Ana Sayfa Blog Sayfa 2438

7’den 70’e sele tepesinde bir kasaba

Muğla’nın Ula ilçesinde, yıllardır günlük yaşamın her alanında bisiklet kullanan yöre halkı, ‘Bisiklet Cumhuriyeti Ula’ belgeseline konu oldu.

Uzun yıllardır Muğla’nın Ula ilçesinde yaşayan bisiklet aktivisti Veli Ekim, ilçede yaygın olan ‘bisiklet kültürü’nü belgesel haline getirdi. Ula’lı yönetmen Yüksel Aksu ile birlikte hayata geçirdikleri belgeselde, bölgenin öne çıkan kişileriyle görüşmeler gerçekleştirildi; yaşlılarla, kadınlar ve gençlerle, eski ve yeni nesil bisikletlilerle konuşuldu. “Bisiklet Cumhuriyeti Ula” adını taşıyan belgeselde yaklaşık 80 yıllık bisiklet tarihi ve 7’den 70’e herkesin bisiklet kullandığı kasaba insanının bisiklete olan bağlılığı kayda geçiriliyor; uzun yıllardır süregelen kültürün devamı cesaretlendiriliyor.

Sosyal medya ve web sitesi üzerinden paylaşılan belgesel hakkında Ekim, bisikletin Ula’nın günlük yaşamındaki yerine ilişkin Yeşil Gazete’ye şunları anlattı: Kamplı bisiklet turlarına giderken çantalar, çadır vs. ile yola çıkmak için hazırlık yapmak ve bunun için görece tecrübeli olmak gerek. Benim gibi bisiklet kullanan kişiler için ise, bisiklet sosyal anlamda bir statü ve kendini farklı gösterme aracıdır aslında. Kask ile bisiklet kullanmak için pahalı bisikletler almak, ona uygun tayt, çanta vs. edinmek gerekir. Ancak Ula’da durum tam tersidir. Yaşlı biri, bastonunu bisikletine sıkıştırarak bakkala gidebilir. Tüpçü, bisikletin arkasında tüpünü taşıyabilir veya belediye başkanı makamına gitmek  için kullanabilir. Bu yüzden, Ula’da doğal olarak gelişen bisiklet kültürünü anlatma ve gösterme ihtiyacı doğdu. Bisikletin fiyat/fayda  açısından en uygun araç olduğunu; spor, sağlık, iş vb. amaçlar için de kullanılabileceğini göstermek istedim.”

Proje için Sivil Düşün programından destek aldıklarını anlatan Ekim, toplu gösterimler için hazırlık yaptıklarını söyledi.

Tohumunuza niçin sahip çıkmalısınız? – Batuhan Sarıcan

“Tohum bankalarına girerken ayakkabılarımızı çıkarırız. Çünkü burası bizim için kutsal, saygı gösterilmesi gereken yerlerdir. Bankalardaki kasalar yerine, bizde saksılar ve vazolar var. Bitkilerin türleri ve özellikleri (örn. kuraklığa, su taşkınlarına dayanıklılık) etiketlerinde yazılıdır. Küçük ve mütevazı bu bankaların değeri ise paha biçilemez. Çünkü her biri yüzlerce aileyi beslemeye yetecek kadar tohum saklar.” (Vandana Shiva, Tohumun Hikâyesi)

“Kral Çıplak!” lafını bilirsiniz. Bu söylem, Hans Andersen’in bir masalına dayanır. Masalda iki terzi, kralı sihirli ve görünmez kıyafetler diktiklerine inandırır. Kral da bu “sihirli” kıyafeti sırtına geçirip etrafta çıplak dolaşmaya başlar. Kral bu, “Sen çıplaksın” denir mi? Ama bir çocuk çıkıp gerçeği haykırır: KRAL ÇIPLAK!

Ekoloji düşünürü Vandana Shiva’nın eseri Tohumun Hikayesi, tıpkı bu hikayedeki çocuk gibi, endüstriyel tarımın karşısına geçip yalanlarını ifşa ederken kralın çıplak olduğu gerçeğini haykırma cesaretine de sahip çıkıyor: Endüstriyel tarım şirketleri açıkça yalan söylüyor. Vadettikleri verim masalına sırtlarını dayayarak semiriyorlar. Bununla da kalmayıp binlerce yılın birikimini taşıyan bilge tohumları, laboratuvarlarda “sakatlayıp” biyo-patent yoluyla (ç)alıyorlar. Sonra bu tohumları asıl sahiplerine satıyor, doğal kaynakları tüketiyor ve sürdürdürülebilir olmayan bir tarım/gıda sistemi kurarak yerel halkları yoksullaştırıyorlar.

İlk farkındalıklar

‘Ekolojik farkındalık tohumunun’ zihninize ilk düştüğü zamanı hatırlıyor musunuz? Çocukken bitmek tükenmek bilmeyen bir merakla okuduğum hayvan ansiklopedileri ve çocuklar için hazırlanan bilim dergilerindeki “besin zinciri” ve “ekolojik döngü” çizimlerini, o rengarenk illüstrasyonları hayal meyal hatırlıyorum. (Besin zinciri çökerse yaşam nasıl tehlikeye girerdi?) Tabii bir de tek kanaldan yayınlanan köpekbalığı ve cangıl belgeselleri.. Sonra sokağa çıkıp peygamber devesi böceğini kovalar, “Ben bilim insanı olacağım” diye ortalarda dolaşırdım.

İşte Shiva’nın da hatırladığı bir hikâyesi var: Daha ilkgençliğinde fizik konularına duyduğu merakla ileride fizikçi olmak istiyor. Başarıyor da. Okuldaki başarısının sağladığı burs ile Hindistan’ın en iyi üniversitelerinden birinde nükleer fizik bölümünü bitiriyor. (Nükleer fizik, evet!) Ancak asıl farkındalık daha sonra geliyor: “Doktor olan kız kardeşim Mira, nükleer fiziğin tehlikeli olduğunu anlatarak bana farkındalık kazandırdı ve böylece teorik fizikle ilgilenmeye başladım.”

Eğitimi için yurt dışına gidip döndüğünde ise memleketindeki dağ ve nehirlerin bozulduğunu fark ediyor: “Muson yağmurlarının zararlarını önleyen ve sellere karşı koruma sağlayan meşe ağaçları artık yoktu.” Sonraları kendini Chipko Hareketi‘nin içinde buluyor. Bu, kötü dönüşüme karşı şiddete başvurmadan omuz omuza veren kadın aktivistler sayesinde Himalayalar’da 1.000 metre yüksekliğin üzerindeki ağaç kesimi yasaklanıyor. “Chipko,” diyor Shiva, “ekolojiyi anlamama yardım eden ve doğayı nasıl koruyacağımı öğreten bir okul gibiydi.”

Köylülerden biyoçeşitliliğin ne kadar değerli olduğunu, kozmosun en küçük parçasının bile doğa için ne kadar önemli olduğunu öğreniyor önce. Bununla birlikte endüstriyel tarım sistemine karşı bilincin ilk tohumlarını da orada atıyor. Karşımıza “Yeşil Devrim” gibi yanıltıcı bir isimle çıkan monokültürel (tek tip) tarımın doğa için zararına tanık oluyor. Sözgelimi bitki örtüsü zayıf topraklarda yetiştirilen mısır, soya, buğday ve pirinç gibi ürünler, toprağın döngüsünü bozuyor, bu alanlarda yaşayan köylülerin kulübelerini inşa etmesine bile engel oluyor, besin zincirini bozarak insanların temel ihtiyaçlarını üretemez hale getiriyor. Dolayısıyla köylülerin kendine yeten bir hayat sürdürmelerine engel olarak zamanla borçlanmalarına neden oluyor. Gıda olarak tüketilebilecek 8500 tür, dünya pazarına sunulacak 8 türe feda ediliyor. Açlık ve yoksulluk sorununu çözmek için daha fazla kaynak tüketilerek daha az ürün sağlanıyor, dolayısıyla çevre yok ediliyor ve nüfus daha fazla yoksullaşıyor.

Shiva, endüstriyel tarımla ilgili şu ifadeleri kullanıyor: “Endüstriyel tarım destekçileri, bu sistem sayesinde daha fazla mahsul ve servet kazandıklarını söylüyorlar. Ama bu doğru değil, Barajana olarak adlandırılan ve on iki farklı tohum (karabuğdaydan yabani soyaya kadar) kullanılarak yapılan ekim yöntemiyle mısıra oranla iki kat fazla gıda ve üç kat fazla servet elde edileceğinden eminiz.”

Tohumun özgürlüğü ve gıdanın geleceği

Burada Shiva’nın “tohumların özgürlüğü” ve “yerel tohum kullanımı” vurgusuna ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Shiva’ya göre çok uluslu şirketler, biyo-patent yoluyla tohum üzerinde mülkiyet hakkı ediyor ve yereldeki çiftçiyi, hibrit (melez ve kısır) tohumla modern köleler haline getiriyor. Üstelik bu tohumların fiyatı da her yıl artıyor. Bu tohumlara bağımlı hale getirilen çiftçinin seçme ya da itiraz etme şansı yok. Tohum tekelde. Buna ek olarak toprağı zehirleyen gübrelere ve zirai mücadele için kimyasallara muhtaç bırakıyor. Ve bilin bakalım bu gübreyle kimyasalları kim satıyor? Ezcümle, endüstrinin eline düşen çiftçi, endüstriyel tekelin eline düşüyor. Ne isterse onu vermek zorunda.

Öte yandan toprak da verimsizleşiyor. Elde edilen ürün ise küresel rekabet piyasasının içine girdiği için çiftçi haliyle yoksullaşıyor. Böyle bir sistem, sürdürülebilirlik kavramının çok uzağında. Shiva’ya göre endüstriyel tarım, ürün çeşitliliğinin azalması ve su kirliliğinin %75’inden sorumlu olmakla kalmıyor, aynı zamanda iklim değişikliğine neden olan gaz salımlarının %40’ından da sorumlu olarak gezegende tam bir kısır döngü yaratıyor. Buna karşın Shiva, çiftçilerin tuza dirençli, az suyla yetişebilen ve iklimsel geçişlere uyum sağlayabilen tohumlar üretme (seçme) konusunda genetik mühendislerinden daha başarılı olduğunu savunuyor ve bu savının altını yerinde örneklere dolduruyor. Daha da kötüsü, GDO’lu pamuk ekimi başladıktan sonra 250.000 köylünün, verimliliği düşük ve pahalı tohumları almak zorunda kaldığı için borçlarını ödeyemeyerek intihar ettiğini söylüyor. (Hindistan hükümeti de bu veriyi destekliyor.)

Hindistan nere Türkiye nere dememek lazım. Zira ülkemizde bugün yaşanan ekonomik krizin en büyük sebeplerinden biri de bu; köle haline gelen tohum ve çiftçi. Ve tarımda yerel üreticinin vasıfsız hale getirilmesinin sonuçlarını bugün ithale dayalı tarım sistemiyle görüyoruz. En az Konya büyüklüğünde tarım arazisini kaybettik ve nesilden nesile çiftçilikle uğraşan insanlar, bugün büyük şehirlerde niteliksiz işlerde çalışıyor ve hatta işsiz dolaşıyor. Ödeyemeyecekleri borç yükümlülüklerinin altına giriyorlar.

İster Hindistan olsun ister Türkiye; endüstriyel tarım sisteminin hedef tahtasında yerel kültüreller de var. Yerli halkların yüzyılı aşkın süredir seçerek ektiği tohumu birbirleriyle takas ederken sadece tohumu değil aynı zamanda deneyimlerini ve hikâyelerini de paylaştığı hatırlanacak olursa, tohum aslında başlı başına kültürel bir unsur. Nasıl ki kültür kimsenin malı değilse tohumun da biyo-patent yoluyla mülkiyet altına alınması da mümkün değil. Ancak yapılmaya çalışılan maalesef bu. Kültürü mülkiyet altına alarak parçalamaya çalışıyorlar.

Niçin 1 kişi yerine 400 kişinin karnı doymasın?

Shiva, kendi ülkesinde buna engel olmak için Navdanya‘yı kuruyor. Navdanya, Hintçede “Dokuz Tohum” ve aynı zamanda “Yeni Hediye” anlamına geliyor. Amaç çeşitli bitki türleri ile tohumların korunması ve çiftçiler arasında paylaşılmasını sağlamak. Birlik bugün 650.000’i aşan üye sayısı ve Tohum Bankaları sayesinde, geleneksel tohumları unutulmaktan kurtarma mücadelesi veriyor. Shiva şunları söylüyor: “Endüstriyel olanlarla karşılaştırıldığında, kendi bitkilerimiz de bizi beslemek için yeterli ve daha az talepkâr olduklarını göstermiş oldular. Laboratuvarlarda geliştirilen pirinç bitkileri yılda 2500 milimetre yağmura ihtiyaç duyuyor. Bizim bitkilerimiz ise 200-300 milimetrelik bir yağmurla yetiniyor. Bu çok büyük bir avantaj! 2500 milimetrelik su kullanarak üreteceğimiz darı gibi tahıllarla 400 kat fazla ürün elde edebiliriz. Yani 1 kişi yerine 400 kişinin karnını duyabiliriz.”

Bu ifadelerden hiç şüphesiz Türkiye için de çıkarımda bulabiliriz. Çünkü Türkiye de iklim değişikliği sebebiyle su kıtlığı riski altında bir bölge. Kaynaklarını dikkatli kullanmak zorunda. Uluslararası şirketlerin dayattığı bu kaynak israfı Hindistan için olduğu gibi Türkiye için de bir lüks. İçinde bulunduğumuz ekonomik krizi aşmanın yolu da 1 kişi yerine 400 kişiyi düşünmekten geçiyor. Bu açıdan yerel tohumların önemi ortada.

Navdanya çiftlikleri aynı zamanda zengin biyoçeşitlilikle, toprağı kimyasallarla kirletmeden verimli ve zararlı böcek ve yabani otlarla doğal yolla mücadele ederek sürdürülebilir tarımın güzel bir örneğini sunuyor. Bunlara karşın ismi “M” ile başlayan o meşhur şirket, GDO’lu pamuğun geleneksel türlere kıyasla %50 daha fazla ürün vereceğini söylemesine karşın yapılan incelemede böyle bir verimliliğin söz konusu olmadığı ortaya çıktı. Üstelik iddia ettikleri gibi GDO’lu tohumlar zirai zararlıları da ortadan kaldırmadıkları gibi süper dirençli parazit ve otları da beraberinde getiriyor. Yani geleneksel yöntemlerle engel olunabilecek zararlıları daha dirençli hale getiriyorlar. Bu da GDO’lu tohumların yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldırmadığı gibi artıracağı anlamına geliyor. Bugün Dünya Sağlık Örgütü bile GDO’lu gıdalar için teminat vermiyor.

Tohum hem geçmiş hem geleceğinizdir; sahip çıkın!

Shiva, tohumu, onu çevreleyen canlılarla arasındaki ilişkiyi irdeleyerek yaşamın koruyucu zincirinin ilk halkasına bir güzelleme yapıyor. On binlerce ağacın hunharca katledildiği ve tarımın işlevsiz hale getirildiği günümüz Türkiye’si için de aydınlatıcı bir hikâye sunuyor. Bunu yaparken de akademinin sıkıcı dilinden uzak, sade ve anlaşılır diliyle bir çırpıda okuyabileceğiniz güzel bir başlangıç kitabı ortaya koyuyor. Bu haliyle yediden yetmişe herkese hitap edebilecek bir eser. Rengarenk ve zengin illüstrasyonlar da bu anlatımı destekliyor. Doğal uyum, biyolojik çeşitlilik, tohum bankaları, monokültürel tarımın zararları, GDO, biyo-korsanlık ve gıda güvenliği gibi anahtar konu başlıkları altında anlaşılır bir anlatım ve faydalı tavsiyeleriyle, yerel deneyimlere dayalı, bilgi açısından doyurucu ve bütünlüklü bir okuma sunuyor.

Ayşe Caner’in İtalyanca aslından akıcı çevirisi ve Yeni İnsan Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini alan kitap, doğanın ve yerel halkların haklarını savunan okuyucusunu bekliyor. Bu kitabı alın ve ailecek okuyun derim. Dünyanın işleyişine, hırs ve çıkar uğruna doğanın nasıl ve niçin katledildiği ile halk sağlığının nasıl hiçe sayıldığını daha iyi anlamanızı sağlayacaktır.

Yaşamın düşmanı endüstriyel tarımın neferi uluslararası şirketler, halk sağlığını, yerel kültürleri, biyoçeşitliliği, tarımın sürdürülebilirliğini ve gıda güvenliğini açıkça tehdit ediyor. Kral çıplak sevgili dostlar! Tohumun Hikâyesi de kralın çıplak olduğunu bağırma cesaretine sahip biz Toprak Ana‘nın çocuklarının, Gaia‘nın hikâyesi; bizim hikâyemiz.

[email protected]

Heybeliada Halki, Dimonisos ilk yayınından 35 yıl sonra Türkçe’de

Akillas Millas’ın Akademi ödüllü ilk kitabı Heybeliada Halki, Dimonisos, yenilenmiş içeriğiyle yayımlandı.

Akillas Millas‘ın Büyükada – Prinkipo, Ada-i Kebir kitabından beş yıl sonra, Heybeliada Halki, Dimonisos adlı dev eseri, yine Adalı Yayınları‘ndan çıktı. Heybeliada’ya tarihi kimliğini veren insanlarını, mahallelerini, sokaklarını, evlerini ve manastırlarını titiz araştırmacı kimliğiyle bir araya getiren Millas’ın eseri, bu küçük ada için temel kaynak niteliğini taşıyor.

İlk kez Yunanca olarak 1984 yılında Yunanistan‘da yayımlanan ve Akademi Ödülü‘nü kazanan kitabın yazarı Millas, o günden bugüne yeni resim, kartpostal, gravür ve belgeleri toplayarak arşivini sürekli zenginleştirdi ve yitip gitmekte olan her şeyin çizimini yaptı.  Evlerin, sokakların, kıyı şeridinin, balıkların, teknelerin, vapurların, mezar taşlarının, kapıların ayrıntılı ve usta işi çizimleri ve yeni görsel malzemelerin eklendiği kitap, Türkçe basım için yeniden yazıldı.

20. yüzyıl başlarında sahil doldurulmadan evvel vapur iskelesinden Heybeli’nin görünüşü. Solda Débarcadère.
Sultan Reşat, Bahriye mektebinin mezuniyet töreni ziyaretinde.

600 sayfalık büyük boy kitap, 1000’e yakın görsel malzeme içeriyor. Kitap, Asırlar Boyunca Ada Tarihi, Yönetim, Okullar, Dernekler, Heybeliada’nın Mahallelerinde bir Gezinti, Adalılar, Gelenekler ve Efsaneler bölümlerinden oluşuyor.

Galenzadika Mahallesi’nden Livadakia’ya doğru tırmanan yokuşun solunda Vorya, sağda Gacani evi, aralarında Papakalos’un Rum Cemaati’ne vakfettiği köşk.

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu, kadınları Kazdağları için sesini yükseltmeye çağırdı

Kazdağları’nda altın aramak için yapılan doğa katliamına tepkiler çığ gibi büyürken, Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu da Su ve Vicdan Nöbeti’ne desteğini açıkladı.

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu dünyada en çok oksijen üreten ikinci dağ olan Kazdağları’nda yaşanan doğa katliamına itiraz ederek kadın aktivistleri ve sivil toplum örgütlerini seslerini yükseltmeye çağırdı.

Platformun yaptığı çağrı metni şöyle:

“Kendi haklarımızı koruduğumuz gibi ağaçlarımızı, doğamızı ve dünyamızı da biz koruyacağız”
Dünyada sadece Türkiye’de yaşayan 7 bitki türünün yaşam alanı olan Kaz Dağları, Meşe, çam ormanları ile kaplı bir oksijen fabrikası. Bu canım dağlar maden projesi ile tehdit altında. Ağaç katliamının yanı sıra altın madeni siyanürle çıkarılacağı için hem bölgedeki doğal yaşam hem de bölge halkının sağlığı hiçe sayılıyor. Kaz Dağları’nın doğasını ve tüm canlılarını korumak ve gelecek nesillere bırakmak ile yükümlüyüz.

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu olarak, dünyada en çok oksijen üreten ikinci dağ olan Kaz Dağları’nda yaşanan doğa katliamına  seyirci kalamayız. Maddi ve manevi mirasımıza bir saldırı olan bu anlamsız, adaletsiz  maden projesine karşı herkesi, özellikle de yıllardır eşitlik ve adalet mücadelesi veren kadın sivil toplum temsilcileri ve kadın aktivistleri seslerini yükseltmeye çağırıyoruz. Yıllardır kendi haklarımızı korumaya çalıştığımız gibi ağaçlarımızı, doğamızı ve dünyamızı da biz koruyacağız.

Biliyoruz ki iklim adaleti mücadelesi kadınların ve kız çocuklarının cesareti, bilgeliği ve liderliği olmadan başarılı olamayacak.”

Kardeşler’e İzlanda’dan en iyi film ödülü

Ömür Atay’ın yönettiği Kardeşler filmi İzlanda’da en iyi film ödülünü kazandı

Yönetmen Ömür Atay; Türkiye, Almanya ve Bulgaristan ortak yapımı olan filmin başarısını, sosyal medya üzerinde, “İzlanda’dan ödülle dönüyoruz. ‘Close Up Reykjavik Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü Kardeşler’in” şeklinde duyurdu.

Katıldığı birçok festivalden ödül alan yapımda başrolleri Yiğit Ege Yazar, Caner Şahin ve Gözde Mutluer paylaşıyor. Prömiyerini dünyanın önemli film festivallerinden 53’üncü Karlovy Vary Film Festivali‘nin Ana Yarışma bölümünde yapan filmin Türkiye’deki ilk gösterimi 25’inci Uluslararası Adana Film Festivali’nde gerçekleştirdi.

https://www.youtube.com/watch?time_continue=89&v=Zo-WyUD-MEc

Filmin konusu kısaca şöyle:

Yusuf’un ailesinin aldığı karar, hem onun hem de ağabeyi Ramazan’ın hayatının değişmesine neden olur. Aile, kızlarının öldürülmesini emretmiştir ve Yusuf ‘un da verilen karar doğrultusunda kız kardeşini tuzağa düşürmesiyle, Ramazan kardeşini öldürür. İşlediği cinayet sonucu Ramazan’ın hapse girmesi gerekmektedir fakat Yusuf’un yaşı küçük olması ona ceza indirimi sağlayacağından, suçu üstlenerek abisi Ramazan’ın yerine hapse girer. Dört yıl hapiste kalan Yusuf, şartlı tahliye olunca ailesiyle tekrar bir araya gelir. Özgürlüğüne kavuşan Yusuf, çektiği vicdan azabıyla bu kez de dışarıda hapis hayatı yaşar. İki kardeşin hayatına giren Yasemin, geçmişte yaşanan ve sır gibi saklanan cinayeti öğrenir. Yasemin de artık Yusuf gibi aile için büyük bir tehlike oluşturmaktadır.

Su ve vicdan: Kirazlı’da ekolojik ve sosyal yıkıma karşı mücadele

‘Madenciliğin talan ettiği Afrika şu an zenginlikle değil tam tersi açlıkla boğuşuyor. Bizim zenginliğimiz rant, kâr hırsı, talan değil; üzerinde yaşayan tüm canlıları ile Anadolumuzdur.’

Solda Bergama altın madeni, sağda Kirazlı Kaz Dağları.

Ege’nin akciğerleri olan Kaz Dağları’nın başı altın madenciliğiyle belada. Kirazlı’da altın aramak için kesilen iki yüz bine yakın ağaç tüm ülkeden geleceğini düşünen insanları bir araya getirdi. Çünkü bu bela sadece Çanakkalelileri ya da Ege’yi değil bütün Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele. Suyumuz, temiz havamız, orman mirasımız, bugünümüz ve yarınımız tehlikede. Madenciliğin yapıldığı hiçbir yerde bir daha hiçbir ekonomik faaliyet yapılamıyor. Su, hava ve toprak kirleniyor. Madenciliğin yapıldığı yerde hayat kalmıyor. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler hastalanıyor, halk göç etmek zorunda kalıyor. Madencilik ekosistemin çökmesi demek. Madencilik toplumun dağılması demek.  Bu ölüm kalım mücadelesinin hak savunucularından Çanakkale Barosu avukatlarından Ali Furkan Oğuz ile Açık Radyo’da yayınlanan Sudan Gelen programının yapımcısı ve Yeşil Gazete editörü Akgün İlhan bir araya geldi ve aşağıdaki söyleşiyi gerçekleştirdi.

Sevgili Furkan, Kirazlı’da 200 bine yakın ağacın kesilmesinden sonra çığ gibi büyüyen bir hareket var karşımızda. 5 Ağustos’ta “su ve vicdan” nöbetine ülkenin dört bir yanından ve hatta dünyadan insanlar katılmaya başladı.  Sen de bu davanın avukatı olarak oradaydın. Bu mücadelenin hukuksal ve toplumsal boyutlarını biraz anlatır mısın?

Öncelikle altın madenciliği projesinden bahsedeyim. 2013 yılında hazırlanan “Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Kapasite Artışı ve Zenginleştirme Projesi” ÇED Raporu’nda da yer aldığı üzere 1997,16 hektarlık ruhsat alanına sahiptir ve projenin 2013 yılında hazırlanan ÇED raporunda alanın %97’sinin orman alanında kaldığı belirtilmektedir. Yine rapora göre “proje kapsamında geliştirilecek üniteler toplamda 221 hektar civarında bir alanı kaplayacaktır. Proje açık ocak işletmeciliği yöntemi ile gerçekleştirileceği için, ünitelerin izdüşüm alanlarında kalan ağaçlar, arazi hazırlık aşamasında kesilecektir. Proje ünitelerine isabet eden meşcere tiplerine ait alanlar ve bu meşcere tiplerine ait hektardaki ağaç sayısı bilgileri kullanılarak, alan büyüklükleri ile hektardaki ağaç sayısının çarpımı sonucunda, ÇED alanı içerisinde ünitelerin kurulacakları alanlarda kesilmesi öngörülen toplam ağaç sayısı 45.650 adet olarak hesaplanmıştır” denmektedir.

Şirketin 02.08.2013 tarihli ÇED olumlu kararını takiben aldığı izinlerle birlikte alanda ağaç kesimine başlanmıştır. TEMA tarafından hazırlanan raporda da yer aldığı üzere 2019 yılı Haziran ayında yapılan son büyük kesim ile birlikte kesim süreci uydu fotoğraflarından incelenmiş ve alanda yaklaşık 195 bin ağaç kesilerek, ÇED’e aykırı işlem yapıldığı tespit edilmiştir.  Bu raporun hazırlanmasından sonra da günümüze dek ağaç kesimi devam etmiş ve halen de devam etmektedir. Bugün itibariyle 195 bin ağaçtan çok daha fazlası kesilmiştir. Telafisi imkânsız zararlar oluşmuştur. Söz konusu ağaç kesimi ÇED Raporu’na, usule, yasaya ve hukuka aykırı olarak gerçekleştirilmiştir. Yapılan işlemle ilgili şüpheliler, Türk Ceza Kanunu’nun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel Milli Yararlara Karşı Faaliyette Bulunmak Üzere Yarar Sağlama”, TCK 257 görevi kötüye kullanma ve Orman Kanunu ilgili maddeleri ihlal ederek suç işlemiştir.

Bizler de bu bağlamda kesilen ağaçlarımızın hesabını sormak adına Çanakkale Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma çağrısı yaptık ve 2 Ağustos Cuma günü suç duyurusunda bulunduk. Çağrımıza Bayramiç ve Kırklareli’den de destek geldi. Oralarda da suç duyurusunda bulunuldu. Çağrımız tüm Türkiye için halen devam etmektedir. Suç duyurusu metnini sosyal medya hesaplarımızdan paylaşmış bulunuyoruz.

Mücadele, sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yanından destek görmeye başladı. Whatsapp grupları kuruluyor, neler yapabiliriz diye insanlar bize ulaşıyor. Kanada basınına e-mail atanlar var. Kısacası, orada katledilen her ağacın ve her canlının dünyadan bir yankısı var artık. 5 Ağustos’ta onbinlerce kişinin katıldığı dev bir miting düzenlendi. Bu miting, insanların yapılan hukuksuzluklara doğa katliamına nasıl tepki gösterdiğini ortaya koydu. Şirketin tellerle çevrildiği ruhsat sahasına girildi ve kesilen ağaçların yerine yenileri dikildi. Bu olağanüstü bir eylemdi.

– Altın arama çalışmaları yüzünden Çanakkale’nin tek içme su kaynağı olan Atikhisar su havzası da büyük bir kirlenme tehlikesiyle karşı karşıya. Ne boyutta bir kirlenme tehdidinden bahsediyoruz?

Proje alanı, Çanakkale’nin içme, kullanma ve sulama amaçlı olarak kullanılan tek barajı olan Atikhisar Barajı havzasında yer alıyor. ÇED raporu hazırlayan firma Çanakkale Belediyesi’nden de görüş istemiş ve Belediye olumsuz görüş vermiştir. Buna rağmen ÇED raporu Bakanlık tarafından onaylanmıştır ve açılan dava yerel mahkemece reddedilmiştir. Çanakkale kent merkezinin içerisinden geçen Sarıçay üzerine kurulan Atikhisar Barajı günümüzde içme suyumuzun tamamını karşılarken, yaklaşık 1000 hektar kadar tarım alanını da sulamakta ve Sarıçay’ın aşağısındaki tarım alanlarıyla kenti taşkınlardan korumaktadır. Ayrıca, Ağıdağı ve Kirazlı bölgesi hem Çanakkale merkezin hem de çevrede bulunan birçok yerleşim alanının su varlıklarını beslediğinden çok önemli su havzalarıdır. Baraj yer altı ve yer üstü sularından beslenmektedir. Faaliyete başlandığında ağır metaller havaya, yer altı ve yer üstü su varlıklarına karışacak, bu da habitatın tahrip olmasının yanı sıra kanser vakalarının artmasına sebebiyet verecektir.

Açmış olduğumuz “ÇED Gerekli Değildir” ve “ÇED Olumlu Kararlarının İptali” davalarında altını çizerek söylediğimiz bir şey vardı: Telafisi imkânsız zararlar. ÇED raporlarının içeriği ne yazık ki taahhütlerden ve soyut bilgilerden ibaret. Bu bağlamda “doğaya zarar verilmeyecektir”, “verilecek zarar en az şekilde olacaktır” gibi söylemler ÇED raporlarının yalnızca taahhütlerden oluştuğunun bir göstergesi. Peki, taahhüt ihlal edilince ne olacak? Denetleme yapılmayınca ne olacak? İşte telafisi imkânsız zararlar dediğimiz noktada karşımıza çıkıyor. Yıllar önce National Geographic’te bir makale vardı. Kanada’da altın şirketlerinin altını çıkardıktan sonra kendilerini iflas etmiş gibi gösterdiğini ve ortadan yok olduğunu yazıyordu. Dolayısı ile taahhütler gerçekçi değil. Gerçekçi olduğunu bir an düşünsek dahi yok edilen ağır metallerin yeryüzüne çıkarılarak tahrip edildiği bir habitata yeniden dikilen ağaçlar ne derece uyum sağlar? O habitata sincaplar, yılanlar, karıncalar, geyikler yeniden nereden gelir, nasıl getirilir? Bozulan habitat yeniden kendi kendine oluşmayacaktır. Bunun yanı sıra, Çanakkale’nin tek su içme kaynağı olan Atikhisar Havzası da kullanılacak siyanürle ve yer yüzüne çıkarılacak tonlarca topraktaki ağır metallerle kirlenecek ve Çanakkale ilinin tarım ve hayvancılığı, insan sağlığını ciddi anlamda zarar görecek ve kanser vakaları artacaktır. Çanakkale’nin suyu, toprağı ve halkı zehirlenecektir.

– Altın madenciliğine karşı hareket Türkiye’nin çevre hareketleri tarihinde milat sayılabilir. 1990’ların başında Bergama’da altın madenciliği çalışmalarına karşı başlayan hareket 1996’da firma binlerce ağacı kestikten sonra kitlesel boyutlara vardı. Ancak açılan onca davaya ve çevre hukukunda emsal olacak birçok kazanıma rağmen maden hala kapatılmadı. Hatta bu süreç içinde Ovacık’ta cevher bile kalmadı. Ovacık Altın Madeni işletmesi artık başka yerlerden getirilen cevherlerin işlendiği bir kimya tesisine dönüşmüş durumda. Ovacık örneğinden alınması gereken dersler ne olmalı sence?

Çanakkale’de 2001 yılından bu yana süregelen ekoloji ve hukuk mücadelesinde bu güne kadar 70’in üzerinde dava açtık. Bu davaların 50’ye yakını 2014 ile 2018 yılları arasında açıldı. Termik santral ve vahşi madencilik projelerine ilişkin verdiğimiz mücadelede kimi projeler daha halkın katılımı toplantısı dahi olmadan biterken, kimi projelerde ise açtığımız davaları kazandık. Kazandığımız bazı davalarda projeler iptal oldu. Bazılarında ise projeler revize edilerek yeniden ÇED raporu alındı. Bu ÇED raporlarından da yılmadık ve sürekli olarak hukuk mücadelesine devam ettik. Halen de yaşam hakkımızı savunmaya devam ediyoruz. Bu davaların bir bütün olduğunu hiç unutmadık. Aynı şekilde Türkiye’nin başka bir yerinde mesela Cerattepe’de olanları da Ovacık’ta olanları da aynı sorunun parçası olarak görmek gerekiyor.

Her geçen gün başka güzel şeyler oluyor. Son olarak projenin kapasite artırımı ve zenginleştirme tesisi ÇED olumlu kararının iptal davasında arkadaşımız Av. Cömert Uygar Erdem güzel bir nokta yakaladı. Bilirkişilerden birinin imzasının sahte olduğunu düşünüyoruz. Konuya ilişkin suç duyurusunda bulunacağız. Çanakkale Belediyesi de yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunacak. Söz konusu bilirkişiler aynı zamanda bizim açtığımız 70 davanın birçoğunda da bilirkişilik yapmıştı. Şimdi bu davaları biz de yeniden gözden geçireceğiz.

Suç duyurusu dışında hukuksal ve somut başka girişimlerimiz de olacak, bunların çalışmasını yapıyoruz. Bizler yalnızca kesilen ağaçlarımızın değil, o ağaçların içerisinde yaşayan su varlıklarının, ceylanların, sincapların, yılanların, Atikhisar’ın kısacası tüm canlıların avukatı olarak ekolojik ve hukuksal mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.

“Su altından daha değerlidir.” El Salvador’da madencilik karşıtı eylemler.

– Dünyada metal madenciliğinin yasak olduğu ülkeler var. Mesela El Salvador 2017 yılında metal madenciliğini tamamıyla yasaklayan ilk ülke oldu. Bunun da çevreyi ve başta su varlıklarını korumak için yaptığının altını çizdi. Üstelik bu ülke altın, gümüş ve bakır açısından oldukça zengin. Bu kararı bütün kaynakları tükettikten sonra almamış olmamaları önemli. Bizde de böyle bir kararın çıkması ve uygulanması mümkün mü? Bunun hukuksal zemini hazırlanabilir mi?

Türkiye’de vahşi madenciliği savunanların söylediği bir cümle var. Yer altı zenginliklerimiz yer altında mı kalsın? Zengin olmayalım mı? Alamos Gold’un CEO’su şunu söylüyor: “Türkler iyi taş taşır”. Kanun da diyor ki şirkete “bana beyan ettiğin altının yüzde 4’ü benim”. Bu nasıl bir anlaşmadır? Bu ne ekonomik ne ekolojik ne de toplumsal açıdan halkın yararına bir projedir. Bakınız madenciliğin talan ettiği Afrika şu an zenginlikle değil tam tersi açlıkla boğuşuyor. Bizim zenginliğimiz rant, kâr hırsı, talan değil. Üzerinde yaşayan tüm canlıları ile Anadolumuzdur, Kaz Dağlarımızdır, Cerattepemizdir, Toroslarımızdır ve Kaçkarlarımızdır. Bunun anlaşılması için sadece hukuksal değil toplumsal bir mücadeleyi de diri tutmak gerekiyor.

(Yeşil Gazete)

Greta’dan Kazdağları’na destek

İklim aktivisti grevci Greta Thunberg Kazdağları’ndaki siyanürlü altın madenine karşı verilen mücadeleye destek verdi.

Kazdağları Kardeşliği tarafından yayımlanan videoda Greta, Türkçe olarak “Kazdağları Hepimizin” diyor.

Greta Thunberg ve aralarında Türkiye’den Atlas Sarrafoğlu ve Selin Gören’in de olduğu 37 ülkeden 400 iklim için okul grevcisi (İklim İçin Cumalar hareketi) geçen haftadan bu yana, önümüzdeki günlerde yapılacak grev eylemlerini ve Eylül ayında yapılacak genel grevi değerlendirdikleri Gelecek için Gülümse (SmileForFuture) başlıklı toplantı için İsviçre’nin Lozan kentinde bir arada bulunuyorlar.

Kazdağları’nda Çanakkale’nin Kirazlı ve Balaban yöresinde açılmak istenen siyanürlü altın madeni için 195 bin ağacın kesilmesinin ardından 10 gün önce maden sahası yakınında Su ve Vicdan Nöbeti başlamış ve Pazartesi günü on binlerce kişi maden sahasına yürümüştü.

Yöre halkının, çevre örgütlerinin ve Çanakkale Belediyesi’nin yanı sıra yazar, sanatçı ve aktivistler Kazdağları’dan altın madeni açılmasına karşı mücadeleye destek veriyor.

 

IPCC’nin yeni raporu açıklandı: İklim değişikliğini önlemek için tarım ve gıda emisyonları da azaltılmalı

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) uzun süredir beklenen yeni raporu bugün kamuoyuna duyuruldu. IPCC’nin yeni İklim Değişikliği ve Arazi Özel Raporu’na (SRCCL) göre artan insan baskısı ile karşı karşıya olan yeryüzü toprakları iklim değişikliği nedeniyle artan bir baskı altında. Rapora göre küresel ısınmanın 2 °C’nin altında tutulması, sadece tarım ve gıda sektörü dahil tüm sektörlerde sera gazı emisyonlarının azaltılması ile mümkün.

İklim değişikliği alanında hükümetlerin de parçası olduğu en önemli küresel bilim kurumu olan IPPC’nin İklim Değişikliği ve Arazi Özel Raporu (SRCCL) Politikacılar Özeti, 7 Ağustos günü,  İsviçre’nin Cenevre kentinde hükümetler tarafından da onaylandı.

Raporun, Eylül’de Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de yapılacak olan BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP14) ve Aralık’ta Şili’nin Santiago kentinde yapılacak olan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Konferansı (COP25) başta olmak üzere önümüzdeki günlerdeki iklim ve çevre müzakereleri için kilit rol oynaması bekleniyor.

Yazarların çoğu gelişmekte olan ülkelerden

IPCC Başkanı Hoesung Lee “Hükümetler, IPCC’ye, tarihte ilk defa toprak ve iklim sistemlerine dair tüm ilişkiyi kapsamlı bir biçimde inceleme görevini verdiler. Bu görevi, dünya çapında uzmanlar ve hükümetlerden gelen birçok önemli katkı ile tamamladık. Bu rapor IPCC tarihinde ilk kez yazarlarının yüzde 53’ü, yani çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerden olan bir çalışma,” dedi.

Hoesung Lee’ye göre, “Rapor, daha iyi bir arazi yönetiminin iklim değişikliği ile mücadeleye katkı vereceğini ama tek çözüm olmadığını da ortaya koyuyor. Küresel ısınmayı 2 °C hatta 1,5 °C’nin altında tutmak için tüm sektörlerde sera gazı azaltımı yapılması gerekiyor.”

Emisyonların %23’ü toprak kullanımından

İklim Değişikliği ve Arazi Raporu’na göre iklim değişikliğinin üstesinden gelmek için kapsayıcı sürdürülebilirliğe odaklanmak gerekiyor.

IPCC’nin 3. Çalışma Grubu Eş Başkanı Jim Skea “Topraklar iklim sisteminde önemli bir rol oynuyor. Tarım, ormancılık ve diğer toprak kullanım biçimleri küresel insan kaynaklı sera gazı emisyonların %23’ünden sorumlu. Topraktaki doğal süreçler ise fosil yakıt ve endüstri kaynaklı karbondioksit emisyonlarının üçte birine eşdeğer miktarda karbon dioksit yutuyor,” dedi.

Kuraklık ve çölleşme iklim değişikliğiyle artıyor

Günümüzde 500 milyon insan giderek çölleşen alanlarda yaşıyor. Kurak alanlar ve çölleşen araziler aynı zamanda iklim değişikliğine ve kuraklık, sıcak hava dalgaları ve kum fırtınaları gibi aşırı hava olaylarına karşı en savunmasız araziler. Nüfus artışı da bu topraklar üzerindeki baskıyı giderek arttırıyor.

Rapor, arazi bozumu ile mücadele etmek ve iklim değişikliğini engellemek veya iklim değişikliğine uyum sağlamak için kullanılabilecek yöntemleri ortaya koyuyor.

Raporla ilgili konuşan IPCC I. Çalışma Grubu Eş-Başkanı Valerie Masson-Delmotte “Yeni bulgular, 1.5 °C’lik ısınmada bile kurak alanlarda su kıtlığı, yangın, permafrostun bozulması ve gıda güvencesi konularında riskler artıyor. 2 °C’lik artışta ise özellikle permafrostun bozulması ve gıda sistemi güvencesi konusuna çok yüksek riskler ortaya çıkıyor,” dedi.

Gıda güvencesi tehdit altında

Rapor iklim değişikliğinin gıda güvencesinin dört temelini; mevcudiyetini (ürün ve üretim), erişimini (fiyatlar ve gıdayı temini), kullanımını (beslenme ve pişirme) ve istikrarını (erişimde aksama) etkilediğini ortaya koyuyor.

IPCC 2. Çalışma Grubu Eş-Başkanı Priyadarshi Shukla, “İklim değişikliği, üretimde azalma, fiyatlarda artış, beslenme değerinde azalma ve tedarik zincirinde aksamaya neden olacak, gıda güvenliğini gün geçtikçe artarak etkilemeye devam edecektir. Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’deki düşük gelirli ülkelerde daha şiddetli etkiler görülecek,” dedi.

Bitki temelli gıdaları öne çıkaran bir beslenme sistemi gerek

IPCC 2. Çalışma Grubu Eş-Başkanı Debra Roberts ise, “Bazı beslenme tercihleri daha fazla toprak ve daha fazla suya ihtiyaç duyuyor ve diğer tercihlere göre daha fazla ısı tutan gazların salınmasına neden oluyor.” dedi. Roberts “Kaba taneli tahıllar, kuru baklagiller, meyve ve sebzeler gibi bitki temelli gıdaları ön plana çıkaran dengeli beslenme ve düşük sera gazı emisyonu sistemleri içerisinde üretilen hayvan kaynaklı gıdalar iklim değişiğine uyum ve iklim değişikliği sınırlandırmada önemli fırsatlar sunuyor,” diye ekledi.

Rapordan öne çıkan başlıklar

IPCC’nin İklim Değişikliği ve Arazi Raporu’ndan ön plan açıkan bazı başlıklar şöyle:

İklim değişikliği arazilerin daha hızlı bozulmasına neden oluyor:

  • Daha sık görülen sıcak hava dalgaları ve daha değişken yağış rejimleri gibi birçok iklim kaynaklı etmen arazi bozulmasını hızlandırıyor.
  • İklim değişikliği gıda güvencesini tehlikeye atıyor, bitki ve hayvan üretiminin düşmesine ve tarımsal ürünlere dair hastalıkların artmasına neden oluyor.
  • İklim değişikliği ekinlerin besleyici değerini de olumsuz etkiliyor.
  • Kurak bölgelerde, su kıtlığı önemli acil bir zorluk olarak önümüze çıkıyor. 1,5 °C ve üzerindeki küresel ısınmada bu tehdit çok daha tehlikeli bir hal alıyor.
  • İklim krizi ve ilgili aşırı hava olayları ile gıda üzerindeki etkileri ülke içindeki ve uluslararası göçü tetikliyor.

 Arazi yönetimi önemli bir emisyon kaynağı:

  • Tarım, ormancılık ve diğer toprak kullanım biçimleri küresel insan kaynaklı sera gazı emisyonların %23’ünden sorumlu.
  • Küresel gıda sistemi, toplamda küresel emisyonların yaklaşık yüzde 37‘sinden sorumlu. Özellikle sığır yetiştiriciliği, pirinç yetiştiriciliği ve gübre kullanımı bu emisyonların temel kaynağı olarak ön plana çıkıyor.
  • Gıdaların yaklaşık üçte biri ya çöpe atılıyor ya da kayboluyor. Bu gıdalar aynı zamanda bozulurken sera gazı emisyonlarına da sebep oluyor. Gıda atığını azaltmak hem gıda güvencesi hem de iklim değişikliği ile mücadale açısından oldukça önemli.

 Araziler çözümün parçası olabilir:

  • Topraktaki doğal süreçler yaklaşık olarak fosil yakıt ve endüstri kaynaklı karbon dioksit emisyonlarının üçte birine eşdeğer miktarda karbon dioksit yutuyor. Toprak bu açıdan iklim krizinin çözümünde önemli bir rol oynuyor.
  • Arazi yönetimi, sürdürülebilir, doğaya uyumlu tarım uygulamalarını yaygınlaştırarak, gıda atığını önleyerek, dengeli beslenme ile, ormansızlaştırmayı durdurararak ve ekosistem onarımı ile iklim krizinin çözümüne dönüşebilir.
  • Bu adımlar hem emisyonları azaltabilir, hem de iklim şoklarına karşı daha kırılgan olan toplulukları güçlendirilmesinin sağlayabilir.
  • Gıda atıkları önlenerek daha düşük emisyonlu gıda tüketimi ile ciddi emisyon azaltımı sağlanabilir.

Türkiye de tehdit altında

Çalışma Türkiye’ye dair önemli bulgular da ortaya koyuyor:

  • Akdeniz bölgesinde kuraklığın hem yoğunluk hem de sıklığının artacağı ifade ediliyor. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz bölgesinde, her geçen gün daha fazla insan kuraklıktan etkileniyor, gıda güvencesi tehdit altına giriyor.
  • Artan aşırı hava olayları, Akdeniz bölgesine toprağın bozulmasını hızlandırıyor, iklim değişikliği gıda güvencesi için tehdit unsuru olarak ön plana çıkıyor.

Buz kütleleri Alaska’yı terk ediyor

Alaska’daki suların tamamen buzdan arındığını belirten bilim insanları kıyılarda yaşayanların yeni yaşam alanları bulmaları konusunda uyarıda bulundu.

Bilim insanları Alaska’daki suların tamamen buzdan arındığını ve en yakın buz kütlelerinin 240 kilometre uzaklıkta olduğunu açıkladı. Uzmanlar, Alaska’nın sahil bölgesinde yaşayan insanları, kendilerine başka bir yaşam alanı bakmaya başlamaları gerektiği konusunda uyardı.

Geçtiğimiz Temmuz ayı Alaska’da yaşanan en sıcak Temmuz ayı olarak kayıtlara geçmişti.

Independent’in haberine göre, Arktik Okyanusu’ndaki buzullar, uzun dönem ortalamasının 2 milyon kilometre altında kaldı. Buzullardaki bu büyük çözülmenin ardından bilim insanları önümüzdeki yaz aylarında da bu durumun devam edeceği uyarısında bulundu.

İskoçya’dan daha büyük bir erime

Alaska İklim Değerlendirme ve Politika Merkezi’nden iklim uzmanı Rick Thoman Alaska’daki erime ile ilgili Twitter üzerinden şunları söyledi: “Alaska’da ısınan sular, Beaufort Denizi’nde ki buzulları da süpürdü. Alaska’ya en yakın buz kütlesi şu anda 240 kilometre uzaklıkta, Kaktovik’in Kuzey Doğusu’nda.” Arktik deniz buzu konusunda uzman Ed Blockley de verdiği demeçte, “Buzullarda aşağı yukarı yıllık 85 bin km’lik düşüş yaşanıyor. Yani İskoçya’nın boyutundan daha büyük bir deniz buzu alanı demek oluyor” diye konuştu.

Buzsuz geçecek yazlar

Genel düşüşün son 10 yılda endişe verici seviyelere geldiğini belirten Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Peter Wadhams ise, “30 yıl öncesine baktığımızda şu anda Alaska’nın güneyinde koca bir buz kitlesi olması gerekirdi. Ancak Alaska’nın kuzey kıyılarında gemilerin dahi geçebileceği koca bir yarık var. Yani en son yaşanan erime, Alaska bölgesinde buzsuz geçecek yazlara işaret ediyor” dedi.

Alaska’daki erimeler nelere sebep olabilir?

Haberde,  yakın gelecekte küresel ısınma nedeniyle okyanusların ısınmasnını kıyı bölgelerde yaşayan insanların geçim kaynaklarını etkileyeceği veya ellerinden alacağına vurgu yapılıyor. Hızlı çevresel ve ekolojik değişmeler, kıyı bölgelerinde yaşayan insanların yaşamlarını direkt olarak etkileyeceği için uzmanlar bu bölgelerde yaşayan insanların kendilerine yeni yaşam alanları bulmaları gerektiğini söylüyor.

Bu erime kutup ayılarının üzerinde avlandığı buz kütlelerinin de yok olmasına sebep oluyor. Yani yaşanan buzul kaybı aynı şekilde kutup ayılarının da ekolojik dengelerinin ve yaşam alanlarının yok olması anlamına geliyor.

Alamos ‘risk analizi’ yapmış: Tepkiler projeyi üç ila altı ay geciktirebilir

Kirazlı’da siyanürle altın arayacak Kanadalı Alamos Gold şirketi, halkın projeye olası tepkisini ‘potansiyel risk’ olarak değerlendirmiş ve bu yüzden de üç ila altı ay arasında bir gecikme öngörmüş.

Kazdağları‘nda altın arama çalışmaları nedeniyle çevre katliamına yol açan Kanadalı Alamos Gold şirketinin, projeyle ilgili analizinde halkın olası tepkisini ‘potansiyel risk’ olarak değerlendirdiği, bunun için projede üç ila altı ay gecikme olabileceğini öngördüğü ortaya çıktı. Alamos Gold’un Türkiye’deki taşeronu Doğu Biga Madencilik aracılığıyla Çanakkale Kirazlı’da yürüttüğü çalışmalar, bölgede yapılan ağaç katliamıyla gündeme gelmişti. Uzmanlar, altın siyanürle çıkarılacağı için hem bölgedeki doğal yaşamın hem de yöre halkının sağlığının tehdit altında olduğu yönünde de değerlendirme yapıyor.

Siyasetçiler, belediye başkanları, sanatçılar, STK’lar, köylüler, üniversite öğrenciler ve bilim insanlarından oluşan kalabalık bir grubun 5 Ağustos’ta madene karşı başlattığı  ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ ise sürüyor.

Kanadalı şirketin projeye yönelik en büyük beş riski belirlediği analizinde maddeler şöyle:

İzinde gecikme: Şirket, projenin değerlendirilmesi sürecinde beklenmedik yorumlar veya ilave analiz talepleri olabileceğini öngörmüş. Üç ila altı ay gecikme olabileceği belirtilen maddede, karar vericiler ve projeden etkilenecek topluluklarla yakın ilişki kurulması önerilmiş.

İnşaata su tedariki: Bu maddede 2 milyon dolara yakın ek maliyet olabileceği değerlendirilmiş.

Toplumla ilişkiler: Toplumun projeyi desteklememesi durumunda üç ila altı ay gecikme olabileceği öngörülmüş. Bu konuda olumlu halkla ilişkiler faaliyetlerinin sürdürülmesi tavsiye edilmiş.

Türk inşaat şirketinin verimliliği: Bu maddede ek maliyetlerin ortaya çıkabileceği öngörülmüş.

Su rezervuarında gecikme ve işletme suyu tedariki: Üç ila altı ay gecikme olabileceği belirtilen bu maddede, dağıtımın planlı bir şekilde yapılması ve toplumun projeye katılması tavsiye edilmiş.

Teşvik de almıştı

Alamos Gold’un Türkiye’deki taşeronu Doğu Biga Madencilik şirketine çeşitli vergi istisna ve indirimleri ile sigorta primi desteklerini içeren 865 milyon lira bedelli yatırım teşvik belgesi verildiği ortaya çıkmıştı.