İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bu yıl 18’inci kez düzenlenecek Filmekimi programı belli olmaya başladı. Program, İstanbul’da 4-13 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek. Bu yıl da saygın festivallerde gösterilmiş, ödüller almış, merakla beklenen yeni yapımları içeren etkinlikte yer alacak bazı filmler şöyle:
Altın Palmiye’li Parazit
The Host, Snowpiercer ve Okja ile hayran kitlesini daha da genişleten Bong Joon-ho, Parazit ile Cannes’da Altın Palmiye kazanarak yılın en iyi filmlerinden birine imza attı. Parazit, birbirinden derin farklarla ayrılan Park ve Kim ailelerinin hikâyesini anlatıyor. Altın Palmiye kazanan ilk Kore filmi olan Parazit, Güney Kore’de tüm gişe rekorlarını kırarak Temmuz’da toplam 10 milyon izleyiciyi aştı.
Pedro Almodóvar ve Antonio Banderas’dan Acı ve Zafer
Banderas’ın Pedro Almodovar’ı oynadığı Acı ve Zafer, Cannes’da ilgi ve övgüyle karşılanmıştı. Yalnızca başrolündeki Antonio Banderas’a En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran performanslarla değil, canlı renklerin öne çıktığı görüntü yönetimi ve güçlü hikâyesiyle etkileyici filmin oyuncu kadrosunda Penélope Cruz, Cecilia Roth ve Leonardo Sbaraglia da yer alıyor.
Almodóvar’ın kendi yaşamından esinlenerek senaryosunu yazdığı ve Banderas’ın Almodóvar’ı canlandırdığı Acı ve Zafer, şaşaalı günleri geride kalmış çok ünlü bir yönetmenin 1960’lardan günümüze yaşamöyküsünü duygusal ve kişisel bir bakış açısıyla anlatıyor.
Albert Serra’dan kışkırtıcı bir film: Liberté
Albert Serra, 18. yüzyıl Fransa’sını ve dönemin toplumsal karşıtlıklara hayranlığını alışılmadık bir yolla ele aldığı filmi Liberté ile Filmekimi’nde.
Fransa Kralı 16. Louis’nin aşırı ahlakçı hükümranlığından kaçan ve ahlaki kural ve baskıların tümünü reddederek Almanya ormanlarında hazzın peşine düşen bir grup asilzadeyi izleyen Liberté, dünya prömiyerini Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı ve Jüri Özel Ödülü’nü kazandı.
Bruno Dumont’un müzikal söylence dizisinin son filmi: Jeanne
Bruno Dumont, 2017’de Jan Dark’ın çocukluğunu anlatan Jeanette ile başladığı müzikal söylence dizisine 2019’da Jeanne ile nokta koyuyor.
Cannes’da Belirli Bir Bakış Bölümü’nde Jüri Özel Mansiyonu kazanan Jeanne, önceki filmin kaldığı yerden devam ediyor ve ergen yaşlardaki Jeanne d’Arc’ın İngilizlere karşı savaştıktan sonra kâfirlik suçlamasıyla yargılanışını anlatıyor. Jeanette’in müziklerini Filmekimi’nde konser veren Igorrr bestelemişti; Jeanne’ın şarkılarıysa Fransa’nın en önemli müzisyenlerinden Christophe’a ait. Görüntü yönetimiyle özellikle öne çıkan filmde Jeanne d’Arc’ı yine Lise Leplat Prudhomme canlandırıyor.
Dans, tutku ve And Then We Danced
And Then We Danced, yetenekli dansçı Merab’ın halk dansları ekibine yeni katılan karizmatik bir gence kapılmasını anlatıyor. Merab, baskıcı bir toplumda hem aşkı keşfediyor hem de kendini ve cinselliğini buluyor.
Gürcistan’daki çekimleri gizlilikle yürütülen And Then We Danced, ABBA’dan Robyn’e ve Gürcü halk melodilerine bolca müzik ve nefes kesici dans sahneleriyle dolu.. 1980’lerin dans filmlerinden esinlenen Gürcü asıllı İsveçli Levan Akin’in yönettiği And Then We Danced dünya prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yaptı.
Xavier Dolan’ın Cannes’da yarışan son filmi: Matthias & Maxime
Xavier Dolan’ın Cannes’da yarışan son filmi Matthias & Maxime, Filmekimi’nde gösterilecek. Arkadaşlarının çektiği bir kısa filmde, rol icabı öpüşmek zorunda kalan iki çocukluk arkadaşının değişen ilişkilerini anlatan filmde, Maxime karakterini de Dolan’ın kendisi oynuyor.
Jessica Hausner’in bilimkurgu-gerilim filmi: Little Joe / Küçük Joe
Genetiği oynanmış kırmızı bir çiçek antidepresan salgılayarak insanları mutlu ederken yan etkisi onları tuhaf bir şekilde değiştirir. Kimsenin engel olamadığı bu deney/bitkinin adı da Küçük Joe. Amour Fou ve Lourdes ile hatırlanacak Jessica Hausner’in Cannes’da yarışan yeni filmi, bilimkurgu-dram-gerilim filmi sınırlarında geziniyor. Cannes’da Emily Beecham’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü getiren filmin diğer oyuncuları Ben Whishaw, Kit Connor ve Kerry Fox.
The Wild Goose Lake / Güney İstasyonunda Randevu Filmekimi’nde!
Cannes’da ana yarışmada yer alan tek Çin filmi Güney İstasyonunda Randevu neonlar, parlak renkler ve modern görsel tasarımıyla öne çıkan bir polisiye. “Heyecan verici, şiirsel ve ışıl ışıl, Çin usulü bir kara film” sözleriyle övülen Güney İstasyonunda Randevu, peşine hem rakip çeteler hem de polisin düştüğü bir gangsterin kaçış hikâyesini anlatıyor.
Karanlık suç filmleri ve distopya öykülerinden esinlenen yönetmen Diao Yinan’ın İnce Buz, Kara Kömür filmi 2014’te Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanmıştı.
Céline Sciamma’nın dördüncü filmi Portrait of a Lady on Fire
Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü ve Kuir Palmiye’yi kazanan Portrait of a Lady on Fire, yönetmen Céline Sciamma’nın dördüncü filmi. 18. yüzyılda bir ressamın modeliyle aşkını anlatan filmde ressam Marianne’ı Noémie Merlant, model Héloïse’i Adèle Haenel canlandırıyor. Film, Cannes’da büyük övgü topladı. Céline Sciamma’nın yönettiği Tomboy ve senaryosunu yazdığı Kabakçığın Hayatı daha önce Filmekimi’nde gösterilmişti.
Filmekimi biletleri Biletix üzerinden satışa sunulacak. Filmler, program, çizelge ve diğer ayrıntılar Filmekimi’nin resmi internet sitesinde yayınlanacak.
Kuzey Kutbu’na yağan karda 1 litrede 10 binden fazla plastik parçacıkları bulundu. Sağlığa etkileri henüz bilinmese de sonuç insanların plastik soluduğu anlamına geliyor.
Dünyanın en kirletilmemiş bölgelerinden biri olarak bilinen Kuzey Kutbu’nda bile karla birlikte gökten mikro plastik parçacıkları yağdığı ortaya çıktı. Yapılan bir araştırma kapsamında, Kuzey Kutbu’nda bir litre karda 10 binden fazla plastik parçacık bulundu. Bu sonuç, sağlığa etkileri henüz bilinmese de insanların plastik soluması anlamına geliyor.
BBC’nin haberine göre, Alman ve İsviçreli bilim insanları tarafından yapılan araştırmanın sonuçları bilim dergisi Science Advances’ta yayımlandı. Uzmanlar, karda kauçuk ve lif parçacıkları da buldu. Svalbard’da gerçekleştirilen araştırmada uzmanların topladığı örnekler, Almanya’nın Bremerhaven kentindeki Alfred Wegener Enstitüsü’nde incelendi. Testlerde beklenenden çok daha fazla parçacığa rastlandı. Bazı parçacıkların çok küçük olduğu için nereden geldiği tespit edilemedi. Parçacıkların büyük kısmı bitki selülozu ve hayvan tüyü gibi doğal maddelere ait. Ama örneklerde plastik, araba lastiği parçaları, vernik, boya ve sentetik lif de bulundu.
Araştırma heyetinin başkanı Dr. Melanie Bergmann, BBC’ye “Biraz kirlilik bulmayı bekliyorduk ama mikroplastikler bizim için gerçek bir şok oldu. Kardaki mikroplastiklerin çoğu havadan geliyor” diye konuştu. Araştırma kapsamında Almanya ve İsviçre’den de kar örnekleri incelendi. Bu örneklerde Kuzey Kutbu’ndakinden daha yüksek yoğunlukta kirlilik tespit edildi.
Plastik kutuplara nasıl ulaşıyor?
Araştırmacılar mikroplastiklerin rüzgarla taşındığını ve atmosferde çok büyük mesafeler kat ettiklerini düşünüyor. Sonra bu parçacıklar özellikle kar yağışı yoluyla Kuzey Kutbu’na iniyor. Daha önce Çin’deki sanayi kenti Dongguan, İran’ın başkenti Tahran ve Fransa’nın başkenti Paris’te yapılan incelemelerde de gökten mikroplastik yağdığı tespit edilmişti.
Kuzey Kutbu’nda çok sayıda vernik parçası bulunmasının da kesin bir açıklaması yok. Uzmanlar bunların buzları kırarak ilerleyen gemilerden, bazılarının da rüzgar türbinlerinden gelmiş olabileceğini düşünüyor. Lif parçacıklarının ise kesin olmamakla birlikte insan giysilerinden geldiği sanılıyor.
Dr. Bergmann, “Kendimize sormalıyız. Bu kadar plastik pakete ihtiyacımız var mı? Boyalardaki polimer gerekli mi? Araba lastiklerini farklı şekillerde tasarlayabilir miyiz?” dedi.
Norveç Hava Araştırmaları Enstitüsü uzmanı Dr. Eldbjorg Sofie Heimstad da, parçacık kirliliğin bir bölümünün o bölgeden kaynaklandığını kimi parçacıkların da uzaklardan taşındığını söyledi. Heimstad “Analiz ettiğimiz parçalar Avrupa’dan, Asya’dan; dünyanın her yerinden geliyor. Bu kimyasallar ekosistem ve hayvanlar için tehdit oluşturuyor” diye konuştu.
(Ovidius’un, Dönüşümler adlı kitabından çeviren İ. Z. Eyüboğlu)
Su ve Vicdan Nöbeti’nin, Su ve Vicdan Buluşması’na döndüğü hafta, altından düşük bir çağda, “altından daha değerli olan şeyler” sözlüğü yapmaya oturdum. Hani “korunma yasasını koruma”ya (şimdilik) yedi kere kampanya yaptığımız zeytinle başlayıp, gevenden Kazdağı göknarına tüm endemik bitkilerini, kerkenezden arı şahinine tüm kuşlarını, karacasından ayısına tüm memelilerini, Ihlamur deresinden, Zeytinli çayına, Karakaş tepesinden, Sarıkız tepesine, Kar kuyuları mevkiinden, Ekşisu pınarına… dolandım, her biriyle isim isim tanıştım. Doğumda, nişanda takıp takıştırdığımız altına gelene kadar, altından değerli olanları isim yapsaymışız çocuklarımıza keşke, dedim.
“Bir şeyin maliyeti aslında, ister derhal, ister uzun vadede olsun, hayatta neye mâl olduğu ile ölçülür.” Henry David Thoreau
Ve dönüp dolaşırken Kaz Dağları’nı, Karlar, Troyalılar, Lelegler, Luviler ve Ledler’den Frigyalılar’a, kestane, ahlat ve deliceden de kızılcıklara varınca… dedim, bu hafta kuşundan, domuzuna ve hatta kendini onlardan başka sanan insanına, herkese şifa olan kızılcığı konuşalım. Davutoğlu’na da ders olsun zira, doğa hepimizin ortak mülkiyeti değil. Doğa tümümüzün hayat kaynağı, her birimizin canının, canlılığının teminatı. Kızılcık olsun dedim, bu seferlik simgesi. Hayat bulan ve şifa veren döngüsünde.. domuzundan insanına.
Görsel Wikipedia’dan.
Kızılcık, bilmem fark ettiniz mi hiç ama en erken çiçeklenip, yemişini en son veren meyva ağacıdır. Sarı baharını şubatta görüp şaşmamak kabil değil. Hikayesi var. Sözde şeytan gelmiş, oturmuş kızılcığın yamacına ve erken çiçeklenmeye kandırmış onu. Niyeti erken çiçeklenen bir ağacın erken vereceği meyvayı yemek ve işine dönmekmiş ama kızılcık yazın bitmesini beklemiş meyvasını vermek için. Derler ki, şeytan beklemede olduğuna göre, o aylarda işlenen kabahatlerin hiç birinden sorumlu değildir.
Güzel hikaye, değil mi?
Kızılcığın gövdesi bodurdur ancak son derece sağlamdır. Sapı ceviz olan meşhur Devrek bastonunun gövdesi, esnekliği ile bilinen kızılcık ağacından yapılır. Sadece Devrek bastonu mu? İtalyanların Maremma bölgesi (Toskana) atlı sığır çobanları (butteri) tarafından mazzarella, uncino ya da bastone dedikleri sopaları da kızılcıktandır.
Ama önce hep yaptığımızı yapalım ve kimsiniz kuzum diye soralım:
Görsel Wikivisually.
Latince ismiyle Cornus mas, Türkiye ile Orta ve Güney Avrupa ve Kafkaslar’da doğal yayılışlı bir ağaç türüdür. Deniz seviyesinden 1500 m rakıma kadar varlık gösterir. Çok sık olmayan ormanlar ve orman çitlerinde karşımıza bolca çıkabilecek kızılcık; hafif asit ya da çok alkali, hafif kumlu ya da ağır killi demeden hemen her türlü toprakta yetişir. Rüzgar ve donu da iyi tolere eder, -30 °C’ye kadar dayanır. Üç ila beş yaşına gelmeden çiçeklenmez, meyve vermesi altı ila 10 yaşını bulabilir ama 150-200 yaşına kadar vermeye devam ettiği gibi, 300 yaşına kadar da yaşar! Sadece tuza karşı hassastır. Deniz kıyılarında yetişmesi zordur.
Her iki yüzü de tüylü olan yaprakları koyu yeşil olup, şubat ayında açan sarı renkli küçük çiçekleri; ağustostan eylüle kadar kırmızı renkli, zeytine benzer şekilli bir meyveye dönüşür. Çoğunlukla kırmızısını görsek de sarısı da olan meyvesinde bol miktarda kalsiyum, C vitamini, flavonoid, karotenoid ve melatonin bulunur. Yani, cildimizden damarlarımıza serbest radikallerin etkilerini azaltmak, fiziksel sağlığımızı korumak ve kanserden korunmak için bolca tüketmek kadar; depresyona, uykusuzluğa ve hatta basit soğuk algınlıklarına karşı önlem niyetine el altında, mutfağımızda bolca bulundurmamızda fayda olan bir meyve bu!
Görsellerden soldaki, sarı kızılcık, One Green World’den, sağdaki, kırmızı kızılcık, The Spruce’dan
Türkiye’de kızılcık, yabani formda, Karadeniz’den, Marmara’ya, Ege ve Akdeniz Bölgelerinin yüksek kesimlerinde, dağlık alanlarda ve dere yataklarında bulunur. Aşılı ağaçlarla yetiştiriciliği ise Malatya, Bursa, Yalova, Karabük, İstanbul illerinde yapılmaktadır.
Biz, sanıyorum, en çok tüketenlerdeniz bu meyvayı, hem de türlü değişik biçimde. 1,5 milyon ağacın meyvesinden yapmadığımız yok. Dolayısıyla son zamanlarda Ukrayna, Bulgaristan, Slovakya, Avusturya, Fransa, Almanya, Polonya’da başlayan sistematik toplama, seçme ve ıslah programlarına Türkiye’den cevap, Yalova’daki Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü arazisinde oluşturulan bir koleksiyon bahçesi olmuş. Islah çalışmaları neticesinde de 2010 yılında Erolbey 77 ve Yalçınkaya 77 çeşitleri tescil edilmiş. Pazarlarda kimi tezgahta iri, kimi tezgahta sahiden küçük kızılcıklar görmemizin sanıyorum sebebi bu. İstanbullular herhangi bir semt pazarına düşen kızılcıkla, Pazar günleri Kasımpaşa’da kurulan İnebolu pazarının tezgahlarında sergilenen kızılcığı kıyaslasınlar, hak vereceklerdir bana.
“Atatürk Bahçe Kültürleri Merkez Araştırma Enstitüsü’nde yürütülen çalışmalarda ilk aşamada Bolu, Düzce, Zonguldak, Bartın ve Karabük illerinde kızılcık seleksiyonu yapılmış, ardından Bilecik, Bursa, Çanakkale ve Yalova illerinde seleksiyon tamamlanmıştır. Bu çalışmalarda seçilen ve Kızılcık genetik kaynaklarında bulunan Erolbey 77’ ve ‘Yalçınkaya 77’ çeşitleri koleksiyon parselinde verim, meyve iriliği ve et/çekirdek oranı açısından göstermiş oldukları performansları ile dikkati çekmiş ve 2010 yılında tescil edilerek ülkemizin ilk tescilli kızılcık çeşitleri olarak milli çeşit listesine girmiştir”
Görsel www.waterwereld.nu.
Bundan artık epey bir vakit önce, New York’ta yaşarken, evime misafir olup kızılcık marmelatı tadanlara anlattığım meyva, dinleyenlerce cranberry (Vaccinium macrocarpon) meyvesi ile karıştırılırdı. İllet olur ama bir türlü İngilizcesini bulamayıp “sizde yok” demekle yetinirdim. Öyle değil elbette. Benim cehaletim. Bu cehaleti yenmek üzere girdim, araştırdım ve bilseniz ne çok adına denk geldim: corniolo (İtalyanca), cereza de cornalina (İspanyolca), hartriegel (Almanca), zoğal (Azerice), լորամրգի (Ermenice) ve bizde kızılcık, kiren (batı ve orta Karadeniz), eğren (Tire), ergen (Antalya, Isparta ve Burdur), zoğal (Tokat), zuval (Samsun, Tokat, Maraş)… bu arada İngilizcesi de cornelian berry ya da cornelian cherry; benim gibi arada kalıp derdini anlatamayanlara duyurulur.
Kızılcıktan Gürcüler turşu ve şarap yapıyor, Azeriler ve Ermeniler votka, Avusturyalılar dirndlbrand, Arnavutlar, Makedonlar ve Kosovalılar rakija damıtılıyor. Kosovalıların rakijasını bolca tattım, ukalalık edebilirim. Tadacağınız hepi topu bir kadeh rakija ise, kızılcık olmasın. Erik daima daha doğru bir seçim. Ama Gürcülerin şarabını çok merak ettim. Tadan olursa ses etsin lütfen.
Malumunuz, Türkiye’de marmelatı, şerbeti, pestili, ekşisi ve tarhanası yapılır. İzmir’de tuz dökerek yiyenleri olduğunu okuyunca biraz araştırdım. İranlı genç kızlar da, örneğin, öğrek otunun tohumlarını (golpar, diyorlar) tuzla öğütüp öyle dökerlermiş, tam olmamış ama çok da ham olmayan kızılcığa!
Tabi, öğrek otunu merak etmemek kabil değildi!
Öğrek otu da ne diyenlere, önce “Latincesi Heracleum persicum” diye ukalalık yapıp ama arkasından “bir yabani ot” diye muhabbete biraz daha açık bir yola gidebilirsiniz. Fakat bu bitkinin Bitlis, Van gibi illerimizin yanı sıra özellikle ve öncelikle İran’ın yüksek platolarında ve Irak’ta bulunduğunu ve otlu peynire katılan otlardan biri olduğunu da eklemeyi sakın ihmal etmeyin. Galiba böyle anlatınca tadını bilen bilmeyen herkese çok, çok daha yakın gelecektir.
Öğrek otu peynirde kullanılıyor dedim ve yalan değil fakat size doğruluğuna kefil olabileceğim bir link veremiyorum. Zira, pek çok sitede Van otlu peynirine sof (öğrek otu) katılır denilse de bu peynirin, peynirinin efsafının listelendiği Tarım ve Orman Bakanlığı sayfasında adı geçmiyor. Neyse ki Artun Ünsal, Süt Uyuyunca adlı muazzam çalışmasında öğrek otu (ya da yöresel isimlerine referansla sof ya da sov) kullanılan otlu peynirlere Bitlis’i örnek veriyor.
Dolayısıyla İran’ın golpar’ı bize pek yabancı olamaz. Sadece kim nasıl kullanır kısmı araştırmaya muhtaç.
Soldaki fotoğraf öğrek otu tohumları (fotoğraf Azita Houshiar), kapsülleriyle; sağda ise tohumların kapsülünden ayıklanıp öğütülmüş hali.
Etiketinde angelica demesine şaşırmayın; angelica ya da bizim verdiğimiz adıyla “melek otu” aynı öğrek otu gibi maydonozgiller ailesinden. Yani aynı şey değil ama akraba bitkiler bunlar. Kim bilir kim yaptı Farsça’dan İngilizce’ye tercümesini. Yine de farklarını gösterebilmek için botanik çizimlerini ilginize aşağıda paylaşıyorum..
Öğrek otuna dair bu kadar.Tohumunu bulup da, öğütüp de kızılcıklara tuzla birlikte döküp tadanlara selam olsun. Kanaatlerini duymayı çok istediğimi de kulaktan kulağa yayın lütfen.
Kızılcık, ayrıca, o kadar da çok köye isim olmuş ki!
Benim bulabildiklerim; Artvin’in Ardanuç ilçesine bağlı Kızılcık köyü (eski adı Unushev), buna bir diyelim. Kütahya Simav’a bağlı Kızılcık, iki olsun. Isparta Gönen’e bağlı Kızılcık, üç. Sakarya Karasu’ya bağlı Kızılcık, dört. Düzce Merkez’in Kızılcık ilçesi, beş. Tunceli Mazgirt’e bağlı Kızılcık, altı!
İyi mi?
Görsel Altan Yağcı.
Daldaki meyvesi ekşiliğine rağmen pembeyken toplanıp, bir haftayı zar zor yakalayan raf ömründe kırmızıya dönerken tadını da bulan kızılcık; bu hafta, epey minik ve pek olgun halleriyle sekiz liraydı Ayvalık, Perşembe pazarında. İlk kez gördüğüm geçen hafta ise 10 liradan satılıyordu. Kıyaslamaya standart olsun diye seçtiğim Migros Sanalmarket’teyse, yoktu. Belli ki pazara daha erken düştü bu canım meyve, marketten. Şanslı saydım kendimi. Sonra da kendi kendime “erken geldi bu kızılcık” diye söylendim ama az araştırınca Yalova’nın Çınarcık ilçesine bağlı Şenköy’de her yıl Ağustos’un ilk haftası Kızılcık Şenliği düzenlendiğini gördüm. Demek ki tam zamanıymış! Neyse ki hem sıcak hem de rüzgarlı. Aldıklarımla tarhana kurmaya giriştim hemen.
Size de bulaştırma niyetindeyim tarhanaya:
Şimdi…
Fotoğrafta iki farklı tarhana var, soldaki domatesli sağdaki kızılcıklı. Bugün konumuz kızılcık, dolayısıyla ona odaklanacağız ama bu yan yana duran ikiliyi benim gibi bitki temelli beslenenlere lütfen müjde sayın; tüm tarhanalar yoğurtsuz yapılabilirler. Marifet, ekşitmede!
Öncelikle iyi bir un seçmelisiniz. Bu tarifin besini ekşitilen undan kaynaklı, temel olarak. İster domatesli yapın, ister kurutulmuş otlarla ya da şimdi anlatacağım şekilde kızılcıkla… esas olarak buğday tüketeceksiniz. İyi bir üreticiden, adil üretim süreçlerinden geçmiş, tam bir tahıl olduğu sürece buğday pek besleyicidir! Dolayısıyla elinizdeki en iyi unu kullanın.
Ayrıca, bir su bardağı kadar ekşi mayaya ihtiyacınız olacak. Eğer ekmek yapıyorsanız harikulade. Ekmek yapan bir arkadaşınız varsa, hemen arayın. “Yok, ben denesem” derseniz, buyrun, tarifi şurada: “Gerçek Ekmek” Son derece basit talimatlardan oluşan bu reçeteyi altıncı gününden itibaren tarhana için kullanabilirsiniz.
Kızılcığa gelince. Pazardan aldığınız kızılcık akıp taşacak kadar olgunsa, bir sudan geçirin ve kevgire bırakın süzülsün, hemen kullanabiliriz; değil, henüz hamsa, su değmesin, tezgahın üzerinde bırakın, üzerini örtün ve olgunlaşmasını bekleyin.
Benim ölçüm 1 kilo una 1 kilo pişmemiş kızılcık ve 1 çorba kaşığı silme tuz. Bu temel ölçü. Tam buğday kullanıyorsanız, kepeğinin tümünü eleyin. Hazır mısınız?
Unutmadan, ekşi maya dahil kimi ekleyeceklerim olacak bu temel reçeteye ama adım adım ilerleyelim.. ilk adım ana malzemelerin temini ve hazırlığı.
Ununuz tamam, ekşi mayanız var… harikulade. Sıra kızılcıklarda!
Olgun, yumuşamaya başlamış, rengi koyulamış kızılcıkları yıkıyorsunuz. Suyunu süzüp çerini çöpünü ayıkladıktan sonra tartıyorsunuz. Bir kilo kızılcığa 200 mlt su hesabıyla bir tencereye yerleştirip ilk kaynamadan sonra altını kısıp bir ahşap kaşıkla eze eze pişiriyorsunuz. İyice yumuşayıp çekirdekler kendiliğinden ayrılmaya başladığında meyvelerden, bir kevgire alacaksınız ve yine kaşığın yardımıyla ezerek kevgirden geçireceksiniz. Az emek değil. Dolayısıyla pişirme işlemi önemli. Aceleye getirmeyin. Yumuşasın. Ayrıca bilgisayarınıza dinlemesi keyifli, takip etmesi çok da şart olmayan bir eski zaman filmi, dizisi açın. Size eşlik etsin. Daha güzeli ama arkadaşlarınızı çağırmanız olur. Eski usul. Bir kilodan değil, 10 kilo kızılcıktan girişirsiniz tarhanaya o vakit ve şenlik olur!
Ben çekirdekleri ayırıyorum, siz de ayırın dedim ama aşağıda göreceğiniz fotoğraflar ilk tarhanamdan fotoğraflar ve haliyle başıma gelecekleri bilmiyordum. “Çekirdekleri içinde bırak, daha kolay kırılır kururken” dediler, inandım. Sakın google yapıp başka reçeteler bulup siz de benim gibi kanmayın. Kolaylık olmuyor. Aksine!
Dolayısıyla, ister muhabbet eşliğinde, ister Belgin Doruk, o kızılcıkları pişirin ve kevgirden geçirin. Ben de öyle yapıyorum.
Kızılcık püresi hazır amaa el değecek kadar soğumasını beklemek gerek. Hani bebek biberonunda süt kontrol eder gibi. Serin mi yeterince? Devam edebiliriz.
Geniş bir leğene önce püreyi, ardından ekşi mayayı ve son olarak da “aldığı kadar” unu ekleyeceksiniz. Sırası hep böyle. Bir kilo kızılcıktan (pişmemiş ölçüsüyle, hep) yapılma püre hep bir kilo un almıyor yalnız. Ununuz sizin seçiminiz, her un farklı miktar gidecektir doğası gereği ama ölçü niyetine kenara yazın: Üç kilo kızılcıktan püreye kadar bir bardak ekşi maya yeterlidir.
Unu, mayayı ve püreyi karıştırdınız ya, hafif ıslak bir hamur kıvamında bırakabilirsiniz, ben öyle yapıyorum. Ama kimisi iyice un yedirip koyu, sert bir hamur yapar. Bu çeşitliliğe güvenin. Neticede çok bir fark olmaz. Belki kızılcığın oranı biraz fark ediyordur ama başarıyı etkilemez. Karıştılar mı? Hayır, tuzu koymadık henüz. Şimdi bırakın bir saat kendine gelsin tarhana hamurunuz, sonra tuzunu eklersiniz.
Her bir kilo kızılcığa silme bir çorba kaşığı tuzunuzu ekledikten sonra ve son kez yoğurup üzerini örtün. Ilık ama gölge bir noktasında mutfağınızın dinlenmeye bırakın ve deyin bana, zor iş miymiş tarhana?
Değil. Eğlenceli hatta!
Hamurunuz, göreceksiniz canlanacak ve 24-36 saat içerisinde kabaracak, sonra da inmeye başlayacak. Bu süre içinde dokunmayın ama inmeye başlayınca bir kez daha yoğurun ve bu kez içine, arzunuza göre miktarlarda dövülmüş sarımsak ve kırmızı biber katın. Benim kendime yaptığım tarhanada her bir kilo kızılcığa 7 diş sarımsak ve bir silme çorba kaşığı Urfa biberi var. Yoğurduktan sonra yine üzerini kapatın ve bırakın dinlensin. Bir kez daha kabaracaktır, ilk seferki kadar çok değilse de. 24 saat sonra açın alt üst edin, o havalanırken siz de gölge ve rüzgarlı bir noktaya temiz bir örtü serin.
Herkesin ne balkonu var ne de gölgesi gün boyu. Teknolojiden faydalanmak makul böyle zamanlarda kanaatimce. Yemek masanıza küçük bir vantilatör takviyesiyle bu işi çözebilirsiniz, inanın. Zor değil. Hem de göz önünde olurlar. İnsan her daim bakmak, koklamak istiyor zaten.
Hamurunuzdan küçük parçalar koparta koparta örtünüze yayın. 24 saat sonra göreceksiniz ki etrafları kurumuş bile! Ters yüz edin.
Bir 12 saat sonra kırmaya başlayın ve kurudukça kırarak, yerlerini değiştirip daha iyi kurumalarını sağlayarak, o koskoca hamur incecik un olana kadar işleme devam edin. Benim genellikle 4-5 günümü alıyor.
Süreç içerisinde kokunun nasıl değiştiğini de göreceksiniz. Beni en şaşırtan, hem de her seferinde, bu muazzam dönüşüm. Bir yandan meyvanın kendisi, bir diğer taraftan ekşi mayanın tüm una kendini takdimi ve her birinin diğeriyle cemi… derken, fermante bir gıdanın oluşumuna gün be gün emek vererek tanıklık edeceksiniz. Şifanın önemli kısmı da burada, kanaatimce.
Son fotoğraf ilk tarhanamın içinden ayıkladığım kızılcık çekirdekleri. El acıtan, gereksiz bir tecrübeydi. Buraya da not niyetine bırakıyorum.
Elbette insan bir seferle bırakamıyor tarhana hamurunu. Cips olarak yemesi ne ki! İhtimaller uçuşuyor insanın kafasında, kalbinde. Ben madalyonlar yaptım bir sefer! Beşi bir yerde dedim adlarına da, beş tanesinden bir kişilik çorba çıkıyor diye.
Şöyle ki:
Size yukarıda anlattığım usulde püre yapıp kızılcığı, tokca bir hamur tutup un ve maya ile, merdane ile açıp, yuvarlak kesicilerle şekil veriyorsunuz; parça parça kopartıp kurutmak yerine. O kadar basit! Aşağıya bırakıyorum fotoğrafları. Eminim sizler daha ne yollar bulursunuz… hele değin elinizi!
Son bir selam da, bu yazıyı yazarken karşıma çıkan “Kızılcıklar oldu mu?” başlığını paylaşan onlarca yazıya gelsin mi? Barış Manço’dan Tülay German’a seçemedim ama bunu Tanju Okan söylüyor! Heyyy diye diye dinlemeniz, şifası bol tarhanalar kurup nice nice paylaşmanız dileğiyle.
‘Kızılcıklar oldu mu’ TRT Nota Arşivi Repertuar No 1711 Edirne/Keşan yöresinden derleyen Nimet Çubukoğlu
‘Kırmızı et tüketimi, beyaz et tüketiminden daha fazla karbon salımına ve kaynak kullanımına yol açar, özellikle bugünkü tarımsal ekonomi içerisinde. Beyaz et tüketimi de tahıl tüketimine oranla daha fazla sera gazı salımına neden olur.’
Uzun süren bir hazırlık döneminden sonra IPCC bu hafta “İklim Değişikliği ve Toprak” raporunu yayınladı. Bu rapor iklim değişikliği ile ilişkili çölleşme, toprak bozunumu, sürdürülebilir arazi kullanımı, gıda güvenliği ve toprağı işlemeyle alakalı sera gazı salımlarını ele alıyor.
IPCC raporuna göre dünyadaki buzla kaplı bölgeler hariç karaların %70’i insanlar tarafından kullanılıyor. Tarım için kullanılan su miktarı ise tüm tatlı su kullanımımızın %70’ini oluşturuyor. Bu kadar çok toprak kullanmamıza ve bu kadar çok su harcamamıza rağmen ürettiğimiz gıdanın %25-30’u bozulduğu için çöpe gidiyor. Çöpe giden bu organik madde de çürüdüğünde atmosfere ayrıca sera gazı salınmasına neden oluyor. Tarım ve ormancılık, genel olarak bakıldığında tüm sera gazı salımlarımızın %23’ünü oluşturuyor. Bu kadar büyük kaynaklar kullanılmasına rağmen hala dünyada yeterli beslenemeyen insan sayısı 821 milyon civarında. Buna karşılık aşırı kilolu insanların sayısı da 2 milyarı aşmış durumda. Bu problemin geneline baktığımızda doğru yolu bulmamız için ciddi değişiklikler yapmamız gerektiği de kolayca ortaya çıkıyor.
Ekonomik sistemin çarkına dahil olması gereken insanlar günlük kalori ihtiyaçlarının çok ötesinde karbonhidrat ve yağ ile beslendiklerinde toplumun genelindeki aşırı kilolu insan sayısı da giderek artıyor. Diğer unsurların yanında karbonhidrat beyni mutlu tuttuğu için bu kişiler sistem içerisinde üstlerine düşen görevi genelde ses çıkartmadan yerine getirip günlük yaşamlarına devam ediyorlar. Ekonomik sistemin onlardan fazla bir beklentisi olmadığından Afrika’nın büyük kısmı ve Güneydoğu Asya’da yaşayan milyonlar ise ihtiyaç duydukları besine ulaşmakta zorluk çekiyorlar. Dolayısıyla sera gazı salımlarımızın neredeyse dörtte biri beslenmemiz için harcansa da tam olarak düzgün beslenemediğimiz gibi bunun ötesinde bir de ürettiğimiz besinin neredeyse üçte biri çöpe giderek ayrıca sera gazı salınmasına neden oluyor.
Bunların yanında besin üretimi sadece sera gazı salımına da yol açmıyor. Tarım önemli miktarda tatlı su kullanımı da gerektiriyor ve dünyanın pek çok noktasında bu su vahşi sulama yöntemleriyle neredeyse boşa harcanıyor ya da ülkemizde olduğu gibi pompalarla yenilenebilir bir kaynak olmayan yer altından çekiliyor. Aşırı kullanılan suni gübre yağmurlarla birlikte derelere, oradan da deniz ve göllere taşınarak oradaki ekosistemin zarar görmesine yol açıyor. Çoğu yerde kullanılan tarım ilaçları da benzer şekilde akarsulara ve yer altı sularına katılarak tüm canlılık açısından önemli bir tehdit unsuru oluşturuyor.
Herhangi bir besin ürününün tohum aşamasından midemize girene kadarki yolculuğunu ve bu yolculuğu sırasında doğaya verdiği hasarı ölçmek kolay bir çalışma değil, özellikle de sofraya oturduğumuzda tek yediğimiz şey ekmek değilse. Bir ülke mutfağının ayak izini ölçmek ise iyice karmaşık bir problem halini alıyor. Bu hafta Climatic Change dergisinde yayınlanan makalede Danimarkalı bir grup bilim insanı Danimarkalıların mutfağı üzerine bu çalışmayı yapmışlar.
Yaşam Döngüsü Analizi, konusu olan nesneyi üretime başlanan ham maddeden alarak tüketildiği ana kadar takip eder ve bu nesnenin çevreye verdiği etkiyi hesaplar. Genelde çevreye verdiği etki tüm çevresel etkisinin %1’inden az olan unsurlar hesaba katılmaz. Mesela, makarna için bir hesap yapacak olursak, bu hesabın makarna fabrikasında çalışan işçileri fabrikaya getiren servis aracının yaydığı karbondioksit salımını da içermesi gerekir. Ancak bu salımın etkisi toplam karbondioksit salımının %1’inden daha az olduğundan hesaba katılmaz. Ayrıca sadece sera gazı salımları değil, bu nesnenin üretim-tüketim arasındaki yolculuğunun denizdeki yaşama verdiği hasardan ozon tabakasının delinmesine kadar yaptığı tüm etki kimyasal ve fiziksel bazda hesaplanır. Dolayısıyla bir besin maddesinin iyi ya da kötü olduğuna karar vermeden önce bu etkilerin tümünü hesaba katmakta büyük yarar vardır.
Danimarka mutfağı bol şeker, yağlı süt ürünleri, kırmızı et ve az miktarda meyve ve sebzeden oluşmaktadır. Etçil bir mutfak günde en az iki öğün et yiyen, vejetaryen hiç et yenmeyen, vegan mutfak ise vejetaryen eksi süt ürünleri ve bal olarak tanımlanıyor bu çalışmada. Etçil mutfakta beslenen bir kişinin senelik karbon ayak izi 1.83 ton olarak hesaplanmış. Danimarka mutfağı kişi başı, senelik 1.59 ton, ortalama Avrupa mutfağı 1.45 ton, vejetaryen mutfağı 1.37 ton, Akdeniz mutfağı 1.04 ton ve vegan mutfağı da 0.89 ton karbondioksit salımına neden oluyor.
Çok kaba bir hesapla, herkesin ortalama bir Avrupalı gibi besleneceğini kabul edip bu mutfağı vegana çevirecek olsak atmosfere senede 4.3 milyar ton karbondioksit salınmış olunur. Yalnız bu hesapta tüketilen tüm ürünler yerel olarak üretilmiş. Et Arjantin’den, tofu Kore’den geliyorsa hesaplarımızın tümüne bunları da eklememiz gerekir.
Sonuç olarak şunu unutmamalıyız: Kırmızı et tüketimi, beyaz et tüketiminden daha fazla karbon salımına ve kaynak kullanımına yol açar, özellikle bugünkü tarımsal ekonomi içerisinde. Beyaz et tüketimi de tahıl tüketimine oranla daha fazla sera gazı salımına neden olur. Tüm bunların içinde en temel çözüm daha az hayvansal gıda tüketmektir VE daha az gıdanın bozulması için çaba sarf etmektir VE daha fazla yerel besin satın almaktır.
‘Tıpkı Haliç Kongre Merkezi’nin altına yapılan ve gereksiz yere dünyanın parasına mal olan tünel inşaatında olduğu gibi, “Setüstü adı verilen yamaç önünde tünele ne gerek var” diye doğal olarak kimse sormadı. Çünkü ulaşımla ilgili kararlar bilimsel konulardı ve tartışılmaları mümkün değildi.’
Olan biteni kısaca şöyle bir hatırlayalım: Kabataş’ta, şehrin göbeğinde deniz, raylı sistemler, karayolu bağlantıları ile yer alan transfer merkezi bir gün buharlaşıp, ortadan kayboldu. Buradaki vapur ve deniz otobüsleri iskelesi, yer altı geçitleri, otobüs durakları kapatıldı. Yıkım ve inşaat başladı.
Bu alana yeni bir transfer merkezi planlanıyordu. Büyükşehir Belediyesi’nin hiç şüphesiz en tartışmalı projelerinden biri de Kabataş Transfer Merkezi Projesi’ydi. “Martı Projesi” olarak adlandırılan bu yeni transfer merkezinin görselleri yıllardır ortalıkta dolaşıyordu. Belediye Başkanı’nin Martı Projesi ile çevrede gerçekleşen bu dönüşümü simgesel bir mimari proje ile gösterme niyeti seziliyordu. Tıpkı bir zamanlar Sivriada’ya uygun gördüğü “Döner Semazen” heykeli gibi. Proje denize doğru uzanan ve kazıklar üzerinde gerçekleşen bir beton platform, onun uzantısı olan kollar ve martı biçimli bir ana bina ve çevresinde yer alan eklentilerden oluşuyordu. Ayrıca ana cadde tam da Setüstü adı taşıyan dik yamaç önünde gereksiz bir kararla bir battıçıktı tüneli ile yer altına alınıyordu.
Bu karardan sonra burada can çekişen trafikte insanlar başka yerlerdeki iskelelere gitmek zorunda kaldılar. Cadde daraltılarak inşaatın çevresine panolar yerleştirildi. Yaya alanları yok edildi. Bu geçen sürede yakındaki bir yere ne bir geçici iskele yerleştirildi, ne de yeni transfer merkezinin kademeli olarak bazı bölümleri işletmeye alındı. Büyükşehir Belediyesi’nin sitesinde inşaat işlerinin 2018 yılı içinde biteceği de ilan edildi. Buna karşılık projeye getirilen eleştirileri bertaraf etmek için neredeyse bölgedeki bütün devlet üniversitelerinden uzmanların yer aldığı bir inşaat panosu yerleştirildi. Bu panoda inşaatın maliyeti, süresi, ayrıntıları gibi bilgiler yer almıyordu. Mimari projeye yönelik itirazlar inşaat başladıktan sonra sona erdi.
Transfer merkezinin tamamlanmış olması gerektiği tarihte yalnızca henüz inşaatına bile başlanmamış olan tünelden ve martı biçimli transfer merkezi binasından vazgeçildiğine dair işaretler ortaya çıktı. İnşaat kazıkların çakılması ve beton platformların tamamlanmasından sonra durdu. Uzun bir süre Büyükşehir Belediyesi sessizliğini korudu. Kamuoyuna hiç bir açıklama yapılmadı. Ancak inşaat başladıktan yaklaşık üç sene sonra, inşaatın bitmesi gereken tarihte, itirazlara konu olan transfer merkezinin uygulama projelerinin olmadığı ortaya çıktı. Projenin iptal edildiği açıklandı. Anlaşılan tünelin ve üst yapı projelerinin uygulama projelerine yeni sıra gelmişti. İnşaatın bitiş tarihinde tünelin gereksiz, masraflı ve yer aldığı trafik koşullarında uygulanmasının neredeyse imkansız olduğu bu tarihte ortaya çıkmıştı. Tüneli inşa etmek için Meclisi Mebusan Caddesi’nin denize doğru kaydırılması, bunun için de metro inşaatının bitmesi gerekiyordu. Demek ki inşaata başlandığında fizibilitesi etüd edilmiş, maliyeti araştırılmış, tamamlanmış bir uygulama projesi dahi yoktu. Bu tünelin yapımı sırasında ana caddedeki trafiğin ne olacağı bile düşünülmemişti.
Bu transfer merkezinde, Kabataş’ta birtakım düzenlemelere ihtiyaç bulunuyordu: Hızlı tramvayın son durağı, ana istasyonu ara istasyon gibi tasarlanmıştı. Peronlar dardı, yaya geçitleri yetersizdi. İskele çıkışlarındaki yaya erişim alanları otopark olarak kullanılıyordu ve işgal altındaydı. Parkla ilişkisi işgalciler tarafından kapatılmıştı. Motor iskelesi benzin istasyonunun yanına sıkıştırılmıştı, vesaire. Bunlar kademeli olarak düzeltilebilirdi. Ayrıca gerçekleştirilecek metro istasyonu için de bazı yeni düzenlemeler gerekliydi.
Tıpkı Haliç Kongre Merkezi’nin altına yapılan ve gereksiz yere dünyanın parasına mal olan tünel inşaatında olduğu gibi, “Setüstü adı verilen yamaç önünde tünele ne gerek var” diye doğal olarak kimse sormadı. Çünkü ulaşımla ilgili kararlar bilimsel konulardı ve tartışılmaları mümkün değildi.
Şimdi bu çöp projenin geleceği ne olacak? Hiç şüphesiz Ekrem İmamoğlu ekibinin karşısındaki en önemli sorunlardan biri her biri birer “çöp proje” olarak yarım kalmış, ya da kötü bir tesisat projesi gibi tasarlanmış, Büyükşehir Belediyesi’ni hesapsız, kitapsız yapılmış, altından kalkılması zor borçlar altına sokmuş olan bu tür projeler. İmamoğlu’nun işi bu ve bunun gibi çöp projeleri hızla bir çözüme kavuşturmak. Ne yapılabilir? Hızla bu projelerin ele alınması, gerekli düzeltmelerin yapılarak İstanbul halkının mağduriyetinin kısa bir sürede sona erdirilmesi zorunlu. Bunun için öncelikle ahbap çavuş ilişkileri ile gerçekleştirilen bu tür projelerin tümünün gözden geçirilmesi gerekiyor. Buna karşılık seçim sonrası bir taraftan yeni kadroların oluşturulması, sistemin sanki baştan yeni bir kuruluş oluşturur gibi yeniden ele alınması gibi bir zorluk var. Hiç şüphesiz Büyükşehir Belediyesi içindeki mevcut kadroların bir bölümün de daha iyi çalışır hale getirilmesi, değerlendirilmesi gerekecek.
Yerel seçimlerle birlikte gerçekleşen yönetim değişikliği çoğu zaman yöntemlerde bir değişikliğe işaret eder. Yeni yönetim sanki her şeyi yeniden kurmak gibi zor bir işin üstesinden gelmeye çalışır. Açıkça söylemek gerekirse, bürokrasinin tepesinden en alttaki otoparkçısına kadar neredeyse herkes bir önceki siyasal partinin neferidir. Bu kadrolar önceliği yandaşlara kaynak aktarmak olan proje ihaleleri ile birlikte çalışır.
Yönetimi iyileştirmek için kapalı sistemleri açık sistemlere dönüştürecek adımların atılması gerekli. Bunun bir iktidar değişiminden çok daha radikal ve zorlu bir iş olduğunu kabul etmek gerekiyor. Büyükşehir Belediyesi’nde, evet radikal bir değişime ihtiyaç var. Eski patrimonyal sistem tepeden, merkezi yönetimin altında şekilci bir bürokrasi öngörüyordu. Ulaşım projelerinde de, bu örnekte de açık olarak görüldüğü gibi, bu seksiyonlaşmış yapının ilişkisel bir yönetimsellik biçimi oluşturması, “önünü görmesi” neredeyse imkansızdı. Başka bir deyişle “kralın çıplak olduğunu” kimse söyleyemiyordu.
İmamoğlu’nun önündeki iş bu merkeziyetçi, patrimonyal yapıyı dönüştürmek. Bunun yalnızca İstanbul için değil, Türkiye için yararlı olacağı muhakkak. Bu sistemi canlandırmak için kullanılacak bir yöntem, bürokratik yapının dışında, belki disipliner yaklaşımların ötesinde bir beceri üretecek, parçaları bağlayacak, etkileşime sokacak hiç bir çıkar grubuyla, güçle ilişkisi olmayan yönetimsel bir organlaşma oluşturmak. Bu organ, Başkan’ın arkasındaki kolaylaştırıcılar olarak bir enkaz halini almış olan, çıkar gruplarının işgaline uğramış olan kamu işlevlerini canlandırabilir. Bürokratik, disipliner ve ayrıcalıklı imtiyaz gruplarının yarattığı kaos, stratejik vizyon yokluğu ancak böyle engellenebilir.
Sonuç olarak: Projelerdeki sorunlar gerçekte yönetimsellik sorununun göstergeleridir. Bu nedenle, yönetimsellik sorunu dikkate alınamadan sistem iyileştirilemez.
‘Eğer gelirinin artması insanı (en azından belli bir gelir düzeyinden sonra) daha mutlu edemiyorsa, bütün ekonomik modeller ve çıkarımlar tartışmalı hale gelir. Oysa, gelir artarken faydanın da (siz buna mutluluk ya da tatmin düzeyi deyin) otomatik olarak arttığını kabul etmek, politika tasarımını inanılmaz kolaylaştırıyordu.’
İnsanı ne mutlu eder, hayatı yaşamaya değer kılan faktörler nelerdir, binlerce yıldır üstüne düşünülen sorulardan birkaçı. İşin felsefi yanı üzerine çok şey yazıldıysa da modern bilimin bu soruları gündemine alması bayağı uzun bir süre aldı.
Bir dizi yazıyla son dönemde mutluluk iktisadı alanında yaptığım çalışmaları, bu süreçte öğrendiğim ilginç bulguları sizlerle paylaşacağım. İlk yazıda mutluluğun çağdaş bilim dünyasının ilgi alanına hangi koşullarda girdiğine değinmek istiyorum. Günümüzde mutlulukla ilgili veriye dayalı araştırmalar çoğunlukla psikoloji ve iktisat alanlarında yapılmakta. Yöntem ya da araçlar farklı olsa da amaç aynı. Materyalist, bireyci, büyümeye ve tüketime odaklı dünyada insanları ve toplumları nasıl daha mutlu kılabiliriz? Sizin de birazdan göreceğiniz gibi “bilimsel bulgu” olarak ortaya konulanların çoğu zaten ilk ağızda insanın aklına gelen şeyler: Toplumsal ilişkilerin, paylaşmanın önemi gibi. Bunun için bunca araştırmaya ne gerek var diye sorabiliriz ama çağdaş dünyada işler ne yazık ki böyle işlemiyor. Karar vericileri belli politikalara ikna etmek için önlerine bilimsel kanıt koymanız gerekiyor. Böyle bir girişten sonra ikinci yazıda mutluluğun insan psikolojisi ile ilişkisine dair ilginç bulduğum çalışmalardan bahsetmek istiyorum. Sonraki yazılarda ise mutluluk iktisadından elde edilen çıktıların Türkiye’de merkezi ve yerel yönetimlere nasıl rehberlik edebileceği; bireysel düzlemde bizi mutluluğa ya da mutsuzluğa götüren faktör bileşenlerinin neler olduğunu, bizi mutsuz eden farklı farklı darboğazların neler olduğuna dair tespitlerimi ve önerilerimi paylaşacağım.
Hazırsak başlayalım. Mutluluk, modern dünyada bilim insanlarının dikkatini ne zaman, hangi koşullarda çekmeye başladı?
Günümüzde mutluluk/yaşam tatmini/öznel dirlik gibi kavramların ortaya çıkışı psikoloji ve iktisat gibi oturmuş disiplinlerin içinden çıkan tepkilerin bir sonucu. Psikolojinin neden sadece insanın kötü durumları (depresyon vs.) ile ilgilendiğini eleştirenler, Pozitif Psikoloji gibi bir alt disiplin kurup, insanın iyi halini (mutlu, iyimser olma vs.) nasıl koruyup geliştirebileceği üzerine çalışmaya başladılar. Bir nevi hastalanmadan önce dikkat edilmesi gerekenleri araştıran koruyucu hekimlik gibi düşünülebilir. “Pozitif psikolojik girişimler” denilen birtakım eylemlerle insanların daha mutlu olabileceğini savunuyorlar kabaca. Tanımadığın bir kişiye yardım etmek, düzenli olarak halini hatırını sormak, karşılık beklemeden birine hediye vermek gibi eylemlerin öncesi ve sonrasında kişilerin mutluluk düzeyleri (ne derece mutlu hissediyorsun? 1’den 10’a kadar sırala gibi soru eşliğinde) ölçülüyor ve genelde anlamlı bir artış bulunuyor. Bu arada, yeri gelmişken mutluluğun milyar dolarlık bir endüstri haline geldiğinden de bahsetmek gerekiyor. Amazon’da başlığında mutluluk geçen kitapları arattığınızda 50 bin kitabın satışta olduğunu görüyorsunuz. Çoğu da kişisel gelişim kitabı gibi, atadan dededen kalma yaşam pratiklerinin, öğütlerin psikolojik terimlerle ambalajlanmış hali. Adına modernlik dediğimiz yaşam tarzının geldiği nokta itibariyle umut kırıcı bir durum. Bolluk içinde bir yaşam, ama mutlu etmiyor. Öyle ki, Yale Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıllarda lisans öğrencilerine yönelik seçmeli bir ders olarak açıldığında, “Dirlik Bilimi” isimli ders üniversite tarihinin en kalabalık dersi haline gelmiş. Daha sonra online bir ders haline getirilmiş ve Coursera’ya taşınmış. Dersin tanıtımında, amacın mutluluğa ilişkin psikolojik yaklaşımları tartışmaktan çok, mutlu olmayı sağlayan pratikleri öğrenmek olduğu yazılmış.
Neyse, işin psikoloji ayağı böyle, iktisatçılar buna neresinden nasıl bulaşmışlar ona dönelim.
İktisat içinde 1970’lerde bir uyanıştan bahsedebiliriz. RichardEasterlin, bir eksene ortalama mutluluğu diğerine kişi başına düşen geliri koyup ülkelerin nasıl dağıldığına baktığında, kendi adıyla anılan bir paradoksla karşılaştı. Belli bir gelir düzeyinden sonra daha zengin ülkelerde ortalama mutlulukta bir artış olmuyordu. Bunun sonucunda Mutluluk İktisadı disiplini ortaya çıkar. Ancak bu çıkışın anaakım iktisatça hoş karşılanmadığını belirtmek gerekir. Zira işin ucu çok nazik bir noktaya dokunuyor. Eğer gelirinin artması insanı (en azından belli bir gelir düzeyinden sonra) daha mutlu edemiyorsa, bütün ekonomik modeller ve çıkarımlar tartışmalı hale gelir. Oysa, gelir artarken faydanın da (siz buna mutluluk ya da tatmin düzeyi deyin) otomatik olarak arttığını kabul etmek, politika tasarımını inanılmaz kolaylaştırıyordu. Bu yaklaşıma göre, ne sorun varsa çaresi geliri arttırmak yani ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme gelir dağılımını mı bozuyor, ya da çevreye zarar mı veriyor? Dert değil, az sabredip büyümeye devam edin, belli bir gelir eşiğini aştıktan sonra gelir dağılımı da çevre kalitesi de düzelecektir. Bunun nasıl olacağına verilen cevap, insanların zenginleştikçe gelir adaleti ve çevre kalitesine yönelik düzenleme (regülasyon) taleplerinin artacağı, ya da büyümeyle gelen teknolojik gelişmelerin olumsuz etkileri bertaraf edeceği beklentisidir. Peki ama o eşik kaç TL’dir, kaç yılda oraya erişeceğiz derseniz, kesin bir şey söylemek mümkün değil. Ama bizim hiçbirimizin göremeyeceği kadar uzun bir süre alacağına dair bulgular çoğunlukta. O eşiğe kadar bu hızla büyümeye devam edersek, iklim değişikliği vs. ne boyutlara gelir, bunu düşünen de yok! Esasa dönersek, ne pahasına olursa olsun ekonomik büyümenin siyasetçiler ve onların güdümündeki halk kesimleri arasında bu denli tabu haline gelmesinde bu varsayımın payı büyük.
Bhutan, Thimphu, Zilukha junior High school
Bu noktada Butan ve onun kralından bahsetmek gerekir. 1970’lerin ortasında kral birgün çıkıp “bizim için önemli olan gayrisafi milli hasılanın (GSMH; basitçe ülkenin bir yılda ürettiği mal ve hizmetlerin parasal toplamı) ne kadar arttığı değil gayrisafi mutluluğun seyridir” demiş ve politikaları belirlerken mutluluğu esas alacağını duyurmuştu. Butanlılar’ın mutluluğu/dirliği içinde maddi gelirin de bulunduğu dokuz boyut üzerinden tarif edildi. Bu oldukça radikal bir karar. Hedef gayrisafi milli hasıladan gayrisafi milli mutluluğa kaydığında, örneğin bir maden projesine ilişkin karar da farklı olacaktır. Bir maden projesi salt ekonomik büyüme ve istihdama katkı sunacağı için kabul edilemez. Doğanın da hakları vardır ve temiz hava, su, gıdaya erişim de yaşam kalitesinde önemli faktörlerdir. Dolayısıyla, tüm bu kararlar daha geniş bir resme bakarak alınmalıdır. Esas mesele mutluluk ya da dirliğin arttırılmasıdır.
Günümüzde birçok ülke, Butan’ınkine benzer endekslerle yaşam tatmini/öznel dirliğin nasıl seyrettiğini gözetmeye başladı. Bir öğrencimle bu yaklaşımı Türkiye’ye uyarlamış ve Türkiye’nin dirliğini, gelir ve işten memnuniyet; psikolojik durum ve mutluluk; sağlık durumu; kamu hizmetlerinden memnuniyet; güvenlik memnuniyeti ve toplumsal ilişkilerden duyulan memnuniyet gibi altı boyutta ele alınabileceğini hesaplamıştık. Sonra bu boyutları “Dirlik Endeksi” içinde toplulaştırıp, ekonomik büyüme ile karşılaştırınca ortaya aşağıdaki grafik çıktı.
Şekil 1. Türkiye’de kişi başına düşen gelir ve dirlik (2004=100)
Karşılaştırma kolay olsun diye endeks ve gelir değerlerini 2004 yılında 100 olarak kabul ettik. Yukarıdaki şekil bize Türkiye’de gelirin (enflasyondan arındırılmış) 2004-2014 arası %50 artmasının dirliğimizi, yani değişik boyutlarıyla ele alındığında yaşam kalitemizi, aynı oranda artıramadığını göstermektedir. Ekonomik büyüme yaşantımızı vaat ya da iddia edildiği derecede olumlu etkileyememiş.
İktidarın çok övündüğü ama şimdilerde “hoş” bir hatıradan ibaret yüksek büyüme döneminde Türkiyelilerin mutluluğu nasıl evrilmiş diye baktığımızda da sonuç değişmiyor.
Şekil 2. Kişi başına düşen reel gelir ve nüfus içinde mutlu olanların oranı
Üstteki grafikte görüldüğü gibi kişi başına gelirimiz (enflasyondan arındırılmış) 2003-2017 arası (2018 rakamları henüz yayınlanmadı) %80 artmışken toplam nüfusta kendini “mutlu” hissedenlerin oranında bir yükseliş yok, hatta son yıllardaki siyasi ve ekonomik krizin beraberinde getirdiği işsizlik, gelecek ile beklentilerin bozulmasının mutsuzluğu arttırdığı görülüyor.
Aslında bu sonuç pek de şaşırtıcı değil. Türkiye’de ekonomik büyüme özellikle son 10 yıldır insan ve doğanın hakları yok sayılarak, kazanılmış hakların geri alınarak sağlanabildiğini biliyoruz. Adalet, eğitim gibi kurumlardaki son 10 yıl içinde yaşanılan çöküş de bunun bir yansıması.
Ama burada bir nokta koyup, önceki sorumuza geri dönelim: Mutluluğun tek kaynağı maddi gelir değilse diğerleri nelerdir?
İnsanları neyin mutlu neyin mutsuz ettiği hararetli biçimde araştırılmaya devam etmekte. Ancak mutluluk oldukça karmaşık ilişkileri içinde barındıran bir kavram. Birini mutlu eden faktörün bir diğerini mutsuz etmesi o kadar şaşırtıcı gelmeyecektir kimseye. Evlenmek kimilerini mutlu etse de, evliliğinden memnun olmayanlar için boşanma benzer etkiye sahip örneğin.
Dolayısıyla, fiziksel dünyanın o her şeyin belli ve ilişkilerin doğrusal olduğu durum işin içine insan psikolojisi girince birden karmaşıklaşıyor.
Kent ölçeğine geldiğimizde de durum farklı değil. Kimi kentlerde boş zamanını geçirecek yerlerin kısıtlı olması ortalama mutluluğun önünde bir darboğazken, bir diğerinde güvenlik hissiyatı belirleyici olabiliyor. Merkezden belirlenmiş tek tip politikaların herkesi aynı ölçüde tatmin etmesi mümkün görünmüyor. Bu da yerel düzeyde politika oluşturma zorunluluğuna işaret ediyor. İstanbulluları en çok neler mutsuz ediyor, acaba hangi politikalar uygulansa kentin ortalama mutluluğu artar? Bu konuya önümüzdeki günlerde geri döneceğiz.
‘Basit bir internet araştırmasıyla bile erişilebilecek bilgilerden habersiz yazılar, hem yayın platformunu hem de okuyucuya doğru bilgi aktarım mekanizmasını zedeleyebilecek olgulardır.’
Mikroplastik Araştırma Grubu olarak 2015 yılından beri Türkiye denizlerinde ve bağlı ekosistemlerde mikroplastik araştırmaları yapıyoruz. Bu süre zarfında, Akdeniz’in yüzey sularında, deniz dibinde, su kolonunda, kıyılarında, balığında, midyesinde, istiridyesinde ve hatta tuzlarında mikroplastik kirliliğini araştırıyoruz. Bu araştırmalardan hareketle uluslararası saygın dergilerde 7 adet tam araştırma makalesi, birçok sempozyumda da sözlü ve poster bildiriler yayınlayarak, elde ettiğimiz sonuçları bilim dünyasına duyurduk (birçoğuna yazının sonunda liste halinde ulaşabilirsiniz). Araştırma sonuçlarımız bilimsel dergilerde hapsolmasın diye, birçok yerde toplumun her kesimine mikroplastik kirliliğini anlattığımız etkinliklere katıldık. Hatta yaptığımız çalışmalardan biri Türkiye gündeminde uzun bir süre yer almış ve yaklaşık 100’den fazla sitede haber olarak yer almış ve günlerce medyayı meşgul etmişti. Öyle ki tüm basın, Ayşe Bereket tarafından Yeşil Gazete’de yapılan bu haber sayesinde öğrenmişti mevzuyu. Bunun şahsımla ilgili olmadığını ve konunun kamu sağlığıyla ilgili olduğunun da elbette ki bilincindeyim. Bunun yanında yaklaşık yedi aydır da bu platformda çoğunluğu mikroplastik kirliliğiyle ilgili olan yazılar yazıyorum. Halihazırda www.mikroplastik.org isimli grubumuza ait web sitesinde ara ara konuyla ilgili bilgileri paylaşmaya çalışıyoruz. Yani Google’a mikroplastik yazıp arattığınızda ilk sayfada bizim sitemizi görüyorsunuz.
Peki, bu yazıyı neden yazma ihtiyacı duydum? Aslında bu hafta size çöp ithalatı ile ilgili önemli şeylerden bahsedecektim. Ancak 7 Ağustos’ta Yeşil Gazete’de Ahmet Soysal’ın “Mikroplastikler ve çevre” başlıklı yazısını okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Yeşil Gazete platformu çok eskiden beri takip ettiğim ve saygı duyduğum bir platform. Bu sebeple bu platforma yazarken mümkün olduğunca ince eleyip sık dokuyorum. Yazdığım yazılarda ifade ettiklerimi mutlaka ilgili kaynaklardan tekrar kontrol ederek yazıyorum. Çünkü insanın severek takip ettiği bir platformda yazıyor olması dikkatli olmasını da zaruri kılıyor. Ancak aynı hassasiyeti başka yazılarda göremeyince düzeltme ihtiyacı hâsıl oluyor.
Bilinmiyor mu, görülmüyor mu?
Ahmet Soysal’ın yazısına geri dönelim. Yazı, daha ilk paragrafında yazının genel içeriği hakkında fikir veriyor. Aşağıdaki ifadeyi aynen yazıda olduğu haliyle aktarıyorum:
“Türkiye’de mikro ve nanoplastik kirliliğinin boyutları ve tükettiğimiz deniz ürünlerinde mikro ve nanoplastik kirliliği olup olmadığı bilinmiyor”
Bu cümleyi yaklaşık dört yıldır mikroplastik araştırmaları yapan bir ekibin üyesi olarak şaşkınlıkla okudum. Çünkü Google’a sadece Türkiye ve Mikroplastik yazarak (http://bit.ly/33nYJJ6) bunun böyle olmadığını anlamak mümkün. Sadece bizim yaptığımız değil diğer bölgelerde yapılan çalışmalar da cabası. Örneğin daha geçen hafta Rize RTE üniversitesi’nden araştırıcıların yürüttüğü çalışmaya ait haberler yayımlanmıştı. Kaldı ki Marmara Denizi’nde Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin yaptığı çalışma, Datça’da Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi tarafından yapılan çalışma ve ODTÜ tarafından Akdeniz’de yapılan çalışma, aslında konunun Türkiye’de bir hayli çalışıldığının göstergesi. Sonuç itibariyle yapılan çalışmaların aslında vatandaşa o kadar da isabetle ulaştırılamamış olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz.
Yazının giriş diye sayılabilecek kısmında da 2010 yılına ait bilgiler mevcut. 2018 yılında yıllık plastik üretiminin dünya çapında 400 milyon tona, Türkiye’de de 11 milyon tona yaklaşmış durumda. Bu neden önemli? Çünkü verilerin doğru aktarılması yaratılmak istenen farkındalığın saygınlığı açısından da önem arz ediyor. Ülkede doğru bilginin aktarımı konusunda yaşanan aksaklıklara katkı sağlamamak adına bu bölümün doğrusunun belirtilmesini önemsiyorum. Zira ilgili yazıda bu kısım, belli ki yeterince yapılmamış araştırma sonucu yapılmış bir aktarımın göstergesi. Yazının genelini tek tek irdeleyerek okuru meşgul etmenin çok da anlamlı olmadığını belirtmek istiyorum. Burada bir başka önemli olan şey de yazı yazılan platformda bile yapılacak bir araştırmayla ulaşılabilecek bilgileri göz ardı etmenin sahip olduğu sıkıntıdır. Bu durum uzun uğraşlar sonucu oluşturulan bir kaynağın göz ardı edildiğini göstermektedir.
Sonuç olarak basit bir internet araştırmasıyla bile erişilebilecek bilgilerden habersiz yazılar, hem yayın platformunu hem de okuyucuya doğru bilgi aktarım mekanizmasını zedeleyebilecek olgulardır. Çünkü okuyucuya doğru olmayan ve eksik bilgi aktarmak, okuyucuya karşı olan sorumluluğumuzu unuttuğumuz anlamına gelmektedir. Bunu söylüyorum, çünkü Yeşil Gazete, ülkede çevre ile ilgili konularda doğru dürüst bilgiye ulaşılabilecek ender platformlardan biridir ve bu platformun bu saygınlığının muhafaza edilmesini sağlamak her yazarın görevidir.
Almanya’da Yeşiller ve Sosyal Demokrat Partili milletvekilleri, küresel ısınmayla mücadele için etteki katma değer vergisinin yüzde 7’den yüzde 19’a çıkartılmasını istedi.
Alman basınına göre, Yeşiller Partisi ve Sosyal Demokrat Parti milletvekilleri küresel ısınmayla mücadelenin yanı sıra hayvanların durumlarının iyileştirilmesine yönelik programların fonlanması için, etteki katma değer vergisinin yüzde 7’den yüzde 19’a çıkartılması gerektiğini söyledi.
Birleşmiş Milletler’in araştırmasına göre, et ve sütleri için beslenen hayvanların ürettiği metan gazı, karom salımlarının yüzde 14,5’ini oluşturuyor. Bu oran, seyahat araçlarının ürettiğinden daha fazlası. Almanya’da gündeme gelen tasarı yasalaşırsa, et tüketimi ve büyük çiftliklerin arzı düşebilir.Metan gazlarının yanı sıra, çiftlik hayvanlarının otlaması için ormanların yok edilmesi de küresel ısınmayı hızlandırıyor.
Bir Alman vatandaşı yılda 60 kilo et kiyor
Ancak Tarım Bakanı öneriye karşı. Hıristiyan Demokrat Partili Bakan Julia Klöckner, hayvanların koşullarının geliştirilmesi konusundaki bir tartışmayı mennuniyetle karşıladığını, ancak çiftçilerin gelirlerinde bir azalmaya yol açabileceğinden, katma değer vergisindeki artışın izlenecek bir yol olamayacağını söyledi. Almanya’da standart katma değer vergisi oranı yüzde 19, ancak et de dahil çoğu gıda maddesinde bu oran yüzde 7.
Alman Die Zeit gazetesine göre, ortalama bir Alman vatandaşı yılda 60 kilo dolayında et yiyor ve bunun sadece yarısı sağlıklı düzey olarak kabul ediliyor. Yılın ilk yarısında, Almanya’daki mezbahanelerde 3,9 milyon ton et üretildi ve kanatlılar dışındaki kesilen hayvan sayısı 29,4 milyonu buldu.
Sosyal Demokrat Parti, Hıristiyan Demokratlarla koalisyon hükümeti ortağı ve Alman Yeşiller, geçen Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde büyük kazanımlar elde etmişti.
‘İstanbul için Ekrem İmamoğlu’nun önünde iki yol var: Birincisi, kentteki her bir çınar, asırlık gün görmüşlükleri ve hatıraları ile bizim de üstümüze yürümeden İstanbul’a hak ettiği değeri vermek için çevre dostu politikalar tasarlamak ve uygulamak. Diğeri ise, kendisine güvenen İstanbul’a, Macbeth gibi ihanet etmek.’
“Birnam Ormanı, kalkıp Dunsinena’e yürümedikçe hiçbir şeyden korkmam” der Macbeth. Haberci, “Birnam’dan yana bakıyordum. Birden orman yürüyor gibi geldi bana” der. Orman yürümektedir; Macbeth’in ihanetini cezalandırmak için Dunsinena’e yürümektedir. Cadıların kehanetleri, bir bir gerçekleşir. İngiliz edebiyatının en büyük yazarlarından William Shakespeare, ihanetinin bedelini ödetmek için, kahramanı Macbeth’in üstüne Birnam Ormanı’nı salar. Ve tabii kendinden sonra gelen edebiyatçılara da ilham olur. Asırlar sonra, J.R.R. Tolkien’in yazdığı “Yüzüklerin Efendisi”nde de ağaçlar, bir kez daha karanlığın üstüne yürür.
Şehirlerin şehri İstanbul, nice yazar ve şairin kalemi ile taçlandırılmış, kutsanmış bir şehirdir. Ama en güzellerinden biri, Nazım Hikmet’in “Bana İstanbul’u Anlat” şiirinde, sevdiğini İstanbul ile eşdeğer tutmasıdır. Sevdiğine “kokun İstanbul gibidir, gözlerin Istanbul gecesi” diye seslenir Hikmet. İstanbul, boğazı ve adaları ile Servet-i Fünun akımının en önemli temsilcilerinden Mehmet Rauf’un, Eylül romanına ev sahipliği yapar. Ahmet Hamdi Tanpınar da “Huzur” adlı romanına ev sahibi olarak İstanbul’u seçer. “Huzur”un, bu kadar özel bir roman olmasında İstanbul’un rolü büyüktür. Vapurlar, Nuran, sohbetler, Mahur Beste… İnsan, okudukça kederleniyor, boğazı düğümleniyor. Biz, İstanbul’u hak ediyor muyuz? Tarihi, kültürü ve doğası ile bize yaşattığı sınırsız güzelliklerin karşılığını ona verebiliyor muyuz? Yoksa Macbeth gibi ihanet mi ediyoruz?
İstanbul, resmi kayıtlara göre 15,07 milyon nüfusu ile dünyanın en büyük metropollerinden biri olup Türkiye’nin katma değerine en fazla katkı yapan şehir. Sağlanan katma değer, onu paylaşılması zor bir şehir haline getirdiği gibi herkesin kolaylıkla sevdalanabileceği bir şehir aynı zamanda. 2019 yılı yerel seçimlerine hazırlık sürecinde AKP, İstanbul’a duyduğu ‘büyük aşkı’ şehrin her yerindeki panolar aracılığı ile ilan etmişti, ama O umulanın aksine bu kez AKP’ye varmayıp, sevdiğine kaçtı. AKP, kalp acısı ile YSK’ya itiraz etti; sevdiğinin aklını çelen hırsızlar olduğunu iddia ederek. YSK, büyükşehir belediye seçiminin yenilenmesine karar verdi. 23 Haziran’da yenilenen seçim sonucunda İstanbul, bu kez daha fazla destek ile bir kez daha sevdiğine kaçmayı başardı.
Bütün bu gelişmeler esnasında adayların manifestoları, bir hayli düşündürücüydü. Merakla beklenen canlı yayında sorulan sorular ve verilen cevaplar, yerel yönetimler açısından bakıldığında İstanbul’un ajandasında yer alması gereken birçok şeyin yer almadığını gösterdi. Binali Yıldırım, Melen’den su taşıyarak uzun süredir su problemi çeken kentte kişi başına düşen su miktarını artırdıklarını grafikler ile canlı yayında anlattı. Halbuki, WWF Türkiye ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Çevre, Araştırma ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Su Riskleri” raporu, suyu bir yerden bir yere taşımanın, su sıkıntısı yaşayan yere geçici bir çözüm sunduğunu, orta ve uzun vadede bunun sürdürülemez bir hak ihlali olduğunu belirtmişti: Suyun döngüsü değiştirildikçe, o bölgedeki ekosistem çok büyük hasar görür. WWF’nin “Yaşayan Gezegen Raporu”nda da 1970 yılından bu yana tatlı su kaynaklarına bağlı olarak yaşayan canlı türlerinde yüzde 37 oranında bir kayıp olduğunu kaydedilmişti. Yani, Melen’den su taşıyarak, İstanbul’un su sorununu kalıcı olarak çözmek mümkün değildir. Bu durum, yerel yöneticiler açısından da risk oluşturur. Asıl olan, İstanbul’un sahip olduğu su varlıkları ile sorunu çözmektir. Aynı şekilde düşük gelirliyi korumak için su fiyatlarında indirime gitmek yerine, kullanım miktarına bağlı olarak artan tarifeli fiyatlandırma uygulanmalıdır. Bu şekilde tasarlanan su fiyatlandırma politikası, progresif yapısı ile hem düşük gelirliyi koruyacak, hem de suyun daha bilinçli kullanılmasını sağlayacaktır.
Su sorunu, maalesef şehrin tek sorunu değil. İstanbul, trafik sıkışıklığı en fazla olan dünya şehirlerinden biri. Navigasyon şirketi TomTom tarafından 56 ülkedeki 403 şehirde yapılan araştırmada, İstanbul’daki trafik sıkışıklığı, 2018 yılında yüzde 53 olarak kaydedildi ve İstanbul bu oran ile dünyanın trafik sıkışıklığı en fazla olan altıncı şehri oldu. Trafik sıkışıklığı, sadece zaman kaybına neden olmayıp yerel ve küresel hava kirliliğine de yol açar. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası tarafından hazırlanan “Hava Kirliliği 2018 Raporu”na göre İstanbul, Türkiye’nin havası en kirli şehirleri arasında. Avrupa’daki birçok şehirde hava kirliliğinde azalma gözlemlenirken, biz de tersi yaşanıyor. Hava kirliliği, özellikle solunum yolu hastalıklarından mustarip olan insanları çok olumsuz etkilerken; hastaların artan şikayetlerinin yanı sıra, devlet kaynakları da iki şekilde zarar görüyor: Birincisi, hastalığın seyrinden dolayı ortaya çıkan iş gücü kaybı, ikincisi ise, hastalığın tedavi edilmesi için sağlık harcamalarında görülen artış olarak. Bunlar, birer fırsat maliyetidir. Devlet kaynakları, daha verimli bir şekilde başka hizmetlerde kullanılabilecekken, trafik sorununun tetiklediği sağlık sorunları ile mücadele etmek için kullanılırlar. İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alanlara ait veriler de kaygı verici. Bu rakam İstanbul’da 4.9 metrekare iken, İzlanda’da 410,8 metrekare.
Maalesef seçim öncesi tartışmalar, vatandaşların ödediği vergiler aracılığı ile sağlanan kaynakların verimli bir şekilde kullanılıp, kullanılmadığına ilişkin tartışmalardan ibaret kaldı. Halbuki dünyada teknoloji aracılığıyla artık akıllı şehirleri tasarlamanın yolları tartışılıyor. Elektriğini kendi organik atıklarından sağlayan, ulaşımın sıfır emisyona neden olduğu ve zaman kaybına yol açmadığı, atık suların yeniden hızlı bir şekilde ekonomiye kazandırıldığı, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmayan, kendi kendine yeten ve çevreye verilen zararın mümkün olan düzeyde minimuma indirildiği şehirleri…Yerel politika yapıcılar, o şehrin sakinleri ile birlikte hedefler belirleyip onlara ulaşmanın gayreti içinde. Örneğin, Kopenhag, 2025 yılına kadar karbon nötr olmayı hedefledi. Yani, 2025 yılından sonra karbon emisyonlarına yol açmayan bir şehir olacak.
Ursala K. LeGuin’in, “Mülksüzler” kitabında da belirttiği gibi, değişim kaçınılmaz. Bu, elbette şehirler için de geçerli. Tabii ki bir yüzyıl sonra, Eylül’e ve Huzur’a ev sahipliği yapan İstanbul olmayacak. Ama değişimin olumlu olması gerekir. Kendisine iki defa kaçan İstanbul için Ekrem İmamoğlu’nun önünde iki yol var: Birincisi, kentteki her bir çınar, asırlık gün görmüşlükleri ve hatıraları ile bizim de üstümüze yürümeden İstanbul’a hak ettiği değeri vermek için çevre dostu politikalar tasarlamak ve uygulamak. Diğeri ise, kendisine güvenen İstanbul’a, Macbeth gibi ihanet etmek.
*Doç. Dr.- Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi
Amazon Ormanları’nın Brezilya sınırlarında kalan bölümünde orman tahribatı temmuzda geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 278 artış gösterdi.
Brezilya Ulusal Uzay Araştırmaları Enstitüsü‘nün (INPE), ormansızlaşmanın önüne geçmek için kurduğu Ormansızlaşmanın Gerçek Zamanlı Tespiti (DETER) biriminin verilerine göre, bu yılın temmuz ayında bölgedeki orman tahribatı geçen yılın temmuz ayına göre yüzde 278 arttı. Buna göre, 2019 temmuzunda tahribata uğrayan Amazonlardaki orman bölgesi 2 bin 254 kilometrekare olarak kaydedildi. Geçtiğimiz yıl bu rakam 596 kilometrekare olarak kayıtlara geçmişti.
INPE verileri, ayrıca Amazonlarda son 12 aydaki orman tahribatının, önceki 12 aya oranla yüzde 40 arttığını ve bu rakamın 6 bin 833 kilometrekareye tekabül ettiğini ortaya koydu. Bölgedeki orman tahribatı haziranda da geçen yılın aynı ayına göre yüzde 88 artış göstermişti.
Bilim insanları, dünyanın en büyük yağmur ormanları olan Amazonların korunmasının, iklim değişikliğiyle mücadelede önemli rol oynadığı konusunda uyarıyor.
Bolsonaro etkisi
Brezilya’nın aşırı sağcı Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, başkanlık seçimlerinden önce Amazonlar’ın korunmasının ülke ekonomisinin gelişimine engel olduğunu belirterek, bu alanı ticari kullanıma açma sözü vermişti. INPE’nin orman tahribatı raporlarına da öfkelenen Bolsonaro, raporların ülkenin itibarını zedelediğini ileri sürmüş ve INPE’nin Brezilya’nın değil, bazı sivil toplum kuruluşlarının hizmetinde çalıştığını savunmuştu.
Olaydan kısa süre sonra da INPE Başkanı Ricardo Galvao, görevine devam etmeyeceğini duyurmuş ve sebebini “sürdürülemez bir durum” olarak açıklamıştı.