Ana Sayfa Blog Sayfa 2207

Dört ülkede koronavirüs sebebiyle OHAL ilan edildi

Milyonlarca insanın yaşamını etkileyen yeni tip koronavirüs (kovid-19) sebebiyle gerçekleşen ölüm sayısı ve görülen vaka sayısı ivmeli artışını sürdürüyor. Dünya genelinde görülen vaka sayısı 170 bini aştı. Virüsten kaynaklı ölüm sayısı ise altı bin 525’e yükseldi.

Dört ülkede OHAL

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ardından Çekya, Peru ve Lübnan da koronavirüs sebebiyle olağanüstü hal ilan etti. Vaka sayısının 298’e yükseldiği Çekya’da Başbakan Andrej Babis 24 Mart’a kadar ülke genelinde karantina uygulanacağını söyledi.

Vaka sayısının 110, ölüm sayısının üç olduğu Lübnan’da ise OHAL ilan edilerek eğlence merkezleri, kafe ve lokantalar kapatıldı. Başbakan Hassan Diyab özel ve kamu kurumlarındaki çalışan sayısının da en aza indirilmesi çağrısında bulundu. OHAL 29 Mart’a kadar geçerli olacak.

Şu ana kadar 71 kişide koronavirüs görülen Peru ise 15 gün süreyle OHAL ilan etti. Ülke sınırları kapatıldı; hava, kara, deniz ve nehir yoluyla uluslararası yolcu taşımacılık askıya alındı. Kargo ve ticari taşımacılık ise devam ediyor.

Senatör Graham’ın testi negatif

ABD Başkanı Trump Cuma günü yaptığı açıklamayla ülke genelinde “ulusal acil durum” ilan etmişti.  Worldometers’tan elde edilen veriye göre ABD’de vaka sayısı ise 3 bin 802’ye, hayatını kaybedenlerin sayısı 69’a yükseldi.

Koronavirüs ihtimaline karşı kendini karantinaya aldığını açıklayan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, pazar akşamı Twitter hesabından yaptığı açıklamayla koronavirüs testinin “negatif” çıktığını duyurdu.

Balkondan şarkılı dayanışma

Virüsün ortaya çıktığı Çin’den sonra en fazla yayıldığı Avrupa ülkesi İtalya’da ise vaka sayısı 24 bin 747’e ölüm sayısı ise bin 809’a yükseldi. İtalya’da şu anda yalnızca hastaneler ve marketler çalışıyor. Onun dışındaki mekanlar kapalı tutulurken insanlar ise hastane ve market ihtiyaçları dışında evlerinden ayrılmıyor.

Bir haftaya yakın süredir genel karantinanın uygulandığı ülkede insanların balkondan birlikte şarkılar söyleyerek birbirlerine destek oldukları videolar ise kısa sürede çok fazla sayıda izlendi. İnsanlar balkonlarından müzik aletleri ve sesleriyle söylenen şarkılara eşlik ediyor.

Çin’de vaka artış hızı azalıyor

Yeni tip koronavirüsün ilk ortaya çıktığı ülke olan Çin’de ise vaka sayısının artış hızı önceki dönemlere kıyasla çok daha fazla azaldı. Görülen vaka sayısı bir gün içerisinde 22 kişi artarak 80 bin 866 kişiye ulaştı. Ölüm sayısı ise 3 bin 213 oldu. 67 bin 762 kişinin ise tamamen iyileştiği açıklandı.

Ülke genelinde olağanüstü derecede alınan önlemler yavaş yavaş azaltılmaya başlandı. Kurulan geçici hastaneler kapatılırken, sağlık çalışanları bu durumu maskelerini çıkartarak kutladı.

Birleşik Krallık’ta önlemler vatandaş inisiyatifinde

Birleşik Krallık’ta ise virüse karşı alınan önlemlerin vatandaşların inisiyatifine bırakılması büyük tepki topluyor. Diğer ülkelerden farklı bir strateji izleyeceğini açıklayan Başbakan Boris Johnson‘ın stratejisi üç aşamadan oluşuyor: Kontrol altına al, geciktir ve etkisini azalt.

Ülkede yoğun talebe karşılık eğitim, sosyal ve çalışma hayatına yönelik herhangi bir kısıtlama getirilmedi. Ancak ulusal basında aktarılan son bilgilere göre hükümetin bu stratejinin ikinci aşamasına hazırlandığı belirtiliyor.

Buna göre kitlesel etkinliklerin durdurulması bekleniyor. Bir diğer tedbir maddesine göre ise, yüksek risk grubununda bulunan yaşlı ve hastaların tecridinin gündeme gelecek olması. Bu planların nasıl uygulanacağı ise henüz bilinmiyor.

 

 

Mahşerin dördüncü atlısı

Yukarıdaki başlık Andrew Nikifork’un ülkemizde ilk baskısı 2000 yılında yapılan ve salgın ile bulaşıcı hastalıklar tarihini akıcı bir dille anlattığı kitabının adı. 2018 yılına kadar son dönemin salgın öyküleri ile güncellenerek yedi kez daha yeni baskısı yapılan kitabın içinde tarihsel sıralama ile sıtma, cüzzam, kara ölüm vebanın, çiçek ve frenginin, veremin öyküleri var. Son yüzyılda ise pelerinini kuşanarak çıkmış karşımıza mahşerin dördüncü atlısı; virüs salgınları dalgalarıyla… Aralık 2019’dan bu yana ise mahşerin dördüncü atlısı bir koranavirus salgınıyla karşımızda…

Aralık 2019’da Çinli yetkililer tarafından Wuhan kentinde başladığı doğrulanan koranavirüs salgını kısa sürede büyümüş ve ulaşım ağı sayesinde dünyamızın her tarafına dağılıyordu… Doğrulanan diyorum; çünkü zoonotik, yani hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı hastalıklar bir anda ortaya çıkmıyor. Son salgında da virüsün kesin konakçı yarasalardan ara konakçıya – ki pangolin denen bir tür karınca yiyen sorumlu tutuluyor bazı yayınlarda- oradan da insanlara bulaşmasına kadar bir sürenin geçmesi gerek. Ayrıca insandan insana bulaş için de yine süreye gereksinim var.

Tüm bu süreç göz önünde bulunduğu zaman virüsün yarasalardan insana kadar ulaşması ve insandan insana bulaşabilir hale gelmesinin aralık ayından daha önceye dayanması gerekir. Aslında koranavirüslerin de hiç yabancısı değiliz, daha önce de SARS ve MERS salgınları ile karşılaşmıştık. Her ikisinde de ana konakçı yine yarasalardı; SARS’ta ara konakçı kediler, MERS’te ise develerdi. Böyle giderse önümüzdeki yıllarda ailenin yeni üyeleri ile tanışmamız kaçınılmaz.

Nedeni insan faaliyetleri

Çok yazıldı, o nedenle Covid 19 salgının özellikleri, ne yapılması gerektiğini vs. tartışmayacağız. Çünkü bunlar çok tartışıldı; halen de tartışılıyor. Bizim tartışmamız gereken asıl konu neden son yıllarda korkutucu zoonotik viral enfeksiyonlarla bu kadar sık karşılaşıyoruz, neden mahşerin dördüncü atlısı yaşadığımız kentleri, alanları bu kadar çok ziyaret ediyor? Neden tıpkı 700-800 yıl önce yaşanan veba günlerine benzer manzaralar yaşanıyor, gelişmiş ülkelerin vatandaşları kendilerini evlerine hapsediyor? Ve yıllar boyunca kapitalist dünyanın büyük gururla savunduğu ‘globalleşme’ neden birkaç hafta içinde çöktü? Aralarındaki sınırları kaldıran Avrupa Birliği ülkeleri neden tekrar milli sınırları hatırlayıp  birbirleri ile sınır kapatmaya kadar giden önlemler almak zorunda kaldı?  Hiç kimse uzun ve sıkıcı televizyon programlarında bunun temel nedenini tartışmıyor.

Neden aslında bilindik: Küresel iklim değişikliği ve doğal kaynakları sınırlı dünyamızın doğal kaynaklarını ‘zenginlik ve refah’ için sonuna kadar sömürmeye çalışan insanın kendisi. Küresel iklim değişikliği nedeni ile yükselen sıcaklık, değişen yağış rejimi nedeni ile özellikle vektörlerin üreme alanlarının tropik ve subtropik bölgelerden dünyanın her bölgesine doğru yayılma eğilimi göstermesi zoonozların da her bölgede görülme şansını artırdı. Diğer yandan çevresindeki doğal kaynakları tüketen insan, doğal yaşam alanlarına doğru yeni kaynaklara el koymak için yayıldı ve vahşi yaşam ile daha yakın temas kurdu. Böylece yarasalar, vahşi develer, kediler gibi vahşi yaşamın insanlar için bulaşıcı hastalıklara neden olabilen mikroorganizma, virüs ve parazitlerini taşıyan ve doğal yaşamın parçası olan canlılarla arasındaki ‘mesafe’ git gide azaldı… Bu durum hayvan geçişli bulaşıcı hastalıkların görülmesini kolaylaştırdı…

Günümüzdeki bu salgının diğer bir boyutu ise aşı karşıtlığının nasıl bir bilgisizlik olduğunu gözler önüne sermesidir. Salgın sebebi ile dünyanın çeşitli ülkelerinde evlerine kapanan insanlar bilim insanlarından gelebilecek müjdeli bir aşı haberini bekliyor. Oysa daha kısa bir süre önce gerek ülkemizde gerekse dünyada tamamı bilim dışı olan çeşitli nedenlerle aşı karşıtlığı yükselme eğilimdeydi. Bulaştırıcılıkla ilgili infografikte özellikle son dönemde çok konuştuğumuz bulaşıcı hastalıklar yer alıyor. Ortadaki nokta hasta bireyi gösteriyor. Aşılama ile önlediğimiz kızamıkta hasta bir birey bu hastalığını 15 kişiye bulaştırabilirken bu rakam aşısı olmayan ve bu nedenle tüm dünyayı evine kapatan Covid 19’da sadece 2.5 kişi… Dünya aşı karşıtlarına inansaydı ve bir kızamık salgını çıksaydı; bugün yaşanan kaosun tam altı katı yaşanacaktı…

Birinci Atlı: Umut

Tekrar Andrew Nikiforuk’un bulaşıcı hastalıklar tarihini akıcı bir üslupla anlattığı kitabı ‘Mahşerin Dördüncü Atlısı’na’ dönelim.  Kitabın 2018 baskısının son bölümü ‘yeni kuşak virüslerle’ ilgili… Bölümün girişinde ise bir sağlık danışmanının ilginç bir sözü var; ‘bir virüs bir türü azaltarak o türe yararlı olabilir’  Asla kabul edilemeyecek bu görüş; ancak günümüzde kendisine taraftar da bulmuş olabilir. Covid 19 salgını sırasında bazı ülkelerin salgını önleme konusundaki basit önlemleri bile almak konusundaki yavaşlığı adeta kitaptaki bu görüşü hatırlatıyor. Yazar; bugünlerde yaşadığımız dramın nedenlerini ise kitabın 258. sayfasında şöyle özetliyor:

Modern insan, yağmur ormanlarını işgal ederek, dev kentler kurarak, sürekli seyahat ederek ve iklim değişikliklerine yol açarak hayvanlarda doğal olarak var olan insana transferini sağlayan virüs trafiğini öylesine hızlandırmıştır ki; AIDS’te olduğu gibi virüslerin birbiri ile çarpışması kaçınılmaz hale gelmiştir. Teknolojik ilerlemenin sonucu belki de biyolojik istikrarsızlıktır.”

Nikifork kitabının son sayfasında ise bu günlerde yaşadığımız; yarın da başka bir virüsle yaşayacağımız kaosu özetlemiş… ‘Modern insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne üst organizmayı yenebilir, ne Dördüncü Atlı’yı kandırabilir, ne de salgınların tarihteki dirençli varlığını inkar edebilir. Birinci Atlı’nın Umut’un ebedi nal seslerine de kulaklarını tıkayamaz.’

Zamanımız çok az kaldı ama Birinci Atlı; Umut’un peşinden koşmak gerekiyor kesin çözüm için: Kapitalist üretim ve ilişkilerini terk etmek, küresel iklim değişikliğini önlemek ve dışımızdaki ekosistemlere hak ettiği saygıyı göstermek için… Aksi halde yarın koranavirüs ailesinin başka bir üyesi ile karşılaşmamız ve mahşerin dördüncü atlısından saklanmak için bugün yaptığımız gibi arkadaşlarımızı, toplumumuzu, örgütlerimizi, işimizi bırakıp evlerimize kapanmamız kaçınılmaz.

Türkiye’de vaka sayısı 18’e yükseldi, umreden dönenler karantinada, eğlence yerleri kapatıldı

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 12 kişide daha koronavirüs tespit edildiğini ve toplam vaka sayısının 18’e ulaştığını duyurdu.

Twitter hesabından yeni tip Koronavirüs (Covid-19) tespit edilen vakaları duyuran Bakan’ın bildirdiğine göre, açıkladığı ilk vakanın çevresinden iki kişide, Avrupa’dan gelen yedi kişide ve ABD’den gelen üç kişide daha koronavirüs belirlendi. Bakan Koca, “Durum üzücü ama… Tespit edilmiş her vaka, her izolasyon hepimiz için emniyettir” dedi.

Bakan Koca’nın paylaşımı şöyle:

Umreden dönen 10 bin kişi yurtlarda karantinada

Bu arada, Ankara‘da umre ziyaretinden dönen 10 bin 330 kişi sağlık taramasından geçirilip karantinaya alındı. Gençlik ve Spor Bakanlığı, Ankara ve Konya’daki bazı yurtların umreden dönenlere uygun hale getirilerek karantina yerine dönüştürüldüğünü söyledi. Karantina altına alınanlardan beşi gösterdiği semptomlar nedeniyle hastaneye sevk edildi. 

 

Esenboğa Havalimanı’na inen uçaklar piste indiği anda apronda ayrı bir bölüme çekilerek kapıları kapalı bir şekilde sağlık ekiplerini bekledi. Özel kıyafetli sağlık ekipleri, uçağın içerisine girerek gelenleri sağlık taramasından geçirdi.

Umreden gelenler arasında Ankara Gölbaşı’nda karantina altına alınan vatandaşların bir kısmı bulundukları koşullarla “Burada karantina diye bir şey yok. Ahır burası ahır! Ne temizlik yapılıyor, ne yemek veriliyor. Biz burada hasta olacağız” sözleriyle isyan etmişti. Görüntülerin yayınlanmasının ardından açıklama yapan Ankara Valiliği, “Görevlilerimizin yoğun gayretleriyle kısa zamanda normale döndü” dedi.

Umreden dönenler Gölbaşı’ndaki yurtlarda 14 gün boyunca gözlem altında tutulacak. Polis ekipleri de yurtlara çıkan yolları güvenlik gerekçesiyle kapatarak trafik akışını alternatif yollardan sağladı.

Gece geç saatlerde yurt öğrencilerine haber veren görevliler, öğrencilerin yurdu boşaltmasını istedi. Bunun üzerine yurt öğrencileri, eşyalarını alarak dışarıya çıktı. Öğrenciler, yurt önüne gelen otobüslerle Ankara otogarına ya da başka yurtlara götürüldü.

Yurtlarda kalan öğrenciler tepkili

Üniversitelerin üç hafta tatile girmesi sebebiyle kısmen boş olduğu söylenen yurtlarda kalan öğrencilerin de başka yurtlara nakledilerek mağduriyetlerin giderildiği iddia edildi. Bazı öğrenciler ise apar topar yurtlardan çıkarılmalarına tepki gösterdi.

Fotoğraf: El Deniz

Daha önce umreden dönenlerin karantina alınmak yerine evlerinden çıkmama uyarısı ile yetinilmesi büyük eleştiri toplamıştı. Sosyal medyada pek çok kişi kişilerin 14 gün boyunca zorunlu karantinaya alınması gerektiğini söylemişti.

Tanı konulanlar için iki hastane hazırlandı

Ankara Gölbaşı’nda, ‘Şehit Özel Harekatçılar Yurdu’nda 2 bin 64, Milli İrade Yurdu’nda bin 880, Gölbaşı yurdunda bin 448 olmak üzere toplam 5 bin 392 umreden gelen kişi kalacak. Konya’da ise Tahir Büyükkörükçü yurdunda 2 bin 228, Kutalmışoğlu Yurdu’nda 2 bin 710 olmak üzere toplam 4 bin 938 kişi karantina altına kalacak.

Semptom gösteren beş kişi hastaneye kaldırıldı, yeni tanı konulacaklar da Sincan ve Etimesgut’ta hazırlanan devlet hastanelerinde tedaviye alınacak.

Bar ve gece kulüpleri kapatıldı

İçişleri Bakanlığı ise korona virüsü tedbirleri kapsamında pavyon, diskotek, bar, gece kulüplerinin faaliyetlerini geçici olarak durdurdu. Karar, bugün saat 10:00’dan itibariyle geçerli. 

Genelgede; salgından vatandaşları korumak ve salgının yayılmasını engellemek için Sağlık Bakanlığı ile yapılan değerlendirilmelerde; “Umuma Açık İstirahat ve Eğlence Yerleri” olarak faaliyet yürüten ve vatandaşların çok yakın bir mesafede bir arada bulunarak hastalığın bulaşma riskini artıracağı, bu nedenle pavyon, diskotek, bar, gece kulüplerinin yarın (16 Mart 2020) saat 10:00 itibariyle geçici süreliğine faaliyetleri durdurulacağı” belirtildi.

Genelgede ayrıca, söz konusu tedbirlere ilişkin vali/kaymakamlar tarafından il/ilçe belediyeleri ile işbirliği içinde ilgi Kanun hükümleri çerçevesinde gerekli gerekli tedbirlerin ivedilikle alınması ve kolluk birimleri tarafından konunun takip edilerek uygulamada herhangi bir aksaklığa meydan verilmemesi istendi.

 

Umre’den dönen bir kişi enfekte çıktı: Covid-19 hastası sayısı altıya yükseldi

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, 13 Mart’ta yaptığı açıklamasında yaklaşık 21 bin vatandaşın umre için gittiği Suudi Arabistan‘da olduğunu söylemiş, 15 Mart itibarıyla tamamının Türkiye dönmüş olacağını belirtmişti.

 

Bir virüsle geçtiğimiz ‘ayna evresi’…

Bir hafta önce savaştan, göçmenlerden söz ediyorduk. Bunların hayatımızı etkilediği pek söylenemezdi. Devletin yöneticileri güçleri biliyor, işliyor ve biz de ne olduğunu seyrediyorduk. Düşmanların üzerine bırakılan bombalar, dünyanın parası harcanan yeni silahlar, başka insanların başlarına gelen felaketler…  Bunlar, başımıza gelmedikleri sürece, bizim huzurlu hayatımızı etkilemeyen şeylerdi.

Bizim hayatımızı sarsan şeyler, şey olarak kalmayıp, beklendikleri zamanlarda değil, beklenmedikleri anlarda kendileri harekete geçenler.  Afetler, depremler, kazalar gibi ne zaman olacaklarını, ne yapacaklarını bilmediğimiz şeyler.

Bilmenin şeyleştirici bir işlevin sonucu olduğunu söylemek mümkün: Şeyler, bizim çevremizdeki, dışımızdaki etkisizleştirilmiş ya da ehlileştirilmiş varlıklar. Onları şeyleştirilmiş olmalarından dolayı tanıyoruz. Onlar şey oldukları için değil, biz onları tanıdığımız için şey halini alıyorlar. Yalnızca onlarla, yani şeylerle eşitsiz bir ilişki kurmuyoruz, onlar aracılığıyla kendi aramızdaki eşitsizlikleri yeniden üretiyoruz.

 ‘Oyunbozan’ virüs

Bu yeni virüsün böyle bir oyunu bozan bir hali var. Henüz şeyleştirilmiş, ehlileştirilmiş değil. Bu yüzden şey gibi davranmıyor, birçok şeyin yapmadığını yapıyor. Tanımamız için bize kendisini göstermek yerine sanki bir ayna gibi bizi yansıtıyor. Şeyleşmediği için bir ayna gibi bizi gösteriyor. Bu aşamayı Lacan‘a referansla, bir “ayna evresi” olarak nitelemek mümkün. Bugüne kadar olan şeylerde gördüğümüzün kendi görüntümüz olduğunu fark etmiyorduk. Bu defa aynadaki görüntünün kendimize ait olduğunu anlayabiliriz.

Evet, bu aynadaki görüntü bize ait olabilir.

Açıkça söylemek gerekirse, doğal yaşam alanlarının başına gelenler, canlı türlerinin yok olması, iklim krizi gibi küresel sorunlar hayatımızı bu virüs kadar asla etkilemedi. Çünkü onlar küçük bir azınlığın, şeyleştirici bilmenin bize zorla dayattığı sorunlar gibi algılandı. Bilginin seçkinleştirici bir işlev görmesi, menşeinin gene aynı imtiyazcı yapılar olması herkesi aldattı. Hatta tuzağa düşürdü. Bu yüzden virüsten çok daha büyük felaketlere yol açan küresel olayların, canlı türlerini yok ettiğimizin farkına vardığımız bile söylenemez. Hava kirliliğinden, içme suyu kaynaklarına erişimsizlikten, gıda yetersizliğinden ya da aşırı beslenmeden kaynaklanan sağlık sorunlarından dolayı gerçekleşen kitlesel ölümlerden, kısacası bu virüsten çok daha büyük bir felakete yol açan olaylardan da pek etkilendiğimiz de.

Ya değişeceğiz ya yok olacağız

Şimdi yaşadığımız nevrotik bir durum; korku içindeyiz. Çünkü bizim huzurlu dünyamızın dışındaki bir şey değil. Bu yeni virüs hayatımızı değiştiriyor. Ülkelerin sınırlarını kapattırıyor. Okulları tatil ettiriyor, kültürel etkinlikleri, spor karşılaşmalarını, konferansları iptal ettiriyor, seyahatleri engelliyor, finans sektörünü çökertiyor.

İşte biz onu bu yaptıkları ile, deneyim olarak tanıyoruz. Ancak nezle, grip gibi hayatımızda daha önce deneyimlediğimiz bir şey olmadığını da biliyoruz. Örneğin bildiğimiz gripte, daha önceki influenza salgınında seksen bin kişinin öldüğü söyleniyor. Ama onu fark etmedik bile. İlk defa bir virüsün yaptıkları görülüyor. Dahası bu yüzden neyi göstermediğini bilmediğimiz için korku içindeyiz. Başka virüslerin de sırada olduğu söyleniyor. Korktuğumuz şey, hazır olmamak.

Korktuğumuz şey virüsün kendisi değil. Kendimiz. Bir ikilemle karşı karşıyayız. Ya değişeceğiz ya da yok olacağız. Tercih bizim.”

Bu yeni durum. Bir taraftan modern zamanların başlangıcındaki hayal edilen mutlak gözetim toplumuna geçmiş gibiyiz. Küresel bir felaketin karşısında ulus-devletin kurumları bizi izliyor, kararlar alıyor. Bunlar gündelik hayatımızı radikal bir şekilde değiştiriyor. Bir silme eylemi ile karşı karşıyayız. Peki silinenin yerine ne konacak? Bunu yönetimlerin bilme ve bize söyleme imkanı yok. Asıl değişikliğin bu iktidar alanının dışında olacağına dair işaretler var.

Peki geriye ne kalacak? İşte bu soru yeni bir şeylerin olabileceğine dair işaretler veriyor.

Şimdi karşımızda ürkütücü olduğu kadar ironik bir soru var: Acaba yaşanan bu felaket, kamusal hayatı felç edip, daha büyük bir felaketi tetikleyebilir mi? Bu onunla baş etmeyi de engelleyebilir mi? Bir hayaletle karşı karşıyayız. Ne olduğunu, arkasından gene böylesine beklenmedik kötülükler gelecek mi, onu da bilmiyoruz. Bu durumda korktuğumuz şey virüsün kendisi değil. Kendimiz. Bir ikilemle karşı karşıyayız. Ya değişeceğiz ya da yok olacağız. Tercih bizim. Çünkü bu koşullarda felaketi yaratanın virüs değil, kendimiz olacağı kesin.

Bizim hayatımızı ve kamu düzeninin bu kadar etkilenmesini, bu kadar kırılgan olmasını sağlayan şey ne olabilir? Büyük olasılıkla doğal yaşam alanlarını tahrip eden büyüme üzerine kurulu ekonomimiz ve sorunları paketleyen ideolojilerimiz, düşmanlıklarımız, bunlar bizi o kadar farklı bir hayal dünyasının içine, kuyuya atmıştı ki, dışarısını göremiyorduk.

Şimdi bunların ne kadar anlamsız kaldıklarını görüyoruz. Bunların silindiği bir ortamda belki baştan başlayabiliriz. Küresel başka önemli sorunlar, mesela daha önceki salgınlardan ölümlerin çok daha yüksek olması, iklim krizi, hava kirliliği, uçakların kendi ağırlığımızın beş katı yakıt tüketmesi falan bizi o kadar ilgilendirmedi, etkilemedi.

Sarsılan mitler

Virüsten değil, acaba ortaya çıkabilecek felaketlerden, şeyleştiremediğimiz şeyler olduğunu anlayınca mı korkmaya başladık?  Asıl korktuğumuz şey bildiğimiz, tanıdığımız şeylerin eften püften olduklarını, kapitalizmin hiç de güvenilecek bir şey olmadığını görmek olmasın?

Bizi ürküten şey bu olabilir. Şeyleştirici yöntemlerle inşa edilen huzurlu ortamın, salgın hastalıkların zaman içinde ortadan kalktığına, bilimin her sorunu çözdüğüne bize inandıran mitolojinin sarsılması.  Korktuğumuz şey ayaklarımızın altındaki zeminin kayıyor olması. İşte bu şehirlerin nüfusunun yarısını bir anda silip süpüren kara veba salgını gibi beklenmedik, modern zamanlarda olmayacak bir şey.

Gelecekte büyüme odaklı ideolojinin aptalca gözükeceği, kitlesel mekanların, hareketlerin sınırlanacağı, özenle tasarlanmış ve yönetilen yereller, müsrif olmayan bir küreselliğin içinde mi yaşayacağız? Hiçbir kamusallığın eskisi gibi olmayacağı bir döneme mi giriyoruz?

Yeni çalışma ortamı yöntemlerine, şiddet içermeyen bir kültüre ve bilgiyi paylaşmak için yeni kamusal alan pratiklerine ihtiyaç var.”

Bu koşullarda insanların nasıl sosyalleşebileceklerini ve kamusallıklarını paranoid bir bilinçten öteye geçebileceklerini düşünmekle başlayabiliriz. Örneğin gıda sıkıntısı olursa insanların, yoksulların, yaşlıların nasıl hayatta kalacaklarını düşünmekle başlayabiliriz. Kısa bir süre içinde, ki hastalananların sayısının artacağı söyleniyor, bu kişilere viral bir bağlantı olmadan nasıl yardım ulaştırılabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Çünkü söylendiğine göre hastanelerin tecrit odaları herkesi alamayacak. Daha da önemlisi, diğer felaketlerden farklı şekilde, bir taraftan yukarıdan bilgi sahibi olurken, yerelde yaşananlar hakkında nasıl bilgi sahibi olabileceğimizi, bunun yollarını bulmamız gerekiyor. Yerel bilgi, koordinasyon ve risk azaltma eylemlilikleri nasıl geliştirilebilir?

O takdirde semtimizin yerel yönetimimiz, kamu kurumlarımız, STK’lerimiz çalışıyor mu, görevlerini yerine getirebiliyor mu, bunları daha iyi göreceğiz. Katılımla ilgili yerel kurumlarımız, STK’lerimiz işlerini yapabiliyor mu, kamusal sorumluluk üstlenebiliyor mu, çok daha iyi anlayacağız.

Yerelleşmenin imkanları

Alın size bir yerelleşme deneyimi! Hep konuşuyorduk değil mi, acaba merkezi yönetimin bazı işlevleri yerelleşemez mi diye? Bunlar biliyorum, yalnızca ihtimaller. Ama yapabileceklerimiz yalnızca beklemek ve ellerimizi sabunla yıkamakla gibi kendimizle sınırlı değil. Evet kamu çok donanımlı ve güçlü. Ancak kamunun tek başına bizim sorumluluklarımız devralamayacağını hissediyoruz. 99 Depremi’nde olduğundan farklı koşullar olsa da. Yeniden aynı koşulları yaşamayabiliriz belki ama beklenmedik durumlara hazır olmamız gerektiğini tahmin edebiliriz.

Neo-liberal sistemde “kamu” hem karar verici hem de yaratıcı işleri yapan, ya da imtiyazlı bir çevreye dağıtan bir işlev kazandı, özelleşti ve kamusal niteliğini kaybetti. Eğer kamu dediğimiz şey eski yönetim yapısıyla, ayrışmış ve seri üretime dayanan hizmetler üzerinden işlemeye devam ederse, şehirleri batıracak. Yönetimler dar bir katılım çevresine kapanıyorlar. Böylece dışarıda kalanlar bilgi sahibi olamıyor ve yöneticiler de itiraz edenleri bilgisizlikle suçluyorlar. Oysa kamusal nitelik taşıyan bilgilerin açık uçlu üretilmesi gerekli. Burada kamunun nasıl bir işlev göreceği, nasıl yapılanacağı çok önemli. Yeni çalışma ortamı yöntemlerine, şiddet içermeyen bir kültüre ve bilgiyi paylaşmak için yeni kamusal alan pratiklerine ihtiyaç var. Yeni çalışma sistemlerinin geliştirilmesi,  şirketlerin ve kamunun merkezsiz çalışmaya dönmesi, bu aynı zamanda bir alışkanlık ve bir pratik kazanması, kısaca bilgiyi başka türlü paylaşmak…

Yeni paylaşım ve etkileşim yollarını bulmalıyız. Bu tür durumlarda bildiğimiz büyümeci modelinin eylemliliklerinde olduğu gibi edilginleşmek (paydos etmek) yerine aktif hale gelmeliyiz, yaratıcı olmalıyız. Büyümeyi kötü yönetmenin canlılar ve cansızlar için nasıl bir felaket olduğunu görmek istemedik, inkar etmeye çalıştık. Ama küçülmeyi kötü yönetmenin nasıl bir felaket olabileceğini artık saklamanın, inkar etmenin imkanı yok.

Virüsler ve iklim değişikliği

İklimle ilgili salgın hastalıkları kabaca iki gruba ayırabiliriz: İnsandan insana doğrudan geçenler ve bir taşıyıcı vasıtasıyla insandan insana geçenler. Yani, soğuk algınlığı virüsü veya bugünlerde sıkça konuştuğumuz Kovid-19 gibi hastalıklar insandan insana doğrudan geçen hastalıklar, sıtma veya Batı Nil virüsü gibi sivrisineklerin ısırmasıyla bulaşan hastalıklar vardır. Özellikle bizim yaşadığımız ılıman iklim kuşağında bu hastalıkların iklim koşulları ile sıkı bir ilişkisi bulunur. İklim değiştikçe de bu ilişki mutlaka değişecektir.

Bu iki grup içindeki salgınların inceleme yöntemleri de doğal olarak farklıdır. Birinde taşıyıcı sivrisinek veya kene gibi bir canlı olduğundan bu canlıyı laboratuvar ortamında incelemek mümkündür. Bu nedenle de bir taşıyıcı vasıtasıyla bulaşan hastalıklar konusundaki bilgimiz çok daha fazladır. Oysa insandan insana geçen hastalıkları bir laboratuvar ortamında inceleyemeyiz. Burada dayanmak zorunda olduğumuz yöntem bu hastalıkların insanlarda incelenmesidir. Bilerek insanlara bu zararlı virüsleri de veremeyeceğimizden bu hastalıkların davranış biçimleri konusundaki bilgimiz de sınırlıdır.

Hava sıcaklığı değil, kalabalık ve kapalı ortamlar…

Benim bir tıp doktoru değil bir iklim bilimci olduğumu bir kez daha hatırlatarak, günlük dille ufak bir bilgi vermeye çalışacağım. Kendi aramızda sıkça kullandığımız iki terim var: Soğuk algınlığı ve grip. Biz bu ikisini birbirinin yerine sıkça kullanırız, ama anladığım kadarıyla tıpta bu iki hastalık epey farklı anlamlara geliyor. Bu iki hastalık da, son günlerin çokça konuşulan hastalığı Kovid-19 da viral hastalıklar. Yani bu hastalıkların nedeni bir virüs. Ama soğuk algınlığını meydana getiren virüs ailesi ile grip hastalığını meydana getiren grip virüsü ailesi ve korona virüsü üç ayrı aileden ortaya çıkıyor. Normal hayatımızda senede iki-üç defa soğuk algınlığını yaratan virüsle karşılaşıyoruz ve bu virüsün aşısı yok. Yalnız bize fazla da zorluk çıkartmıyor. Grip virüsü ise çok daha zorlu bir rakip ama ona da sık sık yakalanmıyoruz. Bu grupta son senelerde karşılaştığımız domuz gribi veya kuş gribi gibi grip türleri var. Korona virüslerinde ise ülkemizde fazla sorun yaratmayan SARS veya MERS gibi hastalıklara neden olan virüslerle Kovid-19 var.

Şu ana kadar bu virüsün sıcak havayı sevmediği konusunda çok şey duyduk. Ancak bu konuda elde herhangi bir veri yok, hatta olan veriler de Kovid-19’un sıcak havadan fazla etkilenmediğini bize gösteriyor.”

Türkiye gibi ılıman ülkelerde soğuk algınlığı veya grip salgınları daha çok kış aylarında görülüyor. Bunun nedeni bu virüslerin soğuk ve kuru havayı sevmeleri de olabilir, ancak bilim insanları soğuk havalarda daha sıkça kapalı ve havasız mekanlarda bulunduğumuzdan bu virüslerin insandan insana geçmesinin daha kolay olduğunu ve bu nedenle bu salgınların daha sıklıkla kış aylarında görüldüğünü düşünüyorlar. Benzer bir durum Kovid-19 için de geçerli. Şu ana kadar bu virüsün sıcak havayı sevmediği konusunda çok şey duyduk. Ancak bilimsel açıdan bakıldığında bu konuda elde herhangi bir veri yok, hatta olan veriler de Kovid-19’un sıcak havadan fazla etkilenmediğini bize gösteriyor. Daha önemli olan ise insanların daha kalabalık olduğu mekanlarda daha hızlı yayılıyor olması. Soğuk algınlığı, grip veya korona virüslerinin ortak özellikleri bu. Kış aylarında daha fazla salgına neden oluyorlar, ama kış sona erdiğinde bu salgınlar ciddi oranda azalıyor.

Sivrisinekler, koronavirüsten daha tehlikeli

Tropik bölgelerde sıcaklık yaz-kış benzer seyrediyor. Bu nedenle de tropik bölgelerde bu salgınlar bizde olduğu gibi çoğunlukla kış aylarında görülmeyip tüm seneye yayılıyor. Ancak sene boyunca da görülen salgın şiddeti bizim kış aylarında yaşadığımızdan oldukça hafif oluyor.

Geleceğe baktığımızda bölgemizde ortalama sıcaklıkların artacağını görüyoruz. Bu da yukarıda sözünü ettiğimiz virütik hastalıkların görülme sıklığını ve şiddetini değiştirecektir. Beklentimiz soğuk algınlığı ve grip vakalarının senenin geneline yayılmaya başlaması ancak salgınların şiddetinin de azalması yönündedir.

İklim değişikliğine uyum bağlamında, özellikle de sivrisineklerin taşıdığı hastalıklara karşı şimdiden önlem almak gerekiyor.

Ancak bunun yanında bizi bekleyen esas tehdit insandan insana bulaşan virütik hastalıklardan değil bir taşıyıcı ile bulaşan hastalıklardan gelecektir. Bu taşıyıcıların en başta geleni de sivrisineklerdir. Normalde sivrisinekler sıcaklığın sıfırın altına düştüğü bölgelerde kışı geçiremediklerinden ülkemizde ciddi bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Oysa bu sivrisinekler değişen ve ısınan iklim koşullarından dolayı çoğu bölgede kışı geçirebilecek olurlarsa başta sıtma gibi önemli salgın hastalıklara da neden olabilirler. Geçtiğimiz yaz İstanbul’da birkaç Batı Nil Virüsü vakası görüldü. Bu kışı neredeyse hiç kar görmeden geçirdik. Gelecek yaz başımız sivrisineklerle çok daha fazla belaya girecektir.

Bugünlerde en önemli konumuz korona virüsü oldu. Korona virüsü her ne kadar ciddi problem yaratan bir virüs olsa da yazın karşımıza çıkabilecek hastalıklarla kıyaslandığında daha zararsız bir problem olabilir. Bu nedenle iklim değişikliğine uyum bağlamında karşılaşacağımız bu yeni hastalıklara karşı önlem almamız gerekiyor. Özellikle de kendimizi sivrisineklerden nasıl koruyacağımız konusunda.

Koronavirüs için harekete geçen akıl iklim krizinde neden ölü taklidi yapıyor?

COVID-19 Çin’de yavaşlama eğilimine girdi girmesine ancak dünyanın diğer bölgelerinde son hızla yayılmaya devam ediyor. Tüm ülkeler bu konuda sıkı önlemler alıyor. İtalya, Danimarka gibi ülkeler memleketi komple kapatırken, birçok ülkede tüm toplu etkinlikler iptal ediliyor. Okullar boşalmış, marketler neredeyse yağma düzeyinde talan edilmiş halde. Adeta post apokaliptik bir filmin ilk 25 dakikalık bölümünü canlı olarak yaşıyoruz. Tüm dünya konunun ciddiyetinin fevkalade farkında. Herkes alınan önlemleri anlayışla karşılıyor. Komplocu eblehler ve geninin kudretli olduğunu zanneden ahmaklar dışında durumun gidişatını herkes ilgiyle takip edip belirlenen ve olması gereken önlemlere uyuyor. Müthiş bir adı konulmamış ortak akıl söz konusu.

Herkes elini yıkamayı yeniden keşfetti. Şimdiye kadar yerini anlamsız kokulu ıslak mendillere ve losyonlara kaptırmış olan kolonya yeniden revaçta. Tüm bunların hepsi bir salgın için. Öldürücülüğü çok yüksek olmasa da yarattığı korku ve beraberinde gelişen farkındalık inanılmaz. Öyle ki bu hızla devam ederse sırf el yıkama yüzünden su sıkıntısı bile baş gösterebilir. Yani ciddi bir önlem alma seferberliği var. Olsun da olması gereken bu. Sadece üç ay gibi bir sürede yaşanıyor tüm bunlar.

Tembel beyinler!

Tüm bunları neden mi anlatıyorum? Şundan dolayı: Öldürücü etkisi kısa sürede ortaya çıkan bir probleme karşı anında reaksiyon gösterilebiliyor, hem de küresel boyutta. Benzer bir durum Zika, Ebola vb salgınlarda da görülmüştü. Zira hastalığa kapılınca etkisini kısa sürede gözlemleyebiliyoruz. Mesela hava kirliliği, plastik kirliliği ya da küresel iklim krizi gibi etkisi daha uzun sürede gözlemlenebilen problemlerde benzer bir reaksiyon oluşmuyor. Kısacası beynimiz etkisi uzun sürede ve zamana yayılarak ortaya çıkan ve hatta kimi zaman nesillere yayılan olaylara karşı harekete geçme konusunda oldukça tembel. İkna olmuyor. En azından özel bir farkındalık yoksa viral enfeksiyonlara gösterilen reaksiyonlara nazaran yaprak bile kımıldatamıyor. Peki neden?

George Marshall, “Don’t Even Think About It: Why Our Brains Are Wired to Ignore Climate Change” isimli kitabında bu soruya geniş ve ilgi çekici bir cevap sunuyor. Kitabın ana teması, iklim değişikliği sorununun bilimsel veya teknik değil psikolojik olarak nitelendirilmesine dayanıyor. İklim Destek ve Bilgi Ağı‘nın da kurucusu olan Marshall, alışılmışın dışında bir şekilde bu soruyu cevaplamak için terör yönetimi teorisini, bilişsel önyargıyı, seyirci etkisini ve sosyal bilimciler tarafından geliştirilen diğer kavramları kullanıyor. Merak edenler kitabı okuyarak daha detaylıca neden küçük beynimizin farklı olayların benzer sonuçları olsa da nasıl farklı tepki verdiğini iklim krizi üzerinden gayet güzel bir şekilde öğrenebilir. Ancak ben yine de kitaptaki bazı tespitleri buradan vermekte yarar görüyorum. Marshall bir psikolog olan Daniel Kahneman’dan şunu aktarıyor:

İklim değişikliği ile başa çıkabileceğimiz konusunda son derece şüpheliyim çünkü uzak, soyut ve tartışmalı olarak algılanan bu tehdit, kamuoyunu ciddi şekilde harekete geçirmek için gerekli özelliklere sahip değil”.

Kahneman iklim krizinin uzun vadeli olan ve sonucu daha zamana yayılarak ortaya çıkan bir olay olduğunu ve bu yüzden de insanların bu duruma insanlar şüpheyle yaklaştığını belirtiyor. Bu durum tabii ki bir avuç iklim mücadelecisini kapsamıyor çünkü konu hakkındaki hazır bulunuşluk oldukça belirleyici.

Burada bir kıyaslama yapmak yerinde olacaktır. Çünkü iklim krizi veya hava kirliliği ya da plastik kirliliği konusunda önlem alma meselesinde küresel sermayenin isteksizliğinin nedeninin ekonomik kaygılar olduğu çokça dile getirilen bir durum. Yani tröstler para kaybetmek istemiyor çünkü işin ucunda kârdan zarar söz konusu. Ancak görünen o ki COVID-19 vakasında bu konuda pek de kimsenin sesi çıkmıyor. Petrol fiyatları hiç yoktan tonla değer kaybetti. Tüm dünya borsaları çöküşte ve ciddi bir kriz geliyor. Bunların COVID-19 ile ilişkisi açık ve net.

Geleceğin refahı

Ancak buna rağmen mesela sera gazı salımını azaltmak için isteksiz davranan ABD, COVID-19 yüzünden ülkeyi kapatmayı bile konuşabiliyor. Bütün şirketler ciddi bir değer kaybı yaşıyor ve durum gerçekten vahim. Benzer bir durum iklim krizi nedeniyle de gerçekleşecek ancak işin can alıcı noktası şu! İklim krizinin etkilerinin ortaya çıkışı biraz zaman alıyor! Bu da aksiyona geçilmesini yavaşlatıyor. İşte burada da önlem alınması noktasındaki isteksizliğin nedeni ortaya çıkıyor.

Yale üniversitesinden fütürist ve sosyolog Wendell Bell bu durum için şunu söylüyor:

“Geleceğin refahı için fedakarlık yapmak tek yönlü bir sokak gibi görünüyor”.

İşte etkisi ve öldürücülüğü kesin olsa da, ortaya çıkış süresi biraz zaman alan ve alınan tedbirlerin de etkisini yine uzun vadede gösteren olgulara karşı beynimizin yaklaşımı! Adeta ölü taklidi! Ancak işin bir diğer tarafında da mevcut COVID-19 pandemisinin ya da başka bir sürü felaketin iklim kriziyle de ilgili olduğu gerçeği duruyor. Yapmamız gereken belki de bu bağlantıya odaklanmak. Daha basite indirgenmiş bir şekilde bu ilişkileri kurup etkisini kısa sürede hissettiren olaylar ile iklim krizi arasındaki bağa odaklanmak. Bunu yapabilirsek belki de iklim krizine karşı alınabilecek önlemlerde de hızlanma gerçekleşebilir.

O halde sözlerimizi New York Üniversitesi’nden etik uzmanı Samuel Scheffler‘in sözleriyle bitirelim: “Gelecek için çalışmamızın tek yolu, onların adına hareket etmeye motive olmamızdır”. İşte bunun da tek yolu gelecek için grev yapan çocuklara destek olmaktır.

Dünyayı virüsler kurtarabilir mi?

Yaklaşık dört buçuk milyar yaşında olan gezegenimiz, Newton’un dünya zamanı olarak oldukça uzun ancak Einstein’ın evren zamanı olarak oldukça kısa sayılabilecek bu süreçte hatırı sayılır badireler atlattı. Örneğin ilkinin 440 milyon sonuncusunun ise 65 milyon yıl önce yaşandığını bildiğimiz beş büyük kitlesel yok oluş var dünya tarihinde. Bu yok oluşların hiçbirinde dünya üzerinde ne insan ne de insanın ataları sayılabilecek türler bulunmuyor. Yaklaşık 200 bin yıl önce evrim insanı ortaya çıkardı. Yaklaşık 10 bin yıl önce tarım yapmaya, yerleşik yaşama başladık ve uygarlıklar kurma sürecine girdik. Bu kadar kısa sürede altıncı kitlesel yok oluştan söz edilmeye başlandı ve bu kez olay bütünüyle antropojen; yani insan kaynaklı.

İnsanlığın biyokütle olarak tüm canlılar içerisindeki payı yalnızca %0,01; Bir başka ifadeyle on binde bir. Buna karşılık bakteriler %13 bitkiler ise %82’lik bir paya sahip. Virüsler bile yine biyokütle olarak insandan üç kat fazla paya sahip. Balıklar insandan 12 kat, böcek ve örümcekler 17 kat, mantarlar 200 kat, bakteriler bin 200 kat ve bitkiler 7 bin 500 kat daha fazla biyokütleye sahip. Hal böyleyken insanlık uygarlığın başlamasından bugüne yabanıl memelilerin %83’ünü, deniz memelilerinin %80’ini, bitkilerin %50’sini ve balıkların %15’ini yok etti.[1]

Ülkemizde halk arasında koronavirüs olarak anılan COVID-19’un kısa sürede yarattığı etki bu yazının başlığını aklıma getirdi. Haddimi aşmayarak da olsa önce bu virüs meselesine biraz açıklık getirmek istiyorum. Virüs, genel anlamda “Bitkilerden hayvanlara, bakterilerden arkelere[2] her türlü canlıda yalnızca yaşayan hücreleri enfekte edebilen ve bu yolla yayılan mikroskobik enfeksiyon etkenleri” olarak tanımlanabilir. Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin açık erişimli dergisinde 2013 yılında yayımlanan bir makaleye[3] göre memelileri enfekte eden en az 320 bin virüs bulunuyor. İnsanı enfekte ettiği tanımlanmış virüs sayısı ise 200’ün üzerinde.[4] Hafızamızı şöyle bir yokladığımızda yakın geçmişte tıpkı COVID-19 gibi yaygın panik havası yaratan HIV, Ebola, Influenza gibi diğer virüsleri de hatırlayabiliyorum. Yeni dostumuz COVID-19’da böyle bir virüs türü ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından verilen bilgiye göre COVID (koronavirüs) bir virüs ailesinin (familyasının) adı. Bu aileye mensup virüsler insanda yaygın soğuk algınlığından MERS (Middle East Respiratory Syndrome) ve SARS (Severe Acute Raepiratory Syndrome)’a daha şiddetli hastalıklara yol açıyor. Ateş, öksürük, kesik kesik nefes alma ve nefes alma güçlükleri yaygın görülen belirtiler.[5]

“İyi de” diyebilirsiniz, “Dünyanın pek çok ülkesinde daha şimdiden binlerce insanın ölümüne yol açan bir virüs ya da bir başka virüs veya birkaçı işbirliği içerisinde dünyayı nasıl kurtarabilir?” Tam da sorunun içinde geçtiği yolla; yani, toplu insan ölümlerine yol açarak. “Ya şaka yapıyor bu adam ya da zalimin teki.” diyenleri duyar gibi oluyorum. Şaka yapmıyorum. İkinci paragrafın son cümlesini kılı kıpırdamadan okuyup benim bu cümlemde zalimlik emaresine rastlayanlara ise diyecek pek sözüm yok. Onlarla ben, öyle anlaşılıyor ki dünyaya bambaşka pencerelerden bakıyoruz.

Daha makul yollar da var, ama mümkün mü?

Dünyanın virüslerle kurtarılabilme ihtimalini açmadan önce “daha makul bir yol yok mu?” sorusuna odaklanmak yararlı olur. Cevap çok basit: Elbette var daha makul yol. Nüfus artışını durdurmak ve hatta tersine çevirmek, ekonomik büyüme odaklı kalkınma politikalarına derhal son vermek, ekosistemle uyumlu olmayan her türlü teknolojiyi ve üretimi reddetmek, fosil yakıtlar başta olmak üzere kirli enerji kaynaklarını hemen terk etmek, ulusal sınırları kaldırıp açlık başta olmak üzere toplumsal sorunlara karşılıksız dayanışma ile çözüm üretmek, paylaşmak ve elbette doğa ile uyumlu yeni bir yaşam felsefesini derhal hayata geçirmek… Buyrun, size makul bir çözüm yolu. Peki, makul olduğu gibi mümkün mü aynı zamanda? Yanıtı siz verin, ben değil.

Şimdi gelelim virüslerin dünyayı kurtarabilme ihtimaline. Dünyanın kurtarılmasından kastım gezegendeki doğal yapının kendi denge ve süreçleri içerisinde değişerek devamlılığının korunması. Doğanın değişmesi kaçınılmaz, ancak, değişim doğanın kendi süreçlerinin dışındaki yapay, daha açık ifadeyle antropojen faktörlerle küresel bir ekolojik yıkıma götürmemeli dünyayı. Günümüzde olan tam da bu aslında. Hızla bir ekolojik yıkıma doğru gidiyoruz ve kimse frene basmaya yanaşmıyor. O halde insan iradesi dışındaki bir etkenin insanı frenlemesi gerekiyor. Ne olacak bu etken?

Bu konuda en çok dile gelen iki görüş var. Biri uzaylılar diğeri de virüsler. Uzaylıların dünyaya gelmesi ve insanla temasa geçmesi üzerine senaryolar üreten çalışmalar var. Örneğin bir grup araştırmacı bu senaryoları ölçüp biçerek Acta Astronautica adlı dergide yayımlamışlardı.[6] Uzaylılarla temasın muhtemel sonuçlarından biri de insanın nesli tükenen canlılar kategorisine transfer olması, makaleye göre.

Doğayla inatlaşma…

Virüs meselesine gelince; isterseniz önce tarihte insanlığın başına çok büyük belalar açmış virüs vakalarına bakalım. Kuşkusuz ilk akla gelenlerden biri 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar yaklaşık 75 milyon insanın ölümüne yol açan ve kara ölüm olarak da adlandırılan veba salgını. Yine Variola adı verilen bir virüs aracılığıyla yayılan çiçek hastalığının 1500’lü yıllarda Avrupalılar tarafından Amerika’ya taşınması sonucu yerli Amerikalıların %90’ının çok kısa bir zamanda öldüğünü biliyoruz. Aynı virüsün 20. yüzyılda 300 ila 500 milyon insanın ölümüne yol açtığı tahmin ediliyor.[7] Yakın zamanlara geldiğimizde hemen aklımıza gelecek olan vaka, HIV adı verilen virüs nedeniyle ortaya çıkan AIDS hastalığı. 1980’li yıllarda adını duyduğumuz bu hastalık da yaklaşık 40 milyon insanın ölümünden sorumlu. Daha da yakın zamanlardaki virüs salgınlarını ise sanırım hiçbirimiz henüz unutmadık. Şimdi de COVID-19 insanlığı korkudan titretiyor. Ülkemizde de virüsün bulaştığı ilk hastalar saptandı ve okullar ile üniversitelerin eğitime ara vermesi dâhil pek çok önlem hızla alınmaya başlandı. Uzmanlığa dayanmayan, sıradan gözlemlere dayalı tahminim odur ki COVID-19 salgını kısa bir süre içerisinde kontrol altına alınacak ve yukarıda bahsettiklerim gibi tarihin konusu haline dönüşecektir.

Kanımca asıl mesele, insanın uygarlığını doğayla inatlaşmak üzerine şekillendirmesi er ya da geç başına çok büyük işler açacak oluşudur. Doğrusu, açmaya çoktan başladı fakat çoğunluk henüz bunun farkında olamıyor ya da farkında değilmiş gibi davranmak işimize daha çok geliyor. Gezegenimiz üzerindeki doğal süreçlerin sonucunda ortaya çıkmış basit bir canlı olduğumuzu ve diğer bütün canlı ve cansız unsurlarla kader ortaklığı taşıdığımızı anlamak yerine insanı yücelten, diğer her şeyi insanın kullanımına tahsis edilmiş birer meta olarak kabul eden bir uygarlık şekillendirdik. İnanç sistemlerimizden ekonomik modellerimize felsefeden teknolojiye tüm uygarlık bileşenlerimizle bu illüzyonu pohpohlayıp kendimizi hiç de hak etmediğimiz bir yerde konumlandırdık ve bunun yarattığı felaketleri anlayıp önlemede hala akılcı davranış tarzını seçmekten uzaktayız. Büyük usta Münir Özkul’un, yani Bizim Aile filmindeki Yaşar Usta’nın “Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm!” sözleriyle efsaneleşen tiradında olduğu gibi, doğa biz küçücük insanlara çeşit çeşit yol ve yöntemlerle ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı hatırlatıyor aslında. Ama kibrinden burnunun ucunu göremez hale gelmiş insan üç maymunu oynayarak yoluna tam gaz devam etmekte herhangi bir beis görmüyor. Bu durumda ise gezegenimizin kurtuluşu için başka seçenekler ön plana çıkmaya başlıyor. Belki bir uzaylı istilası belki de boyut olarak küçük ama güç olarak insandan kat kat büyük bir virüs. Kim bilir?

***

[1] Daha kapsamlı bilgi için; Bar-On, Y.M., Phillips, R., Milo, R. 2018. The biomass distribution on Erath. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 115(25): 6506-6511.

[2] Tek hücreli organizmalardan oluşan, bakteriler gibi prokaryot olan bir canlı grubu.

[3] Makalenin tamamı için tıklayın  

[4] Woolhouse, M. ve diğerleri 2012. Human viruses: discovery end emergence. Phil. Trans. R. Soc. B (2012)367: 2864-2871 adlı çalışmada insanları enfekte eden virüs sayısı 219 olarak belirtiliyor. Aradan geçen zaman içerisinde bu sayının artmış olma ihtimali yüksek.

[5] Başta koruyucu önlemler olmak üzere daha fazla bilgi için WHO’nun ilgili sayfaları ziyaret edilebilir.

[6] Baum, S.D. ve diğerleri 2011. Would contact with extraterrestrials benefit or harm humanity? A scenario analysis. Acta Astronautica (2011)68: 2114-2129.

[7] Antik Mısır’da bile olduğu saptanan çiçek hastalığının çok büyük aşı kampanyaları sonucunda bütünüyle yok edildiğini Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ancak 1979 yılının sonunda duyurabildi.

Fukuşima nükleer felaketi dokuz yaşında

11 Mart 2011, Japonya‘nın Tohoku bölgesini vuran 9 büyüklüğündeki depremin 14 metre yüksekliğinde tsunami dalgaları oluşturarak Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali‘nde nükleer felaketi başlattığı gün olarak tarihteki yerini aldı. 18 bin kişinin yaşamını yitirmesine, yüzbinlerce insanın yaralanmasına ve 380 bin insanın evini, yaşam alanlarını aniden terk etmesine yol açan üçlü felaket, doğal afetlerin nükleer santraller üzerinde ne denli tehlike teşkil edebileceğini göstermesi açısından büyük önem taşıyor. Depremin meydana gelmesiyle nükleer tesisin altı reaktöründen üçünde sırasıyla 12,14 ve 15 Mart tarihlerinde meydana gelen tam erimeler, tsunami dalgalarının soğutma suyu sistemini bozmasıyla reaktörlerde patlamalara yol açarak tehlike derecesinin Çernobil nükleer felaketinin tehlike derecesine eşdeğer; “7 seviyesi”ne çıkarılmasını gerektirdi.

Ne var ki patlamalarla atmosfere yayılan radyoaktif partiküller daha önce de yazdığımız üzere yağış, rüzgar, fırtına gibi hava olayları ve yangınlarla ekosistemde yayılarak tehlike oluşturduğu gibi mütemadiyen denize karışan radyoaktif su ve çözümsüz atık sorunu da bu tehlike derecesini daha yukarıya taşıyor. Fukuşima nükleer felaketi’nin kendini sürekli yeniden üreten ve yüzlerce yıl sürecek olan ekosistemsel tehlikelerini ve risklerini önceki senelerde  olduğu gibi  paylaşıyoruz.

Bu seneye damgasını vuran olay, yüksek radyasyon seviyelerine hatta son kertede dünya çapında etkili olan koronavirüse rağmen gerçekleştiril- mek istenen Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları. Japonya’da halk Tokyo 2020’ye tepkili fakat ülkenin ekonomik çıkar dengeleri aşırı tepkilerin önüne geçiyor. Fakat gelin Tokyo 2020′ yi detaylandırmadan önce son bir yıl içinde yaşananlara göz atalım.

Bitmeyen dekontaminasyon çalışmaları

Fukuşima nükleer felaketinin oluşturduğu tehlike ve riskler kadar Japon Hükümeti’nin bölgede dekontaminasyon çalışmaları yürütülüyor olmasına rağmen mevcut radyasyon tehlikesini yok sayması ve sağlık risklerini görmezden gelen yaklaşımı da bu riskleri artırıyor. Bölgeyi terk etmiş olan 380 bin kişiden en son 40 bin kişi tazminat ödemeleri kesilmesine rağmen dönmemekte direnirken dönenler daha ziyade yaşlılar ve çocuksuz olanlar. Tahliye bölgesinde “okullar faaliyete geçti denmesi için” yeniden açılmış olan okullara ise öğrenciler başka şehirlerden otobüslerle taşınıyor.

Tahliye bölgelerinde halen girilmesi yasak olan ilçe ve şehirler ise yüksek radyasyon seviyeleri nedeniyle dekontaminasyon işlerinde çalışan işçilerin sağlığı açısından ciddi tehlike arz ediyor. Zira nükleer felaketin meydana geldiği Fukuşima Daiichi Nükleer Santrali’nde her gün dört-beş bin işçinin dekontaminasyon çalışmalarını yürütmesi, yer yer saatte 250 Mikrosievert radyasyona maruz kalmaları anlamına geliyor ki bu dünya standartı olan yıllık sınır dozuna dört saat içinde erişilmesi demek. Öte yandan 404 milyon dolar harcanarak inşa edilen fakat reaktörlerin içinden geçerek denize akmaması için biriktirilen 400 ton suyun miktarını yalnızca 170 tona düşüren Buzdan Duvar projesi zamanında tesis sahasında çalışanlarla beraber bu sayının sekiz bine ulaştığı belirtiliyor.

Görsel: Greenpeace/ Japonya

Kanser vakaları artıyor

Yetişkinler arasında nedeni bilinmeyen kalp krizi ve diğer rahatsızlıklardan ölümlerin Fukuşima nükleer felaketi ile ilişkilendirilmesi kolay değil. Bu durumu daha da zorlaştıran ise felaketin ilk yılında ölümlerin %90’ı bildirilirken 2018’de bildirim oranının %55,8’e düşmüş olması. Diğer bir deyişle zaman geçtikçe ölümlerle ve kanser vakalarıyla nükleer felaket arasında bağ kurmanın güçleşmesi, bildirimlerin yapılmasının önünde engel teşkil ediyor.

Kanser vakalarının yüksek olarak görüldüğü bir grup da işçiler kadar direkt radyasyona maruz kalmasalar da bağışıklık sistemi görece zayıf olan çocuklar. Çocukluk çağı tiroit kanserinin nükleer felaket öncesinde milyonda bir ya da iki görülebilen bir hastalıkken nükleer felaketin başlamasıyla görülme sıklığının 500 kat arttığını ortaya koyan vakalar izlenmeye devam ediyor.

Buna göre tiroit kanseri teşhisi ve şüphesi olanların sayısı, 2018 sonunda yayımlanan araştırmalara göre, 380 bin çocukta 206 iken, bugün bu sayı 218 vakaya çıkmış durumda. Sıkı bir takip yapılırsa bu sayının 3500’e çıkabileceğine işaret eden uzmanlara göre Fukuşima nükleer felaketi nedeniyle çocuklarda görülen kanser teşhisi ve şüphesi vaka sayısı Çernobil nükleer felaketi sonrasındaki vakalara kıyasla oldukça yüksek. Bu görüşü daha önce Yeşil Gazete’de yaptığımız röportajda, Kazuhiko Kobayashi de destekliyor. Kobayashi, nükleer felaketin başladığı tarihten bugüne dokuz yıl geçmiş olduğu için çocukların başka şehirlerde takibinin yapılması mümkün olmadığını söyleyerek kanser vakalarının bilinmesindeki zorlukların altını çiziyor.

Yüksek radyasyon seviyeleri

Bağımsız uzman ve yurttaşlar tarafından yapılan ölçümler Tokyo 2020 Olimpiyat Oyunları’nın Fukuşima rotası kapsamındaki Koriyama şehrinde saatte 0,46 mikrosievert, İitate kasabasında saatte 0,77 mikrosievert radyasyon tespit etmiş bulunuyor ki bu tespit radyasyon seviyelerinin dünya standartı kabul edilen yıllık 1 milisievertin saat hesabına  göre radyasyon miktarının iki-üç kat fazla olduğunu gösteriyor. Öte yandan hatırlatmak gerekirse  Fukuşima nükleer felaketinin başlamasından aylar sonra tayin edilen yıllık 20 Milisievert sınır dozunun dokuz yıldır hala uygulamada tutulması  dünya çapında bir ilk. Bu şekilde, açıkça dünya standardı olan yılllık 1 milisievert sınır dozuna geri dönülemeyecek denli yüksek radyasyon seviyeleri, diğer bir deyişle dünya standartının  20 kat üstü “normalleştirilmek” isteniyor.

Havalandırma kuleleri büyük risk

Gerek Fukuşima eyaleti gerekse meteorolojik hareketlilik nedeniyle Japonya ve Uzak Doğu hatta Pasifik Okyanusu açısından en büyük tehlikelerden biri de Fukuşima Nükleer Santral Tesisi sahasında bulunan havalandırma kuleleri . 120 metre yükseklikteki iki kule patlamalar esnasında yüksek radyoaktif izotopların açığa çıkması ve buralarda birikmesi nedeniyle yüksek tehlike barındırıyor. En son bu kulelerin bir fırtına ve ya şiddetli hava olayı nedeniyle devrilerek işçilerin mağdur olmaması için 200 metre uzaktan kumandayla bir operasyon yürütüldü ve kulelerin yüksekliği ayakları kesilerek  60 metreye indirildi. Ancak soğutma kuleleriyle ilgili yürütülen bu işleme olimpiyat sürecinde bir kaza meydana gelirse radyasyonun yayılmasına neden olur gerekçesiyle 2021 yılında devam edilmesine karar verildi.

2021 yılı Fukuşima Nükleer Santrali’nde dünyayı ilgilendiren operasyonların yapılacağı yıl olacak görünüyor. Nitekim 2021 yılında başlanması düşünülen bir diğer işlem de reaktörlerdeki erimiş olan yakıt çubuklarının çıkarılması; ki eğer işlem başarılır da erimiş yakıt çubukları soğumaya alınabilirse reaktörlerin sökümü için öngörülen tarih de ancak 2040 ya da 2050 olabilecek. Tüm bu işlemler için maliyet ise en az 250 Milyar Dolar olarak öngörülüyor.

Denize boşaltılmak istenen 1 milyon 200 ton radyoaktif su

Dünya kamuoyunun da yakından izlediği radyoaktif atık suyun denize boşaltılmak istenmesi konusu ise halen beklemede. TEPCO ve Japon Hükümeti bugün sayısı 1200’e ulaşan 1000 tonluk silolardaki suyun denize boşaltılması için en son Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı‘nın (IAEA) da desteğini almasına rağmen yasa gereği balıkçıların iznine tabi olunması bir ekolojik felaketin önüne geçiyor.Zira bu suyun içinde onlarca radyoaktif izotop bulunduğu da tespit edildi. Japonya genelinde yapılan araştırmaya göre balıkçılarla birlikte nükleer karşıtlarının da desteğiyle karşıtlık %42 civarındayken, nüfusun yalnızca %6,7’si suyun denize boşaltılmasından yana . Bu şekilde günde 170 ton suyun biriktirilmesine devam edilse de yetkililer 2 yıl sonra suyun depolanabileceği bir alan kalmayacağı için boşaltılması gerektiği ifade ediliyor.

Atıklar çözümü olmayan sorun

Fukuşima nükleer felaketinin başlamasıyla dekontaminasyon görevlilerinin topladığı katı atıkların miktarı 9 yıl sonra 14 milyon tona ulaşmış bulunuyor. Beş yıl önce 43 milyon ton olan radyoaktif atıkların yakılarak bu miktara indirilmiş olması bir sorunken bugün 8000 Bekerel/kg’ya kadar radyoaktif olan katı atıklar okulların, kamu binalarının depolarında tutuluyor. Halkın rahat etmesi için bunların tutuldukları yerlerden çıkarılması ve nükleer santral civarındaki orta dereceli atık depolama alanına getirilmesine karar verilen son tarih ise 2022, zira bu tarihten üç yıl sonra yani 2025’te katı atıkların nihai atık depolama alanına alınması gerekiyor Ama bunların çıkarılıp nereye konacağı halen kararlaştırılmış değil, yani orta dereceli atık deposunun neresi olacağı belirlenemiyor.

Fukuşima anma etkinlikleri iptal, Tokyo 2020’ye devam

Fukuşima nükleer felaketi aynı zamanda Japonya’da yurttaşların nükleer risklere dair bilinçlenerek yurt genelinde bir daha nükleer santrallerle ilgili mağduriyet yaşanmaması, maruz kalınan tehlikelerin tazmin edilmesi ve risklere karşı önlem alınması için önemli bir tarihi olay. Nitekim bu olay nedeniyle yıllar içinde Japonya’da çalışabilir reaktör sayısı 54’ten 37’ye düşerken bugün yeniden üretime açılmış bulunan operasyon halindeki reaktör sayısı yalnızca yedi ve ülke genelinde yenilenebilir enerji olarak rüzgar ve güneş santrali yatırımları nükleer enerjinin yerini alıyor. Bu açıdan dokuz yıldır sivil toplum eliyle düzenlenen Fukuşima Anması ve onu takip eden etkinlikler toplumun kendi içinde nükleer gerçekleri konuşması ve farkındalığın yükselmesi için önemli fırsatlar sunuyor.

Ne var ki nükleer felaketin meydana geldiği sembolik gün itibariyle gerçekleştirilen tüm anma etkinlikleri ilk kez koronavirüsün yayılmasına karşı alınan önlemler çerçevesinde ikinci bir açıklamaya kadar yasaklanarak iptal edildi. Dokuz yıldır ilk kez iptal edilen etkinliklerin bu seneki teması “Tokyo 2020 Radyoaktif Olimpiyat Oyunları” olarak planlanmıştı. Buna karşın Tokyo’nun 2020 Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapacak olmasında ise bir başlangıç seremonisinin seyircisiz yapılmasından başka bir değişiklik yok. Zira Başbakan Abe Japonya’da 1000 Covid- 19 vakasına rağmen dünya çapında gelecek sporcuları Fukuşima’da karşılama fırsatını, diğer bir deyişle Fukuşima’dan sporcularla “iyileştik”mesajı verme fırsatını kaçırmak istemiyor.

Tokyo 2020 kapsamında ilk durak olan Fukuşima’dan dünyaya verilecek mesaj için ise Iwate, Miyagi ve Fukuşima eyaletlerinden öğrenciler geçen sene ağustos ayında gerçekleştirilen atölyelerde bir araya getirilerek Fukuşima’dan “iyileşme” mesajı verilmesi için görevlendirildiler. Bu görev gereği nükleer felaketin etkisi süren Tohoku Bölgesi‘ndeki boşaltılmış olan geçici konutların aluminyum pencerelerinin geri dönüştürülmesiyle elde edilen malzemeden bir anıt yapacaklar- ki bu malzemelerin radyoaktif olabileceği ilk akla gelen risk!

Binlerce insanın yaşamını kabusa çeviren nükleer felaketin etkileri devam ederken Japon hükümetinin Fukuşima’yı dünyaya bölgedeki tüm sorunların giderilmiş ve radyoaktif kirlilikten eser kalmamış gibi gösterme çabası şüphesiz başta nükleer karşıtları tarafından eleştiriyle karşılanırken . Olimpiyat ateşi 26 Mart tarihinde ilk durak olarak Fukuşima’yı ziyaret edecek ve Japonya genelinde 17 eyalet ziyaret edilmiş olacak.

Fukuşima nükleer felaketi dünya genelinde  bilinen 400 nükleer felakette olduğu gibi yarılanma ömürlerine göre etkisi yüzlerce, binlerce belki de milyonlarca yıl devam edecek olan radyoaktif izotopların canlı cansız çevreye tezahür etmesiyle başlar ve  ömrünü tamamlayana kadar etkisini sürdürür. Bu şekliyle ekosistemsel kırım “ekokırım“olarak tanımlanmayı hak eden nükleer felaket canlı yaşamı üzerinde kendisini yıllar içinde kanser ve nedeni tespit edilemeyen diğer bir çok hastalıklarla gösterecektir. Fukuşima nükleer felaketi özellikle bir deprem ülkesinde nükleer felaketlerin meydana gelmesini kolaylaştıran ortamın olduğunu göstermesi açısından önemli dersler ihtiva eder. Bu nedenle hükümetler ısrar etse bile böylesi bir felaketin yaşanmaması için toplum tarafından nükleer santrallerle ilgili gerçeklerin bilinerek geleceğin sahiplenilmesi elzemdir. Söylemekten yorulmayalım: En tehlikesiz nükleer santral, hiç kurulmamış olandır.

 

Harvardlı kütüphaneci savaş suçunu haritada işaretliyor

Yazan:

Yeşil Gazete için çeviren: Hanife Aliefendioğlu

Hassas, 500 yıllık broşürler ve canlı Osmanlı dönemi el yazmalarını barındıran Bosna-Hersek Ulusal Kütüphanesi bombalandı ve kül haline dönüştü. Bu Sırpların Balkanlardaki diğer etnik gruplara yönelik ilk kültürel saldırısı değildi ve son da olmayacaktı. İzleyen yedi yıl içinde, diktatör Slobodan Milosevic öncülüğündeki Sırp milliyetçileri Balkanlar’da büyük bir yıkıma yol açacaktı.

Kütüphaneler ve içindeki koleksiyonların yakılması kütüphaneci András Riedlmayer’ı Balkanlardaki çatışmalara çeken nedendi. Harvard Güzel Sanatlar Kütüphanesi’nde kütüphaneci olan Riedlmayer, yaklaşık 30 yıl sonra, bölgedeki kültürel mirasın yok edilmesine ilişkin herkesten fazlasını biliyor. Dokuz farklı uluslararası duruşmada faillere karşı tanıklık etti ve bu tür bir yıkımın savaş suçu olarak yargılanmasının önünü açtı.

Riedlmayer, “Bu, gerçekte kütüphaneci olarak benim yapmayı düşünebileceğim bir iş değil” diyor. “Fakat bir kütüphaneciyi gerçekten delirtmek isterseniz kütüphaneyi yakın.”

Riedlmayer 1985’ten bu yana İslam Sanat ve Mimarisi alanında Güzel Sanatlar Kütüphanesi’nde kütüphaneci olarak çalışıyor. Balkan yarımadası ve kendi doğduğu Macaristan’ın bir kısmı da dahil Orta Doğu‘yu kapsayan Eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarıyla her zaman ilgiliydi.

1992 yılında Riedlmayer Ulusal Kütüphane’nin yandığını okuduğunda bunun fiziksel bir saldırıdan çok daha fazlası olduğunu biliyordu. Daha sonradan bunu bir “kültürel miras yıkımı” olarak tarif edecekti: Kasıtlı olan ve gereksizce, bir topluluğun kolektif hafızasına ait yer ve kayıtların yıkımı.

Riedlmayer’in açıkladığı gibi, suç bir etnik ve dini grubun üyelerini öldürme isteğinden değil, “onların varlığının izlerini silme arzusundan” kaynaklanıyordu; orada olduklarına ilişkin kanıtları kaldırmak ve onlara geri dönmeleri için hiçbir neden bırakmama arzusundan.

Balkanlar söz konusu olduğunda, kültürel mirasın yıkımı Miloseviç’in Sırbistan milliyetçi hükümeti tarafından girişilen etnik temizliğin bir parçasıydı. Milliyetçiler eski Yugoslavya‘daki istikrarsızlık nedeniyle iktidara geldi ve Bosnalı Müslümanları, Kosovalı Arnavutları ve diğer Sırp olmayanları hedef almaya başladı. Daha sonra Miloseviç’e karşı Yugoslavya Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde (ICTY) Riedlmayer’in bilirkişi olarak verdiği uzman ifadesinin kanıt sağladığı üzere, tarihi camilerden gayrimenkul kayıtlarına dek her şeyi yok ettiler.

Agim, Reidlmayer’in çevirmeni olarak çalışan Kosovalı Arnavut üniversite öğrencisi, 1999’da Sırp askerleri tarafından yakılan Carraleve Camisi’nde parçalanmış dini metinleri inceliyor. . Fotoğraf: The Harvard Gazette için András Riedlmayer’in izniyle.

Harvard Hukuk Fakültesi profesörü ve ICTY’nin eski savcısı Alex Whiting, Riedlmayer’ın kültürel miras yıkımının nasıl görüldüğüne ilişkin kalıcı değişikliklerle ilgili kapsamlı belgelerine güveniyor.

Whiting ”Binlerce insanın evlerinden sürüldüğü, işkence gördüğü ve öldürüldüğü bir durumda, mahkemenin kiliselerin veya anıtların yıkılmasına odaklanmasını sağlamak zor olabilirdi”diyor. “[Riedlmayer’in] çalışması bunun sadece binaların tahribatı olmadığını … kültürel soykırımın da insanlara yönelik bir saldırı olduğunu gösterdi.”

Riedlmayer bunu birincil tanık olarak Balkanlara 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında gerçekleştirdiği çeşitli ziyaretlerde kayıtlara geçirdi.

Çatışma hakkında yıllarca okuduktan ve yazdıktan ve hatta bölgedeki kütüphaneleri yeniden inşa etmeye yardımcı olmak için kitap bağışları topladıktan sonra, nihayet 1999 yılında mimari kültürel yıkımı belgelemek için bir bursla Balkanlar’a gitti.

Hikayelerinin anlatılmasını isteyen insanlar

Bölgeye vardığında düpedüz bir kaosla karşılaştı: Elektriği ve posta hizmeti olmayan köyler, yol kenarlarına gömülü mayınlar… Sokaklar, haberleri sözlü olarak almak için bekleyen kişilerce doluydu ve duvarlar “ölüm ilanlarıyla tamamen kaplanmıştı” diye hatırlıyor Riedlmayer. Bu korkunç duruma karşın karşılaştığı insanların “muhteşem” olduğunu ve hikayelerinin anlatılmasını istediklerini söylüyor.

Kütüphaneci, o yıl çatışmalar sırasında kasıtlı olarak tahrip edilen 100’den fazla dini ve kültürel alanı ziyaret etti. Yıkılmış Katolik kiliselerin, yerle bir olmuş taş yığınlarına dönmüş, üzeri çöplerle kaplanmış camilerin fotoğraflarını çekti. Kömürleşmiş kitap kalıntılarını ve bir keresinde de Sırp askerler tarafından saygısızlığa uğramış Kuran sayfalarını topladı.

Bosna-Hersek Ulusal ve Üniversite Kütüphanesi. 26 Ağustos 1992’de Sırp milliyetçi güçlerinin bombalamasının ardından alevler içinde kaldı. Fotoğraf: Bosna-Hersek Ulusal ve Üniversite Kütüphanesi

Riedlmayer yıkılmış bir camide parçalanmış ve kirli sayfaları bulduğunda, almadan önce köyün yaşlılarından birine sorduğunu ve yaşlı adamın “Onlar artık kitap değil, biz onları kullanamayız, onları al ve dünyaya neler yapılmış olduğunu göster” dediğini aktarıyor.

Bölgeden, orada tanıdığı kişilere karşı “büyük bir sorumlulukla” ayrılan András Riedlmayer, Birleşmiş Milletler’in onun bulgularını savaş suçu kanıtı olarak istediğini öğrendi ve Balkanlı kurbanlara uluslararası arena ses olmak için bunun bir fırsat olduğunu hissetti.

Bir yıl sonra, ICTY duruşmasında kendisini temsil eden Miloseviç ile yüz yüze geldi. “Diktatörle çapraz sorguya tabii tutulmak gerçeküstüydü” diyen kütüphaneci, Miloseviç’in mağdur ettiği kişilerin öyküleri ve görsel verileriyle hazırlıklıydı: “Onun bu konu hakkında bildiğinden ve umursadığından çok daha fazlasını bildiğimi ve umursadığımı fark ettim”

Kültürel mirasın yok edilmesi, savaş suçudur

İzleyen 10 yıl boyunca, Riedlmayer’dan Birleşmiş Milletler Mahkemesi tarafından Balkanlar’daki yıkım hakkında ek uzman raporları hazırlaması istendi. Sonunda savaş suçlarıyla yargılanan 14 Sırp ve Bosnalı Sırp yetkili aleyhinde ifade verdi. Miloseviç, ICTY davasında bir karar vermeden önce kalp krizinden öldü, ancak diğer 11 kişi mahkum edilerek hapse gönderildi.

Suçluluk hükümlerinin ötesinde, Riedlmayer ve Whiting, mahkeme sürecini savaşların kültürel yıkımını anlamak için bir zafer olarak gördüler. 1954 tarihli Lahey Sözleşmesi’nden bu yana yazılı olmasına rağmen, savaş suçu olarak kültürel mirasın yok edilmesi ICTY tarafından ilk kez kovuşturuldu.

15. yy’da inşa edilen ve Sırp polisler tarafından Haziran 1999’da yakılan Bayraklı Camii – Peja/Kosova. Fotoğraf: András Riedlmayer. 

Whiting’in belirttiği gibi “Mahkeme, bu suçu haritaya yerleştirdi. O artık tartışmanın bir parçası; insanların savaşı nasıl anladığını, savaşta neye izin verildiğini şekillendiriyor.”

Geçtiğimiz haftalarda, Başkan Trump’ın İran‘daki kültürel merkezleri yıkmakla tehdit eden açıklamasının tepkiyle karşılaştığını ve Trump’ın ifadelerini geri almak zorunda kaldığını hatırlatan Whiting “Bu, o coğrafyada bir şey ifade ediyor” dedi.

Riedlmayer, ICTY’nin emsal kararının gelecekte kimi kültürel merkezleri tahribattan koruyacağını umduğunu belirtiyor. 1990’larda Balkanlarda neler olduğunu dünyaya gösterme görevini ise henüz tamamlamadı. Konuşmaya devam ediyor ve bulguları hakkında yazıyor. Balkanlarda topladığı belge ve fotoğraflar Güzel Sanatlar Kütüphane’sinin özel koleksiyonunun bir parçası olarak erişilebilir durumda.

Yıkımın kayıtlarını korumak ve duyurmak, onun adalet ve çatışmadan çok fazla şey kaybeden insanlar için yüzleşme arayışı. Riedlmayer halen 1999’da karşılaştığı mağdurların sorumluluğunun ağırlığını hissediyor: “Onların öyküleri halen anlatılıyor.”

Makalenin İngilizce Orijinali