Ana Sayfa Blog Sayfa 2206

Koronavirüsün kaynağı hayvanlar mı yoksa insanlar mı?

Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan yeni tip koronavirüs (Covid-19) dünya genelinde milyonlarca insanın hayatını etkilerken bilim insanları da virüsün hangi hayvandan yayıldığını bulma yarışında.  Ancak eğer yaşadığımız bu salgının insanlık için daha sonra ders çıkarabileceği bir deneyim olmasını istiyorsak, araştırmaların bunun çok daha ilerisine gitmesi gerekiyor.

İlk yapılan açıklamalarda virüsün Wuhan kentindeki deniz ürünleri marketinden yayılmış olabileceği öne sürülmüştü. Dağ sıçanları, kuşlar, tavşanlar, yarasalar ve yılanlar da dahil olmak üzere vahşi hayvanların yasadışı olarak alınıp satıldığı market karantina altına alınmıştı.

Wuhan kentindeki deniz ürünleri pazarı

Yarasalar, pangolinler, yılanlar…

Hayvan türlerinde bulunan koronavirüsün insanlardan alınan örneklerle karşılaştıran Pekin Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi‘nden bilim insanları önce Covid-19’daki protein kodlarının, daha çok Çin’de bulunan iki yılan türünün taşıdığı koronavirüstekilerle benzerlik gösterdiğini açıkladı.

Daha sonra, Wuhan Viroloji Enstitüsü‘nden bir virolog ekibi, yeni koronavirüslerin genetik yapısının yarasalarda bulunan bir koronavirüs ile yüzde 96 oranında benzerlik olduğunu gösteren ayrıntılı bir makale yayımladı. Bilim insanları başta yarasalarda ortaya çıkan virüsün daha sonra yılanlara ve başka hayvanlara yayılmış olabileceğini söyledi.

En son ortaya çıkan henüz yayınlanmamış, Güney Çin Tarım Üniversitesi’nden bilim insanları tarafından yapılan bir araştırma ise kaynağın pulları ve eti için yasa dışı ticareti yapılan memeli hayvan türü pangolin olabileceğini öne sürdü. Araştırma, pangolinlerdeki koronavirüsün Covid-19 ile yüzde 99 benzerlik gösterdiğini söylüyor.

Pangolinler çoğunlukla Uzak Doğu’da yaşayan memeli hayvanlar.

Sorumlu kim?

Şu anda virüsün kaynağına dair araştırmalar devam ediyor ve henüz üzerinde uzlaşılmış bir cevap bulunmuyor. Ancak insanlar milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atan bu kaynağı bulmak için oldukça kararlı gözüküyor.

Sosyal medyada Çinlilerin yarasa çorbası yediğini iddia eden videolar çok fazla sayıda yayıldı ve insanlar “müstahak” gibi yorumlarda bulunmaya başladı. Eleştiri miktarı çok fazla artınca Çin İstanbul Başkonsolosu Cui Wei Çinli kadının görüntülerinin 2016 yılında Güney Pasifik‘te çekildiğini, yarasanın Çin mutfağında ve sofralarında kesinlikle yer almadığını açıklamak durumunda kaldı.

Yarasalar ateşe atıldı

Endonezya‘da ise yeni tip koronavirüs salgınına yönelik önlemler çerçevesinde yüzlerce yarasa ateşe atılarak öldürüldü. Sağlık Bakanlığı yetkililerince gerçekleştirilen öldürme işleminden önce, üzeri plastik torbalarla örtülen kafeslerdeki yüzlerce yarasaya anestezi uygulandı. Hayvan hakları koruyucularının tepkisine yol açan kararın, hükümetin tarım ve sağlık departmanları tarafından uzun bir inceleme sonrasında alındığı belirtildi.

Başkent Cakarta’da yüzlerce yarasa öldürüldü

Araştırmalar yapıldıkça virüsün yayıldığı hayvan türünün hangisi olduğu da netlik kazanacak ve belki de yüzlerce daha hayvanın ölümüne sebep olacak. Ancak virüsün hangi hayvan türünden yayıldığı salgındaki gerçek sorumluyu işaret ediyor mu?

En büyük sorumlu kentleşme

Uzmanlık alanı hayvanlardan insanlara yayılan virüsler olan Penn State Üniversitesi Hayvan Tanı Laboratuvarı’ndan virolog Suresh Kuchipudi, IFL Science’ta bir yazı kaleme aldı. Kuchipudi, bu tip salgınların sebebi olarak Asya ve Pasifik bölgelerinde yaşanan aşırı kentleşmeyi gösteriyor ve böyle devam ederse çok daha fazla salgının dünyayı tehdit edeceğini belirtiyor.

Dünya popülasyonunun yüzde 60’na ev sahipliği yapan Asya ve Pasifik bölgelerinde hızlı kentleşme yaşanıyor. Dünya Bankası’na göre, 21’inci yüzyılın ilk on yılında yaklaşık 200 milyon insan Doğu Asya’nın kentsel bölgelerine taşındı.

Orman arazileri yok ediliyor

Bu ölçekte göç, yerleşim alanları oluşturmak için orman arazisinin yıkıldığı anlamına geliyor. Şehirlere ve kasabalara yaklaşmaya zorlanan vahşi hayvanlar kaçınılmaz olarak evcil hayvanlarla ve insan nüfusuyla karşılaşıyorlar. Vahşi hayvanlar da genellikle virüs barındırıyor. Örneğin yarasalar yüzlercesini taşıyor olabilir. Ve türler arasında geçiş yapan virüsler insanları da enfekte edebiliyor.

Fotoğraf: Greenpeace

Sonunda, aşırı kentleşme kısır bir döngü haline geliyor: Daha fazla insan daha fazla ormansızlaşma getiriyor ve insanın genişlemesi ve habitat kaybı, kemirgenler ile beslenen avcıların ölmesine yol açıyor. Yırtıcı hayvanların gitmesiyle – veya en azından sayıları keskin bir şekilde azaldıkça – kemirgen popülasyonu patlıyor. Ve dolayısıyla hastalık riski de.

Tarım ve küçük hayvan besiciliği riski artırıyor

Afrika ve Asya’daki tarım sistemi de yardımcı olmuyor. Her iki kıtada, birçok ailenin geçimi tarıma ve küçük hayvan besiciliğine bağlı. Bu hayvanlar için hastalık kontrolü, yem takviyesi ve barınma son derece sınırlı. Endemik hastalığı taşıyabilen sığırlar, tavuklar ve domuzlar genellikle birbirleriyle, çeşitli evcil olmayan hayvanlarla ve insanlarla yakın temas halinde.

Ve sadece çiftliklerde değil, Asya ve Afrika’da yaygın olan canlı hayvan pazarlarında da insanlar ve birçok tür bir arada bulunuyor. Bu koşullar da bir virüsün nasıl ortaya çıkabileceği ve yayılabileceği konusunda önemli bir rol oynuyor.

Başka bir risk ise Sahra altı Afrika’da özellikle yaygın olan vahşi hayvan eti tüketimi ve kasaplık. Bu faaliyetler de hayvan türlerini tehdit ettikleri ve ekosistemleri geri dönülmez bir şekilde değiştirdikleri için insanları ve vahşi hayvanları bir araya getiriyor ve hayvan kaynaklı virüslerin yayılmasına sebep oluyor.

Geleneksel Çin tıbbında çoğu zaman hayvanlardan elde edilen parçalar kullanılıyor

Başka bir etken geleneksel Çin tıbbı

Geleneksel Çin tıbbı da bir başka etken. Kaplan, ayı, gergedan, pangolin ve diğer hayvan türleri haşlanarak çeşitli ilaç yapımlarında kullanılıyor. Bu da hayvan-insan etkileşimlerinin artmasına önemli bir katkıda bulunuyor. Dahası, çevrimiçi pazarlama Asya’nın amansız ekonomik büyümesiyle birlikte arttıkça talebin de artması muhtemel gözüküyor.

Sonuç olarak, Kuchipudi‘nin de önerdiği üzere dünya geneline yayılan salgın hastalıkları önlemek için salgınların kaynağı olarak görülen hayvan türlerini öldürmek yerine ormansızlaştırmayı önlemek ve hayvan-insan etkileşimini azaltmak için yapıcı koruma stratejileri oluşturmak sorunu çok daha kökünden çözecek adımlar gibi duruyor.

Tutuklu gazetecilerinden #HaberinVarMı

Mart ayı içerisinde 28 gazetecinin gözaltına alınıp, sekiz gazetecinin tutuklanması nedeniyle bir grup gazeteci ‘Haberin Var Mı’ inisiyatifi olarak bir araya geldi. Tutuklu gazetecileri unutturmamak ve halkın haber alma hakkını savunmak için bir kampanya hazırlayan inisiyatif, Twitter’da #HaberinVarMı etiketiyle bir video paylaştı.

91 gazetecinin cezaevinde olduğu hatırlatılan videoda şu ifadelere yer verildi:

“Çalıştıkları kurumlara veya politik tutumlarına bakmaksızın, cezaevindeki tüm gazeteciler için o demir kapıları hep birlikte kıracağız.

“Sadakatimiz sadece gerçeğe ve temeli gerçeği halka ulaştırmak olan mesleğimizedir. Kimseye biat etmeyeceğiz. Halkın gerçekleri öğrenme hakkı için gazetecilik yapmaya devam edeceğiz.

“Susmayacağız.”

Gazeteci Alptekin Dursunoğlu’na tahliye

Sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” suçlamasıyla 1 Mart’ta tutuklanan Yakın Doğu Haber Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu hakkında da 49. Asliye Ceza Mahkemesi tahliye kararı verdi.

Bugün görülen duruşmada “suçu ve suçluyu övdüğü” gerekçesiyle 50 gün hapis cezası alan Dursunoğlu’nun cezası 1000 TL adli para cezasına çevrildi.

Dursunoğlu 1 Mart’ta sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek açılan soruşturmada tutuklanmıştı. 4 Mart’ta hazırlanan iddianamede, sosyal medyada yabancı basından yaptığı çeviri paylaşımlarına yer verilerek şöyle denilmişti:

Şüphelinin paylaşımları incelendiğinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Milletinin bekası için Suriye devleti içerisinde yuvalanmış terör unsurlarını temizleme kararlılığı gösteren ülkemizin yönetici kademelerine ve fiilen cephede Türkiye Cumhuriyeti Devletinin toprak bütünlüğünü ve Türk Milletinin haklarını savunmak üzere bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin göstermekte olduğu savunma faaliyetlerini terörist faaliyet olarak gösterdiği,

Türk Silahlı Kuvvetlerine ait tankı isi avlama unsuru olarak nitelediği yine ülkemizin karar merciini ‘sığır sürüsü’ olarak aşağılayarak Halkın bir kesimini yönetici kadrolara ve askeri birliklere karşı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği kanaatine varılmış olup, Şüphelinin atılı Halkı Kin ve Düşmanlığa Alanen Tahrik Etme suçunu işlediği hususunda iddianame ihdas etmeye yeter delil elde edilmiştir.”

İstanbul’da toplu ulaşım yüzde 48 azaldı, hava kirliliği yeni risk

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) sözcüsü Murat Ongun, Twitter hesabından yaptığı paylaşımla, kentteki toplu taşıma kullanımında yüzde 48’lik bir azalma olduğunu duyurdu.

Ongun paylaşımında, “Pazar gününe özel, toplu taşıma kullanım verileri incelendiğinde salgın hastalık riski sebebiyle İstanbul’da kullanım oranında yüzde 48’lik bir düşüşün söz konusu olduğu tespit edilmiştir. Vatandaşlarımızla veri paylaşımımız devam edecektir” dedi.

Kirli hava riski artırır

Temiz Hava Hakkı Platformu, bugün yayımladığı uyarı metninde, kirli hava solumanın solunum sisteminin savunma mekanizmalarını bozarak insanların korona virüsü gibi zararlı mikroorganizmalardan daha fazla etkilenmesine sebep olduğuna dikkat çekmişti. Açıklamada, yetkililer tarafından virüsle mücadele için hava kirliliğini azaltacak önlemlerin ihmal edilmemesi çağrısı yapıldı.

Çin’de kirlilik azaldı, Türkiye’de?

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) tarafından yayınlanan uydu görüntüleri koronavirüs sebebiyle haftalar süren karantinanın ardından Çin’deki hava kirliliğinin kayda değer ölçüde azaldığını gözler önüne sermişti.   1-20 Ocak ile 10-25 Şubat tarihlerinin karşılaştırıldığı görüntülerle kanıtlanan değişiklik, virüsün yayılmasının önüne geçmek amacıyla alınan önlemlerin neden olduğu ekonomik yavaşlama ve fabrikaların kapatılmasıyla bağlantılı olduğu açıklanmıştı.

Türkiye’de açıklanan önlemler kapsamında, evde kalma imkanı bulunmayan ancak toplu ulaşımdan kaçınan halkın özel araçlarını kullanmaya ağırlık vermesinin, hava kirliliği ve emisyon artışına ne kadar bir katkıda bulunacağı henüz bilinmiyor. Ancak özellikle büyük kentlerde kirliliğin artacağı kesin. Vatandaşların, çok zorunlu olmadıkça araçlarını kullanmamaları büyük önem arz ediyor.

Berlin Büyükelçisi: Yarın Almanya’dan birkaç bin kişi Türkiye’ye gönderilecek

Berlin Büyükelçisi Ali Kemal Aydın, koronavirüs önlemleri kapsamında uçuş yasağı getirilen Almanya‘dan, yarın birkaç bin Türk’ün Türkiye’ye gönderileceğini söyledi. NTV’de konuşan Aydın, Almanya’daki Türklerin duruma ilişkin olarak, ”Birkaç bin Türk yarın uçaklarla Türkiye’ye gönderilecek” dedi.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan Almanya, Fransa, İspanya, Norveç, Danimarka, Belçika, Avusturya, İsveç ve Hollanda‘dan 14 Mart saat 8 itibariyle seyahatlerin durdurulduğunu açıklamıştı. Daha sonra uçuş kısıtlaması getirilen ülkelerdeki Türk vatandaşlarının ülkeye dönüşü için 17 Mart’a kadar süre verilmişti. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü ise öğrenci ve turistlerin dönüş uçuş müsaadelerini 15 Mart’a çekmişti.

İstanbul Valiliği: Gelenler karantinaya alınacak

İstanbul Valiliği ise Avrupa’dan İstanbul’a gelenlerin karantinaya alınarak, 14 gün öğrenci yurtlarında tutulacaklarını açıkladı. .

Valilik’ten yapılan açıklama şöyle:

Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatları üzerine Cumhurbaşkanı Yardımcımız Fuat Oktay Başkanlığında, 15 Mart 2020 tarihinde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve Ulaştırma ve Altyapı Başkanı Mehmet Cahit Turhan’ın katılımlarıyla yapılan toplantıda Koronavirüs tedbirleri kapsamında; Almanya, İspanya, Fransa, Avusturya, Norveç, Danimarka, İsveç, Belçika ve Hollanda’ya “geçici olarak kısa süreliğine giden veya bu ülkelerde öğrenci olarak bulunan ve ülkemize dönmek isteyen” vatandaşlarımızdan 16 Mart Pazartesi günü (bugün) saat 17.00’ye kadar bulundukları ülkelerdeki Türk diplomatik temsilciliklerine başvuran vatandaşlarımızın Türkiye’ye dönüşleri 17 Mart Salı günü saat 24.00’e kadar sağlanacaktır. Bu kapsamda Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu’nun tedbirleri doğrultusunda Valiliğimiz koordinasyonunda İstanbul’a gelecek vatandaşlarımız 14 gün süreyle karantina/gözetim altına alınacaklardır”

Boşaltılan yurtlar

Bu amaçla İstanbul’da misafir edilecek vatandaşlarımız için geçici olarak Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı;

-KYK Kanuni Sultan Süleyman Erkek Öğrenci Yurdu,

-KYK Fatih Sultan Mehmet Karma Öğrenci Yurdu

-KYK Florya Beşyol Kız Öğrenci Yurdu tahsis edilmiştir.

Bu yurtlardaki öğrencilerimiz geçici olarak diğer KYK yurtlarına yerleştirilmektedir. Öğrencilerimize gösterdikleri sabır ve anlayıştan ötürü teşekkür ediyoruz. Sağlık Bakanlığımızın ifadesiyle tedbirleri ne kadar sıkı tutarsak tehdit o kadar zayıflar. Anlayışınız, işbirliği ve sabrınızdan dolayı teşekkür ediyoruz”

 

Berlin Filarmoni konserlerini bir ay ücretsiz yayınlayacak

Berlin Filarmoni Orkestrası  seyirci karşısında ve internet üzerinden ücretli üyelik ile izlenebilen konserlerinden birini geçtiğimiz Perşembe günü (12 Mart 2020) koronavirüs salgını nedeniyle seyircisiz ve internet üzerinden ücretsiz olarak gerçekleştirdi.

Daha sonra bir açıklama daha yayınlayan orkestra, basit bir üyelik sistemi ile bütün konserlerini ve arşivde bulunan tüm kayıtları bir ay boyunca ücretsiz izleyebilme imkanı sunduğunu açıkladı. Tüm kayıtları ve konserleri ücretsiz izlemek için yapmanız gereken ise buraya tıklayarak karşınıza çıkan siteden “Register now” yazan yere girip ”BERLINPHIL” koduyla üye olmak. Ardından dileğiniz tüm konserleri bir ay boyunca ücretsiz izleyebileceksiniz.

Aldığınız kodla en geç 31 Mart tarihine kadar siteye üye olmanız gerekiyor.

Covid-19 demokratik bir virüs mü?- Evren Balta

Kimileri bütün dünyayı aynı anda vuran ve artık resmi adıyla COVID-19 diye bilinen salgının demokratik bir salgın olduğunu iddia ediyor. Demokratik çünkü her toplumsal sınıf bu salgının etkilerine açık, her gruptan her yaştan insanı etkileyebiliyor.  Demokratik çünkü Hollywood yıldızları, bakanlar gibi sıradan olmayan insanlar en az biz sıradan insanlar kadar bu virüse yakalanabiliyor. Demokratik çünkü bütün ulusları sınır gözetmeksizin vuruyor.

Öte yandan bu hiç de demokratik bir virüs değil. Çünkü bağışıklık sisteminiz güçlü olması sağ kalmanızla neredeyse doğru orantılı. Bağışıklık sisteminizin gücü ise nasıl bir hayat sürdüğünüz ile bağlantılı. Dahası bu hastalıkta hastane bakımının hayat kurtarıcı olması, hastalıkla baş etmede toplumsal sınıfın önemine işaret ediyor. Hatta belki de çok sayıda siyasetçinin, zenginin ve ünlünün bu virüsü kapmış olması, ulaşılması zor olan testlere onların daha rahat ulaşıyor olmaları ile ilgili… Yani tıpkı savaş, deprem vb. gibi bütün diğer felaketlerde olduğu üzere bu salgın da herkesi aynı şekilde vurmuyor.

Öte yandan bu salgının etkilediği ülkelere ve bu ülkelerde salgının deneyimlenen boyutlarına bakmak her ülkenin benzer biçimlerde etkilendiği hissini vermiyor. Bir yandan ülkelerin etkilenme oranı virüsün ilk göründüğü zamandan bugüne kadar geçen süre ile alakalı görünüyor. Bir diğer deyişle vaka sayısının geometrik artışı nedeniyle vakaların daha erken görüldüğü yerler, en fazla vaka sayısına sahip olan ülkeler. Ama öte yandan vaka sayısını çok ufak rakamlarda tutabilmeyi başarmış ülkeler de var. Başarı öyküsüne sahip olan ülkelerin başarısı biraz “kriz yönetiminin” başarısına ama aynı zamanda kriz yönetimini çokça aşan ve hijyen kültüründen siyasi kültüre, uluslararası bağlardan nüfus yapısı ve sağlık hizmetlerinin örgütlenişine kadar hiçbir kriz yönetiminin kısa zamanda kontrol edemeyeceği faktörlere bağlı.

En kötü zamanda salgına yakalanmak

Dünya bu krize çok şansız bir döneminde yakalandı. Siyasetçilerin kamu baskısını takmadan kafasına göre takıldığı, gerçekliğin sorgulandığı, bilimin söz oluşturmada önceliğinin geniş kitleler açısından tartışılır hale geldiği, kurumların güvenilirliğinin zedelendiği ve içlerinin boşaltıldığı, sorumluluk ile siyaset arasındaki bağın koptuğu, küresel işbirliğinin azaldığı bir dönem bu.

Bütün bunlara olağanüstü kutuplaşmış siyasal sistemi ve siyasi iktidarın yaptığı her şeyin otomatik olarak yanlış olduğunu düşünenleri ekleyin. Onun yanına her tür salgının Rockefellerların evlerinin alt katındaki labarotuvarda yapılan bir sosyal deney olduğunu iddia eden ve her şeyi hafife alan kitleleri koyun. Resmi elinde akıllı telefonla duyduğu her bilgiyi gerçek sanan, hayatını endişe etmek ve endişeyi ancak biliyormuş gibi yaparak geçirebilen milyarlarca insanla tamamlayın… Herhangi bir salgın gelişip, serpilmek için bundan daha mümbit bir iklim bulabilir miydi?

Şu yazdıklarıma sağlık sistemlerinin iç acıtıcı görüntüsünü eklemek gerekiyor. Bütün dünyada sağlık sistemleri ve teknolojileri olağanüstü bir hızla gelişti son 30 yılda. Ama maalesef sağlık sistemlerinin kapsayıcılığı neredeyse her yerde tam tersi yönde hareket etti. Neoliberal reformlar herkes için sağlık hakkı yerine herkes için serbest piyasada sağlık sağlayıcısı seçme hakkına vurgu yaptılar. Tabii ki hemen her alanda olduğu sağlık sağlayıcılarının çeşitlenmesi kamusal hizmetlerin bozulmasına, hizmetlerin pahalanmasına ve giderek daralmasına neden oldu. Üstelik sağlık; serbest piyasa üzerinden örgütlendikçe kâr getirmeyen ama halk sağlığını yakından ilgilendiren alanlar tamamen terk edildi. Bu salgın muhtemelen piyasaya daha fazla entegre olan ve kapsayıcılığı daha dar olan ABD gibi ülkelerdeki sağlık sistemlerini daha çok vuracak.

Bir imkân(sızlık) olarak virüs

Bu yazıya bu virüsün demokrat olmadığını söyleyerek başlamıştım. Bizi bugün, şu anda etkilemesi anlamında hiç de demokrat değil bu virüs. Ama öte yandan belki de başka bir dünya tahayyülü yaratabilme potansiyeli açısından demokrat. Başka bir yazımda kara veba Avrupa’da milyonlarca insanı öldürürken aynı anda kentin zenginlerinin kent yoksulları iyi olmadan kendilerinin de iyi olmayacağını onlara gösterdiğini yazmıştım. Bu virüs beki de orta-üst sınıfların sağlık hizmetlerinin yalnızca kendilerinin satın alabileceği bir hizmet olmasının sağlıklı olmak için yeterli olmadığını anlamasına sebep olabilir. Kapınıza gelen postacı sağlıklı değilse siz nasıl sağlıklı kalabilirsiniz?

Bu virüs belki de etrafınıza hangi ulusal duvarları örerseniz örün, o duvarların virüsler tarafından şu ya da bu şekilde aşılabileceğini göstermesi anlamında demokratik olabilir. Nitekim kendi ülkesi ortalama bir Avrupa ülkesi kadar virüsten etkilenen Trump, salgınla baş etmek için hemen duvar örmeye dayalı popülist reçetesini uygulamaya koydu. Avrupa ile bütün uçuşları (elbette İngiltere hariç) kaldırdı. İnsanları, fikirleri ve malları dışarıda bırakarak sorunları çözebileceğini düşünen bu popülist reçete bu sefer görmediği bir virüsü görünmeyen bir duvar inşa ederek alt edebileceğini düşünüyordu. Öte yandan yaptırımlar yüzünden bütün dünyadan tamamen yalıtılmış İran tam da bu yalıtılmışlığı yüzünden krizle baş etmekte en fazla zorlanan ülkelerden biri oluyordu.

Yıllardır ne tür entegrasyona sahip olduğunu her akademik toplantıda konuştuğumuz Avrupa Birliği ulusal politikaların uyumlaştırılması ve hızla alınan ortak tedbirler konusunda kriz anlarıyla baş edebilecek herhangi bir entegrasyona sahip olmadığını dünya âleme ilan ediyordu. Virüs içine girdiği insan bedenleriyle sınırlarda serbestçe hareket ederken, Avrupa politikası virüsü sadece arkadan kovalıyordu. Avrupalı siyasetçiler Çin uyguladığı zaman Ortaçağ’dan kalma önlemler dedikleri karantinayı elde başka hiçbir çare kalmayınca çok da geç kalarak uyguluyorlardı. İtalya’nın Avrupa’nın karantina bölgesi olması ile Avrupa’ya da Ortaçağ gelmiş olacaktı. Esasen elimizdeki ulusal tedbirler şehirleri kapatmak, okulları tatil etmek, uçuşları iptal etmekten ibaret oldu bu salgın boyunca. Buna Rockefellerların bodrumda virüs ürettiğini düşünenlerin her Asyalı görünümlü kişiden kaçan ve hatta saldıran tavrını da ekleyin. Bu saydığım önlemler işe bir süreliğine yaradıklarında bile hem toplumsal, hem kültürel hem de ekonomik olağanüstü maliyetlere sebep oldu.

Ama öte yandan daha birkaç ay önce popülist politikacılar tarafından kaynakları kesilmekle tehdit edilen Dünya Sağlık Örgütü bu büyük salgının izlenmesinde, kayıt edilmesinde, ulusal sağlık sistemleri arasında bilgi aktarımında ve tedavi yöntemlerinin standartlaşmasında olağanüstü önemli bir rol oynadı. Elindeki yetersiz kaynaklara rağmen ulusal farklılıklar ve liderler arasındaki bu kakofoniyi sona erdirebilecek yegâne güç olarak ortaya çıktı.

Yalancının mumu

Salgın ilk başladığı günlerde salgın üzerine yazan Agamben, varsayımsal bir koronovirüs salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz acil durum önlemlerine anlam veremediğini yazıyordu. Böylesi ölçüsüz bir yanıt ona göre tam da devletin istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin artması ile ilişkiliydi. Agamben kolektif panik hali ile yaşamaya alışmış (ve alıştırılmış) insanların gerçekten panik olmaları gereken bir durum ortaya çıktığında buna inanmamalarına mükemmel bir örnek.

Gerçek şu ki karşı karşıya olduğumuz riskler sadece büyük değil aynı zamanda varoluşsal. Küresel salgınlar, açlık, kıtlık, yoksulluk, işsizlik, iklim krizi, suları biten kentler. Bunların hepsi var ve yanı başımızdalar. Ama içinde yaşadığımız bu toplumsallık maalesef bize bu gerçek tehditlerin hiçbiri ile samimi bir biçimde baş edebileceğimiz araçları sunmuyor. Tam da bu tehlike ile o tehlikeyi karşılayacak araçlara sahip olmayan bir toplumda yaşadığımız derin bilincinden otoriter liderler çıkıyor. Bizi yanlış krizlere yönlendirip, tamamen işe yaramayacak çözümlere inandırıyorlar. Kolektif panik hali ile yaşamaya alışıyoruz. Ve tıpkı böyle yaşamaya alışan her insan gibi gerçek tehditlere duyarsızlaşıyoruz. Hiç kimse sürekli tehdit altında kalarak mutlak bir çaresizlik duygusu ile yaşamını devam ettiremez.

Bu eğer demokratik bir virüs olacaksa, belki de yaşadığımız topluma bakıp kral çıplak diyebilmemizi sağladığı için olacak. Bu salgını izleyecek bir başka varoluşsal kriz gelip çatana kadar. Virüs bize kendi aktörlüğümüzü hatırlatan bir aktör. Biz içimize kapanıp, bir sonraki salgını beklediğimiz ve kendimize başkalarını dışlayarak yığınaklar yaptığımız, korku içinde geçen berbat hayatlar yaşamayı seçebiliriz. Ya da hangi kalemle hangi sınırı çizersek çizelim, hangi duvarı örersek örelim kaderimizin ortak olduğunu fark edip, buna göre yaşayabiliriz.

(Bu yazı ilk kez Birikim Dergisi’nde yayımlanmıştır.)

Yüzyıl sonunda sıcaklık stresi 1.2 milyar kişiyi etkileyebilir

Yeni yayınlanan bir araştırma, aşırı sıcaklık ve nemden kaynaklanan sıcaklık stresinin mevcut sera gazı emisyonlarının bu şekilde devam ettiği varsayıldığında 2100 yılına kadar şu anda 1.2 milyar kişiye ev sahipliği yapan alanı etkileyeceğini ortaya koydu.

Yani, yüzyıl sonuna geldiğimizde günümüzde etkilenen insan sayısının dört katı insan sıcaklık stresinden etkilenecek. Eğer yeryüzündeki karbondioksit oranı endüstri öncesi dönemdeki kadar olsaydı bu sayının 12’de biri kadar insana etki edecekti.

Sıcaklık ve nem kombinasyonu etkili

Küresel sıcaklıkların artmasıyla birlikte insan sağlığı, tarım, ekonomi ve çevre sıcaklık stresinden doğrudan etkileniyor. Çevre Araştırma Mektupları dergisinde yayınlanan araştırma diğer sıcaklık stresini ölçen araştırmalardan farklı olarak kilit bir faktör olarak nemi de hesaba katıyor.,

Fotoğraf: NASA Dünya Gözlemevi

Phys’de yayınlanan habere göre çalışmanın yazarlarından Rutgers Dünya Enstitüsü direktörü Prof. Robert E. Kopp “Daha sıcak bir gezegenin risklerine baktığımızda, insan sağlığı için özellikle tehlikeli aşırı sıcaklık ve nem kombinasyonuna dikkat etmeliyiz” dedi.

Şu anda Massachusetts Üniversitesi’nde bulunan, daha önce Rutgers Enstitüsü’nde çalışan Yrd. Doç. Dr. Dawei Li ise “Küresel ısınma sıcak ve nemli günleri daha sık ve yoğun hale getiriyor. Örneğin, New York’ta, tipik bir yılın en sıcak ve en nemli günü, 19. yüzyılda olduğundan 11 kat daha sık gerçekleşiyor” ifadelerini kullandı.

Kalıcı sakatlığa veya ölüme sebep olabilir

Sıcaklık stresi, vücudun terleme yoluyla düzgün bir şekilde soğumamasından kaynaklanıyor. Bu durumda vücut ısısı hızla yükselebiliyor yüksek sıcaklıklar beyne ve diğer hayati organlara zarar verebiliyor.

Sıcaklık stresinin isilik, sıcaklık krampları gibi daha hafif koşullardan en yaygın tip olan sıcaklık bitkinliğine kadar değişen ölçeklerde yaşanabiliyor.  ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri‘ne göre, sıcaklık ile ilgili en ciddi hastalık olan sıcaklık çarpması, acil tedavi olmadığı takdirde öldürülebilir veya kalıcı sakatlığa neden olabilir.

40 iklim simülasyonu incelendi

Çalışma, nadir olaylarla ilgili istatistikler elde etmek için 40 iklim simülasyonunu kullanarak, ısınan bir Dünya’da aşırı sıcaklık ve nemin bir arada nasıl arttığını inceledi. Çalışma, sıcaklık, nem ve rüzgar hızı, güneş açısı ve güneş ve kızılötesi radyasyon gibi diğer çevresel faktörleri açıklayan bir sıcaklık stresi ölçüsüne odaklandı.

Güvenlik sınırı üzerindeki aşırı sıcağa ve neme maruz kalmanın, gezegen bir buçuk santigrat derece ve iki santigrat derece ısınırsa, şu anda yaklaşık 500 milyon kişiye ev sahipliği yapan alanları etkilemesi öngörülüyor.

İvmeli bir artış

Gezegenimiz 19.yüzyıl sonlarına kıyasla şu anda yaklaşık 1.2 derece ısındı. Tahminen 1.2 milyar insan, mevcut küresel politikalar altında bu yüzyılın sonunda beklendiği gibi üç santigrat derece ısınmadan etkilenecek.

Bir buçuk derecelik bir ısınmada yaşanabilecek aşırı sıcak ve nemli gün sayısı dört olurken, iki derecelik bir ısınmada gün sayısının sekize, üç derecelik bir ısınmada ise gün sayısının 24’e çıkacağı ön görülüyor.

‘Virüsle mücadele için temiz hava şart’

Sağlık ve çevre alanında çalışan 16 sivil toplum kuruluşundan oluşan Temiz Hava Hakkı Platformu uzmanları, kirli hava solumanın solunum sisteminin savunma mekanizmalarını bozarak bireylerin, korona virüsü gibi zararlı mikroorganizmalardan daha fazla etkilenmesine sebep olduğuna dikkat çekti. Uzmanlar, bireyler ve hükümetlerin aldığı koruyucu önlemler içerisinde ilk başta akla gelmese de, yetkililer tarafından virüsle mücadele için hava kirliliğini azaltacak önlemlerin ihmal edilmemesi çağrısı yaptı.

Hava kirliliği virüslerin etkisini artırıyor

Tüm dünyayı etkisi altına alan COVID-19 salgını koruyucu hekimlik ve halk sağlığının önemini bir kez daha gündeme getirdi. Temiz Hava Hakkı Platformu üyelerinden Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) temsilcisi Prof. Dr. Çiğdem Çağlayan hava kirliliğinin sadece ölümlere ve kanser gibi hastalıklara neden olmadığını aynı zamanda solunum sistemi enfeksiyonları üzerinde de etkili olduğunu vurguladı:

Kirli hava solumak, korona virüsü de dahil olmak üzere solunum yoluyla bulaşan tüm hastalıkların etkisinin artmasına sebep olan çok önemli bir faktör. Hava kirliliği hem kronik hastalıklara neden oluyor hem de var olan kronik hastalıkları alevlendirerek virüsün daha ölümcül seyretmesine neden olabiliyor.

Ayrıca, kirli hava solumak bireylerde solunum sisteminin savunma mekanizmasını bozarak, virüsün vücuda alınmasını ve yerleşmesini de kolaylaştırıyor. Dolayısıyla, havası kirli olan bir yerde yaşamak korona virüsünün yol açtığı hastalıklar gibi solunum yolu enfeksiyonlarına zemin hazırlıyor. Bu nedenle virüsün bireylerde yol açacağı hasarı azaltabilmek için; hava kirliliğinin azaltılmasını sağlayacak önlemlerin ihmal edilmemesi gerekir.”

Ömürden iki yıl çalıyor

IQAir isimli İsveçli kuruluş tarafından şubat ayında açıklanan Dünya Hava Kalitesi Raporu 2019, dünya nüfusunun yüzde 90’ının sağlık açısından güvenli olmayan hava soluduğunu gözler önüne sermişti. (1). Raporda açıklanan ince partikül madde (PM2,5) kirliliği sıralamasında Avrupa’daki en kirli 10 istasyonun yarısını Türkiye’deki istasyonlar oluşturuyor. Almanya’nın Max Planck Kimya Enstitüsü ve Mainz Merkez Tıp Fakültesi’nden araştırmacıların geçtiğimiz hafta yayınladıkları makale ise, hava kirliliğinin doğuşta beklenen yaşam süresini dünya genelinde yaklaşık 3 yıl, Türkiye’de ise iki yıl kısalttığını ortaya koydu (2).

Temiz Hava Hakkı Platformu Koordinatörü Buket Atlı da hava kirliliğinin azaltılması için yapılabilecek önerilere dikkat çekti:

Temiz Hava Hakkı Platformu olarak yaptığımız Kara Rapor çalışması, 2017 yılında hava kirliliğini Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği seviyelere indirebilseydik; Türkiye genelinde trafik kazalarının yedi katı kadar (yaklaşık 52 bin kişi) ölümün engellenebileceğini gösterdi (3). Şimdi, hava kirliliğinin korona virüsünün etkisini artırarak daha fazla can almasını engelleyebiliriz.

Alınabilecek önlemlerin başında, hava kirliliği Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği PM10 limitlerinin üzerinde olan illerde Valilik koordinasyonunda kirliliği azaltacak acil önlemler geliyor. Ayrıca saç telinin 1/30’u kadar küçük olan ve solunum yolundan geçerek direk kana karışan PM2,5 kirliliğini düzenleyen bir mevzuatın hazırlanması da azami önem taşıyor. Bununla birlikte,uluslararası uygulamalarla uyumlu sınır değerlerin acilen kabul edilmesi ve her ilde ölçüm yapılmaya başlanması gerekiyor. Ayrıca hava kirliliği Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği PM10 limitlerinin üzerinde olan illerde de, Valilik koordinasyonunda kirliliği azaltacak acil önlemler alınmalı.

***

(1) IQAir, (2020). World Air Quality Report. https://www.iqair.com/world-most-polluted-cities

(2) Lelieveld et al, (2020). Loss of life expectancy from air pollution compared to other risk factors: a worldwide perspective. Cardiovascular Research, 03.03.2020. https://doi.org/10.1093/cvr/cvaa025

(3) Temiz Hava Hakkı Platformu, (2019). Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri: Kara Rapor. https://www.temizhavahakki.com/kara-rapor/

Türkiye’nin ilk Doğa Koruma Kütüphanesi, İzmir’de açıldı

Doğa Derneği’nin biyolojik çeşitliliği yaşatmak, doğanın haklarını savunmak ve doğanın kültürünü taşımak amacıyla yürüttüğü çalışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan Doğa Kütüphanesi, 14 Mart Cumartesi günü İzmir’de açıldı. Doğa koruma alanında çalışmalar yapan araştırmacıların, bu alandaki bilgi kaynaklarına ulaşabilmeleri amacıyla kurulan Doğa Kütüphanesi, Seferihisar’daki Orhanlı köyünde bulunan Doğa Okulu’nun araştırma binası içerisinde yer alıyor.

2018 yılı içerisinde kurulmaya başlayan Doğa Kütüphanesi’nin içeriğini kuşlar, tehlikedeki türler, önemli doğa alanları, önemli kuş alanları ve kadim üretim havzaları başta olmak üzere biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa kültürü, doğa felsefesi, doğa okuryazarlığı, doğa sanatları gibi konular oluşturuyor.

İmeceyle kuruldu

Türkiye ve dünyadaki bilgi kaynaklarını derleyerek araştırmacıların kullanımına sunan Doğa Kütüphanesi’nin ilk halkası, Doğa Derneği arşivi ile Tansu Gürpınar, Özcan Yüksek ve Güven Eken’in özel koleksiyonlarının dahil olmasıyla oluşturuldu. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin destek ve katkılarıyla hayata geçen kütüphane imecesine dileyen herkes, doğa koruma ve doğa kültürü konulu bilgi kaynaklarını paylaşarak veya bağışta bulunarak dahil olabiliyor.

Doğa koruma ve doğa kültürü üzerine çalışmalar yürütenlerin kullanımına açık olan kütüphanede, beş binin üzerinde kaynak ve yayın yer alıyor. Tüm kaynaklar www.dogakutuphanesi.org web sitesi üzerinden aratılabilirken, kütüphane arşivinde bulunan nadir kaynaklara dijital olarak erişim sağlanabiliyor.

Dünyadaki literatür de yer alacak

Kütüphanenin açılışında konuşan Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Özlem Akın şunları söyledi:

Doğa koruma alanında yapılan tüm çalışmalar, araştırmalar ve doğa kültürüyle üretilmiş bilgilerin erişilebilir olması çok kıymetli. Doğa Kütüphanesi bu ihtiyacı karşılamak amacıyla, doğamızın korunması için üretilen bilginin çoğalmasını ve yaygınlaşmasını sağlamak için kuruldu. Dünyanın farklı yerlerinde doğa koruma alanında yapılmış bir çok çalışmaya ait literatür, Türkiye’deki ilk doğa koruma kütüphanesi olan Doğa Kütüphanesi aracılığıyla araştırmacılarla buluşacak.”

Doğa Derneği Onursal Üyesi Tansu Gürpınar da, biyoljik çeşitliliğin bir bakıma dünyanın en büyük ve en değerli kütüphanesi olduğunu belirterek, Doğa Koruma Kütüphanesi’nin bu büyük kütüphanenin yaşamasına önemli katkılar sağlayacağını vurguladı. Açılışa katılan Seferihisar Belediye Başkanı İsmail Yetişkin ise, kütüphanedeki kitapların alanlarında yazılmış son derece kıymetli ve nadir kitaplar olduğunu kaydetti.

Missourili çiftçi Monsanto’ya karşı açtığı davada 265 milyon dolar kazandı

Haber: Carey Gillam 

Yeşil Gazete için çeviren: Hande Yetkin

Missourili bir şeftali yetiştiricisi bu ay kimyasal devi BASF ve Bayer çatısı altındaki Monsanto Co. şirketlerine karşı açtığı davalar silsilesinin ilkinde nadir görülen bir hukuki zafere imza attı. İddiaya göre birçok eyalette meyve bahçeleri, bahçe ve organik tarım alanlarına zarar veren tarım zehri hasarının sorumlusu söz konusu şirketlerdi.

Şubat ayının on dördünde jüri oy birliğiyle Bill Bader ve ailesinin sahip olduğu Bader Çiftlikleri’ne zararlarını telafi etmek üzere 15 milyon dolar tazminat ödedi. Ertesi gün, Monsanto’nun bünyesinde bulunduğu Alman Bayer AG’nin belirlenen tutara ek olarak 250 milyon dolar cezai tazminat ödemesi kararlaştırıldı. Jürinin bulguları Monsanto ve BASF isimli şirketlerin kâr arttırma amacıyla tasarladıkları bir komplo eylemi olduğu yönündeyken, Bader ailesinin avukatı durumu “ekolojik felaket” olarak tanımladı.

Missouri eyaleti Cape Girardeau yerel mahkemesinde üç hafta boyunca kanıtların belgelenip şahitlerin ifadelerinin alınmasını takiben nihai karara varıldı. Kanıtlar, Bader Çiftliği‘nin şeftali bağlarının komşuları tarafından sıkılan dikamba isimli herbisitten ötürü ağır derecede tahrip gördüğünü ortaya koydu. Bader’in avukatı Bill Randles, dikambanın verdiği zararın 30.000 şeftali ağacının kaybına ve Bader’in sektördeki konumunu yitirmesine yol açtığı iddiasında bulundu.

Randles Sierra gazetesine verdiği röportajda durumun son derece üzücü olduğunu, şeftali sektöründe isim yapmış Bader’in artık ayakta kalamayacağını dile getirdi.

Geride çok sayıda dava var

Bader davası, ülkedeki pek çok çiftçi tarafından dikambanın, bahçe, bağ ve ağaçlarda yarattığı tahribata yönelik Monsanto ve BASF’ye açtığı davalardan yalnızca bir tanesi. Dikamba esasen asırlardır tarım sektöründe bağlardaki istenmeyen otları öldürmek üzere kullanılmakta; ancak çiftçiler, uçucu özelliğinden ötürü geniş alanlara yayılıp hedeflenmeyen bitkileri de öldürme riski barından bu herbisiti sıcak yaz aylarında kullanmamaya özen gösteriyor.

Monsanto şirketi, dikamba spreylemesini tolere etmek üzere genetik olarak modifiye edilmiş soya fasulyeleri ve pamuğu öne sürerek bu tehdidi hiçe saydı. Şirket, yeni GDO ürünler ile ekilecek alanlara Monsanto ve BASF tarafından geliştirilen yeni dikamba formülasyonları püskürtülebileceğini söylemişti; iddiaya göre bu yeni formülasyon aracılığıyla hedeflenen bölgeler dışına çıkılmayacaktı. Şirketin ifadesine bakılacak olursa bu, GDO’lu tohum satın alan çiftçilerin yaz aylarında dahi dikamba herbisiti kullanabilecekleri, bunu yaparken komşu bağlara da zararlarının dokunmayacağı anlamına geliyordu.

BASF’nin glifosat herbisiti ve glifosata dirençli otlar üzerine kurulu “Roundup Ready” sisteminin glifosata direnen yabani ot salgınına yol açmasından ötürü, Monsanto şirketi 2011’de BASF ile birlikte yeni bir dikamba sistemini tanıtacaklarını ilan etti.

Bilim insanları yeni dikamba sisteminin Monsanto’nun GDO’lu soya fasulyeleri ve pamukları dışında ürün yetiştiren çiftçilerin üretimlerine tehdit oluşturabileceği konusunda uyarıda bulundular; ancak Monsanto ve BASF yeni dikamba hasat sistemlerinin bir problem teşkil etmeyeceğine dair alenen güvence verdi.

Sorumluluktan nasıl kaçacaklarını planlamışlar

Randles tarafından duruşmada afişe edilen şirket içi belgeler aracılığıyla, şirketlerin dikamba hasarı hakkında binlerce şikayet alabileceklerini önceden tahmin ettikleri ve dahası sorumluluktan nasıl kaçınacaklarını dahi planladıkları tespit edildi. Şirketlerin belgeleriyle gün yüzüne çıkan bir diğer gerçekse çiftçilerin gerçekten ihtiyaç duydukları veya istediklerinden dolayı değil, olası bir savrulmaya karşı önlem olarak GDOlu tohum kullandıklarıydı.

Randles şunları söyledi:

İnsanlara zarar vereceklerinden haberdarlardı, buna rağmen bu durum üzerinden para kazanmayı seçtiler. Gayet basit. Sebep oldukları hasarın bilincinde olduklarını gösteren birçok belge mevcut.”

Jüri, Monsanto’nun yeni herbisitleri piyasaya sürmeden önce GDOlu, dikambaya toleranslı çekirdeklerin dağıtımı konusunda ihmalkar davrandığını ve bu ihmalkarlığın çiftçilerin eski dikamba sistemini kullanmaya devam etmeleri konusunda teşvik edici olduğunu kaydederek Bader Çiftliği tarafının savını büyük ölçüde destekledi. Ayrıca şirketler öncesinde güvence verilmiş olmasına rağmen yeni dikamba sisteminin hedeflenen alanların dışına etki etmesi de ihmalkarlık unsuru olarak not edildi.

Bayer, Monsanto ürünlerinin güvenilirliğinin aksini gösteren herhangi bir yeterli kanıt sunulmadığını gerekçe göstererek karara itiraz edeceğini açıkladı; BASF ise jürinin kararı karşısında şaşırdıklarını ve temyize katılacaklarını duyurdu. Ayrıca BASF, ürünlerinin etiket talimatları ve kullanım rehberleri doğrultusunda uygulanması halinde güvenilir olduğunu savundu.

Çitçiler tarafından açılan Bader benzeri yaklaşık 140 adet dava Cape Girardeau yerel mahkemesinde çok taraflı dava başlığı altında toplandı ve tümünün Bader davasında görev alan yargıç Stephen Limbaugh tarafından yürütülmesi kararlaştırıldı.

Randles, jüri kararının onaylanacağına dair inancının tam olduğunu dile getirdi: “Yaptıklarının karşılığını ödeyecekler. Durdurulabilirler mi? Evet. Kararı tersine çevirebilirler mi? Hayır.”

Makalenin İngilizce Orjinali