Bilim insanları, buzul statüsünü kaybeden İzlanda’daki Okjökull’a, ‘Geleceğe mektup’ kazınmış mezar taşını andıran bir levha ile veda etti.
İzlanda, bir zamanlar dağ buzulu olan, ancak şimdi bir volkanın kraterini saran küçük bir buz kütlesi haline dönüşen Okjokull buzulu için tören düzenleyerek, ona veda etti. Küresel ısınma yüzünden yıllar içinde eriyen Okjokull, 2014 yılında, 700 yaşındayken “ölü” ilan edilmişti.
BBC’nin haberine göre, törene İzlanda Başbakanı Katrin Jakobsdottir, Çevre Bakanı Gudmundur Ingi Gudbrandsson ve eski İrlanda Başbakanı Mary Robinson katıldı. Başbakan Jakobsdottir’in yaptığı konuşma sonrası, başkent Reykjavik’in kuzeydoğusundaki volkana yürüyen bilim insanları, bir zamanlar buzulun kapladığı bölgeye, mezar taşını andıran bir levha üzerine kazınmış “geleceğe mektup” bıraktı.
Bakır plakada “Ok İzlanda’nın buzul statüsünü kaybeden ilk buzuluydu. Gelecek 200 yılda tüm belli başlı buzullarımızın başına aynısının geleceğini tahmin ediyoruz. Bu anıt yaşananların farkında olduğumuzu ve neler yapılması gerektiğini bildiğimizi onaylamak için yerleştirilmiştir. Bunu başarıp başaramadığımızı ancak siz bilebileceksiniz” deniyor. İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason tarafından kaleme alınan metin bugünün tarihi ve o an itibarıyla havadaki karbondioksit miktarıyla bitiyor.
Ülkedeki 300 buzuldan 56’sı yok oldu
50 yıldır ülkedeki buzulları fotoğraflayan İzlanda Meteoroloji Kurumu’ndan buzulbilimci Oddur Sigurdsson, 2003’te artık Okjokull buzulunda karın birikmeden erimeye başladığını ve zamanla buzulun erimesinin hızlandığını tespit etmişti. 2014’te ziyaret ettiği buzul için “Artık hareket edebilecek ve canlı kalabilecek kadar kalın değildi. Bu yüzden onu ‘ölü buz’ statüsüne aldık” diyen buzulbilimcinin 2000’de çıkardığı envanterde yer alan 300’den fazla buzuldan nispeten küçük 56’sı 2017’ye gelindiğinde yok oldu.
Bilim insanları, iklim krizi nedeniyle buzulların bu hızla erimesinin gelecekte çok büyük tehlikelere yol açacağını belirtiyor. 2100 yılına kadar, dünya nüfusunun beşte birini oluşturan yaklaşık 2 milyar kişi, yükselen okyanus seviyelerinden dolayı evlerinden iç bölgelere taşınmak zorunda kalabilir.
“İçme suları da tehlikede”
Milyonlarca insan, özellikle Hindukuş Himalaya bölgesinde ve And Dağları‘nda içme suyu için buzullara bağımlı. Dağların yakınındaki kuru iklimlerde buzullar, yağış ve tatlı su topluyor ve daha soğuk aylarda buz olarak depolanıyor. Yaz geldiğinde, buz eriyor ve nehirlere ve akıntılara doğru akıyor, bu da içme suyu sağlıyor.
Tarkan ve Boğaziçi Caz Korosu, Kazdağları’ndaki katliama tepki olarak yeni bir şarkı yayınladı. ‘Uyan’ isimli şarkı sosyal medyada binlerce kez paylaşıldı.
Müzisyen Tarkan ve Masis Aram Gözbek, Kazdağları’ndaki çevre katliamına tepki olarak bir şarkı yaptı. Gözbek’in yönetimindeki Boğaziçi Caz Korosu ve Boğaziçi Gençlik Korosu tarafından seslendirilen ‘Uyan’ isimli şarkı, sosyal medyada binlerce kez paylaşıldı ve çok sayıda beğeni aldı. Tarkan da şarkıyı sosyal medya hesabından “Bir olur geliriz üstesinden, her şey mümkün eğer inanırsan” mesajıyla paylaştı.
Gökçeada’nın da dahil olduğu 1102 maden sahası ihalesi Enerji Bakanlığı’nca ‘ileri bir tarihe’ ertelendi. CHP’li Tanal, ‘Temkinliyiz, tetikteyiz’ dedi.
CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın gündeme getirmesinin ardından Gökçeada’nın da dahil olduğu 1102 maden sahası ihalesi şimdilik iptal edildi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından yapılan açıklamada, “156’ncı grupta ilan edilen 1102 adet sahanın ihalesi ileri bir tarihe ertelenmiştir” denildi.
İptal kararını Twitter hesabından paylaşan Tanal, “Basının ve duyarlı kamuoyunun da desteğiyle turizm cenneti Gökçeada’nın da dahil olduğu 1102 maden sahası ihalesinin iptalini sağladık. Yani küresel şirketler bedavadan madenlerimize konup doğamızı katletmemiş oldu. El ele verip Kaz Dağları’nı da kurtarabiliriz” ifadelerini kullandı.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez’le görüştüğünü söyleyen AKP Grup Başkanvekili ve Çanakkale Milletvekili Bülent Turan’ın, “Gökçeada’da altın maltın aranmayacak. Gökçeada turizm için önemli” ifadelerini hatırlatan Tanal şunları söyledi: “Gökçeada için Ak Parti’ye geri adım attırdık. Yine de temkinliyiz, tetikteyiz. Deşifre etmeseydik acaba Bülent Turan yine ‘Altın maltın aranmayacak’ der miydi? Gökçeada’nın turizm cenneti olduğunu yeni mi anladılar?”
Kanada Başbakanlık Ofisi, İzmir Barosu’na yolladığı cevabi mektupta Kazdağları konusunda yapılan başvuruyu dikkatle incelediklerini bildirdi.
Kanada Başbakanlık Ofisi, İzmir Barosu’na yolladığı mektup ile Kazdağları konusunda kendilerine yapılmış başvuruyu dikkatle incelediklerini bildirerek İzmir Barosu Başkanı Özkan Yücel’e teşekkürlerini iletti. Ofisin İletişimden Sorumlu Müdürü M. Bredeson‘ın kaleme aldığı metinde Kazdağları’nda devam eden Kanadalı Alamos Gold Şirketi‘nin faaliyetlerine dair İzmir Barosu’nca kendilerine gönderilen mektubun, Kanada Uluslararası Ticareti Çeşitlendirme Bakanı James Gordon Carr’a iletildiği ve Bakan Carr’ın konuyu ayrıca değerlendireceği bildirildi.
Ofisin cevabında, Başbakan Justin Trudeau‘nun İzmir Barosu’nun Kazdağları’ndaki altın madeni çalışmaları hakkındaki kaygılarını iletmesinden son derece memnun olduğu belirtilerek mektup için baroya teşekkürleri sunuldu.
Birlikte mücadele çağrısı
İzmir Barosu, 14 Ağustos tarihinde yazdığı mektup ile Kazdağları’nda Kanadalı madencilik şirketi Alamos tarafından sürdürülen ve kamuoyu tarafından büyük tepki ile karşılanan altıncılık faaliyetleri hakkında Kanada Başbakanı Trudeau, Kanada baroları ve hukuk örgütleri ile siyasi parti temsilciliklerine birer mektup göndermiş ve bölgedeki doğa katliamına karşı birlikte mücadele etmek için çağrıda bulunmuştu. İzmir Barosu, Kanada baroları, hukuk örgütleri ve siyasi temsilcilikler ile ortak çalışmalar yürüterek bölgede yaşayan insanların sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının korunması adına her iki ülkede hukuki girişimlerde bulunmayı hedefliyor.
Bazen, bir şey yerken, küçük bir parça nefes borunuza kaçar ve sizi inanılmaz rahatsız eder. Aslında nefes alabiliyorsunuzdur ama sürekli öksürerek, kendinizi harap edersiniz, öyle ki ölecekmiş gibi hissedersiniz. İşte Türkiye’de yaşamak böyle bir şey… Nefes borunuza takılan sürekli bir şeyler var. Günlerdir nefes borumda duran şey: Kaz Dağları.
2006 Yılında TRT’de yaptığım “YEŞİL BARIŞ” adlı belgesel dizisinin bir bölümü de “BİN PINARLI İDA-KAZ DAĞLARI” ydı. Dönemin Orman Bakanlığı’nın o yörede çalışan görevlisinin rehberliğinde karış-karış arşınlamış, helikopterle havadan da çekim yapmıştım. Efsaneleşen büyüsü ise Tuncel Kurtiz ’in anlatımıyla belleğime kazınmıştı.
Türkiye’nin belli başlı milli ve tabiat parklarını belgelediğim bu çekimlerde beni en çok Kaz Dağları büyülemişti. Orayı görmeden, orada nefes almadan “BİN PINARLI İDA” nın ne anlama geldiğini bilmeniz çok zor. Orman mühendisi olan rehberimizin titizlikle koruduklarını söylediği bu yöreden ne bir taş ne de bir bitki alıp götürmenize izin verilmezdi.
Ve yıl 2019: TRT, Çocuk Kanalı’nda bir çocuğun ağaçları önemsemesine bile izin vermezken ilgili bakanlık bırakın bir taşını almayı, bin taşının talan edilmesine göz yumuyor. Su yerine “altın” içilemeyeceğini, oksijen yerine “altın” solunamayacağını bilemeyecek kadar, karar vericileri kör-sağır ve dilsiz eden ne olabilir diye düşündüğünüzde bir vatandaşın “Düğünlerde ne takacağız altın olmazsa” sözleri yankılanıyor beyninizde. Ve artık öksürerek de çıkaramıyorsunuz nefes borunuzdakini. Bir tarafta Bergama’da siyanürle altın aramanın yaptığı tahribatı ağlayarak haykıran “ sebzelerim artık çiçek açmıyor, çocuklarıma ne yedireceğim” diyen * köylü kadının ağıtı, diğer tarafta bir çocuğun ağaçların kesilmesini istemeyen sözlerini “siyasi” olarak niteleyen “şehirli sunucu kadın”…Hangi kadın? diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. Evet, hangisi: çocuğunun aç kalmasından korkan mı, mevcut siyasi anlayışa karşı gelmekten korkan mı?
“ İnsanın doğaya olan özrünü müziğin sesiyle duyurmak ve vicdanının sesini dinlemek isteyen herkes davetlidir” diyor Fazıl Say, Instagram’dan paylaştığı davet yazısında. Onca koşuşturması, yurt dışında ve içinde onlarca konser programı varken “Kaz dağlarındaki katliamın bitmesi için dünyada yankı yaratacaksa- ki bu mümkün- ben yaparım, yer açarım takvimimde” demişti ve sözünü tuttu, sıra vicdanları olan insanlarda…
Fazıl Say 2016 yılında İsviçre’de de bir orman konseri vermişti. Orada bir katliam yoktu, sadece ağaçlar için müzik yapmıştı. Çünkü ağaçlar da müziği algılar. Ağacı katledenler, onun da bir canlı olduğu ve tanrının bir lütfu olduğunu unutanlardır.
Şimdi vicdanı olan insanların yapması gereken tek şey ”altın”ı yaşamlarından çıkarması. Eğer altın almazsak yani talep olmazsa arz da olmaz. Özellikle Müslüman toplumların bir “geleneği”; düğünlerde, doğumlarda altın takmak. Eğer altın, ağaçların katledilmesinin bir nedeniyse, inandıkları dinin gereğini yapmıyorlar demektir. Çünkü hiçbir inanış İslamiyet kadar ağaca değer vermez.
Birçoğunuz bilirsiniz; eskiden köylerde doğan çocuk için ağaç özellikle de kavak dikilirdi. Çocukları için yaptıkları en önemli yatırım buydu. Bu güzel geleneğimize ne oldu? Ağacı bu kadar önemseyen bir toplumdan, katleden bir topluma ne zaman, nasıl devşirildik.
En güzel düğün ve doğum hediyesi, onların adına dikilen bir ağaç ya da oluşturulan bir ormandır. Bu sözüm sana “ düğünlerde ne takacağız?” diyen vatandaş.
(*) 2004 yılında yaptığım ve o yıl Sedat Simavi ödülünü alan, 15 bölümden oluşan ”SESİMİ DUY” adlı belgeselimin bir bölümünde Bergama’da o dönem büyük bir ses getiren kadınların direnişini konu edinmiştim. Hafızalarımızı yoklarsak Kaz Dağlarının bir benzeri orada da yaşanmıştı, özellikle de yöre kadınlarının direnişi efsaneleşmişti direnişi ekranlara yansıtmamdan bugüne 15 yıl olmuş.15 yılda TRT’nin geldiği nokta içler acısı…
“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”HANNAH ARENDT
Kutup bölgeleri belki de gezegenimizdeki tüm canlılığın geleceğini belirleyecek öneme sahip. Bu sene buzun kapladığı alanın tarihte ölçülmüş en düşük seviyeye düşeceği düşünülüyor. Bu da bize iklim krizinin artık kontrolden çıkmaya başladığını gösteriyor.
Geçtiğimiz ay Grönland’ın Inglefield Bredning Fiyort’unda çekilen fotoğrafta; aşırı ısınma ve eriyen buzlar yüzünden kızakları su üzerinde çeken köpekler görünüyor.
Geçtiğimiz haftalarda iklimle ilgili kötü haberlerin önemli bir kısmı kuzeyden geldi. Önce Grönland’da şimdiye kadar hiç görülmemiş biçimde bir erime olduğu haberini okuduk. Sonra da Rusya’nın kuzeyinde sönmek bilmeyen yangınlar olduğunu duyduk. Hepimizin aklına aslında benzer şeyler gelmiştir: “Kuzeyin soğuk olması gerekmiyor muydu? Nereden çıktı bu yangınlar? Grönland’ın erimesi de nasıl oluyor?”
İklim değişikliği dünyanın her tarafını değişik biçimde etkiliyor. Bu etkiler gündelik yaşam içerisinde kolayca algılayabileceğimiz biçimde de olmayabiliyor üstelik. Kutup bölgeleri de kolayca anlayabildiğimiz ve alışık olduğumuz yerler değil. Oysa kutup bölgeleri belki de gezegenimizdeki tüm canlılığın geleceğini belirleyecek öneme sahip. Bundan dolayı da en azından bu bölgenin temel özelliklerini ve iklim değişikliğinin kutuplarda neden özellikle önemli olduğunu belirtmek istedim.
Kutuplar nasıl erir?
Öncelikle iki kutup bölgesinin birbirinden çok farklı özellikleri olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kuzey Kutbu bir okyanusla kaplıdır. Bir yanda Kanada ve Alaska, diğer yanda da Rusya’nın arasında sadece derin bir deniz vardır. Bu deniz senenin büyük bölümünde tamamen buzla kaplı olduğundan bize arada kara parçası varmış gibi gelir ama aslında denizin üzerinde ortalama kalınlığı sadece 3 metre olan bir buz tabakası bulunur. Buna karşılık Güney Kutbu üzerinde epey büyük kara parçası yer alır. Bu kara parçasının üzerinde de kalınlığı yer yer beş kilometreye yaklaşan çok kalın bir buz katmanı vardır.
Tropiklerde ısınan deniz suyu Gulf Stream dediğimiz bir akıntıyla Atlantik Okyanusu’nda kuzeye doğru hareket eder. Bu sıcak su akıntısı yanından geçtiği Avrupa’nın batı kıyısını da ısıtarak kuzeye çıkar. Güneyde ise Antarktika’yı kemer gibi saran bir soğuk su akıntısı bulunur. Bu soğuk su akıntısı tropiklerden gelen sıcak suyun Antarktika’ya ulaşmasına izin vermez.
Anlaşıldığı üzere, Dünya’nın iki kutbunun birbirine benzer davranmasını beklememeliyiz. Bu iki kutbun ortak özelliği üstlerindeki hava ısındığı zaman yüzeyden erimeye başlamalarıdır. Dünya’nın atmosferi kutuplar üzerinde daha ince olduğundan bu ince atmosferin sıcaklığının değişmesi de atmosferin daha kalın olduğu Ekvator bölgesine oranla daha kolaydır. Yani atmosferin her yerine fazladan %1 enerji versek, atmosferin daha ince olduğu kutupların sıcaklığı Ekvator’a oranla daha fazla yükselir.
Bunun dışında, daha soğuk olan hava her zaman daha az su buharı taşıyabilir. Daha az su buharı taşıyan havayı ısıtmak da daha çok su buharı taşıyan havayı ısıtmaktan daha kolaydır. Ayrıca sıcak havanın ısısının bir kısmı da deniz suyunu buharlaştırmaya harcanır. Oysa buzu eritmek suyu buharlaştırmaya kıyasla çok daha az enerji gerektirir. Bu nedenlerle atmosferin her noktasına eşit miktarda ısı versek, kutupların sıcaklığı Ekvator’un sıcaklığına oranla çok daha fazla artar.
Ama tüm bunların ötesinde hepimizin bildiği gibi, koyu renkler ısıyı emer, açık renkler ise yansıtır. Kuzey Kutbu’nu kaplayan 3 metrelik buz tabakası yer yer eridiğinde altından görünmeye başlayan deniz koyu laciverttir. Yani beyaz renk gidip yerini lacivert renk aldığında daha fazla ısı tutulmaya başlanır, bu da Kuzey Kutbu’nun Ekvator’a göre çok daha hızlı ısınıyor olmasının temel nedenidir.
Grönland üzerinde ise eriyen su ufak göletler oluşturur. Bu ufak göletler buzun bembeyaz yüzeyini mavi havuzlarla kaplayarak yüzeyin daha da hızlı erimesine neden olurlar. Sibirya ve Kanada’nın kuzeyinde eriyen karların altından çıkan yeşil ormanlar da ortamın normalden fazla ısınmasına neden olur. Tüm bu unsurları birleştirdiğimizde kutupların ısınmasının orta enlemlere oranla ne derece daha tehlikeli olduğunu kolayca anlayabiliriz. Eriyen buzun altından lacivert deniz görünmeye başladığında o denizi tekrar dondurmak için kutuptaki havanın her geçen sene biraz daha soğuk olması gerekirken tam tersi bir durum gerçekleşiyor. Hava her geçen sene bir önceki seneden daha sıcak olduğundan daha fazla buzun donması yerine erimesiyle karşılaşıyoruz.
Kuzey Kutbu’ndaki buz miktarı eylül ayında, yani uzun yaz mevsiminin sonunda kapladığı alanla belirlenir. Bu sene buzun kapladığı bu alanın tarihte ölçülmüş en düşük seviyeye düşeceği düşünülüyor. Bu da bize iklim krizinin artık kontrolden çıkmaya başladığını gösteren örneklerin belki de en önemlisidir.
‘Çevre ile ilgili bir yasal düzenlemenin iptal edilmesinde başka bir bakanlığın devreye girmesi, ortada ciddi bir meselenin olduğunu ortaya koyuyor. Kendine sanayici diyen çöp ithalatçıları, kamu sağlığını ilgilendiren bir meselede kârlarını kaybetmemek için ciddi bir lobi faaliyeti yürütmüş; bir şekilde de bu faaliyetin karşılığını almış görünüyorlar.’
Plastik çöp ticareti son zamanlarda yine gündemde. Birçok eksik bilgiye rağmen ciddi miktarda çöpün ülkeye girdiğini ve ton başına ciddi paralar kazanıldığını; bu durumun da ülke içindeki çöp toplayıcılarının işlerini elinden aldığını anlıyoruz. Sokak Atıkları Toplayıcılar Derneği Başkanı Recep Karaman, 8-10 ithalatçı firmayı mutlu etmek için aileleriyle birlikte iki milyon kişinin adeta açlığa sürüklendiği şeklinde özetliyor durumu. Yani kar payı daha fazla diye başka ülkelerin plastik çöpünü almakla yapıyoruz bu işi.
Peki, nedir çöp ithalatını cazip kılan? Gerçekten de geri dönüşüm teknolojimiz ve kapasitemiz çok yüksek ve biz de o yüzden mi el âlemin çöpünü getiriyoruz? Tabii ki hayır! Tüm mesele para. SATDER Başkanı Karaman olayın iç yüzünü şöyle anlatıyor: “Firmalar yurtdışından ne kadar plastik çöp getirirlerse getirsinler, yani tonlarca da getirseler gümrükte sadece 1400 lira ödüyordu. Yurtiçindeki atık toplayıcılardan almak istediklerinde ise ton başına ortalama 1000 TL ödüyorlardı. Çöp ithalatı meselesi başladıktan sonra örneğin kâğıdın tonu 1000 TL’den 350 TL’ye kadar düştü”. Recep Karaman çöp ithalatına karşı en aktif çalışanlardan biri. Uzun uğraşları ve mücadelesi sonucunda bir şekilde çöp ithalatında ton başına 300 TL ithalat vergisi getiren bir düzenleme çıkmasını sağladı. Bundan sonrasını ise yine Karaman’dan öğreniyoruz: “Hükümet yurtdışından getirilen atıklar için ton başına 300 lira vergi getirdi. Ancak bir gün sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu kararı erteledi. Karar, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın itirazı üzerine geri çekildi” Karaman’a göre olması gereken bir uygulama, bir anda atık lobisinin baskıları sonucu geri çekilmiş. Çevre ile ilgili bir yasal düzenlemenin iptal edilmesinde başka bir bakanlığın devreye girmesi, ortada ciddi bir meselenin olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü kendine sanayici diyen çöp ithalatçıları, kamu sağlığını ilgilendiren bir meselede kârlarını kaybetmemek için ciddi bir lobi faaliyeti yürütmüş görünüyorlar. Bir şekilde de bu faaliyetin karşılığını da almış görünüyorlar.
Doğal olarak Recep Karaman temsilcisi olduğu toplayıcılar açısından olayı değerlendiriyor ve şunları söylüyor: “Tebliğin geri çekilmesi, 12 firma uğruna bir milyon insanın ekmeğiyle oynamak anlamına geliyor.”
Ancak işin bir de kamu ve çevre sağlığı boyutu söz konusu. Yani kendi çöpünü doğru dürüst toplayamayan ve bir şekilde toplayanlardan da almaktan imtina eden bir sistemden bahsediyoruz. Bu sistemi düzenleyip işler hale getirmek yerine daha fazla kâr sağlayan lobileri daha da güçlendiren uygulamaları tercih ediyoruz.
Plastik ya da diğer çöp meselesi oldu-bittiye getirilebilecek ya da birkaç şirketin insafına bırakılabilecek bir mesele değildir. Atık ithalatına sınırlama ve yüksek vergi getirilmelidir. Böylelikle bu işin cazip olmaktan çıkması sağlanarak yurt içindeki çöp yönetim probleminin çözülmesine katkı sağlanacaktır.
Malezya, Filipinler ve Endonezya gibi ülkeler çöp ithalatında kontrolü kaybettikleri için ciddi bir çevre problemiyle karşı karşıyalar. Bu sebeple gelen çöpleri geri gönderiyorlar. Bunun yanında illegal olarak gelenleri ise engelleyemiyorlar. Biz de bu çöp ithalat meselesini engelleyemezsek, illegal olarak “değerli atık” diye yasaklı tüm çöpleri bir anda arka bahçemizde bulabiliriz. Bu da kendi çöpümüz yetmiyormuş gibi bir de başkalarının çöpü içinde yüzmek zorunda kalacağımız anlamına geliyor.
Öneri:Geçen gün Bianet’ten Murat Türker çok güzel bir iş yaparak Ege’nin ortasındaki Psara adasının kuzeyinde, Kanalos körfezi, Mavri Petra plajında Temmuz 2019 sonunda hazırlamış, çoğunluğu Türkiye kaynaklı çöplerin bir listesini yayınladı. Okumanızı öneririm.
‘Önümüzdeki manzara korkutucu. Endüstriyel alanlarda bir insan ömrüne sığacak kısa zamanda toprağın tüm verimli tabakasının kaybolacağı öngörülüyor. O yüzden bugün endüstriyel olarak işlenmeyen alanlara gözümüz gibi bakmamız lâzım.’
Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.
Çok zarif bir lâf bu. İnsana dünyadaki yerini hatırlatan, haddini bildiren bir tarafı var. Ölüm çok acı; ama öyle ya da böyle hepimizin varacağı yer toprak. Lâfın bence asıl güzel tarafı, ölümle beraber (bilhassa eğer gömülüyorsak) tekrar hayata karışmayı anlatması. Malûm, öldükten sonra yapıtaşlarımız başka varlıklara geçecek, var oluş devam edecek. Birbirimize bağlıyız. Şu anda da bizi biz yapan maddeler evvelden muhtemelen bir solucanın, bir böceğin vücudundaydı. Yaşam gerçekten sinekten yağ çıkarmayı biliyor, çok verimli.
Ancak tüm canlı hayatının devridaiminde kritik önemde olan toprağı iyi korumuyoruz. Toprağın toprak olmasını sağlayan muazzam canlı çeşitliliğine neredeyse tümüyle ilgisiziz. Ne inşa ettiğimiz asfalt kaplı şehirler ne kurduğumuz bahçeler ne de yürütülen endüstriyel tarım, topraktaki varlıkların öneminin hakkını veriyor. Yukarda ilgisiziz dedim; ama ilgisiz olmak da değil sorun aslında. Daha ziyade ilgi alanımıza girenleri haşere olarak görmemiz…
Oysa iyi bakılmış topraktan hayat fışkırıyor. Bir metreküpte yaklaşık 30 adet çıyan ve benzeri tür, 30 ağaç biti, 50 örümcek, 50 salyangoz, 100 tane uçan böcek larvası, 100 kırkayak, 100 solucan, 100 böcek var. Bunlar toprağın gözle görünür sakinleri, 2 mm’den büyükler. (Köstebekleri, yılanları saymıyorum.) Ancak sayısal anlamda azınlıktalar. Daha derin katmanlarda daha küçük canlılar (0,3 £mm) ikamet ediyor. Yüz binin üzerinde kene, beyaz solucan vs. Büyüklük azaldıkça sayı da artıyor, yüz milyonlara canlıya ulaşıyor: Nematodlar, saksı kurtları, küçük böcekler; milyarlara ulaşan mantar ve alg, yaklaşık 100 milyar bakteri… Bitkilerin ihtiyaç duyduğu Karbon (C), azot (N), fosfor (P), kükürt (S), demir (Fe) magnezyum (Mg) gibi elementler, bu yukardaki mikroorganizmaların yaptığı çeşitli ayrıştırma ve sentez süreçleri sonucunda bitkilere faydalı hâle geliyor, humusa aktarılıyor. (İşin kimyasal boyutu ile ilgili daha detaylı bilgi için şuraya bakabilirsiniz.) Daha doğrusu, bu küçük varlıklar/mikroorganizmalar olmadan toprak, toprak işlevlerini yerine getiremiyor.
Uzun süredir bu varlıkların işlevlerinin farkındayız aslında. Örneğin Charles Darwin’in ölümünden hemen önce solucanlardan hayranlıkla bahsettiği bir kitabı var (1881). Hakkında Türkçede de yazılar çıkmış (1–2). Kitapta solucanların insandan çok daha önce toprağı sürmeye başladığını, verimli tabakayı kalınlaştırdığını, taşları gömdüğünü anlatıyor Darwin. Hattâ dünya üzerinde mütevazi solucan kadar etkili olmuş çok az hayvan bulunduğunu ileri sürüyor. Hayvanın zekâsından bahseden bir pasajı kısaca çevireyim:
“Solucanların bir yaprağı deliğe nasıl çektiklerini gözlemlemek, yaprağı ince ucundan mı, kalın ucundan mı yoksa ortasından mı çekerek sokmaya çalıştıklarını incelemek çok öğreticidir. Özellikle de başka yerlerden gelmiş, o coğrafyada yetişmeyen yaprakları çekişleri daha da enteresandır. Zira çekmek içgüdüsel dahi olsa, atalarının bilmediği bir yaprak türünü hangi yöntemle içeriye aldıklarını içgüdüyle açıklayamayız. Önce kafalarında, yaprağın tamamına dair bir fikir oluştururlar. [Bu, solucanların] zeki canlılar olduklarının emaresidir.” (Darwin 2009 s. 64-65)
Sonra her bir ağaç yaprağının şekline, cinsine, ne kadar kuru olduğuna bakarak farklı kararlar veren solucanı anlatır uzun uzun. (Saçma bir gösterge olacak; ama solucanlar hakkındaki bu kitap tam 326 sayfa).
Solucanlar hem toprağı havalandırır, hem de çürüme-geri dönüşüm işinde aktif rol alırlar. Toprağın su tutma kapasitesi bu sayede artar. Bitki kökleri dehlizleri, tünelleri izleyerek daha derinlere kök salar. İşlenmemiş iyi bir toprağın hacminin %45’i boşluktan oluşur (van der Ploeg, Ehlers ve Horn 2006 s. 80). Üstelik farklı solucan türleri vardır. Kimisi bir metreye uzanan derinlikte dikey tüneller kazar, kimisi yüzeyin hemen altında yaşar. Her durumda midelerinden geçirdikleri, bizim var olmamızı sağlar. Fransız çiftçiler arasında bilinen bir deyimdir: Tanrı, topraktaki bereketin sırrını solucanlara emanet etmiştir.[*]
Sağdaki vahşi bitki kökü, soldaki insan eliyle ekilmiş bitkinin kökü.
Sadece solucanlar değil, aklın alamayacağı çok sayıda nematod her saniye toprağı işler, temizler. Bir mm’den iki santime uzanan büyüklükte olanları vardır. Bağırsaklarından geçirdikleri toprağı hem inceltir hem de yapışkan bir maddeye bularlar. En küçük toprak parçasını bile sürekli; ama sürekli hareket ettirirler. Böylelikle toprak kum gibi olmaz, bereketlenir.
Nematod.
Bizim bugün tarım dediğimiz ise bu dehlizleri, tünelleri, ince işçiliği yıkmak üzerine kurulu. Şöyle bir düşünün: Bu karmaşık yapıyı her sene birkaç defa, kimisi kırk tona varan makinelerle eziyoruz. Çiftçiler bilir, traktörün tekerinin geçtiği yerde bir-iki sene ürün alınmaz. O yüzden traktörü kullanan kişi hep aynı izi takip etmeye çalışır. İşin ironik taraflarından biri, traktörün kullanım amaçlarından birinin toprağı havalandırmak olması. O yüzden seneler içinde daha kuvvetli, daha derini kazabilen araçlar icat edildi. Yüzeyi havalandırıp, daha derin tabakalardaki gevşek yapıyı bozuyoruz. Zira hiçbir traktörün solucan gibi bir metre derinliğe inme şansı yok.
Biri hafif teçhizatla (tekere binen ağırlığın iki tondan az olduğu) diğeri ağır araçlarla sürülen (4.5 ton) iki tarlanın uzun dönemli kıyaslandığı bir araştırma ilginç bulgular sunuyor: Ağır araçla sürülen tarla sekiz senede diğerine kıyasla 4.5 buçuk santim daha aşağıya çöküyor. Tekere düşen ağırlık yedi tona çıktığında çökme 6.3 santime ulaşıyor. Topraktaki boşluğun hacmi %45 seviyesinden %37’ye düşüyor. Bu esnada tarlanın bereketi azalmış oluyor (van der Ploeg, Ehlers ve Horn 2006).
Endüstriyel tarım modelinde toprağın altından gelen zenginliğe minnet edilmiyor. Girdiler dışardan geliyor, tepeden boca ediliyor. Ardından gübreyi toprağa karıştırmak için yine bir yığın çaba harcanıyor. Her biri için yüksek teknoloji, yüksek kimya bilgisi kullanılıyor. Biyoloji, yalnızca “haşereyi” öldürecek kimyasalın icadında devreye giriyor. Bu, topraktaki yaşamın azalması anlamına geliyor. Bavyera’da yapılan bir araştırmaya göre endüstriyel tarım, topraktaki solucan miktarını %40 azaltıyor (Schwinn 2019 s. 35). Canlı hayatı azalınca çürüme süreçleri de yavaşlıyor. Toprak içinde toksik mumyalar ortaya çıkıyor.
Toprağı işleyen, süren, katkı sunan, hiçbir traktörün yahut nano-makinenin gerçekleştiremeyeceği bir iş çıkaran tüm canlıları reddediyor, tarımsal üretimi onlara rağmen sürdürmeye çalışıyoruz. Sebebi belli; çünkü bu varlıkların katkısını tekelleştirmiş, haraç almayı becerebilmiş bir şirket henüz yok. Yaptıkları iş sermaye birikimine doğrudan katkı sunmuyor. İlerde genetikleri değiştirilerek patentlenip satılık hâle getirilirler mi bilmem. Umarım olmaz. Ama hâlihazırda gübre, traktör, kimyasal üzerinden yürüyen dev bir sektör var. Günümüzde tarım, bu sektörün ihtiyaçlarına göre şekillenmiş durumda. Yukarda iki tarlayı kıyaslayan araştırmadan aktarıyorum yeniden:
“Çiftçiler, [tarlalarını] işlerken giderek daha çok zorlanıyor. Daha derine kazmak, daha çok gübre atmak zorunda kalıyorlar. Aynı miktarda ürün almak giderek zorlaşıyor. Görünen o ki tüm uğraşlara rağmen tarlaların durumu kötüleşiyor. Yoğun olarak işlenen topraklar giderek daha az su tutabiliyor. [Bunun sonucunda] Şiddetli yağmurlarda düşen suyun giderek daha büyük bir bölümü yüzeyden akıp gidiyor.” (van der Ploeg, Ehlers ve Horn 2006 s. 80)
Bugün kimi yerlerde %70’e varan rekolte düşüşleri yaşanıyor (Schwinn 2019 s. 74). Devletlerin temel politikası ise sübvansiyonlarla aynı tarım modelini sürdürmek. Önümüzdeki manzara korkutucu. Endüstriyel alanlarda bir insan ömrüne sığacak kısa zamanda toprağın tüm verimli tabakasının kaybolacağı öngörülüyor. O yüzden bugün endüstriyel olarak işlenmeyen alanlara gözümüz gibi bakmamız lâzım. O yüzden yakın zamana kadar büyük çiftlikleri destekleyen AB, yeni yedi yıllık planında desteği yeniden küçük ve orta işletmelere kaydırmayı konuşuyor.
Toprak, iklim değişikliği ile mücadelede de önemli bir mevzi aslında. Dünyadaki büyük karbon depolarından biri toprak. O yüzden 2015’teki Paris İklim Zirvesi’nde, iklim krizine karşı üstteki verimli toprak tabakasının her sene binde dört arttırılması, bunun için de yeni tarım usûllerine geçilmesi teklif edildi. Bunu hâlihazırda Türkiye’de deneyen oluşumlar da var. Ancak an itibariyle her sene yaklaşık verimli humus tabakasını binde 1,5 oranında kaybediyoruz (Schwinn 2019 s. 54). Az görünüyor, hiç değil. Kimi kaynaklara göre sadece son 150 senede verimli tabakanın yaklaşık yarısı yok oldu. Suyu tutacak tünellerden mahrum, bitkilerin derinlere kök salması engellenmiş yerlerde rüzgârlar-yağmurlar ne varsa alıp götürüyor.
Üstelik hepimiz farkındayız: Yağış rejimi değişiyor. Yaz ortasında bile bardaktan boşanırcasına yağan ani yağmurlara maruz kalıyoruz. Bu giderek artacak. O yüzden toprağın dirençli hâle getirilmesi bir keyfiyet değil, elzem.
Toprağı kurtarmamız lâzım.
Berliner Morgenpost gazetesi. 2018. “Europäischer Rechnungshof fordert Kurskorrektur bei EU-Agrarförderung.” Eylül 24, 2018. https://www.morgenpost.de/politik/article215400561/Rechnungshof-fordert-Kurskorrektur-bei-EU-Agrarfoerderung.html.
Darwin, Charles. 2009. The Formation of Vegetable Mould Through the Action of Worms. Cambridge: Cambridge Univ. Press.
Ploeg, Rienk van der, Wilfried Ehlers ve Rainer Horn. 2006. “Schwerlast auf dem Acker.” Spektrum der Wissenschaft, no. Ağustos: 80–89.
Schwinn, Florian. 2019. Rettet den Boden!: Warum wir um das Leben unter unseren Füßen kämpfen müssen. Westend Verlag.
[1] Dieu sait comment s’obtient la fertilité de la terre, il en a confié le secret aux vers de terre.
‘Daha mutlu olmak adına daha fazla ücret için daha uzun saatler çalışmaya izin veriliyor hatta teşvik ediliyorsa, herkes istese de istemese de bu yarışa girmek zorunda hissedecektir kendini. Oysa bireysel kazanç için girilen yarışın göreli gelir dağılımını değiştirmediği için anlamsız olduğu açık.’
İlk yazıda mutluluk iktisadının doğumunu müjdeleyen Richard Easterlin’in bir gözleminden bahsetmiştim. Easterlin bir eksene kişi başına düşen geliri, diğerine mutluluk düzeyini alıp ülkeleri bu düzleme yerleştirdi. Özellikle düşük gelir düzeylerinde daha zengin olan fakir olandan daha mutlu çıkarken, belli bir gelir düzeyinden sonra bu doğrusal ilişki zayıflıyor, hatta ortadan kalkıyor. Yani kişi başına düşen gelir, örneğin, 40 bin doları aştığında 41 binlik gelire sahip ülke ile 120 binlik bir ülkenin ortalama mutluluğu arasında pek fark yok! Bu şoke edici bir bulguydu. İtiraz tabii ki gecikmedi. Kapitalist sistemin üstüne inşa edildiği “ekonomik büyüme”den nasıl vazgeçilebilirdi?
Easterlin Paradoksu olarak anılan bu bulgu günümüzde hala tartışılmaya devam ediyor. Peki bilim insanları bu durumu nasıl açıklıyor? Bu durumu anlamak için insan psikolojisinin derinlerine inmemiz gerekiyor. Ve şu başlıklar ortaya çıkıyor:
1-Adaptasyon
Parasal olarak zenginleşen ülke ve insanların daha mutlu olamamalarının arkasında yatan bir etken insanların yeni durum ve koşullara olan uyum/adaptasyon yetenekleri. İnsan kötüye de iyiye de bir süre sonra alışıyor, mutluluk algısı da değişim öncesine geri dönüyor. İyiden kötüye ya da kötüden iyiye değişimde hızlar biraz farklı olsa da…
Psikologlar buna “hedonik koşu bandı” kuramı adını vermişler. Nasıl ki, koşu bandı üstünde koşuyor olmak kişiyi bir yere götürmüyorsa, artan gelir de insanı daha mutlu edemiyor. Bunu sokakta söylerseniz birçok kişi burun kıvırır, ama yapılan araştırmalar bu sonucu destekliyor. Bunlardan biri piyango kazanan “talihliler” ve felç geçiren “talihsizler” üstüne yapılmış olanı. İki grubun da piyango ya da kaza öncesi mutluluk düzeyleri bu olaylardan bir yıl sonraki düzeyleri ile karşılaştırılmış. Başına iyi ya da kötü bir olay gelmiş kişilerin mutluluklarının yaklaşık bir yıl sonra eski düzeylerine geri döndüğü bulunmuş.
Kimileri bu sonucun öylece paylaşılmasını rahatsız edici buluyor; “insan iyiye de kötüye de alışacaksa iyiye ulaşmak ya da kötülükten sakınmak için neden çaba sarfetsin ki?” diye haklı bir soru yöneltiyorlar. Dediğim gibi konu karışık ve benim de uzmanı olmadığım bir alan. En iyisi diğer bulgulara geçelim!
2- Kıyaslama
Dünyaca ünlü bir üniversitede mezuniyete hazırlanan öğrenciler arasında bir araştırma yapılmış ve “ortalama ücretin yıllık 100 bin dolar olduğu bir yerde 120 bin kazanıyor olmayı mı yoksa ortalama ücretin 200 bin dolar olduğu bir yerde 150 bin dolar kazanıyor olmayı mı tercih edersiniz?” sorusu yöneltilmiş. İlk bakışta herkesin tabii ki 150 bin doları seçeceğini bekliyor insan. Kim daha fazla kazanmak istemez ki? Oysa araştırmaya katılanların ezici bir çoğunluğu ilkini yani 100 binlik insan grubu içinde 120 binlik zengin olma halini tercih etmiş.
Bu sonuçlar, mutlak gelirden çok “göreli gelirin” mutluluk üzerinde belirleyici olduğunu gösteriyor. Bir araştırmacı bu sonuçtan yola çıkarak devleti izleyeceği politikalarla bu “anlamsız sidik yarışını” sonlandırmaya çağırıyor. Öyle ya! Daha mutlu olmak adına daha fazla ücret için daha uzun saatler çalışmaya izin veriliyor hatta teşvik ediliyorsa (ki ABD ve ileri kapitalist ülkelerde durum bu), herkes istese de istemese de bu yarışa girmek zorunda hissedecektir kendini. Oysa bireysel kazanç için girilen yarışın göreli gelir dağılımını değiştirmediği için anlamsız olduğu açık. Ancak ne kadar anlamsız da olsa, kendi dışındakiler yarışa devam ettiği müddetçe A kişisi de yarışmaya devam etmek zorunda hissedecektir kendini. Yani günün sonunda herkes bu şekilde davranacaktır. Bu sorun ancak devlet gibi bir otoritenin müdahalesi ile çözülebilir. Nasıl mı? “Haftalık çalışma süresi kısaltılabilir, ekonomik büyümedense varolan serveti nasıl paylaşacağımıza odaklanılabilir. Serveti vergilendirerek toplumsal hizmetlerin kalitesi arttırılabilir. Çalışma saatleri kısaltılarak insanlara sevdikleri ve hobilerine daha fazla zaman ayırması sağlanabilir.” Bunların tümü insanı ekonomik büyüme ile artan gelirinden daha çok mutlu edecektir.
“Büyümek yerine varolan zenginliği paylaşalım” önerisi ekolojik iktisatçılar, hatta Piketty’nin son kitabında yeraldığı biçimiyle marksist iktisatçıların da gündeminde deyip bu bahsi kapatalım.
3- Genetik miras
Depresyona yatkınlık gibi iyimserlik ve karamsarlık da genetik miras olarak sonraki kuşaklara aktarılıyor mu? Yani, kimlerin mutlu ya da mutsuz olacağı doğumdan itibaren belli mi? İyimserliğin, olaylara olumlu yönünden bakma yetisinin, mutluluğun en temel şartlarından biri olduğu düşünülüyor.
Acaba iyimser bir ruh haline sahip olanlar hayatta daha mı mutlu ve başarılı oluyor? Bunun için yapılan ilginç araştırmalardan birkaçı şöyle: Berkeley Üniversitesi’nden araştırmacılar “iyimserler hayatlarında daha başarılı olurlar” hipotezini kanıtlamak için üniversiteden 30 yıl önce mezun olmuş kadınların yıllıklarındaki fotograflarını analiz edip bugün nasıl bir hayata sahip olduklarını araştırmış. İyimserlik için kullandıkları ölçüt ise çok ilginç: “Gülüşün içtenliği”.
Bunu nasıl ölçmüşler derseniz, 19’uncu yüzyılda Fransa’da yaşamış Duchenne adında bir bilim insanına çıkar yolumuz. Duchenne, içten ve yapmacık biçimde gülen insanların yüzlerinin aldığı şekilden yola çıkarak, gerçek ya da “Duchenne gülüşünü”, dudak ve göz kenarlarındaki kasları aynı anda harekete geçiren gülüş olarak tarif etmiş. Yapmacık gülüş ise, ki buna da devamlı gülümsemeleri beklenen hosteslerden hareketle “Pan Am gülümsemesi” adı verilmiş, sadece dudak kenarındaki kasları harekete geçiriyormuş.
Yapılan araştırma göstermiş ki, yıllık fotoğrafında Duchenne gülümseyen kadınlar, yapmacık gülmüş olanlara kıyasla 30 yıl sonra hala evli, mutlu ve başarılı bir pozisyona sahip.
Bir diğer araştırma katolik rahibeler arasında yapılmış. Kural olarak rahibeler 20’li yaşlarında manastırlara kabul edildiklerinde belli bir süre günlük tutmaları da gerekiyormuş. Araştırmacılar da 1920’lerde tutulan bu günlüklere ulaşıp metinleri analiz etmişler. Kelimeleri umutlu/nötr/umutsuz gibi üç sınıfa ayırmışlar. Araştırdıkları hipotez, “günlüğüne daha çok umutlu ifadeler yazan rahibeler daha uzun yaşamışlardır”.
Beklendiği gibi, 60-70 yıl önce günlüğüne yazdıklarından iyimser olduğu tahmin edilenlerin 90 yaşına ulaşma olasılığı kötümserlere göre 4-5 kat daha yüksek bulunmuş.
Peki iyimserlik genetik ise kötümser olanların hiç mi şansı yok? Ne iyi ki, tam da öyle değil. İlk yazıda andığım pozitif psikolojik girişimlerin bir grubu, insanların olumlu düşünme yeteneklerini artırmayı hedefliyor. Bardağın dolu tarafına odaklanmalıyız demek kolay da uygulamak için biraz uğraş gerekebiliyor.
21-25 Ağustos’ta beşinci kez düzenlenecek Ekofest’in bu yılki teması “Gıda”
Bu yıl beşinci kez düzenlenecek Kazdağı EkoFestivali, Darıdere Tabiat Parkı’nda 21-25 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirilecek. Bu yılki teması “gıda” olarak belirlenen festivalin sloganı ise “Ne yersek O’yuz.”
Kazdağı Ekofestivali, Kazdağı ve yöresinin doğal ve kültürel varlıkları ile bu varlıklara yönelik tehditler konusunda çocukları, gençleri, yöre halkını ve ekolojiye duyarlı bireyleri bilgilendirmeyi, doğa koruma bilincini artırmayı, ekolojik yaşam bilgi ve deneyimlerini paylaşmayı amaçlıyor. Geçtiğimiz yıllarda Mıhlı Çayı üzerine yapılan festivallerde, baraja, ormanlara, toprak ve enerji konularına dikkat çekilmişti.
A’dan Z’ye gıda konuşulacak
Festivalin bu yılki programında çok sayıda söyleşi, atölye, forum, müzik ve pek çok etkinlik yer alıyor. Söyleşilerden bazıları şöyle:
Dr.Cenay Bozkuş: Sağlıklı Beslenme
Özer Akdemir/Ahmet Soysal: Ekoloji Mücadelesi
Defne Koryürek: İklim Diyeti
Her gün yapılacak panellerde ise, Ahmet Uhri ve Aslıhan Demirtaş, “Bir Kültürel Miras Olarak Gıda”, Umut Kocagöz, Dr. Kadir Dadan ve Candan Türkkan “Gıda Egemenliği, Gıda Krizi ve Gıda Güvenliği”, Mehmet Gürmen, Ceyhan Temürcü, Berker Karamanoğlu ve Nurgül Bulut “Gıda Toplulukları ve Gıda Kooperatifleri”, Merve Ucgun,Turgay Özçelik ve Prof. Ali Osman Karababa “Gıda ve Toplum Sağlığı”, Bülent Güldal, Cumhur Dokur ve Mevlüt Aşar “Edremit’in Kültür İnsanları” başlıklarını tartışacak.
“Çiftçiler Gıdayı Konuşuyor”, “STK’lar Gıdayı Konuşuyor”, “Belediye Başkanları Gıda’yı Konuşuyor” konulu forumlarda mesele STK’lar ve yerel yöneticiler gözüyle değerlendirilirken, Vegan Forum’da gıdaya vegan yaklaşım tüm detayları ile ele alınacak.
Her sabah spor, her akşam müzik
Festival boyunca, Samar, Ümit Olgun ve Paryalar, Üç Kuşak, Anadolu’nun Dans Ezgileri, Dalgana Bak, Seyir, Musa Tolga Örs ve Eski Zamanlar sahne alırken, her sabah yoga, çi-gong, tai-chi, nefes terapi, yürüyüş ve “Ekoloji İnceleme Turları” gerçekleştirilecek. Ayrıca resim, kambuça, doğal merhem, seramik, bileklik, ritm, yaratıcı drama, vegan mutfak, fermente mutfak, aromaterapi, astroloji, ekmek, zehirsiz temizlik ve tohum atölyeleri de düzenlenecek.
Doğan: Ekmeğimizi bölüşmeye bekliyoruz
Festivali organize eden Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, şu çağrıyı yaptı: “Bir araya gelmeye, doğanın koynunda yan yana olmaya çok ihtiyacımız var. Çınar ağaçlarının, çamların altında uzanmaya, yorgun bedenlerimizi derenin serin sularına bırakmaya, geceleri yıldızları saymaya, ateşin başında türkü söylemeye, börtü böcekleri, çiçekleri, otları, ağaçları, taşları tanımaya, ekmeğimizi bölüşmeye, demli çaylarımızı dostlarımızla paylaşmaya, dere tepe düz gitmeye, doğal temizliği, doğal beslenmeyi, doğal hayatı yaşamaya, kendi dramamızı yaratmaya… Kazdağı ve değerlerini ve bu değerlere yönelen tehditleri uzmanlarından öğrenmeye… Gıda konusunda bildiklerimizi paylaşmaya, bilmediklerimizi öğrenmeye… Ve müziğin coşkusu ve doğanın ritmiyle dans etmeye… Havamıza, suyumuza, toprağımıza, gıdamıza sahip çıkmaya… İşte bu nedenle Ekofest’e tüm dostlarımızı bekliyoruz.
Festivali, Çanakkale, Edremit, Küçükkuyu belediyeleri ile Kazdağı ve Madra Dağı Çevre Belediyeler Birliği destekliyor.
Kazdağı Ekofest hakkında daha fazla bilgiye www.kazdagiekofest.com sitesinden ulaşılabilir.