Enerji Ekonomisi Derneği tarafından geleneksel olarak düzenlenen ‘Yılın Enerjik Kadını’ ödülünün bu yılki kazananı Türkiye’nin ilke enerji kooperatiflerinden biri olan Troya Enerji Kooperatifi’ni kuran üç kadın girişimci oldu.
EED Başkanı Prof. Dr. Gürkan Kumbaroğlu, jürinin bu yıl Derya Nazan Ünverir, Dilek Özsoy Çakılcıoğlu, Filiz Kırçın Kaya’yı ödüllendirdiğini açıkladı. Üç ismin uzun süreli ve oldukça meşakkatli bir sürecin ardından Türkiye’de ‘Enerji Kooperatifi’ kuran ilk isimlerden olduğunu anlatan Prof. Dr. Kumbaroğlu, “Yenilenebilir enerjinin dünya genelinde bu denli önemsendiği bir dönemde kendi çabalarıyla bu işi kooperatif noktasına çıkarabilmek için kolları sıvayan ve önlerine çıkan tüm zorlukları bir bir aşarak hedeflerini gerçekleştiren üç ismi özel ödüle layık gördük” diye konuştu.
Ödüller, 9 Nisan 2020 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenecek Enerji ve Sürdürülebilirlik Sempozyumu’nda verilecek.
Mevzuatı değiştirmeyi başardılar
Yönetim kurulu tamamen kadınlardan oluşan Troya Enerji Kooperatifi, 2012’de başlayan yolculuğunda gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda, 2016 yılında ilk kez yönetmelikte yer almayı başardı. Yenilenebilir enerji ve kooperatifler konusundaki bilgi boşluğunu doldurmak amacıyla enerji kooperatifi kuruluşunu adım adım gösteren bir kitap da hazırlayan kooperatif yönetimi, aynı dönemde İngiltere’deki enerji kooperatifleri deneyimlerini gösteren çeviri bir kitabı da Türkçe olarak yayınlattı.
Dünyayı etkisi altına alan yeni tip koronavirüs (kovid-19), bu kez de İtalya’da hayatı durdurdu. Avrupa ülkeleri arasında ilk ölüm haberinin geldiği İtalya’da virüs sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı 366’ya çıktı. Ülkede bildirilen vaka sayısı 7 bin 259 olurken, 36 kişinin durumunun da kritik olduğu belirtildi.
İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, Lombardiya bölgesi ile 14 kentin giriş çıkışlarını kapattığı bir kararname yayınladı. Böylece 16 milyonun yaşadığı bölge karantina altına alındı. Ülkedeki okullar, üniversiteler, tiyatro ve sinemalar, barlar, gece kulüpleri, spor faaliyetleri, cenaze törenleri ve dini seremoniler en az iki hafta askıya alındı.
Vatikan Müzesi de kapalı alanlar arasında yer aldı. Papa Francis, pazar ayinini Saint Petrus Meydanı’nda balkon yerine canlı yayın üzerinden gerçekleştirdi. Böylece yüzyıllardır süren bir gelenek ilk defa sekteye uğramış oldu.
Fotoğraf: AP
Karantinaya alınan şehirler Modena, Parma, Piacenza, Reggio Emilia, Rimini, Pesaro e Urbino, Alessandria, Asti, Novara, Verbano Cusio Ossola, Vercelli, Padova, Treviso ve Venedik olarak duyuruldu.
Parti lideri ve Kara Kuvvetleri Komutanı’na teşhis
Virüs üst düzey yetkililere de sıçradı. Koalisyon hükümeti ortaklarından Demokratik Parti lideri ve Lazio Bölgesel Yönetim Başkanı Nicola Zingaretti ve Kara Kuvvetleri Komutanı Salvatore Farina virüs testlerinin pozitif olduğunu açıkladı.
ABD Kongre üyeleri karantinaya girdi
ABD’de ölü sayısı 22’ye yükselirken, virüsün tespit edildiği hasta sayısı ise 554 oldu. California ve New York’un ardından ülkenin kuzeybatı yakasındaki Oregon eyaletinde de acil durum ilan edildi.
Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi üyesi Paul Gosar ve Cumhuriyetçi Texas Senatörü Ted Cruz, Muhafazakar Siyasi Faaliyet Konferansı’nda Koronavirüs taşıyan kişilerle temasta bulunduklarını ve buy sebeple kendilerini karantinaya aldıklarını duyurdu. İki kongre üyesi henüz bir semptom göstermediklerini, ama önlem olarak 14 gün boyunca evlerinde kalacaklarını bildirdi.
Suudi Arabistan’da eğitime ara
Suudi Arabistan Eğitim Bakanlığı, yeni tip Koronavirüs (Kovid-19) salgınına karşı önlem amacıyla bugünden itibaren ülke genelinde eğitime ara verildiğini duyurdu. Ülkede henüz bir ölüm yaşanmazken, 15 kişiye tanı konulmuştu.
Tablo: Worlometer
Ölüm sayısı 3 bin 831’e yükseldi
Dünya genelinde koronavirüs sebebiyle bildirilen ölüm sayısı ise Worldometer tarafından bildirilen verilere göre 3 bin 831’e yükseldi. Toplam görülen vaka sayısı ise 110 bin 313 olarak açıklandı. Bu kişilerden 62 bin 395’i iyileşme gösterdi, 5 bin 979 kişinin ise durumunun kritik olduğu belirtildi.
Virüsün yayıldığı ülkeler arasına ise Arnavutluk ve Bangladeş de eklendi. 55 vakanın görüldüğü Mısır’da ise ilk ölüm yaşandı.
Nasıl korunulur?
Türkiye’de henüz herhangi bir kişiye henüz resmi olarak virüs tanısı konulmadı. Ancak virüsün ülkeler arasındaki yayılış hızı burada da vakaların görülebileceğini işaret ediyor. Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan virüsten korunma önlemleri ise özetle şu şekilde:
Ellerinizi sık sık su ve sabun ile en az 20 sn boyunca yıkayın. Su ve sabunun olmadığı durumda alkol bazlı el antiseptiği kullanın.
Öksürme ve hapşırma sırasında burun ve ağzınızı tek kullanımlık kağıt mendil ile örtün, olmadığı durumda dirsek içini kullanın. Mendili derhal çöp kutusuna atın ve ellerinizi su ve sabunla yıkayın.
Soğuk algınlığı veya grip benzeri semptomları olan kişiler ile bir metreden yakın temastan kaçının.
AKP’den istifa eden eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, FOX Tv’de İsmail Küçükkaya’nın sunduğu Çalar Saat programına katıldı. Babacan, partisinin resmî kuruluş dilekçesini bugün İçişleri Bakanlığı’na vereceklerini açıkladı.
Ali Babacan, İsmail Küçükkaya’nın, “Partizin adı adı Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) mi olacak?” şeklindeki sorusuna, “Partinin ismi çarşamba günkü lansman programında teyit edeceğiz. Bu çıkan isim olabilir de, başka bir isim de olabilir” dedi.
Ali Babacan’ın açıklamaları şöyle:
Partinin ismini çarşamba günü tanıtım programında teyit edeceğiz. 90 kurucumuzla beraber kamptaydık. Bütün belgeleri kayıt altına aldık, bu sabah da İçişleri Bakanlığına resmi heyetimiz dilekçe verilecek.
Öncelik basın ve ifade özgürlüğü
Temel ilkeleri ihya eden, özgürlükleri demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ihya eden bu evrensel değerler temeline oturmuş kendi vatandaşı için çok daha yaşanabilir Türkiye’yi oluşturmak bugünün ihtiyacı. Bu yönetimle bunu gerçekleştirmek mümkün değil. Bu siyaset tarzıyla bu ülkenin refaha erişmesi mümkün değil. Sen neden iktidar partisini destekliyorsun diye sorduğunda insanlar daha kötüsü olur mu diye verdiğini söylüyor. Korku siyaseti var. Korkular üzerinden beslenen bir siyaset var. Biz Türkiye için refah seviyesi çok daha arttığı, insanların korkmadan geleceğini planladığı bir Türkiye istiyoruz. Bunları yapmazsak Türkiye çok daha kötü günleri görür.”
Çarşamba günü partimizin programını paylaşımda göreceksiniz birinci sayfa basın özgürlüğü. İfade özgürlüğü olmayınca problemleri dile getiremiyorsunuz. Problemlerini tartışmayan bir ülkenin sorunları çözmesi mümkün değil .Sorun var diyeni susturuyorsanız bir şekilde o ülke sorunlarını konuşamıyor emektir. Aynı hastalığını inkar eden bir hasta olarak düşünün. Tedaviyi reddettiği için bir türlü iyileşemiyor. Türkiye’nin şu anki sorunu bu.”
Babacan’ın partisinin 90 kişilik Kurucular Kurulu’nda AKP’den ayrılan eski bakanlar Sadullah Ergin, Nihat Ergün, AKP’den ayrılan milletvekili Mustafa Yeneroğlu, eski AKP’li vekiller, yazar Gülay Göktürk, Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından MHP’de liderlik yarışına giren Ramiz Ongun, eski Mazlum Der Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, eski korgeneral Mehmet Şanver, KAGİDER’in kurucularından Senem Oktar gibi isimler yer alıyor. Babacan’ın ekonomiden sorumlu bakan olduğu dönemde Hazine Müsteşarlığı yapan İbrahim Çanakçı, askeri strateji analisti Metin Gürcan, eski Kadın ve Aile Bakanı Selma Aliye Kavaf, eski TÜİK Başkanı Birol Aydemir de Kurucular Kurulu’nda bulunuyor.
‘Gül’e yakın isimler davet edilmedi’ iddiası
Sözcü gazetesindeki iddiaya göre, Babacan ve ekibinin partisi için Ankara’da düzenlenen tüzük çalışmasına eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yakın isimler çağrılmadı. İki günlük toplantının son gününde sadece bazı isimler davet edildi. Gül cephesi, “Kurucu olmayacağız” diyerek reddetti. Beşir Atalay, Haşim Kılıç ve Candan Karlıtekin’in yeni partide olmayacağı öğrenildi.
Ali Babacan parti kurma sürecinde birlikte anıldığı eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili soruya şu yanıtı verdi:
Abdullah Gül ile çok eski dostuz. Ben siyasete girmeden önce tanıyordum. Beni siyasete davet eden kendisi. Bizim parti hazırlık çalışmalarında bize tecrübesiyle ve fikirleri ile çok destek oldu. Ama siyasi kadronun tamamı biz ve bizim arkadaşlarımızdan oluşan kişiler. Bu kadronun mümkün olduğunca siyaseti bilen ve siyasete yeni kazandırdığımız kişilerden oluşuyor. Listemizde göreceksiniz ki daha önce siyaset yapmamış isimler. Yüzde 30 kadın üyelerden oluşuyor. Yüzde 20’ye yakın 30 yaş altı var. Tüzüğümüze genç ve kadın kotası koyduk. Engelli kotamız var. ”
Osman Kavala yorumu
Gezi davası gerekçe gösterilecek iki yılı aşkın süre cezaevinde tutulan Osman Kavala hakkında da konuşan Babacan, “Osman Kavala sağlam bir gerekçe olmadığı halde iki yılı aşkın süredir cezaevinde bulunduğu dosyadan beraat etti, aynı gün başka bir soruşturmada tutukladı, böyle bir ülkeye yatırımcı nasıl gelecek?” dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kuzey Marmara Otoyolu Kınalı-Odayeri Kesimi Açılış Töreni’nde konuştu. Konuşmasında Kanal İstanbul projesine değinen Erdoğan, “Kanal İstanbul en yakın zamanda ihaleye çıkıyor. 2011 yılında ilk kez milletimizle paylaştığımız bu projeyle ilgili olarak her türlü etüt çalışmasını yaptırdık. Bu proje Türkiye’nin stratejik gücüne çarpan etkisi yapacaktır” dedi.
Erdoğan şunları söyledi:
Türkiye’yi, ulaşım, sanayi, üretim, ticaret, sağlık, eğitimle beraber, kültür alanında da hak ettiği seviyeye ulaştırana kadar durmayacağız.
Hiç şüphesiz bunların başında yüz yılın projesi olarak nitelendirilen, bu kardeşinizin çılgın proje dediğimiz Kanal İstanbul projesi de en yakın zamanda ihaleye çıkıyor.
2011 yılında ilk kez milletimizle paylaştığımız bu projeyle ilgili olarak jeolojik, jeoteknik, hidrolojik araştırmalar, dalga ve deprem analizleri dahil her türlü etüt çalışmasını yaptırdık.
‘Çarpan etkisi’
Bugüne kadar 11 farklı üniversiteden ve çeşitli kamu kurumlarından 200’ün üzerinde bilim insanı bu projeyi inceledi. Bakanlıklarımız süreci yakından takip ediyor.
Kanal İstanbul ufku dar, vizyonu dar, ön yargılarının esiri olmuş kimi çevrelerin insafına terk edilmeyecek kadar mühim bir projedir. Bu proje Türkiye’nin stratejik gücüne çarpan etkisi yapacaktır.
İdeolojik saplantılarla hareket eden bir avuç hizmet düşmanına değil, milletimizin ne dediğine neyi istediğine bakıyoruz.
‘Marka değeri’
Tek dertlerinin ülkeye uzun yıllar hizmet üretecek eserler ortaya koymak olduğunu ifade eden Erdoğan, “Bunun için birileri istemese de kamu, özel sektör, vatandaş iş birliğiyle boğazın yükünü hafifletecek, şehrimizin marka değerini artıracak Kanal İstanbul’u ülkemize kazandırmakta kararlıyız”
100 bin kişinin itirazına birkaç cümlelik savunma
Öte yandan proje için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna 100 binden fazla vatandaştan gelen itiraza devletten iki satırlık yanıt geldi.
Sözcü’den Erdoğan Süzer’in haberine göre İstanbul Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, 100 bini aşkın dilekçe sahibine birkaç cümleden oluşan tek sayfalık açıklamayla yetindi. Valiliğin resmi internet sitesinden yaptığı duyuruda Kanal İstanbul projesiyle ilgili olarak gelen halkın görüş ve önerilerinin bakanlığa gönderildiği belirtilerek şu ifadeler kullanıldı:
“Bakanlığımızdan konu ile ilgili gelen yazılarda; ‘gönderilen başvuruların, projeye ilişkin son şekli verilen nihai ÇED raporunun askı sürecinde bakanlığımıza ulaşan dilekçeler ile benzer hususları içerdiği, dilekçelerde belirtilen konuların ÇED olumlu kararına esas nihai ÇED raporunun ilgili bölümlerinde değerlendirildiği’ belirtilmiştir.”
Londra’daki Yokoluş İsyanı aktivistleri, iklim krizinin kadınlar üzerindeki etkisine dikkat çekmek için üstsüz insan zinciri oluşturdu. Waterloo Köprüsü’nü trafiğe kapatan eylemciler, vücutlarına “İklim Tecavüzü”, “İklim Cinayeti”, “İklim Suistimali”, “İklim Eşitsizliği” ve “İklim Adaleti” yazarak iklim krizinden kadınların daha fazla etkilenmesine vurgu yaptı.
İklim aktivistleri, eylemleriyle birlikte 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için ‘iklim bir kadın meselesidir’ mesajını vermek istediklerini belirtti. Eylemciler, iklim krizine karşı önleyici ve uyum sağlayıcı adımlar atılmadığı takdirde dünyanın birçok yerindeki kadınlar için eşitsizliğin daha da artacağını söyledi.
‘Kadına karşı şiddeti artırıyor’
Eylemin yapıldığı köprü aynı zamanda “Bayanlar Köprüsü” olarak biliniyor. Sebebi ise İkinci Dünya Savaşı sırasında köprüyü inşa eden birçok kaynakçı, taş ustası ve işçinin kadınlardan oluşması. Grup adına yapılan basın açıklamasında iklim krizinin kadınlar üzerindeki etkileri şu şekilde belirtildi:
Uluslararası Doğayı Koruma Birliği‘nin Ocak 2020 tarihli bir raporu, iklim çöküşünün ve çevresel bozulmanın kadınlara karşı şiddetin artmasına neden olduğunu buldu. Rapor, ormansızlaşma ve toprağın bozulmasının kadınların odun gibi ihtiyaç duydukları şeyleri toplamak için daha fazla seyahat etmeleri gerektiği ve bu yolculukları yaparken şiddete, tecavüze ve kaçırılmaya maruz kaldıklarını ortaya koydu.
Dahası, iklim değişikliğinin sonucu olarak gittikçe artan doğal afetler gerçekleştiğinde, kadınlar tahliye kamplarında cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Topraklarını yıkımdan korumak için harekete geçen kadınlar da sonuç olarak cinsel şiddete maruz kalmaktadır.
‘Yerinden edilenlerin yüzde 80’i kadın’
BM rakamları, iklim değişikliğiyle yerlerinden edilen insanların yüzde 80’inin kadın olduğunu gösteriyor. Küresel olarak, kadınların yoksulluğu yaşama ve erkeklerden daha az sosyoekonomik güce sahip olma olasılığı daha yüksektir. Bu, altyapıyı, işleri ve konutları etkileyen felaketlerden kurtulmayı zorlaştırır. Örneğin, 2005’te Katrina Kasırgası‘ndan sonra, Afrikalı-Amerikalı kadınlar Louisiana’daki selden en kötü etkilenenler arasındaydı.
Mintram: Hükümetimizi eyleme geçmeye ikna etmeliyiz
Eylemde yer alan, aynı zamanda Yokoluş İsyanı Uluslararası Destek Ekibi’nde yer alan Sarah Mintram, “Dünyadaki kız kardeşlerimize neler olduğu hakkında alarm vermek ve Birleşik Krallık‘taki kadınlara iklim ve ekolojik acil durum sorununuzu söylemek için buradayız” dedi. Mintram “Eğer hükümetimizi eyleme geçmeye ikna etmezsek kadınlar bundan orantısız bir şekilde etkilenecek” ifadelerini kullandı.
Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel ile Yeni Yaşam gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser ve Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik Libya’da hayatını kaybeden MİT görevlisinin cenazesi haberiyle ilgili açılan soruşturma kapsamında tutuklandı.
Konuyla ilgili ifadeleri alınan gazeteciler, adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı. Haklarında gözaltı kararı olması üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne giden gazeteciler hakkında savcılığın itirazı üzerine İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimliği tutuklama kararı verdi.
Aynı anda hem serbest bırakılma hem tutuklanma kararı
Hakkında çıkarılan yakalama kararını, yolda çektiği bir video üzerinden duyuran Ağırel, “Hakkımda yakalama kararı çıkarılmış. Yolda olduğumdan evde bulamamışlar eski kayınvalidemin evi basılmış, eski kayınbiraderimin ifadesi alınmış. Telefon ile çağırıldığımda gideceğim bilinmesine rağmen gecenin köründe evimin basılmasını takdirlerinize sunuyorum” dedi.
Avukat Kazım Yiğit Akalın, İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimliği tarafından tutulan tutanakta aynı anda ev hapsi ile tahliyesine, adli kontrolsüz serbest bırakılmasına ve tutuklanmasına karar verilmesine ise “Türk yargısı altın çağını yaşıyor” diyerek tepki gösterdi.
Murat Agirel hakkinda, İstanbul 5. Sulh Ceza Hakimligi tarafindan ayni anda; 1- Ev hapsi ile tahliyesine, 2- Adli kontrolsuz serbest birakilmasina, 3- Tutuklanmasina!! karar verilmis. İnanmayan asagida ekledigim tutanaga baksin. Türk Yargısı Altın Çağını yaşıyor!! pic.twitter.com/LKAGT6G6Ij
Yeni Yaşam gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik ifade vermeye giderken yaptığı sosyal medya paylaşımında “Emniyet beni evde bulamayınca aradı. Savcı serbest bırakılmamıza itiraz etmiş. Avukatımla birlikte Vatan Emniyet’e gidiyoruz. Musa Anter’den aldığımız meşaleyi asla bırakmayız. Gerçekler karanlıkta kalmayacak ilkemizden sapmayacağız” dedi.
Oda TV’de üç isme tutuklama
Libya’da yaşamını yitiren MİT mensubu albayla ilgili yapılan “Sessiz, sedasız ve törensiz defnedilen Libya şehidi MİT mensubunun cenaze görüntülerine Odatv ulaştı” başlıklı haber nedeniyle Oda TV haber müdürü Barış Terkoğlu, genel yayın yönetmeni Barış Pehlivan ve muhabir Hülya Kılınç da tutuklanmışlardı. Oda TV’ye ise erişim engeli getirilmişti.
Günden güne yıkıcı etkilerini daha çok yaşadığımız küresel iklim krizine karşı Avrupa Birliği (AB) ülkeleri yeni önlemler peşinde… Popüler bilim dergisi Nature’ın aktardığına göre, 4 Mart’ta AB Komisyonu’nun Brüksel’de açıkladığı taslak bir yasa teklifi gereği tüm AB ülkeleri 2050 yılına kadar sera gazı emisyonları net olarak sıfıra indirecekler. Yani hem sera gazı emisyonlarını azaltacaklar hem de yapabilecekleri zorunlu emisyonlara karşılık ormanlar gibi bir yutak alan veya başka yutak teknolojileri geliştirecekler.
AB komisyonu tarafından hazırlanan bu planın önümüzdeki haziran ayında AB zirvesinde onaylanması ve tüm grup ülkeleri için bağlayıcı hale gelmesi umuluyor. Ancak bu noktada ciddi tereddütler var. Onay aşamasında bazı ülkelerin AB Komisyonu tarafından hazırlanan taslakta değişiklikler talep edebileceği ve komisyona vetosuz yetki devri yapmak istemeyecekleri, hatta fosil yakıtlara bağlı enerji politikalarını inatla sürdüren Polonya gibi ülkelerin antlaşma metnini tamamen veto edebileceği konuşuluyor AB kulislerinde…
Yeni plan AB liderlerinden onay alırsa; geçen yıl aralık ayında komisyon başkanı olarak göreve başlayan Ursula von der Leyen tarafından açıklanan ve bir dizi çevre politikaları belgelerinden oluşan Avrupa Yeşil Antlaşması’na eklenecek. Plana göre AB sera gazı emisyonlarını azaltmak için önümüzdeki on yıl için 1 trilyon €’luk bir bütçe ayırmayı planlıyor. Birlik bu bütçe ile ilk adımda 2030 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 yılı referans yıl olarak alındığında %50-55 azaltmayı hedefliyor. Komisyon tarafından yayınlanan tasarı taslağında bu hedeflere ulaşılması için yıldan yıla yapılması gerekenler ve tamamlanacağı tarihler ayrıntılı olarak yer almıyor.
Emisyonları sınırlamak yeterli değil
Bazı gözlemcilere göre bu durumun iki nedeni olabilir. Birincisi Komisyon hedefleri ve gerçekleştirme sürelerini yayınlayarak bu hedeflerin kendi ekonomilerini vuracağını düşünen ülkelerin başlangıçta karşı duruşu ile karşılaşmak istemiyor olabilir. İkincisi ise alınacak önlemler konusunda yeni bilimsel bulgular, yeni teknolojiler ve üye ülkelerin ekonomik (!) kaygılarına göre sera gazı emisyon politikalarını yeniden belirlemek düşünülüyor olabilir. Çünkü Komisyon’un nüfusun en az %65’ni temsil eden üye devletlerin desteğini arkasına alması gerekiyor. Yani sonuçta sera gazı emisyonlarını 2050’ye kadar net olarak sıfıra indirmek için sokaktaki insanın desteğine gereksinimi var.
AB ülkeleri 2019 yılı itibarı ile dünyadaki toplam sera gazı emisyonlarının % 10’nundan sorumlu. Bu oran Çin’in %27’lik, ABD’nin ise %16’lık payı yanında az gibi görülebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir; kişi başı sera gazı emisyonları hesaplandığında yıllık 9 tonu aşkın sera gazı emisyonları ile AB vatandaşları kişi başı 23 ton civarında sera gazı emisyonu olan ABD’den ve 20 ton civarında emisyonu olan Kanada’dan sonra üçüncü sıraya oturuyor. Bu durum tablonun sadece bir boyutunu oluşturuyor; Diğer yandan ise Çin, Hindistan gibi ülkelerin devasa sera gazı emisyonları, genelde AB ülkelerine yaptıkları ‘lüks tüketim malı’ ihracatından kaynaklanıyor. Bir başka anlatımla AB ülkelerinin ‘küresel iklim değişikliğindeki paylarını’ kaldırabilmeleri için sadece ülkelerindeki sera gazı emisyonlarını önlemeleri yetmiyor, lüks tüketim malı ithalatlarını da ortadan kaldırmaları gerekiyor. Sonuçta bu durum kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri içinde birbiri içine geçmiş bir dizi sorunu beraberinde getiriyor. Plana iyimser olarak bakanlar ise tüm bu kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerine karşın AB’nin çabalarının diğer ülkeleri de harekete geçirebileceğini ve fosil yakıtlardan uzaklaşmaya yöneltebileceğini düşünüyor.
İklim aktivistleri: Uzak hedefler yeterli değil
Tekrar dönüp Komisyon Başkanı von der Leyen tarafından savunulan planın haziran ayında yapılacak AB liderler zirvesinde kabul görmesi halinde başarılı olup olmayacağını tartışalım. Aslında 2030, planın 2050’de sıfır emisyon hedefini yakalayıp yakalamayacağını göstermesi açısından önemli bir tarih olacak. Çünkü bu yıla gelindiğinde plana göre AB ülkeleri 1990 yılı referans yıl olarak alındığında sera gazı emisyonlarını %50-55 azaltacak. İyimserlere göre AB bu hedefini tutturabilecek. Çünkü birçok AB ülkesinin kentlerini içine alan CoM benzeri yerel organizasyonlar; zaten 2030 yılına kadar kentlerde %40-50 arası sera gazı azaltımı için çaba gösteriyorlar ve sokaktaki insanın bu hedef için önemli ölçüde desteğini almış durumdalar. Ancak çeşitli iklim aktivisti grupları ise planın yeterince güçlü olmadığını; artık kaybedecek zaman olmadığından; uzak hedefler koymak yerine yaşadığımız yıldan itibaren her yıl hatta her ay için somut hedefler konarak ciddi adımlarla ilerlenmesine ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar.
Aslında AB Komisyonu’nun üye ülkelerin ekonomik çıkarlarını gözeterek sera gazı indirim programlarını yapmayı düşünmesi ve ülkelerin ekonomik çıkar düşünceleriyle bugünden yarına uzanan bir azaltım planını kamuoyu paylaşmaması, iklim aktivistlerinin planı şüphe ile karşılamasını adeta doğruluyor. Ancak ekonomik kaygılardan uzak, dünyanın sınırlı kaynaklarının eşit bölüşümüne dayalı planların başarıya ulaşabileceğinin en önemli göstergesi geçen hafta Çin’den geldi. Koranavirüs salgını nedeni ile yavaşlayan ülke ekonomisi nedeni ile hava kirliliğinin azaldığına dair görüntüler adeta yaşanan hava kirliliği, artan sera gazı emisyonları krizinin çözümünde ekonomik kalkınmaya değil, sürdürülebilirlik endeksine dikkat etmemiz gerektiğini ispatladı. Kalkınmayı sadece ekonomik kalkınma boyutu ile almak, çevresel kaynakları tüketerek ve çevre ülkelerin kaynaklarını sömürerek zenginleşmek ile başta fosil yakıtların kullanımının bırakılmasına dayalı bir plan yürütmek çelişkilerin en büyüğü. Birçok AB ülkesi ülkelerindeki kömürlü termik santralleri kapatırken ve ülke olarak sera gazı emisyonlarını azaltırken, söktükleri bu santralleri başta ülkemiz olmak üzere çevrelerindeki birlik üyesi olmayan ülkelere kurmaları ve kendi finans kuruluşlarına bu santralleri kredilendirmeleri de en hafif söylem ile samimiyetsiz bir tavır. Üstelik fosil yakıtları bırakma planları yapan bazı AB ülkelerinin şirketlerinin dünya üzerindeki kömür ticaretinde önemli rol oynamaları da ilginç bir durum.
Oysa sorun ekonomik büyüme değil, eşit paylaşım sorunu. Sınırsız taleplerin dizginlenip kapitalist üretim ve tüketim alışkanlıklarını terk ederek dünyanın sınırlı kaynaklarının adil paylaşımına dayalı olmayan planların, ne kadar büyük bütçeleri olursa olsun başarıya ulaşma şansı sınırlı olacaktır.
Üstelik başta IPCC olmak üzere bilimsel kuruluş ve bilim insanları küresel iklim değişikliğinin önünün alınabilmesi için 2030’un kritik tarih olduğunun altını çiziyor; 2050’nin değil.
Yaşlandıkça, sırra kadem basan bir ülkenin, ancak bazı akranlarınızın hatırlayabildiği fakat gençlerin akıl almaz ya da anlaşılmaz bulduğu bir ülkenin göçmeni olursunuz. Bu ülkeye önceler ülkesi diyebilirsiniz; büyük bir değişiklikten önce, işleri bu şekilde yapmadan önce, onun kabul edilemez olduğuna karar vermeden önce, eski bir soruna açıklık getirmeden önce… Beni artık pek de var olmayan bir dünya şekillendirdi, bu yüzden kendimi şu an söz gelimi 18 yaşında hayal edemiyorum çünkü bunu yapmak tamamen farklı birini hayal etmek demek. Öyle biri yok, ben ise – hepimiz gibi – tecrübelerim, fırsatlarım ya da fırsatsızlıklarım ve ideallerimin toplam etkisi olarak varım.
Gençliğimi şekillendirerek iz bırakan ve beni yalnız bir feminist – çok daha sonra ise birçok kişiden yalnızca biri – yapan şeylerin çoğu, kadınlara yönelik şiddetin dile getirilmemesi ve buna eşlik eden iftira, taciz ve suskunluktu. Bu bir salgındı ama her olay sözümona münferit bir olaydı, hiç kimse işlenen bu suçları kadınlara yönelik şiddeti eğlence olarak gören kültürle ilişkilendirmemeliydi. Bu durum, suçların olgusal bir gerçek olarak herhangi bir şekilde önem arz ettiğini inkar ederek, önleyici tedbir ve adli kovuşturmanın nadir olduğu kadar etkisiz de olmasını sağladı. Bu güçlerin hepsi varlığını sürdürüyor ama onların yanı sıra var olan başka şeyler de var: Canlı bir sohbet, konuşma, adlandırma, tarif etme ve tanımlama; bahaneleri, örtbası ve mazeretleri reddetme…
Yeni donanımlar tecrübenin sesine karşı…
Bu sohbetler benim içimi açıyor. Aynı zamanda son on yılımı haberlerde korkunç tecavüz, işkence, cinayet, ısrarlı takip ve aile içi şiddet hikayeleri okuyarak ve bunları doğrudan hayatta kalanlardan dinleyerek geçirdiğim için bir ikilem de. Değişimin geldiğini – yeterince olmasa da – görmek beni ne kadar heyecanlandırıyorsa, boğazıma kadar bu (çoğunlukla) erkek şiddetinin ve (çoğunlukla) kadın kıyımının içine dalmak da o kadar yoruyor.
Bana göre kuşaklar arası ayrımlar hakkındaki konuşmalar esas noktayı kaçırıyor ve hepsinin de feminizmi kuşaklar arası bir kedi kavgası – ne de olsa kadınların kavga etmesine herkes bayılır – olarak yerleştirme çabası çok yaygın.
Artık 18 yaşında değilim ama ne kadar çok şeyin değiştiğini bana gösterecek ve o muhteşem itaatsizlikleri ve yüksek beklentileriyle daha fazla şeyin değişeceğine söz verecek çok sayıda 18 yaşında kadın var. Geçen yıl tanıdığım genç bir kadın bir hastanede tecavüz kiti almak için eşlik ettiği arkadaşıyla gece boyu çektiklerini anlattığı yazıyı paylaştığında, birçoğumuz için zor kazanılmış gerçeklerin ve bakış açılarının onun dünya görüşünün bir parçası olduğunu görerek şaşırdım. O bu yeni donanıma sahipti ve insanların olanları fark etme becerilerini baltalayan kendinden şüphe etme haline; “aşırı tepki gösteriyorsun” diyerek başka bir ifadeyle “hissettiklerin yanlış” diyen ve aslında “hislerin başkaları için uygunsuz, bu yüzden onları doğar doğmaz boğ” demek isteyen o tecrübeli sese sahip değildi.
Uzun yıllar önce, aşağı yukarı şöyle bir aforizmaya rastladım: “Gençliğe olan saygıyı hatırla.” (Remember the respect due to youth.) Çağımızın en zararlı mitlerinden biri, bilgeliğin ağaç halkaları gibi istikrarlı ve standart bir şekilde yaşlanarak biriktiğidir. Bu tabloya göre, gençler yaşlıların bilgeliğine sahip değil, küçük gagalarını açmalı ve bilgelik solucanının ağızlarına düşmesini beklemeliler. Bu şekilde anlatılan bilgelik, aynı zamanda toplum olarak bizlerin bir şeyi daha iyi görmemiz, bir şeyin nasıl çalıştığını daha akıllıca bilir hale gelmemizden ziyade, bireysel bir gelişmenin sonucudur. Bana göre kuşaklar arası ayrımlar hakkındaki konuşmalar esas noktayı kaçırıyor ve hepsinin de feminizmi kuşaklar arası bir kedi kavgası – ne de olsa kadınların kavga etmesine herkes bayılır – olarak yerleştirme çabası çok yaygın. Bu kültür, kıtlık ve bencillikle ilgili bir savaş dramasında grupları karşı karşıya getirmeden nasıl hikaye anlatacağını bilmiyor.
Ben iş başındaki genç feministlere hayranlık duyuyorum, onlara minnettarım ve onlardan çok şey – mutlak bir gerçek değil, zamanla anlayışımı değiştiren ve bana kullanmam için yeni araçlar veren bir iç görü yığını – öğreniyorum. Sayısız genç kadın ve kız çocuğunda – ailemdeki yeni yürümeye başlayan bebeklerden arkadaşını tecavüz kiti almaya götüren genç kadına – hakları, ihtiyaçları ve doğruları konusunda bana yeni ve farklı gelen bir netlik ve özgüven seziyorum. Bu tohumları ektiği için daha önceki kuşağın hakkını teslim edebiliriz ama asıl güzelim hasat onlar. Onlar, zaferin ta kendisi.
Mümkün olan imkansızlıklar
Bu kolektif uyanış için, gençler genellikle daha talepkar, anlaşmaya daha az istekli, bir şeyin imkansız olduğuna inanmaya daha az hevesli olarak öne çıkıyor – öte yandan, bu yeryüzünde geçirdiğim neredeyse altmış yıl bana statükonun imkansız olduğunu söylediği şeylerin zaman zaman gerçekleştiğini öğretti. 20 yıl önce güneş ve rüzgar enerjisi pahalı olduğu kadar yetersiz olduğu için fosil yakıt çağını geride bırakmanın imkansız geldiğini hatırlıyorum. 1992 yılını da hatırlıyorum, ABD Senatosu’na toplam altı kadın seçilince, (ilk “renkli” kadın senatör de dahil olmak üzere) önceki yıllara göre daha fazla kadın Senato’ya girdiği için, Kadınların Yılı olarak göklere çıkarılmıştı. Şu anda 25 kadın senato üyesi var.
Feminizm toplumsal cinsiyet, haklar, eşitlik, rıza, söz hakkı tahayyülümüzü değiştirmek; kendilerini dışlanmış ve susturulmuş hissedenleri katılıma davet eden bir sohbet yaratmak için yedi kıtada sürdürülen (ve bazen de birkaç uzay istasyonundaki) muazzam uğraşın bir parçasıdır. Bu; ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, trans hakları, engelli hakları, dini özgürlük, nöro-çeşitlilik ve çok daha fazlası ve bütün bunların tek bir kişide ya da etkileşimde nasıl kesişebileceğine dair bir sohbettir. Bu sohbette yer alan herkes diğerlerinden daha zorlu görünmeyi, daha uzağı görmeyi, yeni sorular sormayı, yeni olasılıkları kabul eden yeni terimler kullanmayı öğrenecektir. Sanki gecenin bir vakti kendimizden yayılan küçük ışıkla etrafta dolanıyor gibiyiz. Bazen daha net görene kadar hepimiz ışıklarımızı aynı soruna yöneltiyor, birinden diğerine açıklamalarımızı iletiyor, birlikte yol haritası çiziyor, dikkatimizi topluyoruz. Ta ki yeni bir yere gelene ya da yeni bir şeye dönüşünceye kadar.
Beni taciz eden ve tehdit erkekler hakkında konuşmak, işleri daha da kötüleştirecek gibi görünüyordu. İstediğim,benimle birlikte haykıracak biriydi.
Muazzam sayıdaki feministin aynı hashtag’i kullanmasında olduğu gibi, kelimenin tam anlamıyla koro halinde söylenen anlar da oldu geçmişte. Örneğin, 2014’te genç bir Müslüman kadın 22 yaşında bir incel’in (kadınlarla cinsel ilişki kuramayan online altkültür mensubu kadın düşmanı ve straight erkekler – çn.) Kaliforniya Üniversitesi, Santa Barbara kampüsü yakınlarında altı kişiyi öldürdüğü Isla Vista katliamına yönelik iç karartan erkek tepkisine yanıt olarak #yesallwomen etiketini başlattı. Şiddet tehdidinin, evet, tüm kadınlar için ne kadar büyük olduğunu kabul etmekten ziyade, dikkati suçsuzluklarını ispat etmeye çalışan erkeklere çeviren ve yaygın bir şekilde kullanılan #notallmen (tüm erkekler değil) hashtag’ine tepki veriyordu.
Fakat bu korodan çok genellikle bir sohbet havasında gerçekleşti. Yalnızca “Tecavüze tecavüzcüler sebep olur” gibi son derece basit bir ifade – belki 2010 yılında Feministing adlı websitesi tarafından ortaya atılmıştı ya da onlar da başka bir yerden almışlardı – bütün vurgunun kadının ne giydiği ve içtiği üzerinde olmasına ve kadının rahibe kıyafetiyle elinde bir tabanca tutup bir banka kasasının içinde saklanmayarak başka ne hatalar yaptığına dair bütün o mağdur suçlamalarını püskürtmek için bir araç ve perspektif verdi.
Ekilen tohumlar filizleniyor
Bu yüzden gençlere hayranlık duyuyorum, bu; boomer’lar (2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki nüfus patlaması yıllarında doğan milyonlarca bebekten ötürü Baby Boomers Kuşağı olarak isimlendirilen çocuklar-çn) y kuşağından (Milenyum kuşağı– 1980 ile 2000 arası doğan kuşak) şikayet ettiğinde ve yaşça daha büyük kadınlar patriyarkanın sürdürülmesi görevini “evet, bu çok boktan, bizim üzerimizde bir etkisi var ve bu yanlış” demeyi kabul etmek yerine, “o kadar da kötü değil/daha cesur ol” çerçevesinden kurtulamayacak kadar kanıksadıklarında söylemeye değer bir şeydir.
John F Kennedy başkan olduğunda dünyaya gelen bir tek ben değilim. Winston Churchill’ın başbakan olarak son döneminde doğan Mary Beard geçtiğimiz günlerde sessizliğin kayıp kıtası hakkında yazarken şunları söylemişti: “2010’lu yıllarda öğrencilerimin Ovid’in Dönüşümleri’ni ya da Livy’nin eski kitaplarını okuma konusunda kaygılı olmalarının nedenlerinden biri, bu eserlerin ne hakkında olduğuna dair çok daha keskin bir fikre sahip olmaları. Elli yıl önce, Dönüşümler’in tecavüz üzerine kurulu bir şiir olduğunu genellikle farketmezdik (bu bize öğretilmemişti). O zamanlar, onu bir dizi “baştan çıkarma” (tuhaf bir zevk imasıyla) olarak görürdük; mağdurların ağaçlara ya da başka şeylere dönüşümü ise antik mitolojinin tuhaf yönlerinden biri olarak ele alınırdı.”
Jia Tolentino. Fotoğraf: Elena Mudd.
O, milenyum kuşağını kırılganlık suçlamalarına karşı savunurken, ben de bu kuşağın daha sivri algılarına yönelik coşkusunda onu destekliyorum. Bu kuşaktan feminist Jia Tolentino 2018 yılında New Yorker’a yazdığı bir yazıda, göle ve ağaca dönüşen o kadınlar gibi, “sakin ve dingin olmanın bir yolunu bulmak, koşmayı bırakmak için giderek artan utanç verici bir istek” duyduğu için, ABD Üst Derece Mahkemesi adayı Brett Kavanaugh’un duruşmasından sonra Ovid’i yeniden değerlendirdi. Tolentino ve Beard’in öğrencileri gibi genç okurlar Dönüşümler’in tecavüzle dolu olduğunu fark ediyorlarsa, bu daha yaşlı okurlar, yazarlar ve muhalifler tarafından hazırlanan altyapı sayesindedir. Devlerin omuzları üzerinde dursak da durmasak da, geçmişin doğada ayrışan toprağı üzerinde yürüyoruz ve o zamanlar ekilen bazı tohumlar şimdi filizleniyor ve hatta açıyor.
O zamanlar konuşamadığımız çok şey vardı, hala yeterince konuşmadığımız bazı hususlar ve sonuçlar var. Yakın zamanda, gelişme çağındaki suskunluğum hakkında Recollections Of My Non-Existence (Varolmayışımın Hafızası) adlı bir kitap yazdım. Çünkü söyleyebileceğim hiçbir şey beni taciz eden ve tehdit eden erkeklere etkili bir “hayır” anlamına gelmedi, yapabileceğim hiçbir şey onları vazgeçirmedi ve sesimi yükseltmek muhtemelen herşeyi daha da kötüleştirir gibi görünüyordu. Yeni başlayanlar için istediğim şey, bunun kesinlikle yanlış olduğunu benimle birlikte haykıracak biriydi. Birinin her şeyi nasıl değiştireceğimize ve bunu neden yapmamız gerektiğine dair benimle birlikte sorular sormasını istedim.
Bitmedi, daha yeni başlıyor
Hala yaygın olarak görülen deneyimlerim oldu. Geçen yaz, arkadaşımın ergenlik çağındaki kızı kendisini taciz eden erkeğe cesur bir şekilde karşı çıktığı için ölümle tehdit edildi – gençliğimde defalarca başıma gelen türden bir olay. Oldukça sıradan ve o kadar çok ki… Geçtiğimiz birkaç yıl olağanüstü bir diriliş ve kadın tecrübelerinin yeniden keşfinin yanı sıra en az gençlerin yaşlılardan öğrendiği kadar yaşlıların da gençlerden öğrendiği yıllar oldu.
Ben hala bu sohbetin bitmekten çok uzakta olduğunu düşünüyorum. Ama başladığı için mutluyum. İnsanlar feminizmin bir şekilde bir başarısızlık olduğunu ileri sürdüklerinde doğduğum dünyayı, annemi boğazına kadar bastırılmış öfkeyle dolduran dünyayı, kadınların yasa ve örf gereği eşitlikten çok daha uzak olduğu dünyayı anımsıyorum. ABD, Birleşik Krallık ve birçok farklı ülkedeki evlilik yasaları kadınları; kocalarının bedenleri üzerinde tecavüz etme ve dövme hakkına sahip olduğu ve finansal kararlardan tıbbi kararlara kadar tercihleri kocaları tarafından kontrol edilen bir çeşit mülk, taşınabilir eşya ya da evcil hayvan şeklinde tanımlıyordu. Kadınlar hemen hemen bütün ekonomik, yasal, toplumsal, eğitimsel ve idari yetki konumlarından dışlanmıştı ve iş yerinde cinsel taciz gibi ciddi ve yasalara aykırı bir olayı tanımlayacak bir ifade bile yoktu. Devam edebilirim ama katılımda bulunma ve hatta karşı çıkma zeminini baltalayarak kadınları rutin olarak öznel, güvenilmez, kabiliyetsiz yaratıklar olarak kötülemenin nasıl rutin hale geldiğini belirttikten sonra duracağım. Bu iş bitmiş değil, son 50 yıldır buna dikkat çekiyoruz.
Literatüre kesişimsellik terimini kazandıran akademisyen ve aktivist Kimberlé Crenshaw. Fotoğraf: Felix Clay/The Guardian
Bu baskı biçimlerinden birkaçını görmek bile büyük bir kolektif projeydi. Çığır açıcı (seminal: İngilizce’de aynı zamanda sperm anlamına gelir) – bu sözcüğün feminen bir eşanlamlısı var mı? Ovaryen? (ovarian: İngilizce’de yumurtalık/yumurtalıkla ilgili anlamına gelir) – diyemeyeceğim ancak geliştirici kitaplardan biri olan Betty Freidan’ın Kadınlığın Gizemi’nde, Freidan “adı konulmayan sorun”dan sözeder. Biz bu sorunu yavaş yavaş adlandırdık: yeniden devreye giren patriyarka ve gaslighting gibi eski sözcüklerle; ötekileştirme, mansplaining (bu arada bu ifadeyi ben uydurmadım) Kate Manne’ın himpathy (ç.n: bunu daha önce “erpati” şeklinde çevirmiştim), Kimberlé Crenshaw’ın kesişimsellik, tecavüz kültürü, misogynoir, slut-shaming gibi yeni sözcüklerle.
Son yıllarda hayatlarımızı incelemek, tarihsel açıdan susturulmuş olanların sesini duyurmak ve her daim sesi duyulanların biraz sesini kısmak için oluşan büyük kolektif araştırma seferi güzel ve muhteşemdi. Eskiden kim olduğumuzu, şimdiki kimliğimizi ve kim olabileceğimizi gösteren yeni bir harita çizdik. Bu küresel sohbette bir ses olmak benim için zevk ve onur; başkalarını dinlemek de başlıbaşına bir ders ve esin kaynağı oldu. Adım gibi bildiğim tek bir şey var: Daha yeni başlıyoruz.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde her yıl düzenlenen feminist gece yürüyüşünü gerçekleştirmek isteyen on binlerce kadın bu yıl da sokaklardaydı. Kadınlar, İstiklal Caddesi‘ne getirilen yasağın ardından Sıraselviler‘den Karaköy‘e kadar yürüdü.
Sıraselviler’de polis barikatlarına tepki gösteren kadınlara polis biber gazıyla müdahale etti. İkisi gazeteci en az 32 kişi gözaltına alınırken, polis birçok kadına şiddet uygulayarak yerde sürükledi.
Fotoğraf: Erhan Demirtaş
Önce kutlama sonra yasak
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu katıldığı bir televizyon programında kadınların yürüyüşüne Taksim’de izin verilmeyeceğini söylemişti. Sonrasında açıklama yapan İstanbul Valiliği de önce kadınlar gününü en içten dilekleriyle kutlamış, sonra da Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi’nin 2911 Sayılı Kanun çerçevesinde ilan edilen alanlar içerisinde olmaması nedeniyle buradaki yürüyüşe izin verilmeyeceğini duyurmuştu.
Saat 18.00 itibariyle Taksim Meydanı Fotoğraf: Elif Ünal
Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi sabah erken saatlerden itibaren yaya geçişine kapatılırken, metro ve tramvay seferleri de sabah 11.00 itibariyle durduruldu. Mobese kameraları kapatılırken, binlerce polis alanda ve İstiklal Caddesi boyunca ara sokaklarda hazır bulundu.
‘Kadınlar burada, Süleyman nerede?’
Kadınlar, basın açıklaması çağrısının yapıldığı Fransız Kültür Merkezi’ne yürümek için Sıraselviler’de beklemeye başladı. Burada kadınlar, polislere “Aç aç barikatı aç” diyerek tepki gösterirken yasağı duyuran Süleyman Soylu’ya da “Kadınlar burada, Süleyman nerede?” diyerek seslendi.
Fotoğraf: Elif Ünal
Sıraselviler tarafında bekleyen kadınlar Cihangir’e uzanan bir kortej oluşturdu. Kadınlar burada “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop. İnadına isyan inadına isyan inadına özgürlük” ve “kadın, hayat,özgürlük” sloganları attı.
Yaklaşık bir, bir buçuk saat süren bekleyişin ardından kadınlar yürüyüşlerini gerçekleştirmek için Cihangir’den Tophane’ye oradan da Karaköy’e kadar yürüdü. Bu sırada kitleye “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganları eşlik etti.
‘Neşemizle ve isyanımızla yine buradayız’
Karaköy Meydanı’nda toplanan kadınlar, burada basın açıklamasını okudu. 8 Mart Feminist Yürüyüş adına okunan açıklamada “Heyecanımızla, kahkahamızla, neşemizle, isyanımızla; varlığıyla güç aldığımız dostlarımızla yine buradayız. Sloganlarımızla, şarkılarımızla, rengarenk dövizlerimizle; kol kola, omuz omuza, el ele birlikteyiz” denildi. Açıklamanın devamı ise şu şekilde:
Her ekranı açtığımızda erkeklerin, patriyarkal unsurların yatak odamızla ilgili fikir beyan etmesinden sıkılmayan kaldı mı? Arzularımızı, hazlarımızı hetero patriyarkal aile dayatmasıyla zapturapt altına almaya çalışanlara; ille de evlenmemiz, ille de çocuk doğurmamız gerektiğini söyleyen erkek- devlete; şiddeti, sömürüyü aşk diye sevgi diye gösteren düzene cevabımız işte doldurduğumuz bu sokaklardır.
Fotoğraf: Elif Eltutar
‘Hayatımızla ilgili kararlar bizim’
İsyanımız; bize ne zaman sokağa çıkacağımızı, ne giymemiz gerektiğini, kiminle nasıl görüşeceğimizi söyleyen; boşanmamızı engellemeye çalışan babalara, abilere, kocalara. Ne dayak, ne ölüm tehditleri, ne de öldürmeye teşebbüsleri; hiçbiri özgürlük mücadelemizi engelleyemedi, engelleyemeyecek. Hayatımızla ilgili kararlar bizim!
Aile’ dayatmasıyla gözü dönenler, öyle ki ‘erken evlilik’ diyerek çocuk istismarını meşrulaştırma çabasına dahi girebiliyorlar. ‘Erken evlilik’ değil ‘çocuk gelin’ değil; önü açılmaya çalışılan ‘çocuk istismarı’dır. Reddediyoruz!
Feminist mücadele ile elde ettiğimiz haklarımız pazarlık konusu olamaz. Tacize ve tecavüze karşı feminist dayanışmayı örgütlüyoruz, suçluyu teşhir ediyoruz!
Fotoğraf: Elif Eltutar
‘Barış istiyoruz’
Nefes alabilmek, mutlu olabilmek, dans etmek istiyoruz. Barış istiyoruz. Savaşı besleyen, hayatlarımızın her alanında erkek şiddetini, sömürüyü ve milliyetçiliği destekleyen patriyarkal sisteme artık “yeter” diyoruz! Savaş ile sınırlar gittikçe daha da ölümcülleşirken göçmenlerin yaşamı devletlerin çıkarları için pazarlık konusu haline getiriliyor. Irkçılık ve ayrımcılık palazlanırken kadın ve lgbti+ göçmenler daha da güvencesiz koşullara, cinsel istismara, şiddete açık yaşam alanlarına itiliyor. Kabul etmiyoruz!
Fotoğraf: Elif Eltutar
‘Geçinemiyoruz’
Geçinemiyoruz! Kadınlar toplumun en yoksulları. Olmadığı iddia edilen krizde en yüksek işsizlik oranı genç kadın işsizliği.
Kürtaj hakkımıza ulaşamıyoruz! Güvenli ve ücretsiz kürtaj, devlet hastanelerinde ya yapılmıyor ya da erkekten onay bekleniyor. Kaç haftaya kadar kürtaj yapılabileceği yasada belirtilmesine rağmen, bizim payımıza düşen keyfi uygulamalar oluyor. Hep birlikte haykırıyoruz: Bedenimizle ilgili kararlar bizim!
‘Haydi dünyayı yerinden oynatmaya’
Patriyarkaya, kapitalizme, erkek şiddetine, ırkçılığa, dini baskılara, transfobiye, homofobiye, sınırlara karşı feminist söz tüm dünyada dalga dalga büyüyor. Türlü feminizmlerimizle, türlü cinsel yönelimlerimizle, türlü kadın varoluşlarımızla, bizlere dayatılan makbul hayatları reddediyoruz, istediğimiz hayatları kurmak için erkek-devlet zulmüne karşı daha fazla feminizm diyoruz. Sarsılmaz gibi görülen onca krallık yok olmuşken, sıradaki büyük isyan patriyarkaya gelsin: Haydi dünyayı yerinden oynatmaya.
Başlıktaki üç kavramdan en korkunç olanı hangisi, karar vermek oldukça güç.
Savaş hatta savaş olasılığı, toplumsal, ekonomik, psikolojik ve ideolojik ve ekolojik etkileri ve sonuçları bakımından tam bir felaket. Bunların korkunçluğu konusunda hiçbir kuşku yok.
Virüs ise, küreselleşmiş bir dünyanın ekolojik yıkımlarının haberci türlerinden biri olarak düşünülebilir. Dolar dünyada ne kadar yaygınsa ve doların bir ülkeye/ bir yere/ bir yöreye girmesi ne kadar engellenemezse, yeni çıkan ve saldırgan bir yayılmacılığı olan virüs türlerinin dolaşımını engellemek de, o derecece olanaksız olacaktır.
Küresel dünyada dolar ne kadar dolaşıyorsa, kredi sistemleri, borsa alış-verişi yapılan değerler ne kadar yaygınlaşıyorsa ve “yeni dünya düzeninin” ideolojisi hangi hızda kapımıza kadar geliyorsa, virüs de o kadar ve o hızda yaygınlaşacak ve etkili olacaktır. Kuşkusuz, bunlar aynı şeyler değiller, ama içinde bulunduğumuz çağın ekolojik olarak kirlenmiş ortamı, teknolojik olanakları ve teknolojik olarak sağlanacak çözümlere sarsılmaz güveni, ulaşım-iletişim teknolojileri, kent toplumların üretim-tüketim/ tüketimcilik alışkanlıkları, mevcut/ mutasyona uğramış veya tasarlanan yeni virüslerin ortaya çıkmasını ve yayılmacılığını sürekli olarak geliştirecektir. Bunun korkunçluğu konusunda da, hiçbir kuşku yok.
Ancak, bu yazıda asıl üzerinde durulmak istenilen konu, göç olacak. Ne önlenmesi daha olanaksız olduğu için ne insanlığın yakın gelecekte bir anlayış ve çözüm doğrultusunda politikalar geliştirmesi daha olası olduğu için ne de daha önemli olduğu için değil, sadece kavramsal olarak daha karmaşık, buna karşılık oldukça az tartışılmış olduğu için…
Göçler, insanlık tarihinden de eski
Salgın hastalıklar da savaş da göç de insanlık tarihi açısından yeni değiller. Hatta insanlık tarihi açısından göçler, insan topluluklarının coğrafya üzerinde yer değiştirmesi, savaşlardan da salgın hastalıklardan da daha eski. Hatta insan tarihinden de eski… Gerçekte insanlık, “insansılar” ve insan türü, kesinlikle göçler olduğu için gelişme ve ilerleme ve bugünkü uygarlıkları yaratma şansı buldu. Eğer her topluluk, sonsuza kadar, içinde bulunduğu yere uyarlasaydı kendini ve ortada kalsaydı, kuşkusuz bambaşka bir insan tarihi oluşacaktı ve yazılacaktı.
Ama göç/ kitlesel göç olmaksızın, ne insanlığın, hatta ne de ekolojik dünyadaki bütün canlıların ve cansızların, bugünkü anlamda bir varlık olamayacağını biliyoruz. Büyük okyanus akıntıları, rüzgarlar ve tohumların saçılması ve melezlenmesiyle, her melezlenmiş türün yeni habitatlar yaratması ve daha sonra her habitatın da yeni melezlenmelerle değiştiğini bildiğimiz dünyanın, yer değiştirmeler olmaksızın, evrimsel bir tarihi olabilir miydi acaba?
Göç, uzun erimde “olmazsa olmaz” diyebileceğimiz bir olanak. Bazen de, kısa erim durumlarında bir çözüm.
Batı dünyasında, aydınlanma çağı ve Westphalia Barışı’ndan beri, “uluslar”, “ulusal devletler” ve “ulusal sınırlar” konusunda, çok ayrıntılı bir hukuk ve duyarlık gelişti. İnsanların, göç etmek amacıyla olmasa bile sınırlardan geçmesi, giderek daha karmaşık yöntemlere ve belgeye-bürokrasiye bağlanmaya başladı. I. Dünya Savaşı’na kadar, serbest olan/ hatta özendirilen tek göç, Avrupa ülkelerinin sömürgelerine ve kolonilerine doğru olan, kuralsız ve acımasız göçtü. Yoğun ve kesin bir biçimde, insan/ sınıf ve doğa sömürüsüne açık amaçları olan bir göç türüydü bu… Avrupa, tam da kendi kalkınmasını ve sanayi devrimini, bugünkü “çağdaş uygarlığını” elde etmek için, kendi nüfus fazlasının -dünyanın her köşesine- istediği gibi göç etmesini sağladı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, son üç-çeyrek yüzyılda, dünyanın daha az sanayileşmiş ve kentleşmiş yörelerindeki insanların büyük bir bölümü, içinde yaşadıkları yerleşim birimlerini/ kırı, ekolojik dengeleri ve habitatı terk ettiler ve kentsel ortamlara geldiler.
‘Şiddete dayalı ödeşme’
Bugün dünyanın her yerinde, çeşitli ve birbirinden çok farklı nedenlerle, bulunduğu yeri kalıcı bir biçimde değiştirmek ve başka bir yere göç etmek isteyen yüz milyonlarca insan var.
Ancak daha da önemlisi, bazen iki yoksul/ yoksulca halk kesimleri çok geniş olan (Hindistan ve Pakistan gibi) ülkeler arasında, bazen teknolojik ve ekonomik olarak güçlü, ama bunlardan da önemlisi savaş gücü ve savaş silahları deposu çok dolu ülkelerle yoksul halklar arasında (ABD’nin ve NATO’nun, önce Güneydoğu Asya’ya, sonra Ortadoğu’ya ve Afrika’ya saldırması gibi) bazen de, (belki çoğu kez, tehdit niteliğinde diyebileceğimiz) iki saldırgan, silah üretim teknolojileri gelişmiş ve silah depoları çok dolu ülkeler arasında (ABD ile Rusya Federasyonu ya da göstermelik de olsa, ABB-Çin arasında olduğu gibi) sürekli sürtüşme, savaş tehdidi ve sıcak savaşlar, insanları sürekli yer değiştirmeye/ göçe zorladı ve bu hal giderek gelişiyor ve hızlanıyor.
Gerçi bu örnekler bile, günümüzde giderek sönük kalmaya başlıyor. Kendi kutsal inançlarını (ya da bu görüntü altındaki çeşitli hırslarını ve çıkarlarını) dünyanın geri kalan halklarına zorla kabul ettirmek isteyen sıradan ve “sivil” (ama sırtını bir sermaye grubuna yaslamış) insanlar, şiddete dayalı bir ödeşme isteği içine giriyorlar. Dünyadaki bunca haksızlık ve eşitsizliğin, ayrımcılığın ve peşin fikrin/ hoşgörüsüzlüğün ivmelenerek kat etmiş yolu gördüğü için çaresizleşen, insanlığa yabancılaştığını duyumsayan milyonlarca insan da bu çağrıya uyuyor.
Devletler, halklar ve insanlar katında, şiddete dayanarak sorun çözmenin en geçerli yöntem olduğu inancının sarmalı, Afganistan’da en çarpıcı örneğinde gördüğümüz gibi, bütün yeryüzünün yoksul ve masum halklarını sarmalıyor. Her devletin en çok önemsediği organı olan “istihbarat kuruluşları” da (gerçekte dünyayı, yönetici despotların, küçük ama hunhar aklına göre stabilize etme örgütleri) bu satrancı görüyor ve çatışan bütün taraflara, kendi stratejilerini önermeye başlıyor.
Göçmenle kaynakları paylaşmak
Kendi köyünüzde ve kendi evinizde yaşarken, bir gün çatınızda ve tarlanızda, tahrip gücü yüksek birçok savaş silahı patlıyor. Ama bu bombalarla toplumları döverek adam etmek isteyenler, ya bulunduğunuz yerden uzaklaşmanıza izin vermiyorlar ya da bulunduğunuz yerden sizi sürmeye başlıyorlar…
Sorun bir yanıyla böyle gelişiyor.
Diğer yanıyla giderek daha fazla popülist propagandaya maruz kalan sığ ve bencil gelişmiş ülke toplumları da (genellikle aşırı sağ kanattan, ılımlılara/ sosyal demokratlara, hatta bazen sosyalistlere kadar genişleyen bir yelpazede yer alan seçmenler) şöyle düşünüyor:
“Evet, bu dünyanın bir parçasıyız, eşitlik-kardeşlik ve özgürlük ve adalet üzerine yüzlerce yıldır vicdanlı bir hukuk geliştirdik ve bunları geçerli kılmak için hem çok çalıştık, hem de büyük fedakarlıklarda bulunduk.” Ama “emeğimizin ve çalışmamızın, demokratik aklımızın ve örgütlenmelerimizin ürünü olan ve bütün ayrıntılarıyla kırılgan ve narin olarak geliştirilmiş bu uygarlığı/ bu uygarlığın sakin ve dengeli ürünü olan kentleri ve kırları, “dışarıdan gelen yabancılara” nasıl açarız? Bu toplumsal düzeni, birikimlerimizle ve politik dengelerle, ekolojik kaygılarla donanmış bu kültürel zenginliği koruma kalkanlarını nasıl kaldırır ve bu varlıkları mültecilerle, göçmenlerle nasıl paylaşabiliriz?” “Bunca güçlükle birikmiş ve donanmış ve gerçekten hak edilmiş zenginlikleri, (seçme ve nitelikli/ seçkin bir donanımlı olsun-olmasın) bütün mültecilerin kullanmasına, nasıl izin verebiliriz?”
Bu düşünce biçimi, çok düz ve derinleştirmeden bakılırsa, haklı yanları olan/ olabilecek bir düşünce gibi duruyor. Bu nedenle, biraz daha düşünmeye devam etmek gerekiyor.
Kapsamlı bir tartışma gerektiren bu düşünceleri ve giderek daha çok ciddiye alınması gereken “göç/göçmenlik/ iltica ve mültecilik” sorunlarını tartışmayı bir sonraki hafta sürdüreceğiz. Ancak şunu hemen söylemek gerekiyor ki, göç ile ilgili olarak geliştirilmiş olan hukuk ve özellikle insan hakları açısından göç konusundaki kazanımlar, gerçekten önemli ve saygın olmakla birlikte, toplumların, özellikle “Batı toplumlarının” giderek sağcılaşması, bu hukuksal kazanımların altını oymaya başlıyor.
“Bu durumda ne yapabiliriz?”, “Bu duruma karşı durmak ne kadar olası ve nasıl bir karşı duruş?” soruları giderek önem kazanıyor.
Bu tartışma, sizlerden gelecek düşünce ve önerilere de ne kadar açık olabilirse, tartışmayı o kadar kapsamlı yapabiliriz. Önerileriniz için, e-posta adresini aşağıya bırakıyorum.