Ana Sayfa Blog Sayfa 2215

Memnuniyetsizlerin birliği için feminist tahayyül

8 Mart 2020’de kim bilir kaçıncı kez sloganlar zihnimizde kapalı durduğu yerden çıkıp sokakları dolduracak: “Kadın olmasa dünya durur!”; “Kadın eli değerse dünya değişir!”… Dünyanın iklim değişikliği nedeniyle hızla felaketler çağına doğru sürüklenişine tanık olduğumuz bu dönem aslında yaşamın devamlılığına dair bir düşünümselliğin kurulması için son şansımız. Zira adına “Altıncı Yok Oluş” denen bu kriz öncekilerden farklı olarak tahakküm ilişkileriyle beslenen kapitalist sistemde insan eliyle gerçekleştirilen aşırı endüstrileşmenin bir sonucu. İklimi değiştirme pahasına fosil yakıt üretim ve tüketiminin temel müsebbipleri bu faaliyetin önünü açan şirketler ve devletler olsa da gidişatın değiştirilmesi için sorumluluk alıp onları durdurması gereken milyonlarca insan var. Bu açıdan 2015 yılında Greta’nın yaptığı çıkışa, bilim insanlarının, aktivistlerin, çocukların, kısacası bir “yarın”ın olamayacağı endişesini duyan herkesin katılımıyla o ilk büyük adım atıldı.

Ne var ki hareketin büyümesi için sisteme dair çeşitli açılardan “memnuniyetsizlik duyanların” da konfor alanlarından çıkıp sürece dahil olması elzem. Onlardan biri de kapitalist sistemle perçinlenen tahakküm ilişkilerine gömülü olan bugünkü sisteme toplumsal, ekonomik ve politik veçhelerden direnen kadınlar ve kendini kadın hissedenler. Çünkü ancak çok geniş bir yelpazede tarihsel bir mücadelenin bayrağını taşıyan kadınlar memnuniyetsizler grubunu nitelik ve niceliksel olarak güçlendirebilir.

Bu yazı iklim değişikliği ile felaketlerin kapıya dayanmasına neden olacak kadar saldırgan kapitalist tahakküm sistemine karşı feminist perspektifin bu hareketi büyütme ihtimaline katkı yapmayı amaçlıyor.

İklim adaleti biyolojik mağduriyeti de içerir

İklim değişikliğiyle gelen yok oluş tehdidi karşısında iklim adaleti, toplumsal cinsiyet konularına ek olarak biyolojik mağduriyetin de kadınların aleyhine işliyor olmasının mücadeleye yeni bir boyut katacağı umulabilir. İklim değişikliğine bağlı olarak özellikle gelişmekte olan ülkelerde dış çevre koşullarında yaşayan ve çalışan kadının temiz su ve gıdaya, temiz ve ucuz enerjiye erişimde zorluklarla karşılaştığı bilinir. İklim adaleti çerçevesindeki ele alınan bu sorunların yanısıra afetler esnasında kendinden önce çocuğunu kurtarma çabasını gösteren kadınların ölüm oranının yüksek olduğu da yine kadın-iklim çalışmalarında sıklıkla vurgulanır. Ancak nedense kadının endüstriyel kirlilik karşısında biyolojik mağduriyeti bilimsel araştırmalar içinde dahi hep biraz ihmal edilmiştir. Oysa iklim değişikliğinde payı olan endüstriyel kirlilik ekosistemsel bozulmaya yol açarken bütün canlı yaşamı üzerindeki tesirini biyolojik yapı ve metabolizmal özelliklere göre gösterir.

Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre  her yıl 4,2 milyon kişi hava kirliliği nedeniyle yaşamını  yitirirken birinci sırada çocuklar, ikinci sırada kadınlar yer alır. Benzer şekilde ülkemizde Küresel Hava Durum Raporu’nun 2019 verileri de Türkiye’de hava kirliliğinin PM 2.5 seviyesindeyken 36 bin 900 erken ölüme neden olduğunu ve bugün dünyaya gelen bir çocuğun ortalama yaşam beklentisinin 20 ay kısaldığını ortaya koyuyor. Diğer taraftan anne karnında gelişim halindeki çocukların yaşamsal bütünlüğünü tehdit eden hava kirliliği etkisini kadınlarda da adet düzensizlikleri ve meme kanserindeki artışla gösteriyor.

Nitekim Kanada’da hava kirliliğinin PM 2,5 seviyesinde olduğu 1980-1985 yılları arasında 90 bin kadın üzerinde yapılan bir araştırma menapoz öncesi yaş grubundaki kadınlarda göğüs kanserine yakalanma oranının%30 arttığına işaret ediyor.

Sağlık politikaları cinsiyet ve yaş farkı gözetmiyor 

İklim değişikliğinin yol açacağı belirsizliklerden bir diğeri de daha sık görülmesi beklenen afetler. Lakin bu afetlerin meydana geliş sıklığını ve şiddetini arttırması endüstriyel tesislerde kazaları tetikleyerek ekosistemin dolayısıyla tüm canlıların ekolojik kirliliğe maruz kalmasıyla sonuçlanabilir. Bu noktada kadınların biyolojik yapısının kimyasal maddeler karşısında daha kırılgan olma ihtimalinin yüksekliği söz konusu.

Bu sorunu 2006 yılında makalesinde tartışan Maureen Butter da ekolojik risk teşkil eden kimyasal kirlilik ve bulaşıcı hastalıklar karşısında kadınların erkeklere göre daha farklı etkilendiğine işaret ediyor. [1] Bununla birlikte araştırmanın en önemli çıktısı, kadınların doğurganlık özellikleri gereği hormonal bezlerin farklılığı olduğu kadar otoimmun de denen bağışıklık sisteminin erkeklere göre daha zayıf olması nedeniyle dahili maruziyetlerin daha yoğun komplikasyonlara yol açması.

2014 yılında Frontiers’da yayımlanan araştırma da otoimmun hastalıkların kadınlarda daha çok görüldüğünü ortaya koyuyor.[2] Butter’ın makalesinde üzerinde durduğu bir diğer bir konu ise kadınların kimyasal maddelerden erkeklere göre yüksek oranda etkilenmesine karşın meselenin hafife alınması nedeniyle sağlık politikalarında kadınların lehine bir revizyonun yapılmaması.  Kimyasal etkinin ırk, yaş ve cinsiyete göre yol açacağı mağduriyetin farklı olduğu bilinse de bilimsel araştırmalarda genellikle erkek işçilerin maruziyetleri baz alınıyor hatta, aynı işyerinde çalışan hamilelik çağındaki kadınların bile daha ağır bir mağduriyet yaşama ihtimalleri  dikkate alınmıyor.

Bu konuda bir diğer örnek de daha önce bir yazımda  değindiğim üzere aynı doz radyasyon maruziyeti karşısında yetişkin erkeklere göre yetişkin kadınların %50 daha fazla, erkek çocuklarının 5 kat, kız çocuklarının ise 10 kat daha fazla kanser ve türevi hastalıklara yakalanması gösterilebilir. Zira bilimsel gerçek insan cinsi ve yaşına göre farklı komplikasyonların oluştuğunu söylerken radyasyon sınır dozlarının belirlenmesinde her hangi bir kademelenmeden eser yok.

Nitekim Çernobil nükleer felaketinin ardından radyasyon üst sınır dozlarının dünya genelinde yıllık 44 Milisievert’ten 1 Milisievert’e  indirilmesi ve bugün hala bu sınırın geçerli olması açıkça cins, yaş ve ırka göre farklılığın gözetilmediğinin ispatı. Kadın-erkek ve çocuk arasında radyasyonun mağduriyeti farklı düzeyde yaşanırken “kim için” ve “neye göre” sorularını cevaplamaktan uzak olan radyasyon dünya standardının bağımsız bilim insanlarının ısrarla “düşük doz radyasyon yoktur, diğer bir ifadeyle düşük görünen radyasyon da sağlık için risklidir”uyarısıyla birlikte düşünüldüğünde ezbere konduğu anlaşılıyor.

İklim değişikliği şartlarında genel mağduriyetlerin artacağı savına geri dönersek feminist hareketin yıllardır mücadele ettiği bu sistemin kadın ve çocukların daha dezavantajlı konumda olmasına karşın eşitsiz mağduriyetten korunmaları için herhangi bir prosedürel düzenlemenin dahi yapılmaması oldukça düşündürücü. Hayatın her alanını kesen iklim değişikliğinin etkilerinden korunmak için, dahası korunma gerektirmeyecek özgür ve güvenli yaşanabilir bir dünyaya doğru dönüşümün başlaması için sosyal, politik, ekonomik müdahalelere karşı direniş örgütleyen feminist hareketin dinamizmine ihtiyaç var. Bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü daha kutlarken feminist hareketin iklim hareketi içindeki memnuniyetsizlerin birliğine can suyu olması dileğiyle.

***

[1] Maureen E. Butter, Are Women More Vulnerable to Environmental Pollution?  J. Hum. Ecol., 20(3): 221-226 (2006)

[2] Frontiers in Neuroendocrinology Gender differences in autoimmune disease 35 (2014) 347–369 

(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)

 

Odatv’nin Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan da tutuklandı

Odatv Sorumlu Haber Müdürü Barış Terkoğlu ile muhabir Hülya Kılınç’ın “MİT Kanunu’na muhalefet” gerekçesiyle tutuklanmasının ardından soruşturmaya dahil edilen Odatv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan da İstanbul Sulh Ceza Hakimliğince tutuklandı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’nun başlattığı soruşturma kapsamında, OdaTv Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan savcılığın daveti üzerine dün avukatlarıyla Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’na gitti. Pehlivan, adliye önünde yaptığı açıklamada Odatv’ye getirilen erişim engeline ve Barış Terkoğlu’nun sabaha karşı evinden gözaltına alınmasını eleştirdi:

“Barış Terkoğlu ve biz 19 ay Silivri cezaevinde tutuklu kaldık ve o duvarları aşıp çıktık gazeteciliğe devam ettik. Biz 2011 Türkiye’sinde bunları yaşarken Odatv kapatılmadı. FETÖ, Odatv’yi kapatmadı. Ama bugünün hükümeti, bugünün devlet erkleri Odatv’yi kapattı. Ben şu an BTK’nın idari tedbir ve geçici olarak kapattığı iddiasıyla okuruna ulaşamayan Odatv’nin yayın yönetmeniyim. Burada Barış’ın da şüpheli olduğu davanın büyük ihtimalle sanığı olacağım. Onun için çağırdılar. İfadeye vermeye geldim. Bana yapılan usulün aynısı Barış Terkoğlu’na da yapılabilirdi. Tıpkı Fettullahçılar gibi sabahın dördünde o eve polis gitmeyebilirdi”

‘Gazetecilik yaptığım için karşınızdayım’ 

Pehlivan, daha sonra savcıya ifade verdi. Savcı Yakup Ali Kahveci’nin sorguladığı Pehlivan’a, haberin hangi gerekçeyle yapıldığı soruldu. Savcı, yaşamını kaybeden askerin fotoğrafının da ‘özel bir saikle kaydedildiğinin değerlendirildiğini’ öne sürdü.

Barış Pehlivan, ifadesinin ardından “İstihbarat faaliyeti ile ilgili bilgi ve belgeleri ifşa etmek” suçundan tutuklanması talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Mahkemede, bundan dokuz yıl önce olduğu gibi, şimdi de gazetecilik yaptığı için orada olduğunu söyleyen Pehlivan şöyle konuştu:

“Sizin şahsınıza değil ancak ben 2020 Türkiye’sinden adalet beklemeyen bir gazeteciyim. Vereceğiniz kararın benim burada yapacağım savunmaya göre değişmeyeceğini bilen bir gazeteciyim. Bu soruşturmayı yürüten bildiğim kadarıyla iki savcımız vardır. İki sayın savcı da yakın zamanda bir iddianameye imza attılar. Bu iddianamede 7 Şubat MİT kumpası iddianamesiydi. Bu İddianamede müşteki olarak MİT mensupları vardı. Bu İddianamede o MİT mensuplarının isim, soy isimleri ve diğer ailevi ve kişisel bilgileri vardı ve bu kamuya açıktı. Söz konusu iki savcı da aynı suçu işlemişlerdir”

İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği, Barış Pehlivan’ ın 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 27. maddesi kapsamında tutuklanmasına karar verdi. Pehlivan, Silivri Cezaevi’ne gönderildi.

Avukatı: Darp edildi, Savcılık: Doğru değil  

Oda Tv, Barış Pehlivan’ın cezaevi girişinde darp edildiğini duyurdu. Savcılık ise “Kamera görüntülerinin izlenmesi sonucunda tutuklu Barış Pehlivan’ın tarafından hiçbir şekilde darp edilmediği, kötü muamelede bulunulmadığı tespit edilmiştir” açıklaması yaptı. Pehlivan’la görüşen avukat Serkan Günel ise “Barış Pehlivan anlatıldığı gibi kötü muameleye maruz kalmış” dedi.

Kötü muameleyle ilişkin suç duyurusunda bulunulacak.

Ağırel, Çelik ve Keser serbest

Pehlivan’la aynı saatlerde, aynı gerekçeyle savcılıkça sorgulanan Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik, Sorumlu Müdürü Aydın Keser ve Yeniçağ Gazetesi yazarı Murat Ağırel’in ise adli kontrol kararıyla serbest kaldığı bildirildi.

Ağırel, dün sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Cumhuriyet Başsavcı Vekili aradı. Şüpheli sıfatı ile saat 14:30 da ifade vermeye gideceğim” demişti. Çelik, Keser ve Ağırel Libya’da hayatını kaybeden MİT mensubunun cenaze töreninin haberleştirilmesine ilişkin soruşturma kapsamında tutuklanma talebiyle adliyeye sevk edilmişti.

40 barodan açıklama: Gazetecilik suç değildir

40 baro, gazetecilere yönelik gözaltı ve tutuklama furyasına ortak açıklamayla tepki gösterdi. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Kamuoyunu ilgilendiren, halkın öğrenme ve tartışma hakkı bulunan hallerde, devletin güvenlik ihtiyacı ile halkın bilme hakkı ve gazetecilerin ifade özgürlüğü çatıştığında, ifade özgürlüğü belli konularda devletin güvenlik ihtiyacının önüne geçer.”

Barolar, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun kararı ile “odatv.com” internet haber sitesine idari tedbir mahiyetinde erişim engeli getirilmesine tepki göstererek, gazetecilerin tutuklanması ve haber sitesine erişim engelinin ifade özgürlüğüne baskı olduğunu kaydetti.

Açıklamada imzası bulunan barolar şöyle: Adana Barosu, Amasya Barosu, Ankara Barosu, Antalya Barosu, Artvin Barosu, Aydın Barosu, Balıkesir Barosu, Bartın Barosu, Bilecik Barosu, Bingöl Barosu, Bolu Barosu, Burdur Barosu, Bursa Barosu, Çanakkale Barosu, Denizli Barosu, Diyarbakır Barosu, Düzce Barosu, Gaziantep Barosu, Hakkari Barosu, Hatay Barosu, İzmir Barosu, Kastamonu Barosu, Kayseri Barosu, Kırklareli Barosu, Kocaeli Barosu, Manisa Barosu, Mardin Barosu, Mersin Barosu, Muğla Barosu, Niğde Barosu, Ordu Barosu, Sinop Barosu, Şanlıurfa Barosu, Şırnak Barosu, Tekirdağ Barosu, Tokat Barosu, Trabzon Barosu, Tunceli Barosu, Van Barosu, Yalova Barosu.

 

Emniyet Covid-19 paylaşımlarını incelemeye aldı, İTO’dan tepki: Virüsü de mi tutuklayacaksınız

Emniyet Genel Müdürlüğü, Türkiye’de koronavirüs (Covid-19) vakalarının görüldüğüne ilişkin gerçek dışı görüntü ve ses dosyaları paylaşanların tespit edileceğini ve en kısa sürede adli mercilere sevk edileceğini açıkladı.

Emniyetten yapılan açıklamada ilgili bölüm şöyle:

“… Yapılan incelemeler sonucunda, son günlerde dünyada birçok kişinin ölümüne sebep olan Korona Virüsü(COVID-19) ile ilgili olarak ülkemizde de salgının görüldüğüne dair gerçek dışı görüntü ve ses dosyalarını sahte hesaplar üzerinden yayarak kamuoyunu endişeye düşüren korku ve paniğe sevk eden paylaşımlar tespit edilmiştir. Bu şekilde halkı korkutma amaçlı paylaşımlarda bulunan şahıslar hakkında gerekli çalışmalar başlatılmış olup en kısa süre içerisinde adli mercilere sevki sağlanacaktır.

İstanbul Tabip odası: Sosyal medyayı takip çözüme katkı sağlamaz

İstanbul Tabip Odası (İTO) ise bu açıklamaya tepki gösterdi;   koronavirüs’ün iç güvenlik değil, halk sağlığı sorunu olduğu belirtilerek, “Sosyal medyada paylaşım yapanların takibe alınması, çözüme katkı sağlamaz” denildi.

Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Geçtiğimiz yıl sonunda Çin’de otaya çıkan ve bugüne kadar dünyanın 98 ülkesinde 102.085 kişide tespit edilip 3.491 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan Koronavirüs (Kovid-19) salgını toplumumuzda büyük bir endişeye yol açmış durumda.

‘Pozitif vaka bildirilmemesi endişeyi arttırıyor’

Özelikle sınır komşularımız İran ve Yunanistan’da da koronavirüs görülürken Türkiye’de şimdiye kadar Koronavirüs pozitif vaka bildirilmemesi bu endişeyi daha da arttırıyor. Bizatihi Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca‘nın Türkiye’de Covid-19 hastası tespit edilmediğine dair yaptığı açıklamalar ise ne yazık ki insanları tatmin etmiyor ve toplumdaki endişe ve panik halini gidermiyor.

Hal böyle iken bugün T. C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü bir basın açıklaması yayınladı ve bazı sosyal medya platformlarında “koronavirüsü ile ilgili olarak ülkemizde de salgının görüldüğü ile ilgili” paylaşımlarda bulunan şahıslar hakkında gerekli çalışmaların başlatılmış olup en kısa sürede adli mercilere sevkinin sağlanacağını duyurdu.

‘Covid-19 bir iç güvenlik sorunu değil, bir halk sağlığı sorunudur!’

İstanbul Tabip Odası olarak Covid-19 ile ilgili gelişmeleri başından bu yana yakından takip ediyoruz ve teyit edilmemiş hiçbir bilgiyi toplumla ve kamuoyuyla paylaşmıyoruz. Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasını hayret ve şaşkınlıkla karşıladık. Öncelikle hatırlatırız ki; Covid-19 bir iç güvenlik sorunu değil, bir halk sağlığı sorunudur!

Sağlık Bakanlığı dururken koronavirüsle mücadeleyi İçişleri Bakanlığı’na, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne havale etmek “akil tutulması” bile diyemeyeceğimiz bir gaflet ve dalalet halidir.

‘Vakalar gizleniyor algısını güçlendirir’

Koronavirüsle ilgili olarak sosyal medyada paylaşımlarda bulunan kişiler hakkında böyle bir takibatın başlatılması sorunun çözümüne hiçbir katkı sağlamaz, aksine halk arasında zaten yaygın olan “Türkiye de koronavirüs pozitif vakalar var ama gizleniyor” iddialarının/algısının daha da yaygınlaşmasına yol açar.

Siyasi iktidar böyle bir yola tevessül edeceğine öncelikle Sağlık Bakanı’nın, İl Sağlık Müdürlerinin açıklamalarının, sözlerinin toplumda niçin bu kadar itibarsız karşılandığını; bırakın endişeyi gidermeyi, niçin bir nebze bile azaltmadığını sorgulamalıdır.

Bunun yanında Türkiye’de Koronavirüse karşı alınan önlemleri, yapılan çalışmaları bir an önce başta Türk Tabipleri Birliği olmak üzere sağlık meslek örgütlerinin, kamuoyunun denetimine açmalı, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şeffaflıkla yürütmelidir

Muhalefeti bastırmak, toplumu susturmak için gazetecileri, yazarları, siyasetçileri tutuklamayı alışkanlık haline getirenler bilmelidir ki, dünyanın hiçbir ülkesinde Covid-19 la aynı yöntemlerle mücadele etmek mümkün değildir!”

İstanbul’da koronavirüs timi

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da koronavirüs dahil olmak üzere, her türlü virüse karşı önlem amaçlı hizmet verecek mobil hijyen filosunu tanıttı.

İmamoğlu, özel olarak hazırladıkları 18 araçta 36 dezenfeksiyon personelinin sahada görev yapacağını söyledi. 3 ekip sorumlusunun 7 / 24 saat sahada ekipleri koordine edeceğini aktaran İBB Başkanı, belediyenin kapalı alanları dışında Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı sorumluluğunda bulunan cami, cemevi, kilise ve sinagog gibi tüm ibadethanelerinde dezenfeksiyon ve koruyucu tedbirlerin yaygınlaştıracaklarını aktardı

Korona hijyen tanıtım etkinliği

Yenikapı’da “Korona Hijyen Tanıtım Etkinliği”nde konuşan İmamoğlu, “Koronavirüs vakaları ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren, Sağlık Daire Başkanlığı’mız konuyu büyük bir hassasiyetle gündemine aldı. Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu’nun açıklamaları anlık olarak takip edilmeye, İstanbul Valiliği İl Hıfzıssıhha Kurulu, İstanbul Tabipler Odası ve konuyla ilgili akademisyenlerle görüş alışverişi içinde süreci anlamaya, hazırlık yapmaya ve yönetmeye başladık” ifadelerini kullandı.

‘Tokalaşmayın, öpüşmeyin’

Toplu taşıma araçları ve kapalı alanlar başta olmak üzere, koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında tedbirler almak ve bu tedbirlerin sürekliliğini sağlamak amacıyla belediyemiz bünyesinde bir eylem planı hazırladıklarını kaydeden İmamoğlu şunları söyledi: “Bu virüs ne sınır dinliyor ne de duvar. Ancak her birimizin alacağı tedbir daha önemli. Başta kişisel temizlik ve kişisel tedbir. Sık sık ellerimizi sabunla ve bol suyla yıkamalıyız. Yanımızda kolonya veya dezenfektan taşımalı ve kullanmalıyız. Daha az tokalaşmalı ve daha az öpüşmeliyiz. Hatta, bir süre hiç öpüşmemeliyiz.”

Aman avcı, vurma beni!

“Men bu dağın ay balam maralıyam/Maralıyam ben yaralı/Avcı vurmuş ay balam yaralıyam…” diye devam eder bu güzel Azeri türküsü.

İnsanlığın gelişim seyrinde çok uzun bir dönem avcı-toplayıcı toplulukların hüküm sürdüğünü herkes bilir. Tarım ve yerleşik hayatla birlikte beslenme düzeni yavaş yavaş avcılıktan uzaklaşmaya başlamıştır. Ne var ki avcılık sona ermemiş, farklı işlev ve anlamlar kazanmaya başlamıştır.

Av ve avcılıkla ilgili yazılan bir kitaptan[1] alınan şu satırlar sanırım ne demek istediğimi daha iyi açıklayacaktır:

Av bir iktidar göstergesidir. Av; gücü sembolize eder, muktedir ve iktidarda olmayı temsil eder. Hükümran taraf ile tabi tarafı kesin çizgiyle ikiye ayırır… Hükümdar avcıdır. Avcı kuşlar da bu nedenle iktidar simgesidir. İktidarın düzenini yansıtır biçimde, hükümdarın çevresinde maiyeti bulunur, av partisi bir nizam ve merasim çerçevesinde gerçekleşir.

Avlanan hayvan ne kadar güçlü ve ihtişamlı olursa hükümdarın gücü de o oranda büyür. Bu sebeple hükümdarlar, kahramanlar; aslan, kaplan avlarlar, ejderha öldürürler.”

Bir zamanlar siyasete de soyunan işadamı Cem Boyner’in bir dergiye[2] yazdığı yazıyı hatırlayanlar olacaktır. Truva efsanesi kahramanlarından biri olan Aşil’den esinlenilerek “Aşil’in Topuğu” başlığını taşıyordu yazı. Sanırım Sayın Boyner’in Aşil’den kastı, yazısında ballandıra ballandıra bahsettiği ve defalarca vurup kanlar içinde bırakmasına rağmen kendine doğru koşmaya devam eden bufalo olsa gerek. Herhalde o bufalo Sayın Boyner’i biraz hırpalayabilseydi, ünlü bir Türk büyüğünü üstünden atıp tekmeleyen at “Cihan” (kaderin şu işine bakın ki adaşım) gibi, bir kısım hayvan severin gönlündeki kahraman hayvanlar köşesinde kendisine yer edinecekti. Sayın Boyner o bufaloyu nasıl avladığını anlatırken ortaya sermeye çalıştığı şey, ne kadar güçlü ve kudretli olduğuydu aslında.

‘Avcı’ hükümdarlar

Kabul etmek gerekir ki avcılık bizim kültürümüzde önemli bir yere sahip. Özellikle saray ve çevresinin av merakı tarih kitaplarına da yansıyor. Belki de “Avcı” lakaplı tek imparator bizde var.  Malumunuz, en karışık dönemlerde bile devlet işlerini bir kenara bırakarak av partileri düzenlemekten geri kalmayan IV. Mehmed’e “Avcı Mehmed” de denilmektedir. Konuya daha fazla ilgi duyanlara araştırmacı Alev Özbil’in “Üç Yabancının Kaleminden Avcı Mehmed ve Av” adlı çalışmasını mutlaka okumalarını öneririm.

Saray ve çevresinin bu av merakı nedeniyle Osmanlı zamanında halkın kullanımına kapatılan sınırlı orman alanı içerisinde avlak olarak kullanılan alanlar da bulunmaktadır. Araştırmacı Güler Yarcı[3] bu konuyla ilgili makalesinde şu satırlara yer veriyor:

“Osmanlı Hukukunda bu maksatla yapılan düzenlemeler ilk devirlerden itibaren emirname, yasakname, nizamname veya doğrudan kanunnameler vasıtasıyla gerçekleştirilmiş, çeşitli vergi ve cezai müeyyidelerle av faaliyetleri denetim altında tutulmuştur. Her devirde, avcılıkla ilgili imtiyaz ve muafiyet tanınan şahıs ve zümreler olmuştur.

Alıntının son cümlesinin ne derece önemli olduğuna bir kez daha dikkat çekmek isterim; “imtiyazlı şahıs ve zümreler.” Yarcı, makalenin devam eden kısmında tarihleriyle birlikte pek çok yasaklayıcı düzenleme örneği sıralamaktadır.

‘Kendini dev aynasında görme illüzyonu’

Yoksul köylülerin evine arada sırada da olsa et girmesini sağlayan beslenme tabanlı avcılık ile dünyanın geri kalmış bölgelerinde ilkel şartlarda yaşayan toplulukların gerçekleştirdiği ve yine gıda temini amacıyla yapılan avcılık bir kenara bırakılırsa av ile avcı arasındaki ilişki ilkel ve zalimce bir egonun tatmin edilmesinden, bu yolla bir toplumsal statü kazanılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir. Bunun için de av açık ve katıksız bir cinayet, avcı da aynı şekilde bir katildir. Fıkralarda bile avcı denildiğinde insanların aklına “palavra” gelmesi, avcının avcılık yoluyla kendini bir dev aynasında görme illüzyonunun olağan sonucu değil midir?

Suriye’de askerlerimize yapılan saldırı, açılan sınırlar, Suriyeli mültecilerin yaşadığı trajedi ve açıkça kaosa giren dış politika arka sıralara itmiş olsa da Amerikalı bir avcının Adıyaman’da avlayıp, marifetmiş gibi başında gururla poz verdiği yaban keçisi olayı sanırım herkesin hafızasında tazeliğini koruyor olmalı. Konu kamuoyunda bolca tartışıldı ve benim gördüğüm kadarıyla epey eleştirildi. Aslını soracak olursanız Amerikalı avcının ahlaksızca pozu nedeniyle gündeme taşınan bu eylemi her yıl binlerce avcı, yasal olarak ve çeşit çeşit av hayvanını avlayarak gerçekleştiriyor (elbette kaçak avcılığı bir kenara bırakıyorum bunu söylerken). Örneğin, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan 2019-2020 Av Yılı (1 Nisan 2019-31 Mart 2020) Av Turizmi Uygulama Talimatı’na[4] göre söz konusu av yılında avlanmasına izin verilen yaban keçisi sayısı tam 324. Bunların 225’i av turizmi acentelerine, 70’i yerli avcılara, 26’sı yerel avcılara ve 3’ü de diplomatlara ve onların misafirlerine tahsisli.

Yukarıda sözünü ettiğimiz olaya konu Adıyaman Sincik Devlet Avlağı’nda avlanması için acentelere tahsis edilen bir yaban keçisi daha var ve muhtemelen o da bugüne kadar avlanmıştır. Yol göstermek gibi olmasın ama en fazla yaban keçisi avına izin verilen alan Antalya Sarıkaya Yaban Hayatı Geliştirme Sahası. Burada tam 22 yaban keçisinin avlanmasına izin verilmiş. Şimdi sıkı durun; Talimata göre Sincik Avlağı’nda bir yaban keçisi için acente tarafından ödenmesi gereken av ücreti yalnızca 8 bin 100 lira (100 cm ve daha kısa boynuzlular için, KDV hariç). Diyeceksiniz ki alınan bir canın bedeli olur mu? Olmaz elbet, haklısınız. Ancak yıllarca o dağları karış karış dolaşmış, otunu yemiş, suyunu içmiş, havasını solumuş; baharlarını yaşayıp, kışlarına göğüs germiş, kim bilir kaç çobanın yanık türküsüne uzaktan da olsa kulak vermiş olan bir “can”ı öldürmek için ödenen ücret orta seviye bir yönetici maaşı kadar bile değil.

Söz paradan açılmışken, peşin peşin söylüyorum, avcılıktan gelen para gelmez olsun, o paralardan hakkıma düşen bir kuruş bile varsa alın yerin yedi kat dibine gömün, istemem. Ama hesap da ortada; 324 kere 8 bin lira eksik olsa ne olur, onun yüz kat, bin kat daha fazlası olsa ne olur? Av turizmi denilen şey, tüfeğiyle, mermisiyle; aracıyla, seyahatiyle; rehberliğiyle, kılavuzluğuyla bu koca ülkenin hangi derdine deva oluyormuş da gözünü kırpmadan can alan vahşilerin önüne atılıyor bu zavallı hayvanlar! İnsanlığımız bu kadar mı alçaldı?

Sonra, bazı aklı evveller çıkıp demezler mi ki, “Efendim, doğal yırtıcıları yok, sayıları artıyor, böylelikle doğanın dengesini sağlıyoruz…” Be akılsız, hiç kendi kendine sordun mu doğal yırtıcıları neden yok? Yüzyıllardır süren bu avcılık vahşeti ve doğal yaşam ortamlarının köye, kente, yola, termik santrale, otele, kayak tesisine, uzun lafın kısası insan egosuna kurban gitmesinden olabilir mi acaba? Birkaç gün önce, 3 Mart tüm dünyada Dünya Yaban Hayatı Günü[5] olarak kutlandı; Daha doğru ifadeyle yaban hayatı hatırlandı diyelim, zira kutlanacak bir tablo yok maalesef. Bu gün nedeniyle pek çok yerde insanlığın yaban hayatına nasıl bir zarar verdiği tane tane anlatıldı. Bütün bunların sorumlusu olan insan avcılık yaparak doğanın dengesini koruyacakmış, öyle mi? Hadi oradan!

Bir de avcılığı spor olarak gören türler var. Gülsem mi ağlasam mı? Bir etkinliğin spor olabilmesi için ilk kural mücadelenin eşit şartlarda başlaması gereğidir. İkincisi her iki taraf da bunun bir oyun olduğunu bilmeli. Ve son olarak, taraflardan birinin öldüğü faaliyete spor denir mi hiç şaşkın cahil?

Bazı okurlar konuya yüzeysel yaklaşıp şunu sorabilir; İnsanın insana gözünü kırpmadan kıydığı bir dünyada hayvanların öldürülmesi niye bu kadar sorun oluyor? Ah be güzel kardeşim, ben sana nasıl anlatayım ikisinin de aynı şey olduğunu? Biraz derine inebilsen sen de göreceksin ama olmuyor işte, yapamıyorsun.

***

[1]  Naskali, EG, Altun, HO. 2008. Av ve Avcılık Kitabı. Kitabevi Yayınları, Araştırma-İnceleme Dizisi

[2] Ceo Life, Aralık 2011

[3] Yarcı, G. 2009. Osmanlı’da Avcılık Yasaları. Acta Turcia 1 (1).

[4] Talimata şu adresten ulaşabilirsiniz. 

[5] Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşmesi (CITES)’ne atfen, sözleşmenin imzalandığı 3 Mart (1973) tarihi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 20 Aralık 2013 tarihli kararıyla Dünya Yaban Hayatı Günü olarak kutlanmaktadır.

İş dünyasının sorumluluğu

4 Mart’ta Fast Company dergisi ve Yuvam Dünya hareketinin ortaklaşa düzenlediği İklim ve İnovasyon Zirvesi’nde iş dünyasının iklim değişikliğine olan bakışını dinleme fırsatı elde ettim. Kısaca anlatmak gerekirse iş dünyası iklim krizinin ne olduğunu, sigorta sektörü hariç, henüz anlamış değil. Kısa vadede de büyük bir aydınlanma yaşanabileceğini çok mümkün görmüyorum.

Bugün Ardahan’dayım. Her yerin dizime, hatta belime kadar karla kaplı olacağı umuduyla geldim ama Ardahan Üniversitesi çevresinde sadece yol kenarlarında azıcık kar kalmış durumda, tepelerde de biraz kar görüyorsunuz, ama o kadar. Çevrede konuştuğumuz insanlar endişeli çünkü buralarda toprağı kar besliyor, ne kadar az kar, o kadar az su demek bu bölge için. “Benim çocukluğumda burada 3-4 metre kar birikirdi” diyen çok insan var. Çıldır Gölü üzerinde düzenlenen festival. buz çok ince olduğundan bu sene çok kısıtlı biçimde yapılabilmiş. Isınma her geçen sene hızlanarak bölgeyi etkiliyor. 10 sene önce buradaki yaşamın nasıl yürüdüğünü biliyoruz ancak 10 sene sonra nasıl yaşanacağını öngörebilmek adeta imkansız. Dünyamızın geri kalan bölgelerinde de durum çok farklı değil.

Bu kaotik görünümlü ortamda iş dünyasının da planlama yapması son derece güç. Klişe bir laf olacak ama kesin olan tek şey hiçbir şeyin kesin olmadığı. Ancak yarının bugünden farklı olacağını da fark etmek çok da zor değil. Dolayısıyla planlamamızı buna göre yapmalıyız. Oysa iş dünyası sürdürülebilirlik kavramını, bugünkü düzenin sürdürülebilmesi olarak algılayıp gösterişli raporlar yazarak geleceğe hazırlandıklarını düşünüyor gibi geldi bana.

Ardahan bu kış yeterli kar yağışı almayınca, kar makineleriyle suni kar yağdırıldı.

Sürdürülebilirlik

İş dünyasının iki çeşit sorumluluğu bulunuyor. Öncelikle ürettikleri ürünlerin doğada yaşamakta olduğumuz, başta iklim krizi olmak üzere tüm çevre problemlerine neden olmayı durdurması gerekiyor. Ama eşit derecede önemli olan ikinci unsur da bu değişikliklerin şirketlerin geleceğini tehlikeye sokmaması gereği. Gerek hammadde, gerekse de üretim tesisleri açısından bakıldığında bu şirketlerin sürdürülebilirliği açısından son derece kritik bir konu.

2011 yılının son çeyreğine girildiğinde bilgisayarlar için üretilen sabit disklerin pazar lideri Western Digital firmasıydı. Ancak Western Digital’ın Tayland’daki fabrikasını sel suları bastığında bu fabrika çalışamaz duruma geldi ve sonrasındaki uzun bir dönemde pazar liderliği Seagate’e geçti. Benzer örnekleri pek çok alanda verebilmek mümkün. İklim krizinin kime nerede zarar vereceğini anlık olarak tahmin etmek güç olsa da bu tehlikenin varlığı artık tartışılmayan bir gerçeklik. Ama belki de daha önemli bir faktör hammadde temininden kaynaklanıyor.

Hammadde temini

Özellikle gıda sektöründe besin maddelerinin temini orta ve uzun vadede bir problem yaratacak. Küreselleşme daha ucuz olan hammaddenin dünyanın öbür ucundan getirilmesini mümkün kılsa da üreticileri küresel problemlere karşı da dayanıksız hale getirdi. Dünyanın iki ayrı noktasında aynı anda oluşabilecek bir kuraklık, ülkemizdeki tarımsal ürün ihtiyacını da ciddi biçimde etkileyebilir. Bu etkileri azaltmanın en kolay yolu yerelde dirençliliğimizi artırmaktır. Ancak gıda sektörünün ana çabası yereldeki dirençliliği artırarak orta ve uzun vadede sürdürülebilirlik sağlamaktansa kısa vadedeki karı sürdürmeye dayanıyor.

‘Hijyensizlikten ölmek…’

Bunun ötesinde en başta gıda sektörü olmak üzere aşırı bir ambalaj kullanımımız var ve bu kullanımın azaltılması akıllara bile gelmiyor. Bir noktada küçükken açık bisküvi satın aldığımız söylendiğinde dehşet içerisinde “hijyen” problemlerinden bahsedildi. Küçükken ailemle bir bisküvi fabrikasının yakınında yaşıyorduk. En büyük keyfimiz de akşamüzerleri fabrikanın satış mağazasına gidip açık ama taze bisküvi almaktı. Hiçbirimiz “hijyensizlikten” ölmedik bugüne dek ve bisküvileri, çay poşetlerini, içtiğimiz suları, aldığımız makarnayı kat kat sarmalayan ambalajlar da yediklerimizi gerçek anlamda daha sağlıklı kılmadı. Hatta her geçen gün içimizde daha derin bir şüphe ile yaşıyoruz. Bir bardak çay içebilmek için çayı ortalama dört kat ambalajla tüketiciye sunuyoruz ve bunun doğaya verdiği hasarı neredeyse tamamen göz ardı ediyoruz.

Geri dönüşümden önce tekrar kullanmayı düşünmek

Geri dönüşüm ise bambaşka bir problem. Giyim sektöründe bile giyeceklerin geri toplanıp ham maddelerine ayrılıp tekrar üretimde kullanılması konuşuluyor. Ama sürdürülebilirlik açısından döngüsel ekonomi içinde yapmamız gereken geri dönüşümden önce tekrar tekrar kullanmaktır. Bunu yapabilmek için de ürünlerin dayanıklı olması gerekiyor. Bir sonraki adımda da geri dönüşüm yerine ikinci, üçüncü el kullanıma döndürmek, sonrasında başka amaçla kullanmak ve en sonunda başka hiçbir şey mümkün değilse geri dönüşüme sokmak geliyor. Bu adımların tasarlanması da önemli sistemik değişimler gerektiğinden sürdürülebilirlik raporları yazıp geri dönüşüm yapmak daha kolay görünüyor.

Elbette bunlar üretim sektöründeki tüm firmalar veya firmaların yaptığı tüm uygulamalar için geçerli değil. Bayilerinde A+++ bulaşık makinası bulamamış olsam da Arçelik’in kurmuş olduğu ve buzdolaplarının %98 oranında geri dönüşümünü sağladıkları tesis doğru yolda atılmış adımlardan biri olarak öne çıkıyor. Bir de ürünlerin uzun süre bozulmadan kullanılmasını ve sonrasında da tamirini sağlayabilsek sürdürülebilirlik yolunda ciddi adımlar atabiliriz.

Yarışmalar kentsel kamusal alanı katılıma açabilir mi?

Soru basitçe şöyle sorulabilir: Kamu yönetimlerinin bürokratik, hiyerarşik kurumsal yapılanması ile kamusal alandaki fikir ve sanat üretimi arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Neo-klasik kamu düzenlerinde bu soru bilerek ihmal edilir. Çünkü tasarlayıcı olan politikadır, sanatın, fikir üretiminin onun direktifleri ve denetimi olması gerekir.

AKP dönemi bunun örnekleri ile dolu: Sütlüce Kongre Merkezi, Taksim, İstanbul Kongre Merkezi, Yassıada, Kabataş Martı, Süleymaniye, Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat, Ayvansaray, Tekfur Sarayı, Yenikapı Metro İstasyonu ve diğerleri, saymakla bitmez. Büyükşehir’in ve diğer kamu kuruluşlarının fikir ürünleri dediğimiz plan ve projeleri geliştirmek için bir yöntem arayışında olmadıkları görülüyor. Bu kültür ve sanat alanına da uzanıyor.

Büyükşehir Taksim, Haliç, şehir mobilyaları için yarışma süreçlerini başlatmış durumda. Yeni yarışmaların da açılacağından söz ediliyor. Büyükşehir’in yeni yönetimin geçmiştekinden farklı yöntemler uygulaması hiç şüphesiz önemli. Profesyonellerin, mimarların kamu süreçlerine katılmaları için yarışma yönteminin uygulanması önemli bir farklılık. Bu yeni deneyimin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kentsel tasarım projelerinin geliştirilmesi konusundaki bu deneyimin kapsayıcı olması, yerel kamu alanında önemli bir gelişmeye yol açabilir. Ancak yarışmaların arka planındaki problematiğin iyice tartışılması ve genişletilmesi gerekli. Kamusal alanda katılımcılık deneyimlerinin geliştirilmesi için bu ilk adım iyi tasarlanmalı.

Yasal çerçeve veya yasal olmasa bile, uygulanan yöntemler belli. Kamu yönetimleri, uygulamaları tanımlayan fikir üretimi alanını bağımlı bir işlev olarak gördükleri için, eldeki yasal çerçeve içinde en kolayı olan ihale ve protokol yöntemini tercih ettikleri görülüyor. Yönetimler plan, proje gibi fikir ürünlerini şu yöntemlerle elde edebiliyor:

  1. Kendi bürokrasisi ile gerçekleştirebiliyor: Kamuda çalışan şehir plancıları, mimarlar planları, projeleri hazırlayabiliyor.Hiyerarşik bir yapıya sahip kamu, bu durumda fikir üretimini kendisi gerçekleştiriyor, kamusal alan daralıyor, alternatifler ortaya çıkmıyor ve kamusal niteliğini kaybediyor.
  1. İhale ile yaptırabiliyor: Ancak fikir üretiminde ihale sisteminin iyi bir sonuç vermesi imkansız. Fikir ürünleri kiloyla satılamayacakları ve fiyatlandırılamayacakları, farklı iddialar içerebilecekleri için ihale sistemi ancak projeler elde edildikten sonra, uygulama için kullanılabilecek bir sistem.
  1. Protokol ile kamu kuruluşu niteliğindeki üniversitelere devredebiliyor: Burada da kamuya ait imkanların, kariyer fırsatlarının, bilginin kullanılarak mesleki alanda haksız rekabet koşulları oluşuyor ve alternatifler ortaya çıkmıyor.
  1. Yarışma ile plan ve projeleri elde edebiliyor: Kamunun bu alanda geçmişten gelen önemli bir deneyimi var. Ancak yalnızca mimari konuların, kentsel tasarım konularının yarışmaya açılması yetersiz. Her alanı kapsayacak bir şekilde, analiz ve araştırma yapma, program geliştirme, farklı yöntemlerle değerlerin envanterlerini hazırlama, kamu hizmetlerinin tasarlanması… tasarım sürecini bağımsız kılacak bir yöntem ya da hakemlik mekanizmaları ile bağımsız bir fikir üretimi süreci yok.
  1. Kendi kuruluşuna ihale ediliyor: Rekabet Yasası’na aykırı olsa da geçmiş Büyükşehir yönetimi zamanında uygulandığı için bu şıkkı da ekleyelim: Yasaya aykırı bir şekilde, 2. yöntemi uyguluyormuş gibi yaparak, kendi kuruluşuna ihale ederek yaptırabiliyor.  Hem kamu-hem özel olan, hukuki karşılığı olmayan şirketler tekelci ilişkiler ile fikir üretimi alanını kurutuyor. Bağımsız kurumların yaşamasına izin vermiyor.

Türkiye’de kamusal alanda sanat, mimarlık, fikir üretimi katılıma kapalı. Kamusal alandaki her türlü fikir üretimi patronaj altında. Bu nedenle entelektüel üretim, sanat, tasarım, mimarlık hayırseverlik kuruluşlarının ve büyük sermayenin koruması altına giriyor. Böylece seçkinlerin, küçük bir azınlığın uğraşıymış gibi algılanıyor. Sanki burada gizli bir anlaşma yapılmış gibi: Kitleler için basmakalıp sanat ve mimarlık ile seçkinlere hitap eden güncel sanat. Bu kurak ortamda, kültür ve sanat özel alana, hayırseverlik alanına sığınıyor, kamusal alandan dışlanıyor. Kitleler ile etkileşime giremiyor.

Buradaki paradoks, iki farklı üretim yapısının bir aynada olduğu gibi ters görünmesi. Zanaaat üretiminden kalan bir miras olan bilgi üretimi zenginlere, seçkinlere; şeyleştirici, militer temsil tekniklerin günümüzdeki uzantısı olan hazır yapımlar yoksullara kalıyor. Bu haksız bir paylaşım.

Bu tekelci koşullarda geriye otokratik bir kamu yapısı ve imtiyaz elde etmeye çalışan piyasa aktörleri kalıyor. Neo-liberal sistemin içinde imtiyazlı piyasa aktörlerinin finans sermayesine aracılık ederek, projeler geliştirdikleri ve karar vericileri ikna ettikleri, hatta erkin içine sızdıkları görülüyor. Bu durum yolsuzlukları, spekülatörleri teşvik ediyor, şehirlerin değerleri, kaynakları yağmalanıyor.

Kamusal alanda fikir üretiminin koşulları

Görüldüğü gibi Türkiye’de kamusal alandaki fikir üretiminin bağımlı olması göründüğünden daha kapsamlı ve üzerinde çalışılması gereken yaşamsal bir konu.

Belki buradan başlanabilir. Bu kuruluşlarla işbirliği yapılabilir ve onların kamusal alandaki yaratıcı çalışmaların desteklemesi sağlanabilir. Bunun AB müktesabatı yönlendirici bir kılavuz olarak alınabilir. AB kentsel uygulamalarındaki koşullar ise şöyle:

  1. Çerçevelendirme aşaması, yani kamusal nitelikli bir kentsel müdahalenin çerçevesi katılımla gerçekleştiriliyor. Bu aşamada piyasa kuruluşları, müteahhitler yer alamıyor, bu aşama onlara kapalı.
  1. İçeriklendirme, planlama ve projelendirme aşaması ise açık uçlu. Çerçevelendirme aşamasındaki kriterlere göre çok boyutlu ve yarışmacı bir yapıda ele alınıyor. Bu aşamaya da piyasa aktörleri, müteahhitler katılamıyor. Kamu kuruluşları da. Onlar ancak çerçevelendirme aşamasında katılımcı olabiliyor.
  1. Uygulama aşaması, piyasa aktörlerine, müteahhitlere açık. Planlar, projeler tamamlandıktan sonra, yani içerik belli olduktan, rekabet koşulları oluştuktan sonra katılabiliyorlar. Örneğin deniz ulaşımı ile ilgili hizmetlerde, yönlendirici kararlar oluştuktan sonra katılabiliyorlar.

Görüldüğü gibi katılım kademelerinin arkasında bilgi üretimi ile diğer hizmetlerin üretimi arasında mantıklı bir ilişki var.  Önemli olan katılım, kamu ile fikir üretimi arasındaki ilişkileri düzenleyerek, demokratikleştirerek mevcut toplumsal koşulların iyileştirilebileceğini göstermek.

Kuzeydoğu Akdeniz kıyılarımızın ölüm fermanı: Plastik hammadde fabrikaları

Son zamanlarda Kuzeydoğu Akdeniz kıyılarımız ile ilgili akla gelen şeyler hep olumsuz oldu! Enerji rekabeti, Suriye savaşı, kirlilik, karaya vuran balinalar, balıkçı trollerinde ölen kaplumbağalar, istilacı balık türleri ve daha bir sürü olumsuz şey! En son ne zaman iyi bir haber duyduğumu açıkçası hatırlamıyorum. Takip edenler bilecektir, bu köşeden Kuzeydoğu Akdeniz kıyılarımızdaki kirlilik tehdidinin ne boyutta olduğunu şu yazımda etraflıca değerlendirmiştim. Aşırı plastik üretimi ve tüketimiyle beraber yetersiz atık yönetimimize bir de Mısır, Lübnan gibi ülkelerin çöpleri de eklenince kirliliğin boyutu ürkütücü hale gelmektedir. Bunlara balıkçılık ve gemicilik faaliyetleri ile başka ülkelerden getirilip sağa sola terk edilen plastikleri de eklemek faydalı olacaktır. Çünkü bunlar da bu kirliliğin önemli nedenlerinden sayılabilir.

Bu derece kirli olan bir bölge için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin de konuşulması gerekiyor. Çünkü bunların ne oldukları gayet belli! Yapılması gerekenlerin başında iyi bir yönetim planının hazırlanıp bölgenin nasıl daha az kirli bir çevre haline getirilebileceğinin ortaya konulması geliyor. Yapılmaması gerekenlerin başında ise hali hazırda bölgede bulunan ağır sanayi tesislerine yenilerini eklememek ve var olanların da çevreye daha duyarlı hale getirilerek yeterli ve etkili şekilde denetimlerini sağlamak…. Ancak görünen o ki yapılmaması gerekenleri yapmak daha cazip. Çünkü “ekonomik kalkınma” ekolojik dengeden daha cazip!

Ekonomik değil, ekolojik boyut

Neden mi bahsediyorum? Tabii ki Mersin ve Adana/Hatay bölgesine kurulacak olan iki adet devasa petrokimya tesisinden. Çıkartılan kararnamelerle bu iki yere devasa büyüklükte ve toplam kapasitesi 1 milyon tonu bulacak olan polipropilen plastik üretim tesis kurulacak. Türkiye’nin toplam polipropilen plastik ithalatını düşününce, bu ithalat miktarının azaltılacak olduğu iddiası açısından kıymetli bir işmiş gibi görünse de işin aslı pek de öyle değil. Çünkü polipropilen ham maddesi olan propan yine yurt dışından getirilecek. Yani ithal edilen mal, polipropilenden propana kayacak. Bu da ekonomik getiri iddiasını desteklemeyen bir dönüşüm. Tabii ki polipropilen daha pahalı bir hammadde ancak işin ekonomik boyutu ilgilendiğimiz en son şey. Asıl üzerinde durmamız gereken konu daha çok ekolojik boyut. Bunun da ortaya konulabilmesi için projenin tüm detaylarının konunun uzmanlarınca değerlendirilmesine ihtiyaç var. Gelin kurulması planlanan iki tesisin de olası çevresel etkilerini biraz değerlendirelim.

Ceyhan Polipropilen Üretim A.Ş. tarafından gerçekleştirilecek olan, Ceyhan Propan Dehidrojenasyon (PDH) ve Polipropilen Üretimi Projesi’nin, Adana-Hatay sınır bölgesindeki İncirli köyü ile Toros Gübre arasında kalan alanda kurulacağı ve bu alanı da kapsayan daha geniş Petrokimya Endüstri Bölgesi ile birlikte planlandığı anlaşılmaktadır. CFS Petrokimya Sanayi Anonim Şirketi tarafından da Mersin İli, Akdeniz İlçesi, Karaduvar Mahallesi Mevkii’nde Tekfen Polipropilen Üretim Tesisi Yatırımı Projesi’nin gerçekleştirilmesi planlanmakta. Her iki tesisin de ağır sanayi tesislerinin bulunduğu ve yenilerinin de kurulma aşamasında olduğu bölgelerde kurulacak olup bölgedeki ağır sanayi yükünün de artmasına neden olacağı aşikâr. Daha başka birçok ortak noktaları olduğundan iki projeyi birlikte değerlendirmekte fayda olduğunu düşünüyorum.

Bu arada “yatırım düşmanlığı yapılıyor!” kakafonisi oluşturacaklar için şimdiden belirtelim: Eğer bir proje yapılırken ortaya çıkacak etki ekolojik olarak tehdit oluşturuyorsa o zaman tercihimiz ekolojiden yana olacaktır. Çünkü tesisler olmadan sadece konforumuz azalır, ancak ekolojik denge olmazsa konfor olsa da yaşayacak bir alanımız kalmayacaktır. Yani niyetimiz yatırım karşıtlığı yapmak değil, ekolojik dengenin sürdürülebilirliğine katkı sağlamaktır.

Her iki tesis için de ÇED süreçleri ya bitmiş ya da bitmek üzere. ÇED süreçlerinin formalite olduğunu da ekleyerek var olan bilgiler ışığında bazı değerlendirmeler yapalım:

Su kaynaklarının aşırı kullanımı

1- Projelerin planlanan uygulama alanlarının yakın çevresinde ağır endüstriyel formda başka faaliyetler de mevcut. Bu durum da ilgili alanın çevresindeki su kaynaklarının aşırı kullanımı problemini ortaya çıkartmaktadır. İlk olarak açılması planlanan su kuyularından temin edilecek suyun kullanım şekli her iki bölgenin de yeraltı su rezervleri üzerindeki baskının artmasına ve uzun vadede yer altı suyunun tuzlanması veya daha derinlere çekilmesi problemlerine neden olabilecektir. Her iki proje için de buna dair alınacak önlemler konusunda herhangi bir ibare mevcut değil. Böyle bir problemin tek çözümü suyu daha az kullanmaktır. Ancak proje kesin olarak gerçekleştirileceği için bölgenin su bütçesinin uzun vadede önemli ölçüde etkileneceğini veri olarak kabul edebiliriz. Ayrıca her iki bölge de uzun dönemli kuraklık eylem planlarında ilk etkilenecek alanlar olarak nitelendirilmektedir. Bu bilgilerin hiçbirinin dikkate alınmadığını projenin planlamalarından anlayabiliyoruz.

Bölgedeki plastik kirliliğinin artışı

2- Her iki projenin de ana amacı olan polipropilen pelet plastik üretiminin bölge üzerindeki kirlilik yükünü arttıracağına şüphe yok. Hali hazırda sadece gemicilik faaliyetleri ve Adana, Hatay ve Mersin ili sınırları içerisindeki plastik üretim/geri dönüşüm tesislerinin yetersiz ve etkisiz atık yönetiminden kaynaklı olarak gerçekleşen plastik pelet kirliliğinin, bu tesislerin getireceği ek gemi ve kara trafiği nedeniyle de artacağına şüphe yok. Çünkü benzer fabrikaların en büyük özelliği kıyısı oldukları alanlara tonlarca plastik pelet sızdırmaları.  Bu durum ilgili alan ve çevresindeki alanları habitat olarak kullanan kuş, balık, deniz kaplumbağası ve diğer deniz canlıları için risk teşkil edebilme potansiyeli taşımaktadır. Güven (2017) ile Gündoğdu ve Çevik (2019) proje alanının kıyısal sularının da içinde bulunduğu alanlardan yakaladıkları balık türlerinin %50 ve daha fazlasının midesinde mikroplastiğe rastladıklarını bildirmişlerdir. Her ne kadar ilgili alanda yapılmış bir çalışmaya rastlanılmamış olsa da su kuşlarının (Van Franeker vd., 2011; Terepocki vd., 2017), deniz kaplumbağalarının (Carr, 1987; Schuyler vd., 2014) ve diğer deniz canlılarının, (peletlerin de içinde olduğu) mikroplastikleri yemek zorunda kaldıkları başka çalışmalarla ortaya konulmuştur. Bu nedenle ilgili alanda gerçekleştirilecek üretim faaliyeti sonucu ortaya çıkabilecek mikroplastik kirliliği bahsi geçen canlıların bu kirlilikten ciddi olarak etkilenebileceğini ortaya koymaktadır.

Ağır sanayi kaynaklı kirlilik, deniz canlılarının ölüm riski

3- İskenderun ve Mersin Körfezleri birçok ağır sanayi tesisinin yer aldığı alanlardır. Bu durum her iki körfezde yoğun gemi trafiğinin gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bunun yanında ilgili sanayi tesislerinin faaliyetleri de bölge üzerinde önemli kirlilik baskısı oluşturmaktadır. Bu durumun en önemli göstergelerinden biri de bölgede gerçekleştirilen bilimsel çalışmalardır. Bu çalışmalarda, çoğunluğu ağır sanayi tesisleri kaynaklı ağır metallerin ve petrol kaynaklı kalıcı organik kirleticilerin varlıkları araştırılmıştır. Örneğin İskenderun Körfezi’nden avlanan birçok deniz canlısı türünde önemli derecede kadmiyum, demir, bakır, krom, kobalt, çinko, kurşun, nikel, alüminyum ve manganez konsantrasyonları tespit edilmiştir (Yılmaz, 2003; Türkmen vd., 2005a; Türkmen vd., 2005b; Fırat vd., 2008; Çoğun vd., 2017; Aytekin vd., 2019). Bunun yanında kalıcı organik kirleticiler (Tekin ve Pazı, 2017) ve pestisitler (Polat vd., 2017) de önemli kirleticiler olarak körfezdeki canlıların dokularında tespit edilmiştir.

Daha önce de belirtildiği üzere plastik peletler, ortam kirleticilerinin bünyelerine yapışması sonucu onların çeşitli çevresel faktörler yardımıyla, farklı ortamlara taşınmasına yardımcı olabilmektedirler. Kurulacak tesisle birlikte artacak olan pelet kirliliği;  bu kirleticilerin peletlerle etkileşime girmesine, onların yüzeylerine yapışıp diğer canlıları tehdit etmesine neden olabilecektir. Nitekim birçok çalışmada, pelet formdakiler de dahil olmak üzere birçok farklı tipteki mikroplastiğin birçok kirleticiyi bünyelerine aldığı rapor edilmiştir (Frias vd., 2010; Avio vd., 2015; Li vd., 2018).

Gemi trafiğinin artmasının bir diğer etkisi de bölgede yaşayan kaplumbağalar ve memeli deniz canlıları üzerinde gerçekleşecektir. Bu etki de daha çok gemi trafiğinin yarattığı gürültü ve kirlilikle birlikte, kaplumbağa ve deniz memelilerinin gemi pervanelerine çarpıp ölmeleri şeklinde olacaktır. Bu sebeple ilgili bölgeye yakın alanlardaki kaplumbağa üreme noktaları ciddi bir tehdit altına girecektir. Üreme sezonunda artan kaplumbağa sayısı, gemilerle bu canlıların karşılaşmasına ve beraberinde de çoğunlukla kaplumbağaların ölmesiyle sonuçlanacak durumların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Benzer bir durum yunuslar, foklar ve balinalar için de geçerlidir. Zaten herhangi bir üreme ve yaşama alanı kalmamış olan Akdeniz fokları bu tesislerle birlikte son kalan üreme alanlarını da kaybedeceklerdir.

Polipropilen yerine propan

4- Ülkemizdeki plastik üretimi, hammaddenin ithalatındaki maliyetlerden kaynaklı olarak sınırlı büyüme özelliği göstermektedir. Bu proje ile bu durumun hammadde üretiminin ülke içerisinden temini ile kısmen de olsa çözüleceği iddia edilmektedir. Ancak hali hazırda ülkemizde polipropilenin ham maddesi olan propanın temin edilebileceği yeterli kaynaklar olmadığı için, ham madde ithalatının direkt polipropilen ithalatından, propan ithalatına kayacağı durumunu ortaya çıkarmaktadır. Sonuç itibariyle ithalatın azalmasına bağlı olarak yaratılacağı iddia edilen ekonomik getirinin olmayacağı anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda ekonomik getirisi neredeyse olmayan bir proje için ilgili alanda hali hazırda var olan ağır sanayi tesislerine bir yenisini eklemek, ilgili alanın ekolojik olarak bu yükü daha fazla kaldıramayacağı bir noktaya gelmesi ihtimalini doğuracaktır. Üstelik ithal edilen ham madde miktarının azalması ve buna bağlı olarak plastik üretiminde meydana gelecek artış, plastiğin daha çok tüketilmesine ve hali hazırda yönetilemeyen plastik çöplerin daha fazla artmasına da neden olabilecektir. Artan plastik çöplerin sucul ekosistemlere transferi de planlanan kuruluşun çevre üzerindeki dolaylı etkisi olacağı da unutulmamalıdır.

Kümülatif etki

5- Her projede olduğu gibi bu projelerde de, projeler sanki bölgede tek başlarına olacakmış gibi değerlendirilmektedir. Oysa ki ilgili alandaki diğer sanayi tesislerinin etkisinin de dikkate alınıp kurulacak tesislerin etkisi kümülatif olarak belirlenmelidir. Ancak anlaşılmaktadır ki böyle bir değerlendirmeden projelerin olası çevresel etkilerini tam anlamıyla ortaya koyacağı için kaçınılmıştır.

Sonuç olarak her iki bölgede de yapılması planlanan petrokimya tesisleri bölgenin hava, su ve kara ekosistemlerine önemli derecede etki yapacaktır. Bu etkiler kullanılacak yakıtların etkisinden tutun da çekilecek yeraltı suyuna, üretilecek olan atıklardan, sızıntı yapacak mikroplastiklere kadar oldukça fazla çeşitliliktedir. Sadece bazılarına değinebildiğimiz bu etkilerin göz ardı edilmemesi temennimizdir. Ancak görünen o ki doğal ortam pek de kimsenin umurunda değildir. O halde buradan şunu tekrar etmekte fayda görüyorum. Konforlu yaşantımızın tüketim alışkanlıklarının bir sonu olarak gerçekleşen plastik üretimi ve plastik üretiminden para kazananların yönettiği tüketim davranışları, plastik denilen tehlikeli malzemenin hayatımızı daha fazla etkilemesine izin vermememiz gerekmektedir. Bir yandan plastik tüketerek bir yandan da üretilmesine karşı çıkmamız pek tutarlı bir davranış olmayacaktır. Bunun yanında bir yandan tesislerin etkilerine dair sus pus olup bir yandan da janjanlı tanıtımlarla milyonlarca lira destek ile Akdeniz’i temiz tutamayacağımızı bilmemiz gerekmektedir. Kirliliğin kaynağı her gün artan plastik üretimi ve tüketimidir. Buna dair bir şeyler yapmadan gerçekleştirilecek her iş zaman kaybı ve kaynak israfından öte olmayacaktır.

***

Kaynaklar

  • Gündoğdu, S., Çevik, C., 2019b. Türkiye’deki Deniz Canlılarındaki Mikroplastik Kirliliği. https://doi.org/10.13140/RG.2.2.27136.58888
  • Güven, O., Gökdağ, K., Jovanović, B., Kıdeyş, A.E., 2017. Microplastic litter composition of the Turkish territorial waters of the Mediterranean Sea, and its occurrence in the gastrointestinal tract of fish. Environ. Pollut. 223, 286–294. https://doi.org/10.1016/j.envpol.2017.01.025
  • Avio, C.G., Gorbi, S., Milan, M., Benedetti, M., Fattorini, D., D’Errico, G., Pauletto, M., Bargelloni, L., Regoli, F., 2015. Pollutants bioavailability and toxicological risk from microplastics to marine mussels. Environ. Pollut. 198, 211–222. https://doi.org/10.1016/j.envpol.2014.12.021
  • Aytekin, T., Kargın, D., Çoğun, H.Y., Temiz, Ö., Varkal, H.S., Kargın, F., 2019. Accumulation and health risk assessment of heavy metals in tissues of the shrimp and fish species from the Yumurtalik coast of Iskenderun Gulf, Turkey. Heliyon 5, e02131. https://doi.org/10.1016/j.heliyon.2019.e02131
  • Carr, A., 1987. Impact of nondegradable marine debris on the ecology and survival outlook of sea turtles. Mar. Pollut. Bull. 18, 352–356. https://doi.org/http://dx.doi.org/10.1016/S0025-326X(87)80025-5
  • Çoğun, H.Y., Firat, Aytekin, T., Firidin, G., Firat, Varkal, H., Temiz, Kargin, F., 2017. Heavy Metals in the Blue Crab (Callinectes sapidus) in Mersin Bay, Turkey. Bull. Environ. Contam. Toxicol. 98, 824–829. https://doi.org/10.1007/s00128-017-2086-6
  • Fırat, Ö., Gök, G., Çoǧun, H.Y., Yüzereroǧlu, T.A., Kargin, F., 2008. Concentrations of Cr, Cd, Cu, Zn and Fe in crab Charybdis longicollis and shrimp Penaeus semisulcatus from the Iskenderun Bay, Turkey. Environ. Monit. Assess. 147, 117–123. https://doi.org/10.1007/s10661-007-0103-7
  • Frias, J.P.G.L., Sobral, P., Ferreira, A.M., 2010. Organic pollutants in microplastics from two beaches of the Portuguese coast. Mar. Pollut. Bull. 60, 1988–1992. https://doi.org/10.1016/j.marpolbul.2010.07.030
  • Li, J., Zhang, K., Zhang, H., 2018. Adsorption of antibiotics on microplastics. Environ. Pollut. 237, 460–467. https://doi.org/10.1016/j.envpol.2018.02.050
  • Polat, A., Polat, S., Simsek, A., Kurt, T.T., Ozyurt, G., 2018. Pesticide residues in muscles of some marine fish species and seaweeds of Iskenderun Bay (Northeastern Mediterranean), Turkey. Environ. Sci. Pollut. Res. 25, 3756–3764. https://doi.org/10.1007/s11356-017-0756-x
  • Schuyler, Q., Hardesty, B.D., Wilcox, C., Townsend, K., 2012. To eat or not to eat? debris selectivity by marine turtles. PLoS One 7. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0040884
  • Tekin, S., Pazi, I., 2017. POP levels in blue crab (Callinectes sapidus) and edible fish from the eastern Mediterranean coast. Environ. Sci. Pollut. Res. 24, 509–518. https://doi.org/10.1007/s11356-016-7661-6
  • Terepocki, A.K., Brush, A.T., Kleine, L.U., Shugart, G.W., Hodum, P., 2017. Size and dynamics of microplastic in gastrointestinal tracts of Northern Fulmars (Fulmarus glacialis) and Sooty Shearwaters (Ardenna grisea). Mar. Pollut. Bull. https://doi.org/10.1016/j.marpolbul.2016.12.064
  • Türkmen, A., Türkmen, M., Tepe, Y., Akyurt, I., 2005. Heavy metals in three commercially valuable fish species from İskenderun Bay, Northern East Mediterranean Sea, Turkey. Food Chem. 91, 167–172. https://doi.org/10.1016/j.foodchem.2004.08.008
  • Van Franeker, J. a., Blaize, C., Danielsen, J., Fairclough, K., Gollan, J., Guse, N., Hansen, P.L., Heubeck, M., Jensen, J.K., Le Guillou, G., Olsen, B., Olsen, K.O., Pedersen, J., Stienen, E.W.M., Turner, D.M., 2011. Monitoring plastic ingestion by the northern fulmar Fulmarus glacialis in the North Sea. Environ. Pollut. 159, 2609–2615. https://doi.org/10.1016/j.envpol.2011.06.008
  • Yılmaz, A.B., 2003. Levels of heavy metals (Fe, Cu, Ni, Cr, Pb, and Zn) in tissue of Mugil cephalus and Trachurus mediterraneus from Iskenderun Bay, Turkey. Environ. Res. 92, 277–281. https://doi.org/10.1016/S0013-9351(02)00082-8

Emet Değirmenci ile ekolojik dönüşümde feminist tartışmalar – Aslı Tosuner

Türkiye’de ekoloji üzerine yapılan araştırmalar ve yayınlanan eserlerin sayısı son 10 yılda artış gösterdi. Ancak bütün güncel tartışmalara rağmen ekolojik sorunların toplumsal cinsiyet gibi hak mücadeleleri ile çakışma ekseninde yapılan yayınlar, hala çok yetersiz. 25 yıldır dünyanın farklı yerlerinde yaptığı çalışmalarla ekolojik mücadeleye katkı veren yazar/ekofeminist Emet Değirmenci, cinsiyet ve ekoloji sorununa değinen çalışmalarıyla bu alandaki eksikliğin giderilmesine katkı sağlıyor. 2019 yılında Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV) ile işbirliği içinde kadın ve ekolojik sorunlar üzerine farklı perspektifleri ve tartışmaları içeren “Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar” kitabının editörü Değirmenci ile kitabı ve kadın sorunu ile ekolojik sorunun kesişim noktalarını konuştuk.

***

Aslı Tosuner:  2010 yılında da yine kadınları odağa alan ilham verici bir kitap projesini oluşturup editörlüğünü yapmıştınız. Aradan dokuz yıl geçti ve yeniden bu konuya dair daha kapsamlı bir derleme hazırladınız. İkinci kitabın hazırlanması için motivasyonlarınız neydi ve iki yayın arasındaki farklar nelerdir? Aradan geçen dokuz yılda öne çıkarmaya ve vurgulamaya çalıştığınız konularda önemli değişimler oldu mu?

Emet Değirmenci: Her iki yayın da ekoloji ve kadın odaklı olmasına rağmen arada çok fark olduğunu söyleyebilirim. Birinci kitap sokaktaki kadına dahi hitap edebilecek nitelikteydi. O günden bu yana dediğiniz gibi Türkiye de epey bir bilinç gelişmesi oldu. Dolayısıyla ikinci kitap (Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar) ekolojik feminizm neden gerekli konusuna  girip işin felsefesine  ve teorisine de işaret ediyor.

Kitap iki bölüme ayrılıyor. Teorik tartışmaları ele alırsak, ekofeminizm hep özcülük iddiasıyla karşılaşıyor. Bu, ekofeminizme dair yanlış bir anlayış mıdır yoksa ekofeminist yaklaşımların içerisinde özcü ve özcü olmayan iki kanattan söz edebilir miyiz ve elbette sizin yaklaşımınız nedir bu konuda?

Ekofeminizmde kadın ve doğayı özdeşleştiren biyolojik determinist görüş var, evet.  Kadın tanrıçaların gücünden yola çıkıp mitolojiden ilerleyerek kadının erk olduğu anlamda matriarkiyi  geri getirmekle patriarkiye ders verilebileceğini düşünenler var. Kitabı derlerken iki şeye dikkat ettim: İlki antı-kapitalist bir duruşu olması. Bir başka deyişle “kadın neden tüketim toplumun hem öznesi hem de nesnesidir” meselesini sorgulamaya çalıştık. İkinci olarak da  işlediğimiz konular “kadınları nasıl özgürleştirir ve patriarkiyi nasıl sarsar” diye düşündük. Örneğin, kadınların aylık kanamalarında kullanılacak ekolojik petler yalnızca doğaya atık bırakmamakla ilgili değil. Aynı zamanda kadının kendi vücudunu tanıyıp kamusal ve özel alanda vücuduna ve kendine nasıl güvenebileceği, doğal döngüleri utanmadan konuşabileceği, hatta bunu utanılacak hale getiren parriyarkal toplumu eleştirir hale gelebileceğiyle ilgili…

“Kadın üretkenliği, doğurganlığı nedeniyle doğa gibidir” anlayışını ise doğru bulmuyorum. Kitabımız zaten biyolojik determinizm ile görüşlerini net bir şekide  ayırıyor. Evet biyolojimizden gelen farklılıklarımız var ve onlar bizi belli davranışlara yöneltebilir. Fakat neredeyse her şeyin toplumsal  olarak şekillendiğini de göz önünde bulundurmak durumundayız. “Kadın doğa gibidir ne yapacağı belli olmaz” ne demek? Kaldı ki doğa olaylarının dahi belli bir periyodu vardır.

Çok uzun açıklama gerektirebilecek bir konu ama bu durumu açıklamak, duygusal emek kapsamına da giriyor. Kadınların üstünde görünmez emek olarak, adeta kambur olarak taşıdığımız bir durum bu. Bir çatışma varsa kadının ‘doğası gereği’ yumuşak davranması ve çevresini  düşünmesi beklenir. Öyle de yapıyoruz gerçekten. Bu kötü bir şey değil ancak yükün paylaşılması gerekiyor. Patriyarkal toplum erkeği katı ve duygusuz olarak şekillendirirken aynı zamanda özel ve kamusal alanda yaptığı bir dizi etik olmayan şeyin üstünü örtmekten ve görmezden gelmekten yanadır. Oysa kadını patlama noktasına getirecek durumun arkasında yatan neyse, o da duygusal iş bölümü kapsamında  paylaşılmalı. Bu durum erkeğin kendisine de yararlı olabilir. Ayrıcalıklardan yararlanmayı tercih eden erkek öfkemizi artırıyor. Çünkü hem kendilerinin hem de bizim işimizi zorlaştırıyor. Onlara öfkeli olmak da hakkımız! Tabi burada erkek gibi davranan, patriyarkanın değerleriyle hareket eden kadınlar olduğunu da belirtmeliyim. Zaten liberal feminizm bunu destekler niteliktedir. Kadınlar da askere gidebilir vs.

Ekofeminist yaklaşım doğası itibariyle kapitalizme ve onun uzantısı neoliberal politikalara mesafeli durur. Kadın hakları mücadelesi açısından çatışma oluşturabilecek, benim de sık sık tanık olduğum bir konu var. Doğaya dönmek ya da daha ekolojik yaşamak denilince, kadınlar özellikle geçtiğimiz yüzyılda kazandıkları teknolojik temelli bazı konforları kaybetmekten korkuyorlar. Ancak bunlar tüketim kültürünün ve kapitalist üretim biçimlerinin de bir parçası. Ev içi emeği rahatlatan elektronik aletler, kullan-at pedler ve çocuk bezleri vb. modern ürünler, kadınların iş yaşamına dahil olmasını kolaylaştıran araçlar olarak kabul ediliyor. Bu çatışma üzerine sizin düşünceleriniz nelerdir?

Kapitalizm doğayı kaynak deposu olarak görür. Dikkat ederseniz dünya genelinde doğanın yağmalanmaması ve yaşamın savunulması için suyuna, toprağına  tohumuna sahip çıkan çoğunlukla kadınlardır. Yağmalanan doğayı onarmaya yönelik teknik buluşlar erkeğe ait gibi görünse de onların arakasında bir dizi kadının emeği vardır. Görünmez emekten söz ediyorum. Kısacası toplumsal iş bölümünde kadın, öğrenilmiş alışkanlıklar gereği derleyip bir araya getiren, devşirendir. Sofrasına yenebilir otları, şifalı ağaç kabuklarını koyan, yabani balın nerede olabileceğini bilendir. Mezopotamya‘da ilk buğday tohumunu evcilleştirenin, Meksika’da ilk mısır yetiştiren kişinin kadın olduğu dikkate alınırsa tohumu koruyagelen ve kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan ve bu bilgeliği taşıyan genelde kadındır. Neoliberal politikaların patentleme ile ellimizden aldığı bu gücümüzü; para ekonomisi değil ekolojik ekonomi kapsamında geri istiyoruz!

Tüketim kültürünün öznesi de nesnesi de kadındır. Ev içi özel alanında satın alınacaklara kadın karar verir gibi görünür. Aslında bu dahi orta sınıf ve belli haklarını elde etmiş, bütçeden evin ihtiyaçlarına göre harcama gücünü elinde bulunduran kadının etkinlik alanıdır. Alt sınıf kadının değil.

Ben primitivist değilim. İnsani ölçekteki teknolojilere taraftarım. Çünkü cinsiyetten bağımsız olarak teknoloji, özgür düşünmemiz için bize zaman kazandırır. Kullan-at petler taraftarı olmadığım için kitabımızda ekolojik pedler üzerinde durduk. Çocuğumu hazır bezlerle değil kendi elimle yıkadığım bezlerle büyüttüm, mamasını dahi atık üretmemek adına hazır satılanlardan almayıp tohumları ezerek kendim yaptım.

Ekofeminizmin erkeklere yüklediği rol nedir? Erkekler bu hareketin neresinde durmalı ve nasıl insiyatif almalılar?

 Erkeklerin ne yapmaları gerektiğiyle ilgilenmiyorum. Biz kadınlar onlara reçete sunamayız. Doğruyu beslerlerse hep birlikte iyiliği büyütürüz. Kendileri karar verecek nerede duracaklarına ve ne yapacaklarına. Yardım sözcüğünün tartışıldığı dönemdeyiz. Eşine (partnerine) yardım etmek ne demek? İşin doğası gereği paylaşılması en doğal beklenti değil midir?

Kentleşme hala ekolojik sorunları üreten en önemli unsurlardan biri. Doğaya dönüp orada bir yaşam kurmak herkesin planlayabildiği ve imkanının olduğu bir proje olamıyor. Ekofeminizm kentte nasıl bir mücadele yürütebilir, kent bu yönde nasıl dönüştürülebilir sizce? Özellikle de kentte kamusal alan daralırken ve eski komşuluk ilişkileri dağılıp insanlar daha bireyselci bir yaşam tarzına geçmişken

Mekanın diyalektiğine ve ilişkisine kafa yormuş özgürlükçü Marksist Henry Lefebvre kenti geniş bir ekosistem olarak tanımlar. Yapılacak yapılar ve kullanılacak alanlar ona göre tasarlanmalıdır. Kamusal alan kullanımı renk, dil, sınıf, ırk ve cins olarak demokratik ve eşitlikçi olmalıdır. Lefebvre’nin Türkçeye kazandırılmış Kentsel Devrim, Şehir Hakkı gibi güzel kitapları var.

Çıkardığımız kitaba da Nur Elçik’in kaleme aldığı “Kentli Kadının Ekofeminizmi” başlıklı bir makale aldık. Kentli  kadın çocuğunun, ailesinin, partnerinin sağlık sorunları nedeniyle en çok gerçek ve sağlıklı gıdaya odaklanmış durumda. Ancak hangi kentli kadın ekolojik pazarlara ulaşabiliyor, asıl sorun burada.

Kamusal alanları geri kazanmak için çaba sarf etmeliyiz. Çünkü kadını görünür kılan yerler buraları.  Elbette, bu alanların ne kadar kadın dostu olduğu önemli bir parametre. Bugün Ege köylerinde dahi hala kadın vücudunu küçülterek köy meydanından hızla geçmek zorunda kalabiliyor. Adam kahvede onun acizliğini seyrederken, onu tahakküm altına almanın zevkiyle keyifle çayını yudumlayıp sigarasının dumanını savuruyor. Ev zaten erkek için dinlenme yeridir. Kamusal alanda vücuduna diline eline beline dikkat etmek zorunda bırakılan kadındır.  Geçenlerde  ‘mor cepken’ hikayesini duydum. 1900’lerin başlarında Efelerin cepken yeleği gibi kadınlara da evlenirken sandıklarına bir mor cepken konurmuş. Kadın kocasıyla çözemediği bir sorun yaşarsa, mor cepkeni giyip köy meydanına otururmuş.  Onu üzgün ve öfkeli görenler gelip sorunu anlamaya ve çözüme yardımcı olmaya çalışırlarmış. Öyle sanıyorum ki bu vesile ile köyün kadınları da o kamusal alana çıkabiliyordu.  Belki de bunlar Ege’nin Efe kadınlarıydı, yani kadın haklarının Osmanlı döneminde temelini atanlar… Çoğu kişi  Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün haklarını verdiğini düşünür, ancak bunun arkasında belki de 200 yıla dayanan bir kadın örgütlenmesi vardır.  Bu bağlamda Serpil Çakır’ın Osmanlıda Kadın Hareketi  kitabı çok değerlidir.

 Yeni kitabınızda Ekolojik Feminizm Penceresinden Büyümeme (Degrowth) Ekonomisine Bir Bakış” başlıklı bir yazınız var. Büyümeme ekonomisi tam olarak ne anlama geliyor ve bu yaklaşımı ekofeminist bir perspektifle nasıl birleştiririz? 

 Elbette burada büyümeme hakkında feminist ekonomiye de değinmek gerekiyor. Para ekonomisine dayalı ekonomik büyüme yerine müşterekler yoluyla herkese dağıtılacak refahın  büyütülmesi gerekiyor. Bu, belki reformcu bir yaklaşım gibi görünebilir ama eşitlikçiden öte hakkaniyetli ortamlar yaratmamız gerekiyor.

Büyümeme daha çok gelişmiş ülkelerin gerçeği diyenler olabilir. Ancak gelişmiş ya da geri kalmış olsun kapitalizm eleştirisi de bir ekonomik büyümeme ve adalet vurgusuna dayanır. Ben yazımda daha çok kadının tüketim toplumunun (kapitalizmin) feodal dönemdeki arazi çevirmelerinden itibaren patriyarkada nasıl nesne olarak göründüğünü anlatmaya çalıştım.  Endüstriyel kapitalist hatta militarist erkek egemen toplumun kullan- at mentalitesi, kadın vücudu ve ruhu üzerinde de tahakküm kuruyor. Sahip olma anlayışı… doğaya hakim olma, alt etme, başa çıkma adeta tecavüz kültürü destekler nitelikte. Tıpkı devasa maden ocakları açarak doğanın canına okumak, barajlarla  nehirlerin suyunu hapsedip ekosistemin canlılığını ve çeşitliliğini öldürmek gibi… Doğayı evcilleştirmek, sivilize etmek, bir kadının vahşiliğiyle başa çıkmakla özdeşleştiriliyor.

  1. yy şairlerinden Henry Vaughan’ın şiiriyle ilerlemek istiyorum:

Teslim aldım doğayı, yarıp geçtim her yerini

Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini

Rahmini gögüslerini ve başını

Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini parçalayıp açtım.

– (Vanity of Spirit parçasından)

 Ekolojistler genelde, 18’inci yy’ın başlangıcından bugüne; endüstriyel döneme odaklanır. Oysa gerek din, gerek modernleşme ile işin tohumları çok daha önce atılmıştır. Hatta kadına tahakküm; yaşı büyük olanın genç üzerindeki tahakkümü (gerontokrasi), sınıf, ırk gibi en temel hiyeraşik ilişkiler içinde dünyada ilk ortaya çıkan tahakküm ilişkisidir. Neolitik döneme kadar uzanır.

 Kitabrı pdf’sine buradan ulaşılabilirsiniz

 

Kadının özgürleşmesinde dayanışma ekonomilerinin rolü – Göknur Yumuşak

Yıllar hızla geçiyor. Yine bir 8 Mart haftasındayız. Kadınlar salonlarda ve alanlarda çeşitli etkinliklerde buluşacaklar. Ancak nüfusa oranladığımızda yine az sayıda kadın sokaklarda olacak. Feminist hareket sayesinde önemli kazanımlar sağlanmış olsa da Türkiye’de kadın hareketi toplumsallaşamadı. Bunun en önemli nedenleri arasında genel anlamda örgütlenme sorunu, kadınların büyük bir kesiminin  ekonomik özgürlüğünün olmayışı ve bu yüzden de özgürleşememeleri ile erkek egemen sistemin baskısı sayılabilir.

Çok uluslu şirketlerin politikaları gereği, kırsal kesimde yaşayan nüfus tüm dünyada çok azaldı. Örneğin Türkiye’de Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) verilerine göre köylerin nüfusu % 7.2’ye düştü. Bu oran kırsal nüfusun yok olmak üzere olduğunu gösteriyor. Sözkonusu politikaların amaçlarından biri, kente göç eden yığınların her alanda iyi bir alıcı kitle oluşturması olsa da işsizlik ve yoksulluk, en büyük sorunlardan biri haline geldi. İşsiz (ve yoksul) kesim içinde kadınların oranı ise erkeklere nazaran çok daha fazla. Yine TÜİK verilerine göre 2018 yılında erkeklerin istihdam oranı 65.7 iken kadınlarda bu oran yüzde 29.4. Dolayısıyla milyonlarca kadın üretime katılamıyor, ekonomik bağımsızlıkları olmadığı için özgürleşemiyor; şiddet de görseler, öldürülme riskleri de olsa boşanamıyorlar.

İşsizlik, yoksulluk, şiddet ve adaletsizlikle boğuşan kadınlarda, başta depresyon olmak üzere bir çok ruhsal hastalığa yakalanma oranı da erkeklerle karşılaştırıldığında çok yüksek.  İstatistiklere göre, depresyon hastalığı kadınlarda % 65-70 , erkeklerde ise  % 30-35 oranında görülüyor.

Başka bir iktisat bilimi: Bacılar projesi

Cinsiyet eşitsizliği sorununun çözümlenmesindeki en önemli ayaklardan biri olan “ekonomik özgürlük” konusunda üretilen çözümlerden biri de “dayanışma ekonomileri.” Konuyla ilgili  24-25 Şubat tarihlerinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi‘nde “Bacılar” adıyla bir Halk Çalıştayı düzenlendi. Çalıştayda, düzenleyiciler Dr. Ferda Dönmez Atbaşı (AÜ SBF Anabilim Dalı Başkanı), Dr. Irene Sotiropoulou (Hull Üniversitesi) ve Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen kadın katılımcılar “halk ekonomisi nedir, halkın ekonomisine dair bilgi nasıl üretilir ve yeni nesillere nasıl aktarılır konularında tartıştı. Katılımcıların tespit edilmesi ve iletişimi konularında destek olduğum çalıştayın amacı; bir çok durumda akademi dışında bulunan ekonomik bilgileri üreten, paylaşan ve konu üzerinde düşünen herkese yer ve zaman sağlamak olarak ifade edildi.

Çalıştaya katılanlar,  ekonomik bilgi(ler)in çok ve çeşitli olduğundan hareketle, “Üniversitelerde öğretilen, genellikle belirli tarihsel noktalarda belirli coğrafi alanlarda, beyaz, erkek, orta sınıf veya daha üst sınıftan olan ve etraflarındaki insanlarla ve ekonomilerle belirli bağlantıları olan insanlar tarafından oluşturulan, belirli bir ekonomik bilgi türü”ne dair eleştirilerini dile getirdi; bu bağlamda ekonominin farklı yaklaşımların çeşitliliğinden yoksun kalmaya devam ettiğini” vurguladı.

Düzenleyicilerden Dr. Sotiropoulou, çalıştayın yaklaşımıyla ilgili şunları söyledi:

Biz bu yaklaşıma farklı adlar veriyoruz: Halk ekonomisi, Grassroots economics, Ριζικά Οικονομικά, veya (iktisadı okuyan) Bacılar. Bacıyan-ı Rum geleneği ve Anadolu’da yaşamış kadınlarının emek ve örgütlenmelerine saygı göstermek amacıyla çalışmamıza böyle bir isim verdik. Biz, kadınların iktisada dair tecrübeleri ve düşüncelerinin çok önemli olduğunu, iklim krizi koşullarında ve her tür adaletsizliğin her ortamda yaşandığı bir çağda, toplumun bilgisini dikkate almayan ve kâr peşinde koşan ‘ekonomik adam’ın modellerinin faydalı olamadığını düşünüyoruz. Kolektif, doğaya ve adalete uygun bir iktisada  olan ihtiyacımız her zamankinden daha yakıcı bir şekilde kendini hissettirmektedir.”

Türkiye’nin her bölgesinden toplam  43 kişinin katıldığı çalıştay çok verimli geçti. Dayanışma ekonomisi ağında ( özellikle ortaklarının  tamamı kadın olan tarımsal kalkınma kooperatifleri ve tüketim kooperatifleri) yer alan kişiler arasında dayanışma ve güç birliğine dair çok güzel ilişkiler gerçekleşti.

Seferihisar örneği

Türkiye’de mevcut iktidar, kadınların çalışma hayatına girmesi ve üretime katılması konusunda sorumluluğunu tam olarak yerine getirmiyor. Bu yüzden yerel yönetimlere çok iş düşüyor.

Bu örneklerden biri de Seferihisar Belediyesi ile dayanışma içerisinde 6 Nisan 2010 yılında kurulan ve ortaklarının tamamı kadın olan Seferihisar Hıdırlık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi. Çok başarılı işler yapıyorlar. Belediye üretim ve pazarlama aşamalarında desteğini esirgemiyor. Bu kooperatifle ilgili 2019 Karaburun Bilim Kongresi’nde sunduğum bildiride, kadınların sosyalleşmesi ve ekonomik özgürlüklerini kazandıkları için duydukları mutluluk, en çok vurgu yaptığım konulardan biriydi.

Tüm dünyada köylülük ve çiftçilik darbe alırken “Başka bir köylülük ve çiftçilik, başka bir yaşam mümkün,” diyerek yola çıkan Seferihisar modeli şimdi de İzmir ölçeğinde uygulanıyor. Büyükşehir Belediyesi, kentin kenar semtlerinde yaşayan dezavantajlı kadınları üretime katmak için yaptığı çalışmalar kapsamında, semt evlerinde kadınları kooperatif çatısı altında bir araya getiriyor. Tarımsal Kalkınma  Kooperatiflerinde üretilen ürünler işlenerek pazara gönderiliyor ya da doğrudan kadınlar tarafından tüketici pazarlarında satılıyor. Bunlardan biri de Kadifekale’de kurulan Pagos Üretici Pazarı. 24 kooperatifin katıldığı pazarda, belediye stant açan yüzlerce kadına, önce hijyen vb. konularında eğitimler veriyor, kentin her semtinden pazara ulaşımı da sağlıyor. Aralarında, 50’li yaşlarında hayatında ilk kez para kazanan kadınların da bulunduğu kooperatif sayesinde sigortalarını yaptırıp primlerini de ödeyebiliyorlar.

Bu tür girişimlerin kadının özgürleşmesine katkısının yanı sıra, tüketicilerin de sağlıklı ürünlere, aracısız ulaşması, market zincirleri dışında bir piyasa oluşması, köy ekonomilerinin kalkınması, işsizlik ve örgütlenme sorunlarına bir ölçüde çözüm bulması gibi katkıları da var.

İklim krizinin çözümüne yerel katkı

Halk Ekonomisi Çalıştayı’nın ikinci gününde, İreni hoca ve Neptun Soyer’in  katıldığı panelde de belirtildiği üzere, sadece Türkiye’de değil, komşumuz Yunanistan’da da olduğu gibi dünyanın pek çok ülkesindeki kadınların üretime katılabilmesi için önemli örneklerden biri; Dayanışma Ekonomisi.

Toplumsal adaletin sağlanması yönünde önemli bir adım olan bu yeni model, özellikle kadınların yüz yüze olduğu ücretsiz emek sömürüsünün önlenmesi açısından kıymetli bir girişim. Kolektif çalışma, rant ekonomisi dışına çıkarak ortakların dayanışması ve güç birliğinin ön planda olduğu bu tür girişimler iklim krizinin önlenmesini çalışmalarına da katkı sağlıyor. Herkes yaşadığı bölgede, küçük çapta tarımsal üretim yaparken, ürünler mümkün olduğunca az fosil yakıt kullanılarak tüketiciye ulaşabiliyor. Enerjilerini sürdürülebilir kaynaklardan sağlıyorlar. (Ortaklarının hepsi kadın olan Zonguldak Devrek Güneşi T.K.K. Kooperatifi, güneş enerjisiyle elektrik üretiyor.) Tarım zehirleri kullanılmadığı ve yerel tohumlarla üretim yaptıkları için ekolojik döngü bozulmuyor. Endüstriyel tarım yerine küçük alanlarda  sürdürülebilir, doğayla uyumlu, agroekolojik tarım yapılıyor. En önemlisi de bin yıllardır olduğu gibi, her bölge kendisine yetecek kadar üretim yapıyor.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. Dünyada hiçbir kadın ağlamasın.

KONDA araştırması: 10 kişiden yedisi nafaka hakkını destekliyor

KONDA Araştırma Şirketi 2020 yılı Nafaka Raporu’nu yayınladı. Rapora göre her dört kişiden üçü eşlerin anlaşamaması durumunda boşanmayı normal karşılıyor. Her 10 kişiden yedisi ise nafaka hakkını destekliyor.

Nafaka Hakkı Kadın Platformu için hazırlanan rapor insanların boşanma algısı, nafaka hakkı, nafaka kanunu ve güncel tartışmalara yönelik sonuçlar içeriyor. KONDA tarafından hazırlanan raporda nafaka hakkının, iştirak ve yoksulluk nafakası arasındaki farkların ne olduğu gibi genel tanımlara yer veriliyor.

Raporda daha sonra yoksulluk nafakasının neden gündemde olduğuna, siyaset zemininde nafakaya dair kanunlarda düzenleme yapılmasına dair demeçlere ve kanun tasarısına dair duruma değiniliyor.

Her üç kişiden biri evli

Türkiye’de kadınlarla erkeklerin demografik farklılıklarına değinilen raporda Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ülke genelindeki evlilik ve boşanma sayılarına da yer veriliyor. Araştırma ülke genelinde 29 ilde 15 yaş ve üzeri 3594 kişiyle hanelerinde yapılan yüz yüze görüşmelere dayanıyor.

Yarısı kadın, yarısı erkek olan bu kişilerin yüzde 67’si, yani her üç kişinin biri evli, yüzde 24’ü bekar, yüzde 4,8’i dul, yüzde 1,8’i boşanmış ve yine yüzde 1,8 sözlü veya nişanlıydı.

Dört kişiden üçü boşanmayı normal karşılıyor

Görüşülen bu kişilerin yüzde 67’sinin en az bir çocuğu ve yüzde 41’inin halen 18 yaşının altında olan çocuğu veya çocukları bulunuyor. Toplumun yüzde 72 ’si, yani her 4 kişinin 3’ü eşlerin anlaşamaması durumunda boşanmayı normal karşıladığını belirtiyor. Raporda öne çıkan diğer başlıklar ise şu şekilde:

  • Kadınların yüzde 74’ü boşanmayı normal karşılarken bu oran erkeklerde yüzde 70’e düştüşüyor. Yaş arttıkça boşanmaya karşı negatif hisler artıyor. 18-32 yaş arasındaki kişilerin yüzde 76’sı boşanmayı normal karşılarken, 33-48 yaş aralığında bu oran yüzde 72’ye, 49 yaş ve üzerinde ise yüzde 69’a düşüyor.

Eğitim seviyesi arttıkça boşanma normalleşiyor

  • Eğitim seviyesi arttıkça boşanmayı normal karşılama artıyor. Lise altı eğitimli olanların yüzde 65’i boşanmayı normal karşılarken, bu oran lise mezunlarında yüzde 78’e, üniversite mezunlarında ise yüzde 84’e yükseliyor.

Yüzde 82, iştirak nafakasını destekledi

  • İştirak nafakasına dair “Boşandıktan sonra çocuk yetişkin olana kadar babanın nafaka ödemesi yasalarla güvence altına alınmalıdır” ifadesine toplumun yüzde 82’si katıldı ve iştirak nafakasını destekledi.

Yoksulluk nafakasına destek yüzde 76

  • Yoksulluk nafakasına destek de oldukça yüksek çıktı: Yüzde 76 “Boşanmada maddi imkanı olmayan kadına, ihtiyaç duyduğu sürece boşandığı kocası nafaka ödemelidir” ifadesine katıldığını veya kesinlikle katıldığını belirtti.
  • İştirak nafakası uygulamasına kişilerin cinsiyet, yaş, eğitim, medeni durumu, nerede büyüdüğü, çocuğu olup olmadığı gibi özellikleri ne olursa olsun, toplumun tüm kesimleri yüksek oranlarda destek veriyor
  • Yoksulluk nafakasına dair “Boşanmada maddi imkanı olmayan kadına, ihtiyaç duyduğu sürece boşandığı kocası nafaka ödemelidir” önermesini de toplumun tüm kesimleri yüksek oranlarda destekliyor.

  • İştirak nafakası ve yoksulluk nafakası konularındaki görüşlerin bir arada analizine göre, ikisini birden destekleyenler, yüzde 70 oranında. Diğer bir deyişle her 10 kişinin 7’si ikisini birden destekliyor ve toplumun nafaka konusunda tavrının oldukça net olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla toplumda genel olarak boşanmaya karşı bir direnç olmadığı ve bu dosyada ele alınan yoksulluk nafakası konusunda kadının desteklenmesi gerektiğine dair güçlü bir inanç olduğu anlaşılıyor.