başlıklı makalesinde Columbia Üniversitesi hukuk profesörü Michael Gerrard, “çevre topluluğunun ödünleşim konusunda inkârcılığı olduğunu” savunuyor. Bizler, kıymetli addettiğimiz her türlü varlığı koruyabilmek açısından son derece geciktiğimizi idrak edemiyoruz.”

En büyük tehdit iklim değişikliği

Gerrard’a kalırsa, küresel iklim değişikliği ile mücadelede gerekli altyapının ivedilikle hayata geçirilmesi göz önünde bulundurulduğunda, elimizden gelenin en iyisini yaptığımız takdirde canlı bir türün neslinin tükenmesine seyirci kalmamız gerekiyor. ESA ve benzeri yasaları öne sürerek fosil yakıt projelerine muhalefet etmekte mahir olan çevreye duyarlı avukatlar, bu sefer de yenilenebilir enerji tesislerine karşı ellerini çabuk tutmalılar. Gerrard, “Merminizin olması, her yöne doğru sıkacağınız manasına gelmez,” diyor. “Hedeflerinizi iyi seçmelisiniz.” O ve diğer uzmanlar, uzun vadede bakıldığında iklim değişikliğinin yabani hayata yönelik rüzgâr türbinleri ve güneş enerjisi çiftliklerinden ziyade daha ciddi bir tehdide dönüştüğünü ileri sürüyor.

Şimdilik doğal yaşam alanı [habitat] kaybı ezici bir tehdit olmaya devam ediyor. Gerek Stein gerekse Ruhl, ABD’nin sahip olduğu harikulade düzeydeki biyolojik çeşitliliği koruyabilmek amacıyla yapılması gerekenin, koruma altına alınmış ekosistemlerden oluşan ulusal bir şebeke sistemi kurmak olduğuna dikkat çekiyor. Bu, günümüz politikalarıyla mümkün olmayacaktır. Ne var ki bunun dışında hayata geçirilebilecek iki inisiyatif buna hizmet edebilir.

Bunlardan birincisi, 2022’de kıl payı meclisten geçmeyi kaçıran ve bu yıl yeniden gündeme getirilen Amerika’nın Yaban Hayatını Kurtarma Yasası (RAWA). Söz konusu bu yasa, 1937 tarihli Pittman-Robertson Yasası‘nın [Pittman-Robertson Act] başarısına dayalı olup silah ve mühimmat üzerindeki federal tüketim vergisi aracılığıyla eyaletin yaban hayatı kurumlarına finansman desteği sağlıyor. Bu yasa, av hayvanlarının türlerindeki azalma nedeniyle avcıların endişeye kapılması üzerine kabul edilmişti. Yasanın finansman desteği sağladığı eyaletler içinde bulunan koruma tesisleri ve öteki programlar sayesinde geyik, ördek ve yabani hindilerin [Meleagris gallopavo] sayısı artık hiç de az sayılmaz.

Bu ”Kurtarma Yasası” eyaletlere yılda 1,3 milyar dolar ve Amerika Yerlilerine de av hayvanı olmayan türlerinin korunmasına yönelik yaklaşık 100 milyon dolar tutarında finansman desteği sağlayacak. Stein, kısmen iki tarafın desteğine sahip olduğunu, zira ESA’nın “mevzuat yaptırımı” devreye girmeden önce türlerdeki düşüşün önüne geçilmesine imkân tanıyacağını belirtiyor. Her ne kadar eyaletlerin yabani hayat bütçelerinde muazzam bir artış sağlayacak olsa da, bu finansman federal harcamalarda bir miktar yuvarlama hatası olacaktır. Öte yandan geçtiğimiz yıl Kongre bu tedbirin bedelinin nasıl karşılanacağı konusunda mutabakata varamadı. Curry, bu tasarının geçmesinin “doğa adına müthiş bir kazanım olacağını” ifade ediyor.

İstiridye Midye Kabuğu [Epioblasma capsaeformis] 1997’de nesli tükenme tehlikesi altında olarak listelenmiştir. Durum: Hâlâ nesli tükenme tehlikesi altında. [Fotoğraf: © Joel Sartore/National Geographic Photo Ark]
Canlı türlerinin korunmasına destek sağlayabilecek nitelikteki ikinci girişim ise hâlihazırda sürüyor: Bu da arazi sahiplerini de işin kapsamına dâhil edebilmektir. Kuzey Amerika‘nın batısında uzanan büyük sıradağ olan Rocky Dağları‘nın doğusunda yer alan yabani hayatın yaşadığı alanların büyük çoğunluğu şahsi araziler üzerinde kuruludur. Bu araziler aynı zamanda doğal yaşam alanlarının [habitat] kayıplarının en yoğun yaşandığı yerlerdir. Bazı uzmanlar, ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi’nin (FWS) arazi sahipleriyle daha fazla işbirliği içerisinde çalışmadığı ve ESA’nın mevzuat baskısına ilave tedbirler getirmediği sürece bu koruma faaliyetinin başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını söylüyor. Bean, 2009’dan 2017’nin başına kadar İçişleri Bakanlığı’nda görev yaptığı dönem de dâhil olmak üzere bu fikri uzun süredir destekliyor. Bu yaklaşımın Kızıl Tepeli Ağaçkakan ile başladığını söylüyor.

Miranda Castro: ‘Hey, bu konuyu klasik yollardan halledemeyiz’ diye karara vardık. Pek çok türü listeleme konusundaki endişeler, yapılacak koruma faaliyetlerinin türlerin listelenmesine lüzum bırakmayacağı durumları araştırmak üzere bir tetikleyici oldu”.

ESA yürürlüğe girdiğinde, Güneydoğu’da bir zamanlar yaşamış olan milyonlarca Kırmızı Kokartlı Ağaçkakan‘dan günümüze 10.000’den az sayıda kalmıştı. İnsanlar, başta Uzun İbreli Çam [Pinus palustris] olmak üzere, bu kuş türünün tünek ve yuva yapmak niyetiyle içine yuvalar inşa ettiği köklü ağaç türlerini kesmişti. Bu tür ağaçların büyük, en az 60 ila 80 yaşında olması gerekiyor ve bu tür ağaçlardan geriye pek fazla kalmadı. Eskiden Virginia‘dan Teksas‘a kadar 90 milyon dönümlük bir alanı kaplayan uzun ibreli ağaçlardan oluşan orman üç milyon dönümden daha az bir alana kadar düşmüştü.

Bu durum, 1980’lerde ESA’nın pek faydası olmadığını, zira bunun özel arazilerdeki ormanları korumaya yönelik çok az özendirici etki sağladığını gösteriyor. Bean, aslında bunun tam aksini gösterdiğini ifade ediyor: Arazi sahipleri bazen sırf yasanın getirdiği sınırlamalardan kaçınabilmek umuduyla muhtemel ağaçkakanların bulunduğu doğal alanları kesip biçiyorlardı. 1990’lara kadar ağaçkakanların popülasyonu düşmeye devam etti. Bir anlaşmaya binaen arazi sahiplerinden çam ağaçlarının büyümesine müsaade etmeleri ya da ağaçkakanları koruyucu nitelikte başkaca tedbirlere girişmeleri hâlinde herhangi bir cezai işleme maruz kalmayacakları; bu çerçevede kişilerin anlaşmanın imzalanmasından itibaren ormanın bulunduğu mevcut durumdaki hâliyle kesilip kesilmeyeceğine ilişkin karar verme hususunda özgür kalacakları yönünde taahhütte bulunulmuştu.

Kırmızı kokartlı ağaçkakanları kurtarma projeleri

Bu makul seviyedeki teşvik edici tedbir sayesinde bazı yerlerdeki elektrikli testerelerin susturulması mümkün oldu. Bean, “Bu durum düşüş eğilimini tersine çevirdi,” diyor. “Güney Carolina gibi yüz binlerce dönümlük özel mülkiyete ait orman alanlarının kayıtlı tutulduğu yerlerde Kırmızı Kokartlı Ağaçkakanların popülasyonu çarpıcı bir artış yakaladı.”

Ağaçkakanların sayısı hâlâ risk altındaki türler arasındadır. Yine de bu konuda desteğe ihtiyacı söz konusudur. Yeteri kadar yaşlı çam ağaçları bulunmaması nedeniyle, arazi yöneticileri bu kuş türünün popülasyonunu artırabilmek amacıyla körpe ağaçlara yapay yuvacıklar yerleştiriyor ve bazen de içlerine bu ağaçkakanları taşıyabiliyor. Ayrıca, uzun ibreli çam ağaçlarının bulunduğu alt tabakayı açık ve otlu durumda bırakmak üzere, tıpkı bir zamanlar yıldırımların ya da yerlilerin çıkardığı yangınların tutuşturduğu ve ağaçkakanların çok hoşlandıkları tarzda, önceden tasarlanmış yangınlar ya da elektrikli aletler kullanıyorlar. Yapılan bu çalışmaların pek çoğu işe yarıyor ve Kırmızı Kokartlı Ağaçkakanların büyük bir kısmı hâlâ eyalet ya da askeri üsler benzeri federal arazilerde yaşamlarını sürdürüyor. Ne var ki bu kuş türlerinin listeden çıkarılabilmesi bağlamında uzun ibreli çam ağaçlarının büyük bir kısmının kurtarılması gerekiyor ki bu da doğal yaşam alanlarının yüzde 80’ine hâkim konumda yer alan özel arazi sahipleriyle işbirliğine gidilmesini gerektiriyor.

Geçtiğimiz Aralık ayında ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi’nin (FWS) güneydoğu bölgesinden sorumlu müdürü görevinden emekliye ayrılmış olan Leo Miranda-Castro, bu işbirlikçi yaklaşımın esas itibarıyla 2010 yılında ABD’nin Atlanta kentindeki bölgesel merkezde benimsendiğini belirtiyor. Biyolojik Çeşitlilik Merkezi (CBD), FWS’nin listeye alınması talebiyle 404 tane yeni türü değerlendirmeye tabi tutmasını talep eden bir “dev çapta imza kampanyası” hazırlamıştı. Miranda-Castro, bu talebin yoğunluğunun “altından kalkılamaz” olduğunu vurguluyor. “İşte o zaman ‘Hey, bu konuyu klasik yollardan halledemeyiz’ diye karara vardık. Pek çok türü listeleme konusundaki endişeler, yapılacak koruma faaliyetlerinin türlerin listelenmesine lüzum bırakmayacağı durumları araştırmak üzere bir tetikleyici oldu”.

Gophen kaplumbağasının kurtuluş öyküsü

Gopher Kaplumbağasını kapsayan bir anlaşma nelerin olası olabileceğini gözler önüne seriyor. Tıpkı ağaçkakanlar misali, güneşe doyduğu, otsu bitkilerle beslendiği ve kumlu toprakta açtığı derin yuvalarla yaşadığı tepesi açık uzun ibreli çam ağaçlarından oluşan ormanlarda yaşamaya uyum sağlamıştır. Bu arada aralarında yılanlar, tilkiler ve kokarcaların da bulunduğu 300’den fazla hayvan da bu kaplumbağanın açtığı yuvalarda barınmaktadır. Bununla birlikte bu türün sayısı onlarca yıldır düşüş gösteriyor.

Kentleşme bu kaplumbağalar üzerinde esas tehdit unsuru, oysa kerestelik araziler onlara yer bırakacak şekilde idare edilebilir. Bu türü listeden çıkarmaya hevesli olan ve 20 milyon dönümlük bir alana sahip olan kereste şirketleri, bunun nasıl yapılacağını belirlemeye — bilhassa da araziye düşen ateşi canlandırmaya ve gölgelik alanları korumaya — yönelik bir mutabakata vardı. ir kereste şirketi, Resource Management Service (RMS), ABD’nin Florida eyaletinin kuzeybatı kısmında yer alan Florida Panhandle‘da (Batı Florida ve Kuzeybatı Florida olarak da bilinir) yaklaşık 3.700 dönümlük bir arazide Uzun İbreli Çam Ağaçlarını yeniden yapılandıracağını ve bu arazinin zamanla 200.000 dönüme kadar genişleyebileceğini belirtti. Bu şirketin nesli tükenmekte olan diğer canlı türlerini de kendi arazisine getirmeyi önerdiğini duymak Miranda-Castro’yu çok sevindirdi: “Daha önce böyle bir olayın vuku bulduğunu hiç duymamıştım.” Geçtiğimiz sonbaharda FWS, bu kara kaplumbağasının yaşadığı alanın pek çoğunda listelenmesine gerek duyulmadığını duyurmuştu.

Şimdi Miranda-Castro, ESA’ya çoğunlukla davalara sebebiyet verdiği ortamlarda karşılıklı konuşma ve müzakerelere zemin hazırlamaya gayret eden bir kuruluş [veya koalisyon] olan Conservation Without Conflict‘i (CWC) yürütüyor:  “İlk 50 yıl boyunca en çok kullanılan yöntem bu oldu. Önümüzdeki 50 yıl boyunca elimizdeki teşvikleri daha yaygın bir kullanıma sokacağız.” Castro, Columbus, Georgia yakınlarında, Alabama-Georgia sınırına bitişik bir Birleşik Devletler Ordu karakolu olan Fort Moore, Georgia [eski adıyla Fort Benning] sınırları dışında yer alan kendi çiftliğinde Uzun İbreli Çam Ağaçları yetiştiriciliği yapıyor — ve Gopher Kaplumbağaları da bu sayede bundan istifade ediyor.

Turna [Grus americana] 1967’de nesli tükenme tehlikesi altında olarak listelenmiştir. Durum: Hâlâ nesli tükenme tehlikesi altında. [Fotoğraf: Joel Sartore/National Geographic Photo Ark]
Biyolojik Çeşitlilik Merkezi (CBD), teşvik edici unsurların tek başına bu sürüngen türünü kurtarabileceğinden kuşku duyuyor. FWS’nin geliştirdiği kendi modellerinin önümüzdeki birkaç 10 yıl içerisinde bölgedeki alt popülasyonların tükeneceğini ve toplam popülasyonun yaklaşık üçte bir oranında azalacağını gösterdiğine dikkat çekiyor. 2023 yılının Ağustos ayında FWS’ye karşı dava açarak Gopher Kaplumbağasının koruma altına alınması yönünde talepte bulundu.

Acaba her canlı türünü kurtarabilecek miyiz? Bu soruya verilecek karşılık olumsuz olacaktır. Nesli tükenmekte olan canlı türleri sürekli var olmaya devam edecektir.”

Bu yıl FWS, Güney Ovalarındaki otlaklarının bulunduğu alanlara tarım ve enerji endüstrisi yüzünden uzun süredir zarar gören Kır Tavuğu‘nu [küçük Çayır Tavuğu/tympanuchus cupido] koruma kapsamına aldığında kendisi de bu yönteme başvurmuştu. Bu kararın geçersiz kılınması doğrultusunda Senato‘da yapılan oylamada, söz konusu kararın Temsilciler Meclisi‘nden geçmesi hâlinde Başkan Biden tarafından bu kararın veto edileceği yönünde taahhütte bulunuldu.

Bu stratejiye dönük tartışmalar perde arkasında çetrefilli bir sorunu saklı tutuyor: Acaba her canlı türünü kurtarabilecek miyiz? Bu soruya verilecek karşılık olumsuz olacaktır. Nesli tükenmekte olan canlı türleri sürekli var olmaya devam edecektir. Nitekim 2021 yılında ABD Balıkçılık ve Doğal Hayat Servisi (FWS), kurtarıldıkları gerekçesiyle değilse de onlarca yıldan bu yana görülmediklerinden ve nesillerinin tükendiği düşünüldüğünden ötürü listeden 23 canlı türünü daha çıkarmayı gündeme taşıdı. Ne var ki, neslin tükenmekte olduğu gerçekliğinin bilincinde olmakla, kasten bir canlı türünü yok etmeye kalkışmak arasında dağlar kadar fark söz konusudur. Bu farkı göz önünde bulunduran bazı kimseler bunu isteyerek yapabilirken, bazıları da bunu yapmıyor. Bu görüşün, bilhassa çocukluk döneminde doğal yaşama ne kadar fazla temas edildiğiyle bağlantılı olabileceğini düşünüyor Bean.

Boston Üniversitesi Hukuk Fakültesi‘nde (BC Law) fahri profesör olan Zygmunt Plater, 1978 yılındaki “Snail Darter” davasındaki avukatı sıfatıyla, toprak arazileri Tellico Barajı’nın suları altına kalacak olan yüzlerce çiftçinin mücadelesini yürütmüştü. Davanın bir noktasında Yargıç Lewis F. Powell Jr. kendisine şöyle sormuştu: “Bu ufak deniz canlıları, şayet varsa, hangi amaç doğrultusunda faaliyet gösteriyor? Bunlar besin maddesi amaçlı mı kullanılıyor?” Plater, deniz salyangozu gibi canlıların, yaptığımız hareketlerin hem onlar hem de kendimiz üzerindeki tehlikelerine ilişkin bizleri uyardığını düşünüyor. Bu tür deniz canlıları bize farklı çözüm yolları düşünmemizi telkin ediyor.

Türlerin korunması için ekosistemlerinin de korunması gerek

ESA, canlı türlerinin korunmasını amaçlıyor, oysaki bu işin gerçekleşebilmesi için mutlaka ekosistemlerin de korunması gerekiyor. Pasifik Kuzeybatısı‘nda bulunan eski çağlardan günümüze kadar ulaşan orman alanlarının en azından ufak bir bölümünün korunmasında önemli bir rol oynayan Kuzey Benekli Baykuş’un neslinin kurtarılmasıdır. Kızıl Tepeli Ağaçkakan [ismini erkeğin gözünün arkasındaki küçük kırmızı noktadan alır — leuconotopicus borealis] ve Gopher Kaplumbağası [Kuzey Amerika’nın güneydoğusunda yaşayıp toprakta oyuklar açan yenebilir bir kara kaplumbağası — gopherus polyphemus] konusundaki hassasiyet, Güneydoğu’daki uzun yapraklı ormanların korunmasında etkili bir rol oynamıştır. Çoğunluğu gayrimenkul geliştirme amaçlı kullanılmak üzere tarihi Cherokee bölgelerini ve 300 kadar çiftliği sular altında bırakacak olan Tellico Barajı’nı engellemek açısından Snail Darter yeterince etkili olamadı. Ne var ki yaşanan bu tartışmaların akabinde, nesli tükenmekte olan birkaç midyenin varlığı TVA’yı Tennessee’nin merkezinde bulunan Duck Nehri üzerinde bir baraj daha inşa etmekten caydırmaya yaradı. Söz konusu bu nehir artık Kuzey Amerika’nın en zengin biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yapan yerlerinden biri olarak kabul ediliyor.

FWS’de çalışan genç bir biyolog sıfatıyla hem Snail Darter’ın hem de Duck Nehri’ndeki midyelerin koruma kapsamına girmesinden bizzat sorumlu olan Jim Williams, ESA’nın eyaletleri barındırdıkları bu yabani hayatı hesaba katmaya sevk ettiğini dile getiriyor. Williams benim de yaşadığım Alabama‘da büyümüş. “Elimizde neler olduğunu bilmiyorduk,” diyor. “İnsanlar etraflarına bakınmaya başladı ve her türlü yepyeni canlı türünü keşfettiler.” Bunların arasında pek çok midye ve ufak balık türü bulunuyordu. 2002 yılında yürütülen bir araştırmada Stein, ABD eyaletleri arasında Alabama’nın canlı tür çeşitliliğinde beşinci sırada yer aldığını tespit etti. Aynı zamanda nesli tükenme bakımından da ikinci sırada yer alıyor; FWS’nin yakın zamanda listeden çıkarılmasını önerdiği 23 nesli tükenmiş canlı türü arasından sekizi midyeydi ve bunların yedisi Alabama’da bulunuyordu.

Midyelerin bilinmeyen dünyası

Geçtiğimiz bahar ayında bir sabah, ABD’nin Alabama eyaletinin kuzeyindeki bir akarsu ve kentsel bir su havzası olan Shoal Creek’in kıyısındaki bir kulübede, bölgedeki tatlı su biyologlarının düzenlediği — izcilerin ulusal veya uluslararası düzeyde toplanan büyük bir izciler topluluğu — bir tür jamboree’ye katıldım. Etkinliğin merkezinde, ikinci kattaki terasın gölgeliğinde — doğal yaşamı korumayı amaçlayan Amerikalı bir fotoğrafçı, konuşmacı, yazar, öğretmen ve National Geographic dergisine uzun süredir katkıda bulunan ve Dünyadaki hayvanat bahçeleri ve yaban hayatı koruma alanlarında yaşayan yaklaşık 12.000 türü belgelemeyi amaçlayan 25 yıllık bir proje olan The Photo Ark‘ın başkanı  Joel Sartore oturuyordu. Sartore, Photo Ark‘ına daha fazla canlı türü eklemek üzere gelmişti ve çoğu zaman TVA’ya çalışan biyologlar da bu işe memnuniyetle katkıda bulunuyor, Sartore’un ışıklandırılmış dar boyutlu akvaryumuna yerleştirilecek canlı türlerini toplamak üzere birbirleriyle yarışıyorlardı. Sartore akvaryumun önünde kamburlaşmış bir vaziyette oturmuş, kafasına geçirdiği siyah bir bez ve fotoğraf makinesiyle bir moda fotoğrafçısı edasıyla şipşak çekimler yapıyor, ara sıra da akvaryumda bulunan her türlü hayvanı hareket ettirerek ustaca poz vermelerini sağlamaya uğraşıyordu.

İzlediğim sıralarda, henüz bir adı belli olmayan çizgili bir tatlı su balığı, bir Sarı Levrek [Morone mississippiensis], Turuncu Yüzgeçli Bir Parlak Balık [Notropis ammophilus] ve 2011 yılında bizim bulunduğumuz derede keşfedilen dev bir kerevitin [tatlı su ıstakozu] fotoğraflarını çekti. Her geçen gün nesli tükenmekte olan bu canlı türleriyle hiç karşılaşmamış olan insanların, bu canlıların neslinin tükenmesinin yarattığı tahribatı fark etmelerine yardımcı olmayı amaçlayan Sartore, bu sayede söz konusu canlıların yeryüzünden silinmeleri hâlinde de onları layıkıyla hatırlayabilmeyi arzuluyor.

TVA biyologlarından Todd Amacker ile birlikte dereye doğru yürüyüp kıyısında oturmuştuk. Amacker, Williams’ın izinden giden bir midye bilim insanıdır. Meslektaşları ellerinde ağlarla sürüler arasında dalarken o da bana midyelerin üremesi konusunda kısa bir ön bilgi verdi. Bu midyelerin kendine mahsus tuhaf davranışları, benim onların hayatta kalmasını ne kadar çok önemsediğimi gösterdi.

Yüzlerce tatlı su midyesi türü olduğunu anlatan Amacker, hemen hemen her birinin belirli bir balık türünü tuzağa düşürerek kendi yavrularını büyüttüğünü söyledi. Sözgelimi Dalgalı Çizgili Şeklinde Parlak Görünen Kabuklu Midye [Lampsilis fasciola], Kara Levrek [Micropterus] türünü tuzağına düşürebilmek maksadıyla vücudundan çıkardığı yem balığına benzer yapay yem şeklinde bir parçayı levreğin açık ağzına bırakıyor ve böylece larvalar levreğin solungaçlarına tutunup onun verdiği kanla beslenebiliyorlar. Bir başka midye, larvalarını bir metre uzunluğundaki misina oltanın ucunda sarkıtıyor. Türlerinin pek çoğunun nesli tükenmiş olan bir deniz canlısı türünün üyesi olan Duck Nehri Darter Snapper [levreğe benzeyen bir balık türü — Epioblasma ahlstedti] kabuğunu çaresiz bir balığın kafasına sıkıştırıp içine larvalarını bırakıyor. “Bunu telafi edemezsiniz,” diyor Amacker. Buradaki her türlü ilişkinin belli bir yerde çağlar boyunca gelişim gösterdiğini söyleyebiliriz.

Biz kimiz ki bir türün ölümüne seyirci kalmaktan sorumlu olalım?”

Nesli tehlike altında olan midyeleri laboratuvar ortamında yetiştirmeye uğraş veren küçük bir grup biyolog, belirli bir midyenin hangi balık türüne ihtiyaç duyduğunu tespit edebilmek durumunda. Bu, doğa koruma alanında faaliyet gösteren biyologların “kahramanca” diye nitelendirdikleri, tıpkı Kaliforniya akbabalarını/kondorlarını [Gymnogyps californianus] ve Haykıran Turnaları [Grus americana] kurtarmada etkili olan türden meşakkatli bir deneme-yanılma yöntemidir. Ne var ki bu midyeler çok az sayıda insanın adını duyduğu, gözleri bulunmayan, beyinleri gelişmemiş, kahverengi renkli ufak canlılardan oluşuyor.

Amacker, pek çok midyenin durumunun yarım yüzyıl öncesine nazaran daha iç açıcı olduğunu söylüyor. Öte yandan bazı midyelere o kadar nadir rastlanıyor ki bunların kurtulabileceğini söylemek zordur. Amacker’a bunun uğraşmaya değip değmeyeceğini ya da bazı canlı türlerinin elimizden gitmesine seyirci kalmamız gerekip gerekmediğini sordum. Ses tonundaki tutukluk sorduğum sorudan dolayı adeta pişman olmama yetmişti.

“Size bunun uğraşmaya değer olmadığını söyleyecek değilim,” dedi. “Daha ziyade bu canlılar konusunda umudumuz kalmadığını söyleyeceğim.” Durakladı, ardından kendisini şöyle bir sakinleştirdi. “Biz kimiz ki bir türün ölümüne seyirci kalmaktan sorumlu olalım?” diye devam etti: “Çok uzun zamandır varlar. Buna bir biyolog gözüyle değil, bir insan olmanın bilinciyle karşılık veriyorum. Bunun gerçekleşmesini sağlayacak kişiler biz miyiz ki?”

Makalenin İngilizce orijinali

Yara derin, bıçak keskin ve bir hiper metin olarak ‘Yarabıçak’…*

Hem yarayım hem de bıçak!
Tokat benim, yanak da!
Çark benim, çarka gerilmiş beden de!
Kurban benim, cellat da!

Ömer Faruk, “Yarabıçak”ta, düşünmeye Charles Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”’nde yer alan bir şiirinden seçtiği bu dörtlükle başlar. Bu dörtlüğü seçişinde elbet bilinçli bir hesaplılık var. Buradaki oksimoronik ikiliği kullanmak ister yazar. Şiirin tümünde başka ikilikler de vardır: “bıçak – yara, çatlak ses – tanrısal senfoni, kan – kara zehir, tokat – yanak, sonsuz gülmeye hükümlü – artık gülümseyemeyen, kendi kalbinin vampiri vs…”

İkilik metaforu

Jean Paul Sartre, Baudelaire için “kendisinin uçurum olduğunu hisseden adam” der. Onda hep bir sahtelik, yapaylık, oynama, yaşamı ikilik içinde trajikleştirme çabası olduğunu, bu ikiliği kendi kişiliğinde de yarattığını söyler. Bunu, Baudelaire’in dramı olarak görür ve kendisini görmek için iki kişi olmak gerektiğine, kendisini inandırdığını söyler. Fakat bu ikilik, onun kendisini gerçekte görmesini de engeller. “Hem yarayım hem de bıçak! / Kurban benim, cellat da!” dizelerinde Baudelaire, hem bu ikilik arzusundan hareket eder hem de bilinçliliğini en yükseğe taşıyarak ben’in ben tarafından ele geçirilişini izlemek ister. Baudelaire bir cellatsa, neden kendisini kurban seçmiştir? Belki de Ben’in, kendi diğer ben’ini, ancak eziyet ederek ve eziyet çekerek hissedebildiği, görünür kıldığı ve bu yolla kendi kendisine de sahip çıkmayı başarabildiği bir ikilikten kaynaklanıyordur bu. Ya da insan türünün eylemlerinin tümünün, sonunda onu arzu ettiği cennete ulaştırmak yerine gittikçe cehenneme yaklaştırdığını vurgulamaya çalışıyordur. Ama Baudelaire’in bu hissediş ve görme çabası sonuçta başarısız oluyorsa, içine düştüğü derin yalnızlıkta kendisinin uçurumu da olmak isteyecek, kendisini düşerken seyretmeyi deneyimlemek isteyecektir.

Charles Baudelaire.

Burada şiirin yorumlamasından çıkıp Ömer Faruk’un kullandığı metaforun işlevine ve anlamına doğru gelmek gerekecektir. Yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarına girilecekse de başlarda şu kadarını belirtmek gerekecektir: Ömer Faruk, Yarabıçak’ta, Baudelaire’in yarattığı bu ikilik çağrışımından hareketle, kendi ikilik metaforunu kurmaya çalışır. Yarabıçak da baştan sona bir çeşit ikilik üzerine konstrükte edilmiştir. Bu oksimoronik ikilik, temelde insan eylemlerinin, edimlerinin, aklının kümülatifi olarak ortaya çıkmakta ve Ömer Faruk, buradaki gizli-açık çelişmeyi-anomaliyi trajik bir arıza olarak not edip, bunu gelecek için bir uyarıya dönüştürmeye çalışmaktadır.

Yazar, Yarabıçak’ta, uygarlaşma tarihinin, avcı toplayıcılıktan, toprağı ve hayvanı mülk edinmekten başlayarak, yani en baştan bir sapmayla bugün geldiği aşama itibariyle apokaliptik bir yere evrilmiş olduğunu, uygarlaşmanın esasında bir yıkım, yozlaşma ve trajik bir değer yitimine dönüştüğünü düşünür. Bu betimleme, Hegel’in tarih felsefesindeki tarihsel id’in ilerleyiş perspektifiyle çelişir görünüyor. İyi’ye doğru ileri gitmeyen, tam tersi kötü’ye doğru bir ilerleyişten bahsediliyor. Bunu gerçekleştiren “akıl-id-ruh” hem insanın bir projesi olan bugünün kötü dünyasının hem de olumlu anlamda iyicil insani edimlerin öznesidir. Yani burada “akıl-id-ruh” hem bıçak hem yaradır. İyiliğin de kötülüğün de tanrısıdır. İnsan yarattığı bütün değerlerle varoluşçu anlamda kendini yaratmış, özünü belirlemiştir. Yazarın Yarabıçak’ta birçok örnek düşünce ve veri üzerinden karşı çıktığı da esasta bu verili uygarlık, kültür, tarih, düşünce, düşünme biçimi ve edimlerdir.

Yarabıçak, Ömer Faruk’un, ironik bir durum olarak hem bugüne kadar hakkında çok şey yazılan hem de kendisinden bahsetmenin zor olduğu deneysel bir çalışması. Neden zor? Göçebe düşünce ve yerleşiklikle, kültürle, yazı ve farkla, boşlukla, gölge ve ışıkla, türlü metaforlarla, sayısız göndermeyle ve niyetlendiği göç boyunca bir taraftan saçıp bir taraftan derlediği denklerle yolculuğa çıkmış ve dilin-söylemin anlam üretimine bir direniş devinisiyle göçü yolda dizmeye yeltenmiş bir metnin ne anlattığından, neyi amaçladığından ve nasıl anlattığından bahsetmek, en başta metnin temel iletisinin kazdığı çukura düşmek anlamına geldiği için; ikinci olarak, yapıtın 248 sayfa olan ilk basımında söylenenleri 599 sayfalık ikinci basım için kaleme alınmış bir yazıda tekrara düşme ve özgün bir içerik kuramama tehlikesi yarattığı için zordur. Ayrıca yapıtın hem içeriği, hem biçimi hem de dil ve söylemi yönüyle tek bir kitap gibi olmayan, bir “çok kitap” denemesi olması da bu zorluğu pekiştirir.

Yarabıçak’ın düşünce evrenine girmenin zorluğu

Bu düşüncelerle Yarabıçak’ın, okurda ilkin “şaşkınlık” ve “tedirginlik” duyguları yarattığını düşündüğümü söyleyerek girizgâhımı yapmış olayım. Bir kitap için her şeyden evvel, sadece bu durum bile özgün, sıra dışı bir yazı ve fark yaratır demek yanlış bir yorum olmaz sanırım. Şaşkınlık, çünkü kitap, bugüne kadar okuduğumuz hiçbir kitaba ilkin biçim olarak benzemiyor. Uzun bir giriş yazısı, şiirsel alıntılar, aforizmalar, daha önce görülmemiş uzunlukta, yer yer asıl metinden de uzun dipnotlar / açıklamalar, arada küçücük, arada büyükçe yazılar; bazen bir deneme, makale, sohbet, bazen bir öykü, roman veya tamamen yeni deneysel bir biçim ve tür izlenimi bırakan, ödünç alınmış metinlerle metinlerarasılık özelliği taşıyan tuhaf bir biçimsel yapılandırma, okurun şaşkınlıktan bir süre hareket edemediği bir okuma serüveni yaratıyor.

Okur, ilkin okumaya nasıl başlayacağını, bu fragmantal yapıda düşünce takibini nasıl gerçekleştireceğini, ana metin ve uzun dipnotlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağını, adı anılan bütün kitapların, aforizma, alıntı ve dipnotların bilgisine nasıl erişeceğini düşünerek bir şaşkınlık hissine kapılabiliyor. Tedirginlik çünkü Yarabıçak’ta Ömer Faruk o kadar çok düşünceye, disipline, felsefi yaklaşıma, romana, roman kahramanına, tarihsel, sosyolojik, psikolojik betimlemeye yer verir, gönderme yapar, onları referans alır ki; okurun da bütün bu zengin ve derin içerik karşısında kendi bilgisinin boyutuna ilişkin bir şüphe ve tedirginlik duymaması, kitabın içeriğine vakıf olamayacağı biçimindeki kaygıyı taşımaması zor görünüyor.

Nitekim bu okurun Deleuze ve Foucault’dan, Bauman’dan, Adorno’dan, Melih Cevdet’ten, Braudel ve Kim Ki Duk’tan, Oruç Aruoba’dan, J. Conrad’dan, Kusturica’dan Mehmet Eroğlu, Gasset ve Haşim’e; Kitab-ı Mukaddes’ten Gadjo Dilo’ya, Kovel’den Cemil Meriç’e, Tanpınar’dan Hasan Ali Toptaş’a… birçok entelektüel, düşünsel, edebi ve felsefi içeriğe vâkıf olmasının beklendiği bir okuma girişiminden bahsediyoruz… Buna bir de Yarabıçak’ın baştan sona hem biçimsel hem içeriksel bir reddiye biçiminde kurulduğunu da eklersek, okur için ne denli aklını, zihnini, bilgisini hem sınayacağı hem de zorlayacağı külfetli bir okuma tecrübesi yarattığını da görmüş oluruz.

Ömer Faruk’un, bir düşünen olarak en baştan bir düşünme / düşünce haritası edinmeyerek yerleşikliği reddediyor ve yabanıl bir doğada, düşünce için düşünmeyi bir sürek avına dönüştürmeye çabalıyor oluşu üzerinden, Yarabıçak’ta içeriğin yanı sıra dil, yapı ve söylemden daha çok bahsetmek doğru gibi geliyor:

Göçebe bir metnin ağır yükü

Yarabıçak metni, anlatım biçimi olarak soyut ve sembolik bir dil evreni üzerine bina edilirken, aynı zamanda somut ve imgelerle dolu bir anlam dünyasına da kapı aralamaya izin verir. Bu, iyi düşünülmüş, titiz bir işçilikle harmanlanmış anlatım biçimi, okur için hem metnin üst dokusundan derinliklerine inmeyi ve çeşitli düşünsel katmanları keşfetmeyi teşvik eder, hem de okuyucuyu farklı yorumlara ve düşünsel yolların izini sürmeye yönlendirir. Bu yaratıcı ve özgün biçimsel form, düşüncelerin ve kavramların etrafında dönerek, birçok farklı tema ve felsefi meseleyi iç içe geçmiş bir şekilde ele almaya imkân sağlar. Metnin tetikleyici dili, sık sık içerdiği sembol ve imgelerle soyut kavramları somutlaştırarak anlamsal görünürlüğü de artırır. Bu sembolleştirme ve imgeleştirme çabası ilkin kitabın adıyla başlar. Nitekim “Yara↔Bıçak” kavramlarının kendisinin başlı başına sembolik bir ifade olarak hermetik bir anlamlandırmaya izin verdiğini, okuru buna teşvik ettiğini ve hatta kışkırttığını anlarız. Bu bağlamda “Yara”nın, derinlik, deneyim ve dönüşümü simgelediğini; “Bıçak”ın ise keskinlik, sorgulama ve dönüştürme anlamları taşımakta olduğunu düşünebiliriz. Okurun ilk başta karşılaştığı bu iki kelime, metindeki temaları ve düşünceleri bir araya getirerek zengin bir sembolik evrenin zeminini yaratır.

Gilles Deleuze ve Felix Guattari.

Yazarın velut anlatım tekniği ise, farklı düşünsel akımları ve filozofları atıflarla bir araya getirerek metni zenginleştirmeye olanak sağlar. Örneğin, Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramının metinde önemli bir rol oynadığını ve taşıyıcı bir kolon olarak tasarlandığını fark ederiz. Göçebe düşünce, Yarabıçak bağlamında sabit kalıplardan kaçarak, sınırları aşarak ve yeni bağlantılar kurarak düşünmeyi ifade ediyor olmalı. Bu kavram, metindeki anlatım biçiminin temelini oluşturan düşünsel serbestliği üretmeye de kaynaklık eder, diyebiliriz. Metin, “boşluk” kavramını da engin bir perspektifle ele alıyor. Yarabıçak’ta “boşluk”, diğer çağrışımlarının yanı sıra ilkin keşfedilmeyi bekleyen potansiyeli, yeni anlamları ve düşünceleri temsil ediyor, denebilir. Ömer Faruk’un tercih ettiği anlatım biçimi de boşluğun düşünme sürecinin merkezinde ve farklı düşünsel katmanları ortaya çıkaran bir etmen olarak varlık bulduğunu işaret eder. Bu yönüyle de Yarabıçak metni, bütün özgün anlatım olanak ve teknolojisiyle okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkmaya davet eder.

… Metin, bir dizi temayı ve felsefi meseleyi ele alarak okuyucuyu düşünsel bir yolculuğa çıkarırken, temelde aşağıdaki motiflere odaklanmaktadır:

Dilin Sınırları ve Gölgelerin Dünyası: Metin, “uygarlaşma” illüzyonunun kanlı bir serüvene dönüşünü sorgulayarak başlar yolculuğa. Ardından “imge”nin yaratma sürecinde hakikatle ilişkisine değinir, daha sonra “ışık-gölge” alegorisini yorumlayarak dilin sınırlılıklarını ve gerçeğe erişimdeki zorlukları ele alır. Gölgelerin dünyası, insanların algılarına dayalı gözlemleri ve dil aracılığıyla yansıtılan anlamları temsil eder. Dilin kısıtlamaları ve yalanları, hakikatin arayışında insanların karşılaştığı zorlukları vurgular.

 

Göçebe Düşünce ve Sınırların Aşılması: Metin, hem “yazı ve fark”ı hem de Deleuze ve Guattari’nin “göçebe düşünce” kavramını işleyerek, sabit kalıpları ve sınırları aşarak yeni düşünsel bağlantılar kurmanın önemini vurgular. Bu düşünce tarzı, sınırları zorlamak, beklenmedik ilişkiler kurmak ve farklı düşünme yollarını keşfetmek anlamına gelir.

Göçebelik: Michel Maffesoli’nin “Göçebelik Üzerine: İnisiyatik Başıboşluk”undan alıntılar yapan Ömer Faruk, yazarın, çağdaş paradoksu göstermeyi mümkün kılan bir “sosyolojik metafizik” uygulama niyetini açımlamaya çalışır… Maffesoli’ye göre yüzyılımızın post-modern insanı yeni tür bir konargöçerlikle iç içedir: Ulus-Devletin ve büyük ideolojilerin gerilemesi, bu yeni zeitgeist’in etken olmasının nedenidir. Bu çalışmada göçebelik, basit, kesinleşmiş ve tek nedenli bir kazanıma değil, bir dengenin gelmesini bekleyen, heterojen, bazen çelişkili unsurların ifade edildiği karmaşık bir yola dayalı antropolojik bir yapı olarak görülmektedir. Bir bütün olarak toplum gibi birey de bu çelişkili uyum içinde yenilenecektir. Yazar, bu bahiste birey ve toplumun, yerleşik her şeyden uzaklaşarak konargöçerlikle yeni tür “iyicil” bir bilimsel, sosyolojik, psikolojik, devrimsel değil ama evrimsel ilerleyişi, bir karşı medeniyeti kurabileceğine inanır görünüyor.

The Fight Between Carnival and Lent, Pieter Bruegel the Elder, 1559.

Descartes’ın Cogito’su ve Şüphe İlkesi: Metin, Descartes’ın “Cogito, ergo sum” yani “Düşünüyorum, öyleyse varım” ilkesini ele alırken, şüphe ilkesinin düşüncenin temelinde yer aldığına dikkat çeker. Bu bağlamda, düşünmeye ve düşüncelerimize duyulan şüphenin, hakikate daha yakınlaşmada önemli bir rol oynadığı belirtilir.

Boşluk ve Potansiyel: Metin, boşluğun bir potansiyel taşıdığını ve yeni anlamların keşfedilmesini beklediğini ifade eder. Boşluk, düşünsel bir alanda yeni düşüncelerin filizlenebileceği, yaratıcılığın ortaya çıkabileceği bir alan olarak işlev görür.

Yara ve Dönüşüm: “Yara↔Bıçak” zıt kavramları, derin deneyimler, içsel devinim ve niteliksel dönüşümü temsil eder. Yara; insanın içinde taşıdığı derin izleri, kalıcı değer – duygu – düşünce ve deneyimleri simgelerken, bıçak; sorgulama, çatışma, dönüşüm ve değişimin aracı olarak görülür. Bu ikili, insanın içsel yolculuğunu ve dönüşümünü yansıtan semboller olarak işlev görür.

Karnaval Kültürü: Bu bölüme farklı düşünürlerden alıntılarla başlayan Ömer Faruk, ilkin sanatın kalıcı olma – iz bırakma koşullarının; “sanatçının mutlak özgürlük bilinci ve yapıtın geleceğe cevap verebilme” imkânına sahip olmasıyla mümkün olabileceği türündeki yaklaşımını dile getirir. Fakat bu motifin asıl içeriği, yazar tarafından Yarabıçak’ın temel iletisine uygun olarak düşünülen ve hem hayatın hem sanatın sınırlarında yer alan “karnaval kültürü” nün yaşamın geneline yansıtılması, bir projeksiyon olarak kullanılması yönündeki değerlendirmeleridir. Yazar bu bölümde; Mihail Bahtin’in “Rabelais ve Dünyası” adlı eserinden ilham alır. Bahtin’in amacı karnaval kültürü tanımlaması üzerinden özgün bir yaklaşımla, olayları olağan algılama biçimini bozmaktı. Ömer Faruk’un da yapıtında olayların olağan algılama biçimini bozmayı amaçladığını görüyoruz… Bahtin’e göre Rabelais’in romanına nüfuz eden halk mizahı, ortaçağ pazar yeri popüler “kahkaha kültürüne” dayanmaktaydı… Bu yaklaşım bana bizim sol çevrelerce muhalif gösterilerde gözaltına alınan göstericilerin gülümsemelerini fotoğraflayıp altına “Gülmek, devrimci bir eylemdir!” deyişlerindeki tutumu anımsattı. (Gülmeye yüklenen abartılı bir anlam ve klişe slogan düşkünlüğü…) Nitekim Bahtin de bana göre karnaval kültürüne fazladan önem atfederek “popüler kahkaha kültürü, tüm yerleşik otoriter iktidar merkezlerine meydan okuyan farklı bir dünya imkânı yaratıyor”, diye düşünür.

Mihail Bahtin.

Ömer Faruk, bu yerleşik otoriter iktidar merkezlerini sadece dini, politik alanla sınırlamaz, o, yazın, sanat, düşün ve siyasi alanın da bu tür merkezlerce işgal edildiğini ve çok uzun zamanlar boyunca gerçek işlevinden alıkonulduğunu düşünür.

… Bu karnaval kültürü motifini yorumlayışından şunu arzuladığını çıkarmak mümkün diye düşünüyorum: İnsanlığın geldiği bu yıkıcı, kötücül aşamayı tersine çevirmenin bir yolu olarak, her düzeydeki iktidar merkezlerinin hiyerarşik sistemini, sınırlarını, algı dayatmasını, kültürel kodlarını, bilgisini bozma; zora dayalı sistemlerin kural ve düzenlemelerini, yasalarını, otoritelerini, düşünme biçimlerini vs. askıya alma yoluyla geçersizleştirme…

Yazar, karnaval kültürünü, yeni ve mevcuttan tümüyle farklı bir dünya düzeni için bir taslak olarak düşünür. Nitekim bu karnavalesk dünya düzeni, kitabın 489 ve 490. sayfalarında şöyle dile getirilir: “Tüm çitlerin, dikenli tellerin, sınırların, duvarların, bayrakların, milli marşların, düzenli orduların, anıtların, mabetlerin, kalelerin, gökdelenlerin, üniversitelerin, borsaların ve AVM’lerin anlamını yitirdiği o zamansız boyuta gittik.” Bu boyutta görülebileceği gibi mevcut verili dünyanın tümüyle silinişi var, bir olumsuzlama üzerinden tahayyül edilen, yeninin resminin mevcudun yokluğu üzerinden tasarlandığı ve yaratıcı imgeyi tetikleyen bir boşluk olarak düşünülen bir dünyadır bu. Ömer Faruk, bu dünyayı karnaval düzeni olarak tasarlar: “Her ırktan ve cinsten insanın ötekiyle karşılaşarak ona geçebildiği; hayvanlara ve bitkilere dönüşebildiği; ateş, su ve havaya karışabildiği; sarhoş olarak kendisinden çıkabildiği; dışarısıyla buluşabildiği o uçsuz bucaksız sonsuzluğa gittik!” 

Ömer Faruk’un karnavalının yalnızca dünya düzeniyle, insan türünün yaşam biçimiyle, yalnızca insan dünyasıyla sınırlanmadığını görürüz. Tasarlanan, tüm yaşam formlarının, bunu da aşan bir tahayyülle tüm varlıkların kimyalarının bir karnavaldaki gibi sınırsız, kuralsız, hiyerarşisiz ve renkliliğiyle bir karmaşa içinde karşılaşabildiği ve hatta birbirine dokunup birbirinin içinden geçtiği, geçerken dönüştüğü, dönüştürdüğü, birbirine karıştığı evrensel bir karnaval düzenidir. Aslında belki sonsuz evrenin kimya ve doğa düzenidir bu ve insanın yüklediği tüm sınırlayıcı anlamlardan azadedir. Bunlarla sınırlı değil tabii Ömer Faruk’un evrensel karnaval düzeni; daha fazlası var ve keşfedilmek üzere okurunu bekler… 

“Banka Soymuş Bir Devrimcinin İtirafları” adlı kurgusal metinde ise yazar, bir taraftan bütün dünyada sağ ideolojiler zaferler kazanır, sol ideolojiler kaybederken, bir taraftan da ideolojiler çağının tükendiği söylemleri güç kazanmışken, kadrajına daha dar bir alanı alarak kendi sol-devrimci anlayışı ile Türkiye özelinde sol-devrimci pratiğin spekülatif bir eleştirisini yapar. Yazar, sol işlerin gidişatının tanımını yapmaya çalışırken dünya solunun sağ liberalizm ve post-modern kapitalizm karşısında argümansız kalmışlığını, entelektüel tükenmişliğini veya patinajını çok fazla söz konusu etmeden, daha çok bizdeki arkaik sol pratiğin eleştirisine odaklanır. Bu eleştiriyi kurgusal bir metin içinde sürdürmesi şüphesiz, meselenin bütüncül entelektüel boyutunu çok yönlü ve derin biçimde sergilemesine engel olur. Türkiye solu özelinde sunduğu haklı eleştirilerinin, mevcut sol çevrelerin yorgun, bezgin ve tükenmiş ruh hallerinin “sükût suikastına” uğraması da meselenin derinleşmesine ve boyut kazanmasına izin vermiyor denebilir. Oysa özellikle bu tartışmaların yapılması günümüz için hem hayati hem acil bir mesele olarak görülmeliydi.

Düzenli ordu kurma, bayrak sallama, milli marş besteleme suçunu işlememiş olan çingeneler

Ömer Faruk’un yüklediği anlamlar ve düşünsel tarihi arka planı bağlamında göçebe düşünce ile çingeneler arasındaki ilişki, felsefi bir perspektiften ele alındığında oldukça ilgi çekici bir anlam ağı içinde hareket etmeye imkân sağlar. Deleuze’cü bir perspektiften bakan Ömer Faruk, çingenelere özgü bu yersizliği, yurt edinmemeyi, konargöçerliği Yarabıçak’ta şöyle ifade eder: “Özünde geleneksel felsefedeki ‘doğruluk’, ‘aşkınlık’ ve ‘tanrısallık’a karşı çıkmayı’, ortak görülerle ters düşmeyi, genel geçer kabulleri çiğnemeyi gözeten bir düşünme biçimidir’ (s.35).

Çingenelerin yaşam tarzı, düşünmenin / düşüncenin geleneksel kalıplarını zorlar ve farklı kültürler arasında köprüler kurarak yeni perspektiflerin oluşmasına zemin hazırlar. Göçebe düşünce ile Çingeneler arasındaki ilişki, farklılıkların ve çokluğun değerini vurgular. Çingenelerin bu hareketli yaşam tarzı, sabit ve alışılagelmiş düşünce kalıplarını sarsar / zorlar ve farklı kültürlerin etkileşimine açık bir zıt-uygarlık tahayyülüne alan açar. Bu bağlamda, Çingenelerin yaşam tarzı, göçebe düşüncenin temel prensipleriyle uyumlu bir şekilde çalışır ve sınırların aşılmasını teşvik edici sembolik bir rol üstlenir.

Hatırlayalım: “Göçebe Düşünce”, Fransız filozoflar Gilles Deleuze ve Félix Guattari tarafından geleneksel hiyerarşik ve sabit düşünme kalıplarına karşı bir alternatif olarak sunulmuştu ve sınırları, tanımları reddederek farklı konular, kavramlar ve disiplinler arasında serbestçe dolaşma, bağlantı kurma ve yeni ilişkiler kurma yeteneğini vurgulamak için kullanılmıştı. Deleuze ve Guattari, düşüncenin kanıksanmış ve alışılagelmiş yollarını terk ederek, farklılıkları bir araya getirip yeni yollar ve bağlantılar oluşturmanın, yaratıcılığı teşvik edeceğini ve özgürce düşünme yeteneğini geliştireceğini düşünmüşlerdi. Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı, bu içerikten beslendiği bir deneysel çalışma olarak gördüğünü ve bu çalışma yoluyla kendi özgür düşünce marjının sınırlarını belirlediğini, bir taraftan da bu sınırlardan taşmanın tekinsizliğini tecrübe ettiğini söyleyebiliriz.

Yazar, bu çalışmasında çalışmasında, devletin ve toplumun dayattığı kavramların, düşünce kalıplarının, düşünme alışkanlıklarının ve algısal kodlamalarının insanların kimliğini ve özgürlüğünü nasıl sınırlayabileceğini göstermeye çalışır ve ayrıca söz konusu göçebe düşünce bilincinin yardımıyla her tür sınırlandırmaya karşı bir direniş mevzisinin nasıl kazılabileceğini göstermek ister. Ayrıca metinde imlenen “ihlal” çağrısının, sınırları aşarak normlara meydan okuma anlamında kullanıldığı, mevcut düzenin kabul edilen kurallarına karşı bir çıkış ve özgürleşme çabası olarak yorumlandığı ve “ihlal”de bulunmamanın yaşamı büsbütün “ihmal” anlamına geldiği de açıktır. Fakat bu anlatıda Ömer Faruk’un itiraz ettiği mevcut düzene, reel “uygarlık”a karşı işaret ettiği bir çeşit “karşı uygarlık”ın nasıl ve hangi dayanaklarla kurulabileceği açık değildir. Yani mevcudun eleştirisine yoğunlaşılmış bir yıkıcılıktan bahsedilebilir, ancak alternatifinin neyle ve nasıl inşa edileceği üzerinde çok düşünülmemiş, denebilir. Tabii bilinçli olarak da bu kodlama yapılmamış olabilir; ki bu ihtimal daha kuvvetlidir. 

Düşünmeler üzerine düşünme

Bilindiği gibi Fransızcada réflexion terimi, hem bir şey üzerine düşünme, hem de yansıtma anlamına geliyor. Ayrıca bu kavram, düşünmenin kendi üzerine düşünmesi anlamına da geliyor. Ömer Faruk’un norm dışı kitabı Yarabıçak’ta yapmaya çalıştığı şey de bir çeşit felsefi refleksiyon gerçekleştirmek. Nitekim yazar, özellikle çağdaş Fransız düşünürlerin, düşünmeye açtığı belirli kavramlar, “göçebe düşünce, yazı ve fark, uygarlık, boşluk, kültür…” ve başkaca çok sayıda düşünce üzerinden hareket ederek ve bu belirli, kayıtlı düşüncelerin altını çizerek; içlerini dışlarına, dışlarını içlerine çevirerek onlar üzerinden düşünme edimi gerçekleştiriyor. Yani düşünmelerin / düşüncelerin üzerinde düşünme faaliyeti gerçekleştiren ve bu yönüyle çok sayıda düşüncenin ve düşünürün izdüşümüne dönüşmüş bir çeşit hypertext, Yarabıçak.

Ömer Faruk, hiperteksti, okurun istediği gibi bilgisine erişebileceği bir düğümler ağı olarak çeşitli türden bilgilere bağlanmanın ve bunlara erişmenin bir yolu olarak kullanmış görünüyor. Nitekim bu çeşit bir metin, doğrusal olmakla sınırlandırılmamış, refere edilen diğer metinlerle bağlantılar içeren, okuyucunun doğrusal bir yol izlemek zorunda kalmadan direkt kendisini ilgilendiren bilgiye atlamasına izin veren bir dizin içeriyor. Uzun dipnotlar da ana metin ile ipini koparmadan okumak isteyen herkese ek bilgi sağlamak için tercih edilmiş. Bilgiyi birbirine bağlamak için yer yer ana metinden daha uzun dipnotlar / açıklamalar, çok sık başvurulan alıntılar, aforizmalar; düşünce tarihinde öne çıkmış, yaratıcı ve şaşırtıcı yaklaşımlar; çok sayıda farklı esere ve eser kahramanına yapılan göndermeler (örneğin Melih Cevdet Anday’ın Raziye romanı ve ana kahramanı gibi…), bunlarla kurulan analojiler ve nihayetinde “Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları” başlığı altındaki kurgusal metin, Yarabıçak’ı en önce içerik ve biçim konstrüksiyonu bakımından özgün kılıyor.

 

Ömer Faruk’un kurgusal metinde sergilediği sol ideolojik yaklaşımların / edimlerin bir çeşit eleştirisi de, Yarabıçak’ın bütününe yayılmış olan Kartezyen yaklaşımıyla bir uyum gösterir. Ömer Faruk’un oldukça hacimli, zengin içerikli bu çalışmasında tek tek yer verdiği düşüncelerin, gerçekleştirdiği düşünmelerin her birinden bahsetmekten çok, onun ne yapmaya çalıştığını anlamanın, eseri anlamak açısından daha önemli olduğunu düşünüyorum. Belki de benzer bir kaygıdan hareketle, kitaba girizgâh mahiyetinde bir sunum metni yazan Şükrü Argın, “Devlet ve İhlal” başlıklı yazısının bir yerinde Yarabıçak için şöyle der: “Descartes’ın cogito’su ve onun yazgısı; bir metin, bir kitap için de geçerli midir? Tuhaf gelebilir ama öyle olduğunu düşünüyorum: Şüphe içinde düşünüp durmuyor ise, bir metnin, bir kitabın var olduğu söylenemez çünkü. Kendi içinde düşünmeyen, içinde sadece düşünceler barındıran bir kitap ya da metin, okurun karşısına geçip seyre dalabileceği bir ‘duvar’dır, o kadar… (…) Ömer Faruk’un Yarabıçak’ı tam da böyle düşünen metindir işte. İçinde hiçbir anahtar yoktur, –sol anahtarı bile yoktur. Kilitleri kurcalar sadece –kurulmuş kilitleri yoklar. Düşüncelerin içinden uyuklayarak değil teyakkuz halinde düşünerek geçer ve her halükarda ısrarla ‘akıntıya karşı’ yüzer.” (Yarabıçak. s. 35)

Tüm kodları unutun!

… Sonuç olarak diyebiliriz ki Yarabıçak, Deleuze’ün da ilham aldığı bir Nietzsche’ci düşünme çabası olarak ilkin, onun “aktif nihilizm” diye tarif ettiği bir perspektiften yola çıkıyor ve hep yolda olmayı, bir menzile varmamayı ve (hatta bir menzil olduğu fikrini dışarıda bırakarak) yolculuğun kendisini daim kılıyor. Bilindiği gibi Friedrich Nietzsche’ye göre aktif nihilizm seçkinler ve özgür ruhlar içindir. Bu düşüncenin, her şeyi sorgulamaktan ve her şeyin zorunlu olarak yanlış olduğu ilkesinden yola çıkmaktan oluşan bir düşünme biçimi vardır… 

Ömer Faruk da bu bilinçle yola çıkmış, göçebe düşüncenin taşıyıcısı olmuş gibidir ve bu nedenle yol boyunca sistemli bir biçimde yerleşik düşünme ve kanılara saldırır. Göçebelik burada, uygarlığın verili biçimine, onun kodlarına karşı çıkarken, onu yıkmayı tasarlarken Nietzsche’ci bir yaklaşımla dinleri, kadim felsefi düşünceleri, ideolojileri, kültürel aktiviteleri, kanunları, sözleşmeleri, kurumları ve var olduğu biçimiyle devleti yeniden kodlamanın reddiyesidir. Ömer Faruk da bu yüzden olsa gerek; Yarabıçak’ta karşı çıktığı uygarlaşma tarihinin zıddını kurmaz ya da neyi arzuladığını bildirmez. Kısacası bir kodlama çabasına girişmez. Yalnızca anarşizan, özgürlükçü bir politik tavrın gerekliliğini iletir.

Zor bir metin, zoru seven okurlar için…

(*) Ahmet İlhan‘ın metni ilk olarak punctumdergi.com‘da yayımlanmış; Yeşil Gazete‘de kısaltarak kullanılmıştır.

Sayıştay’dan iklim krizi uyarısı: Güzelhisar Barajı’nın artan suyu denize dökülüyor

Haber: İrfan TUNCÇELİK

*

Sayıştay, birçok kentin Su ve Kanalizasyon İdareleri Müdürlüklerinin 2022 yılındaki faaliyetlerini denetledi.

Raporlarda yer alan bulgularda, İzmir’deki kaçak kuyu ve koku sorunu, Ereğli Belediyesi’nde çevre kirliliğine karşı kurulan İklim Değişikliği ve Sıfır Atık Müdürlüğünün aslında olmadığı, Erzurum’da kanalizasyon müdürlüğüne reklamcılık bölümünden mezun olan birinin 1. Dereceli Daire Başkanı kadrosuna atandığı ve Sapanca’da kaçak yapılan bungalov evlere su hizmeti verilmesi gibi çeşitli usulsüzlük ve aykırılıklar yer aldı.

sayıştay,baraj,

‘Koku sorunu ve plansız uygulamalar Sayıştay raporlarına da yansıdı’

Sayıştay tarafından yapılan denetimler sonucunda, İzmir genelinde faaliyette bulunan tüm arıtma tesislerinden çıkan arıtma çamurlarının tamamının belediye tarafından yirmi yıl boyunca Çiğli Atıksu Arıtma Tesisi (AAT) arazisinin körfez kenarında depolandığı ve depolanan bu arıtma çamurlarının şehirde koku sorunu yarattığı tespit edildi. Daha önce de İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer “Koku sorununu bitirdik” açıklaması yapmıştı.

İnşaat Mühendisleri Odası da İzmir Atıksu Arıtma Tesisi için hazırladığı raporunda çamur çürütme tesisinin aciliyet olduğunu vurgulamıştı.

Yapılmayan tesisin maddi zararlarını ve çevreye olumsuz etkisini inceleyen İMO, İzmir altyapısının tamamlanması gerektiğini, çamur stok sahasının rehabilite edilmesi ve çamurun bertarafı için uyarılarda bulundu. Yıllardır süren koku sorunu ve plansız uygulamalar Sayıştay raporlarına da yansıdı. Sayıştay’a göre, Çiğli Atıksu Arıtma Tesisinin çevre izni veya geçici faaliyet belgesi bulunmaması gerekçesiyle İl Müdürlüğünce idari para cezası kesildi.

Sayıştay’dan çevresel iklim krizi ve kuraklık uyarısı

Sayıştay başka bir incelemesinde, Devlet Su İşleri Bölge Müdürlüğünün (DSİ) sondaj izni verdiği ruhsatlı kuyulardan faydalı tüketim miktarını tayin edemediğini, kaçak kuyulardan ise kuyu miktarı ve kapasitesiyle ilgili yeterli kontrol ve denetimin yapılamadığını tespit ederek, yeraltı suyunun bu nedenle kontrolsüz tüketildiğini saptadı.

İZSU Genel Müdürlüğünde yapılan denetimlerde ise idarenin sorumluluk alanındaki abonelerinin su ihtiyacının önemli bir bölümünün de sondaj yapılarak karşılandığı belirtildi.

sayıştay

Raporda, “Dolayısıyla gerek kaçak kuyulara, gerekse de izni alınarak açılan ancak ölçüm sistemi kurulmamış kuyulara ilişkin faydalı tüketim miktarlarının tespitinin mümkün olmadığı, ülkemizin de içinde bulunduğu ve hızla çevresel iklim krizine ve kuraklığa doğru gidilen günümüz koşullarında; son derece kıymetli olan ve kontrolsüz tüketildiğinde kendisini yenileyemeyen yeraltı suyunun bilinçsiz ve kontrolsüzce tüketildiği, bu durumun önlenmesine dönük yeterli mevzuat düzenlemesinin olmaması, İZSU’nun tam olarak görev alanına girmemesi nedeni ile konuya gerekli özeni göstermemesinden dolayı kontrolsüz kalan yeraltı suları, sadece kırsal bölgelerde ve İzmir şehir merkezinde apartman, site bodrum katlarında ise sayısı tahmini olarak bile bilinmeyen kaçak kuyular aracılığı ile hızla tüketilmektedir” bulguları saptandı.

Yağışlı dönemlerde artan Güzelhisar Barajı’nın suyu denize dökülüyor

İzmir’de yapılan başka bir denetlemede, Aliağa Güzelhisar Barajı’nın önemli bir kaynak olduğu ancak kent halkının, bu kaynaktan içme suyu olarak yeterli miktarda faydalanamadığı, bölgenin fazla yağış aldığı dönemlerde baraj suyunun denize deşarj edildiği belirtildi. Denetçiler, sanayide kullanılan Güzelhisar Baraj suyunun doğru bir bölgesel su yönetim politikası oluşturulması ve Aliağa ilçesine daha fazla insani tüketim suyu verilmesi uyarısında bulundu.

İzmir’deki Gördes Barajı da belediye ve DSİ arasında kente içme, kullanma ve endüstri suyu sağlanması amacıyla yapım bedelinin yarısı, su verilmeye başlandıktan sonra İZSU tarafından karşılanmak üzere bir protokol imzalandı.

sayıştay

Protokol gereği İZSU’nun, kendisine düşen payı barajdan su verilmeye başlandıktan sonra ödemeye başlaması. Fakat Sayıştay raporunda yer alan bulgulara göre, su verilmeye başlanmadan, DSİ gecikme faizi ile birlikte bedel talep etti.

Protokole göre Gördes Barajı’ndan İzmir’e her yıl yaklaşık 159 milyon m³ su verilmesi planlandı. Sayıştay’ın raporunda, “2011-2020 yılları arasındaki on yıl içinde İzmir’e suyun yüzde 23,3’üne karşılık gelen 137,6 milyon m³’ü gelmiştir. 2016, 2017 ve 2018 yıllarında gerek barajda meydana gelen teknik problemlerden (baraj gövdesinde ortaya çıkan su tutamama sorunu) gerekse de DSİ’nin yapması gereken imalatları henüz tamamlayamamış olmasından dolayı hiç su verilememiş, buna rağmen DSİ 2011 yılında beklenenin çok altında şehre deneme suyu vermiş olmasını esas alarak, 2011 yılının da önüne geçip 2010 yılından itibaren hesaplayarak İZSU’dan baraj bedeli tahsilatına ilişkin 18.12.2014 tarihinde talepte bulunmuştur. Bunun sonucu olarak; gelirlerinin yaklaşık yüzde 80’ini su satışından elde eden bir kuruma, dağıtımını yapacağı suyu vermeden, başka bir ifadeyle, taahhütlerini tam olarak yerine getirmeden, maliyet yüklemek, ana iştigal alanının (su satışı) birim maliyetini yükseltmek anlamına geleceğinden, kent sakini olan her abonenin ek maliyete katlanmasına sebep olmaktadır” denildi.

Çevre kirliliğine karşı kurulan müdürlük yok!

Kayseri’de su ihtiyacının karşılanmasına yönelik yapılan faaliyetlerin incelenmesi sonucunda da KASKİ tarafından kullanılan 531 adet su temin amaçlı kuyu bulunduğu ve bu kuyuların 284 adedinin izin belgesinin olmadığı tespit edildi.

 

sayıştay,

Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nde yapılan incelemeler neticesinde; İSU Genel Müdürlüğü tarafından ileri atıksu arıtma tesislerinin kurulması ve işletilmesi için 66 milyon 947 bin 919 TL aktarıldığı, ancak aktarılan bu kaynakların belediyenin farklı ödemeleri için kullanıldığı saptandı.

Trabzon Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü‘nün de içme suyu arıtma tesislerinin su ve atık su aboneliklerinin bulunmadığı belirtildi.

Zonguldak Karadeniz Ereğli Belediyesi’nde ise belediye tarafından çevre kirliliğinin oluşmasının önüne geçilmesi ve hafriyat toprakları ile inşaat yıkıntı atıklarının yönetim ve kontrolünün sağlanması için kurulan İklim Değişikliği ve Sıfır Atık Müdürlüğü’nün teşkilatlanmaya gitmediği kaydedildi.

Erzurum’da yapılan incelemede Anadolu Üniversitesi Açık öğretim Fakültesi iki yıllık Pazarlama ve Reklamcılık Bölümü’nden mezun olan birinin beş yıl hizmet süresi şartını taşımadığı halde yönetim kurulu kararı ile 1. Dereceli Daire Başkanı kadrosuna atandığı tespit edildi.

Belediye kaçak yapılan bungalov evlere su hizmeti verdi

Sakarya Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nde yapılan incelemede ise Sapanca İçme Suyu Havzası Koruma Bölgesi‘nde kaçak yapılan bungalov evlerine su hizmeti sağlandığı saptandı.

Yapılan incelmeler sonucunda, Sapanca bölgesinde konaklama hizmetini sağlayan bungalov tesislerinden bazılarının yapı ruhsatının bulunmadığı buna rağmen su hizmetinin tesis edildiği belirtildi.

Sayıştay denetçilerinin AKP’li Sapanca Belediyesi’nden aldığı bilgilere göre, bölgede 497 adet bungalov işletmesinin olduğu ve sayılarının hızla artmaya devam ettiği belirtildi. Sayıştay’a göre, bu tesislerin içme suyu havzasında yapılaşma koşulları ve düzenlemeleri için Havza Koruma Planı yapılması gerekir.

Sayıştay raporunda, birçok tesisin bahçe suyu aboneliği ya da kaçak kullanım gibi yöntemlerle su hizmetini edindiği, bu hizmetin verildiği tesislerin herhangi bir yapı ruhsatının bulunmadığı ve içme suyu havzasına zarar verecek atık sularının bertaraf edileceği hizmet altyapısının bulunmadığı bulgusuna yer verdi. Ayrıca Sapanca bölgesinde mutlak koruma bölgesi ve doğal sit alanlarında yer alan kaçak yapılara ilişkin 67 yapıya idarenin tespiti neticesinde hukuki işlemlerin başlatıldığı bilgisini paylaşan Sayıştay, yapı ruhsatı bulunmayan ve su hizmeti tesis edilen aboneliklerin sonlandırılması ve içme suyu havzasını korumaya yönelik tedbirlerin alınması gerektiğini değerlendirdi.

Endüstriyel atık sular kontrolsüz bir şekilde kanalizasyon şebekesine akıtıldı

Samsun’da ise endüstriyel atık su kaynağı olabilecek fırın, hamam, oto yıkamalar, akaryakıt istasyonları, tekstil fabrikaları, halı yıkama işletmeler incelendi.

Samsun Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından endüstriyel atık su üreten işletmelerden bazılarının bağlantı kalite kontrol ruhsatı almaksızın faaliyette bulundukları ve verilen ruhsatlardan geçerlilik süresi dolan bazı atık su üreticilerinin ruhsat yenileme işlemlerinin yapılmadığı tespit edildi. Sayıştay, endüstriyel atık su kaynağı olan işletmelerden bazılarının BKK ruhsatı olmadan atık sularını kanalizasyon sistemine veya alıcı ortama deşarj ettiğini ve endüstriyel atık suların kontrolsüz bir şekilde kanalizasyon şebekesine akıtıldığını saptadı.

Akbelen’den 25 Kasım mesajı: Kadını doğayı katleden aynı

Ekoloji Birliği Kadın Meclisi, 25 Kasım öncesinde Limak, IC-İçtaş iştiraki YK Enerji tarafından bir bir ağaçların kesildiği ve hal-i hazırda dinamitlerin patlatıldığı Akbelen‘den “Kadını, doğayı katleden aynı” mesajını paylaştı.

Akbelen’den yapılan basın açıklamasını İkizköylü direnişçilerden Esra Işık okudu.

‘Eril aklın şiddeti körüklediği dünya düzeninde kadınlar ve çocuklar ilk hedefte’

“25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Mirabel kardeşlerin haklı direnişlerini ve katledişlerini unutturmayacağız!” ifadeleriyle başlayan açıklamada eril tahakkümün uzantılarına şu şekilde değinildi:

“Biliyoruz ki; eril aklın şiddeti körüklediği dünya düzeninde kadınlar ve çocuklar her zaman ilk hedefteler. Gazze’de binlerce sivil kadın, çocuk siyasi ve dini erk mücadelelerinin ortasında ateşe atıldılar. Şiddetin her türlüsüne, katliamın en zorba haline maruz bırakıldılar! Tüm bu kırımın son bulması, insanlığın hem birbiri ile hem de yeryüzü ile barışması içindir tüm mücadelemiz.”

Yeryüzü ile barışmadan yeryüzünün yok oluşunun durdurulamayacağının altının çizildiği açıklamada “İnsanlık birbiri ile barışmaz ise insanlığın sonunu getireceğiz!” denildi. Ayrıca ekoloji kadın hareketlerindeki mücadeleye de şöyle dikkat çekildi:

“Bizler ekoloji ve kadın hareketlerinde mücadelemizi, ataerkil iktidarın yok saydığı ötekiler adına veriyoruz. Yaşayan tüm canlı varlıkların bir ve tek olduğunu kabul edersek yeryüzünü yok oluştan koruyabileceğimizi biliyoruz. İnsanlık olarak sadece bir parçası olduğumuz ortak yaşam ağının yanında, her türlü tahakkümcü, otoriter, savaşı hakim kılarak kendini var eden ataerkil kapitalist sistemin karşısındadır tüm mücadelemiz!”

Kadını ve doğayı aynılaştıranın; yaşadığı şiddet, eşitsizlik, yok sayılarak uğradığı adaletsizlik olduğunun da belirtildiği açıklamada, kızkardeşlik dayanışmasına vurgu yapıldı:

“Tüm bunlara karşı kızkardeşlik dayanışması ile bir arada olmaya, ekoloji ve kadın hareketlerinde birbirimizden güç almaya devam edeceğiz! Yeryüzüne, insanlığa karşı hiçbir savaşın karar alıcısı olmadık, olmayacağız. Sürdürülebilir bir gezegen için yeryüzünün de kadınların da özgürleşmesine karşı duranların, kadını ve doğayı katledenlerin aynı olduğunu asla unutmayacağız!”

‘Sokakları da meydanları da terk etmeyeceğiz’

Son olarak açıklamada yarın tüm yurt genelinde gerçekleştirilecek 25 Kasım’da meydanlardan ‘Kadını, doğayı katleden aynı’ sloganlarıyla sesleneceklerini aktaran kadınlar, açıklamada şunları dile getirdi:

“Ormanları, dağları, ovaları, dereleri, yaşam alanlarımızı terk etmediğimiz gibi, eylem alanlarımızı da bize yasaklayan, elimizden alanlara inat sokakları da meydanları da terk etmeyeceğiz!”  

Sputnik’te grevin yüzüncü günü: Grevciler kazanacak

Türkiye Gazetecilik Sendikası (TGS) toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uzlaşılamaması nedeniyle Sputnik Türkiye’de, 17 Ağustos 2023’te başlatılan grevde 100. güne gelindi. Rusya Devlet Radyosu Sputnik‘in Türkiye şubesinin yönetimi, gazetecileri 7 Ağustos’ta işten çıkarmıştı.

Sendika hakları için yürütülen direnişin yüzüncü gününde gazeteciler basın açıklaması gerçekleştirerek “Yaklaşık bir yıl önce başladığımız sendika mücadelesinde üyelerimizin sendikalı, toplu iş sözleşmeli ve güvenceli çalışabilmelerini sağlamak için elimizden gelen tüm çabayı sarf ettik. Amacımız bu sürecin uzlaşı ile bitmesi ve tarafların kazanmasıydı. Yapılan müzakere toplantılarında da genel yaklaşımımız bu oldu. Ancak Sputnik işvereni son toplantılarda hiçbir teklif vermeyerek süreci kitleyen, çözümsüzlük üreten taraf oldu” dedi.

Fotoğraf: ANKA

‘Dostlarımızı da gördük, grev kırıcılarını da’

Grevin sürdürüldüğü yüz gün içerisinde yaşananları aktaran gazeteciler “Dostlarımızı da gördük, grev kırıcılarını da. Aynı yolda yürüdüğümüz yürekli yol arkadaşlarımızı da gördük, yolda yoldaşlarını satanları da. Sendikamıza yönelik karalama kampanyalarını da gördük çürüyen yalanları da. Anayasamızı çiğneyen işverenleri de gördük buna dur diyen hakimleri de. Bizi yakan güneşi de gördük üşüten fırtınayı, yağmuru da. Ama bu yolda en çok da işte burada Anayasamızı, sendika haklarını ve geleceklerini korumak için direnme duygularından hiçbir şey kaybetmeyen kararlı grevcileri gördük” ifadelerini kullandı.

‘Türlü türlü oyunlarla bu direnci kırmaya çalıştılar ama başaramadılar’

100 gündür Sputnik işverenin hukuksuzluklarına, uzlaşmaz tavrına rağmen ilk günkü gibi kararlı, inançlı üyelerinin direncini tüm dünyanın gördüğünü aktaran basın emekçileri, açıklamarında ayrıca şu ifadelere yer verdi:

“Türlü türlü oyunlarla bu direnci kırmaya çalıştılar ama başaramadılar. Önce grevimizin yasal olmadığını iddia ederek kaldırılmasını talep ettiler; üç gün önce yapılan duruşmada mahkeme grevimizin yasal, üyelerimizin de yasal grevci olduğuna karar verdi. İçerideki grev kırıcılar aracılığıyla özellikle gazeteciler içerisinde sendikamızın yanlış bir strateji yürüttüğünün, bu duruma sendikanın neden olduğunun propagandasını yaptırdılar. En başından beri bütün süreci üyelerimizle birlikte yürütüp, tüm kararları birlikte aldığımız ortaya çıkınca sessizce köşelerine çekildiler.”

İşverenin işten atılan 24 kişinin ekonomik nedenle işten çıkarıldığını, grev kararıyla ilgisi olmadığını söylediğini belirten gazeteciler, “Ekonomik sıkıntı yaşayan Sputnik ne hikmetse aynı dönemde işte bu gök kafese taşındı. Daha dün İstanbul 4. İş Mahkemesi hem de ilk duruşmada sendika işyeri temsilcimiz Nejdet Eksilmez’in işe iadesine karar verdi” dedi.

Hukuksuzluğun çok açık olduğunu, mahkeme heyetinin ilk duruşmada karar verdiğini vurgulayan basın emekçileri, “Diğer üyelerimiz için de bu kararın en kısa sürede çıkacağına hiç şüphemiz yok. Bu 100 günlük süre içerisinde sessiz kalanlar da oldu hiç şüphesiz. Daha ilk günden beri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası çiğneniyor dedik ama Adalet Bakanlığı bu konuda gereken ilgiyi göstermede yetersiz kaldı. Muhalif medya kuruluşlarını susturmak için ceza üstüne ceza yağdıran RTÜK seyirci kaldı” ifadelerini kullandı.

‘İletişim Başkanlığı kör ve sağırı oynadı’

Son olarak “Türkiye’de gazetecilerin akreditasyonundan basın kartlarına kadar her şeyden sorumlu İletişim Başkanlığı kör ve sağırı oynadı” denilen basın açıklamasının devamında şunlar aktarıldı:

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettiş göndermenin ötesine geçemedi. Tüm bu yaşananlara rağmen hâlâ buradayız. Çünkü haklı olduğumuzu biliyoruz. Hakkımız olanı alana kadar da bu mücadeleyi bırakmayacağımızı tüm Sputnik işverenine duyuruyoruz. Medya sektöründe orman kanunlarını değiştireceğimizi, sendikalı, güvenceli bir çalışma ortamını tesis edene kadar bu mücadeleden vazgeçmeyeceğimizi hem meslektaşlarımıza hem de medya patronlarına ilan ediyoruz. Değiştireceğiz çünkü birlikteyiz. Birlikte Güçlüyüz.”